Hegel gibi bazı filozoflar tarihsel akıl diye bir kavramı ortaya attılar. Onlara göre tarih zamanın dönüp duran çarklarıdır. Her asır kendi aklını yaratır. Yani XX. yüzyılın aklı ile XIX. yüzyılın aklı arasında bir fark vardır. Modern akıl Orta Çağ aklından farklıdır vd. Ben bu kimselerin söylediğinin aksine bir şey söyleyeceğim: Bana göre akıl tarihe teslim olmuş değildir; tam tersine tarih aklîdir.
İmam’ın, oğlunun dünyaya geldiğini açık bir şekilde ilan etmesi onu açık bir tehlikeye maruz bırakması demekti. Böylesi koşullar altında oğlunun dünyaya gelişini avam halktan gizlemesinden daha doğal ne olabilir? Öte yandan İmam Hasan Askerî’nin ashabının tamamı bu çocuğun varlığından şüphe duymuyordu, hatta pek çoğu da onu görmüştü. Geriye kalanları ise doğal olarak masum imamlarının çocuğun varlığına dair haberiyle yetinmiştir.
İslamcılık, İslam'ın uluslararası ilişkilerde, kamu politikalarında vs. bir dil olarak ifade edilmesine dönüşmeksizin, yalnızca kültürel alanlarda İslam'a belirli bir görünürlük kazandırılması anlamına gelen “İslamizasyon” kavramıyla karıştırılmamalıdır. İmam Humeyni Okulu için Batı'nın sadece coğrafi bir konum değil, bir ideoloji olduğunu göz önünde bulundurmak önemlidir.
Önceki nebevî tecrübeler de bu garipsemeyi ortadan kaldırmak veya uzak görülen bir şeyi ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. İmam Mehdî’nin (a.f.) uzun ömrünün garipsenmesi ve Hz. Peygamber’in uyardığı azabın inişinin uzaması bu türdendir. İşte burada Kur’ân’daki Hz. Nûh (a.s.) kıssası devreye girmektedir. Yine İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’e göre menzilesi, imametin O’na ve nesline tahsisi bu kabildendir. Hz. Hârûn’un Hz. Mûsâ’ya (a.s.) nazaran konumunun Kur’ân’da geçmesi ve imametin Hârûn ve zürriyetine has kılınması...
Şiî mütekellimler Küçük Gaybet döneminde İmam Mehdî’nin varlığını ispat etmek için şu iki metodu kullanmışlardır. Biz burada Şia’nın kadim bilginlerinden üçünün bu konuyu dair nasıl istidlalde bulunduklarına örnek vereceğiz. Bu açıklamaları Şeyh Sadûk’un İkmâlü’d-Dîn adlı eserinden naklediyoruz.
Bu bölümde Ahmed el-Kâtib’in İmam Mehdî’nin (a.s.) varlığı hakkında oluşturmak istediği şüpheleri cevaplandırmaya çalışacağız. Onun bu bağlamdaki iddialarından biri de şudur: 'Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia -azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu. Nitekim bu durumu Nevbahtî, Eşarî, Kuleynî, Numânî, Sadûk, el-Müfîd ve Tûsî gibi Şiî müelliflerin tamamına yakını kaydetmiş ve bu döneme Asrü’l-Hayret (Şaşkınlık Çağı) adını vermişlerdir.'
İran’daki birçok din âlimi Sünnî idi ve bunlar arasında Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ve hatta Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe gibi isimler de bulunmaktaydı. Bu listeye Gazzâli, Cüveynî, Fahr-i Râzî, Zemahşerî ve Mevlânâ’yı da eklediğimizde şu gerçeğe ulaşmamız gerekecektir: Eğer İranlılar mezhep adı altında Araplardan intikam almayı amaçlasaydı, bunun Şiîlik vasıtasıyla değil; bilakis kural gereği diğer mezhepler (Sünnî) yoluyla gerçekleştirilmesi gerekirdi. Tüm bunlara ilaveten, Şiîliğin İran’daki müessisleri ve mübelliğleri çoğunlukla Araplardı.