İran’daki birçok din âlimi Sünnî idi ve bunlar arasında Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ve hatta Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe gibi isimler de bulunmaktaydı. Bu listeye Gazzâli, Cüveynî, Fahr-i Râzî, Zemahşerî ve Mevlânâ’yı da eklediğimizde şu gerçeğe ulaşmamız gerekecektir: Eğer İranlılar mezhep adı altında Araplardan intikam almayı amaçlasaydı, bunun Şiîlik vasıtasıyla değil; bilakis kural gereği diğer mezhepler (Sünnî) yoluyla gerçekleştirilmesi gerekirdi. Tüm bunlara ilaveten, Şiîliğin İran’daki müessisleri ve mübelliğleri çoğunlukla Araplardı.
Dolayısıyla biz aklı tarif edebilmek için aklın kendisinden daha açık ve aydınlık olan başka bir şeye sahip değiliz. O yüzden aklı, aklın kendisiyle tarif etmekten başka çaremiz yoktur. Aristo, iki bin beş yüz yıl önce “felsefeyle savaşacak olanların felsefe silahıyla savaşması gerekir” demiştir. Felsefe, felsefeden başka bir şeyle reddedilemez. Siz, bilimle, kelâmla, nakille, hadisle felsefeyi reddedemezsiniz.
Kendi haline terk etmek, irtibatı kesmek, Allah’ın işi değildir. İrtibatın kesilmesi, küfre sebep olan bir sözdür. İrtibatın kesilmesi sadece Allah’ın rahmetinin, şefkatinin, rububiyetinin bitmesi demek değildir; böyle bir söz akli açıdan da sorunludur. Kesmek demek, hem Allah’ın hem de varlıkların sınırlı olması anlamına gelir. Hâlbuki sonsuz ve sınırsız bir varlık için mesafe söz konusu değildir
Bunların tümü kalbin mertebeleridir. İnsan paramparça değildir. İnsan bir attar dükkânı gibi değildir ki her bir kutuyu açtığında farklı bir şey bulasın. Bunların hepsi aynı şeydir. Kalp, akıl, müşterek his, bunların tümü “nefs-i nâtıka” ile ilgili şeylerdir. İnsanın “nefs-i nâtıka”sı tek bir şeydir; onlar birer mertebedir.
Ezel ve ebed zâhir olacaksa anda zâhir olur. An bir noktadır, an dediğimiz şey devam eden bir zaman değildir; anın devamlılığı yoktur. Bizim günlük hayatta kullandığımız şu an, şimdi sözü belki on dakikadır. An dediğimiz şey bu değildir. Anın devamlılığı yoktur. Bu bakımından zamanın zuhuru anda, mekânın zuhuru da noktadadır. Bir başka deyişle gayri mütenahi zamanın zuhuru anda, gayri mütenahi mekânın zuhuru ise noktadadır.
Oradaki dil, ses ve kelime dili değil, varlığın diliydi. Varlığın dili vardır, dil zaten varlığa aittir. Varlık olmasa dil de olmazdı, dil varlığın mazharıdır. Bizim ariflerimiz ve hekimlerimiz yıllar önce bu noktaya ulaşmıştı; Martin Heidegger bunu yeni söylüyor.
İnsan bu başlangıç ve sonu kendinde barındıran bir varlıktır. Belki de insan için bir başlangıç ve son tasavvur etmek de mümkün değildir. Bu tasavvur ne kadar doğrudur veya yanlıştır, bu ayrı bir konu ama Muhyiddin Arabî’nin “insan ezelî bir hadis [sonradan olan] varlıktır” diye bir ifadesi var.