Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur’ân-ı Kerim’de geçmemesinin nedenlerine dair hadislerin değerlendirilmesi

Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur’ân-ı Kerim’de geçmemesinin nedenlerine dair hadislerin değerlendirilmesi
Elinizdeki makalede bu konuda varid olan hadislerden bazıları incelenecek ve Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur’ân’da bulunmamasının hikmetleri açıklanmaya çalışılacaktır.

 

 

Perviz Rostgâr-Ali Rıza Purberât

 

 

Mutâlaât-ı Kuran ve Hadis Dergisi, 1391, 11. Sayı

 

 

 

Çeviri: Ertuğrul Ertekin

 

 

 

Araştırmanın konusu

 

Şia'ya göre Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed'in (s.a.a.) nübüvvetinden sonra imanın aslı ve esası Masum İmamların (a.s.) velayeti ve imameti üzerine kurulmuştur. Velayet, şeriatın en önemli unsuru ve en üstün parçasıdır. İmam Sadık (a.s.) bir hadisinde bu hususa işaret etmiştir. Zürare, İmam Sadık'tan şöyle rivayet eder: “İslâm beş şey üzere bina edilmiştir: namaz, zekât, hac, oruç ve velayet.” Zürare İmam'a bunlardan hangisi daha üstündür? diye sorunca İmam: “Velayet en üstünleridir; çünkü hepsinin anahtarı mesabesindedir ve velayet sahibi onlara götüren delildir.”[1]

 

Bu hadise göre, eğer velayet İslâm'ın en önemli rüknü ise, niçin Kur'ân bu önemli meseleyi göz önünde tutarak bu büyük emanetin sancaktarlarına ve taşıyıcılarına teveccüh göstermemiş ve isimlerini açıkça zikretmemiştir? Bu birçok insanın zihnini meşgul eden bir sorudur.[2] Hacı Nuri de Faslü'l-Hitab başlıklı kitabında bu soruyu ele almış ve cevaplamaya çalışmıştır.[3]

 

Elinizdeki makalede bu konuda varid olan hadislerden bazıları incelenecek ve Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur'ân'da bulunmamasının hikmetleri açıklanmaya çalışılacaktır. Hadisleri incelemeye başlamadan önce konuyla ilgili ele alacağımız hadislerin çoğunluğunun el-Kâfi'nin “Kur'ân'da Velayetle İlgili Nükteler ve Ayetlerden Seçmeler Babı”nda yer aldığını hatırlatalım. Bu seçimin nedeni, el-Kâfi'nin Şia'nın muteber hadis kitaplarından sayılmasıdır. el-Kâfi'yi esas almak bizi, itibar açısından ondan daha aşağı seviyede bulunan hadis derlemelerine başvurma gerekliliğinden kurtarmaktadır.

 

Hadislerin isnadıyla ilgili bir başka husus ise şudur; sadece rical âlimlerince zayıf addedilmiş raviler incelenmiş ve bir senet zincirinde incelenen ravi sonraki rivayette tekrar ele alınmamıştır.

 

 

1.Kur'ân'da Masum İmamların isimlerinin geçtiğine delalet eden rivayetler

 

 

1.1. Birinci rivayet

 

Ali b. İbrahim Ahmed b. Muhammed el-Berkî'den, o babasından, o Muhammed b. Sinan'dan, o Ammar b. Mervan'dan, o Munahhil'den, o da Cabir'den Ebu Cafer'in (İmam Muhammed Bâkır) şöyle buyurduğunu nakleder: “Cebrail Hz. Muhammed'e (s.a.a.) bu ayeti şöyle nazil etti: ‘Allah'ın –Ali'nin şanında– indirdiğini inkâr etmekle, kendilerini ne kötü bir şey karşılığında sattılar.'” (Bakara, 90)[4]

 

Bu ayet, kendi kitaplarında yeni peygamberin geleceği müjdesini alan, O'nun nerede zuhur edeceğini bilen, bu nedenle de Medine'ye yerleşen Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudiler bütün problemlere rağmen yine de yeni peygamberin ortaya çıkmasını bekliyorlardı. Ancak Hz. Peygamber'in peygamberliğini ilan etmesinden sonra, yeni peygamberin kendi kavimlerinden olmadığı gerekçesiyle veya çıkarlarının tehlikeye düşeceği korkusuyla O'nu inkâr ettiler. İnsanın maksadına ulaştıktan, üstelik bütün gücünü bu uğurda sarf ettikten sonra amacına karşı bir konumda yer alması ne büyük bir kayıptır![5] Açıktır ki söz konusu ayetin konusu Hz. Peygamber'in risaletinin başlangıcı ve Yahudilerin Kur'ân'ı inkâr etmesidir. Ayetin Hz. Ali ile ilişkilendirilmesi anlamsızdır.

 

 

1.2. İkinci rivayet

 

Muhammed b. Sinan, o Ammar b. Mervan'dan, o Munahhil'den, o da Cabir'den şöyle rivayet eder: “Cebrail şu ayeti Hz. Muhammed'e şöyle nazil etti: ‘Eğer kulumuza –Ali hakkında– indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, siz de onun bir suresinin benzerini getiriniz.'” (Bakara, 23)[6]

 

Hadisin isnadı daha önce incelendi. Bu hadiste yeni olan husus, isnadında imamın isminin zikredilmemesidir. Hadis usulüne göre bu hadis “mevkuf hadis”tir ve bir önceki hadise nispetle daha zayıftır. Hadisin metnine gelince; ayetin muhatabı Kur'ân'a karşı çıkanlardır. Ayetin muhatapları henüz İslâm Peygamberi'ne inanmamışlardır ve Allah tarafından nazil olunan ebedî mucize karşısında tereddüt içerisindedirler. Şu halde ayetin muhatapları henüz vahiy konusunda müteredditken nasıl olur da ayetin konusunun Hz. Ali olduğu düşünülebilir? Başka bir deyişle, henüz Hz. Peygamber'in risaleti ve Allah'tan aldığı mucize müşrikler ve kitap ehlince sabit olmamışken Ali'nin ve Ehl-i Beyt'inin fazileti onlara nasıl aşikâr olabilir?

 

Merhum Ayetullah Huî bu konuda şöyle yazar: “Bu ayet Hz. Peygamber'in nübüvvetini ispat ve Kur'ân gibi bir kelâmı getirdiğine dair bir delildir. İmamet ve velayet konusuyla en ufak bir bağlantısı yoktur. Dolayısıyla ayetten ‘Ali hakkında' lafzının hazf edildiği düşünülemez.”[7]

 

 

1.3. Üçüncü rivayet

 

Ahmed b. Mihran Abdülazim b. Abdullah'tan, o Muhammed b. el-Fudayl'dan, o Ebu Hamza'dan, o da Ebu Cafer'den (İmam Muhammed Bâkır) şöyle rivayet eder: “Cebrail şu ayeti Hz. Muhammed'e (s.a.a.) şöyle nazil etti: ‘-Âl-i Muhammed'in hakkına- zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, -Âl-i Muhammed'in hakkına- zulmedenlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azap indirdik.'” (Bakara, 59)[8]

 

Bu ayet, Yahudilerin Beytü'l-Mukaddes yolculuğuyla ilgilidir. Allame Şaranî ayeti açıklarken şunları yazar: “Ayet açıkça İsrailoğulları hakkındadır. Yuşa b. Nun veya Hz. Musa zamanında İsrail oğullarına Allah katından ‘hıtta' (tövbe ettik) demeleri emredildi. Ayette geçen zalimler bu sözü başka sözle değiştirenlerdir. Hz. Musa zamanında İsrail oğullarının Âl-i Muhammed'e (s.a.a.) zulmetmiş olmalarının bir anlamı yoktur.”[9]

 

 

1.4. Dördüncü rivayet

 

Ali b. İbrahim Ahmed b. Muhammed el-Berkî'den, o babasından, o Muhammed b. el-Fudayl'dan, o Ebu Hamza'dan Ebu Cafer'in (İmam Muhammed Bâkır) Allah'ın bu kelamını şu şekilde okuduğunu rivayet eder: “İşte iki hasım taraf ki, Rableri hakkında tartışmaya girmişlerdir. Bunlardan –Ali'nin velayetini– inkâr edenler için ateşten giysiler biçilmiştir.” (Hac, 19)[10]

 

İki hasım taraftan kasıt, Rableri hakkında tartışmaya giren Müslümanlar ve Yahudilerdir. Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara, “Biz Allah'ın dinine sizden daha layığız; çünkü bizim peygamberimiz ve dinimiz sizin peygamberiniz ve dininizden öncedir,” dediler. Müslümanlar da cevaben şöyle dediler: “Biz daha layığız; çünkü biz sizin kitabınıza ve peygamberinize kendimizinkiyle birlikte iman ettik. Siz ise hasedinizden dolayı bizim peygamberimizi inkâr ettiniz.”[11]

 

Yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı üzere Müslümanlarla kitap ehli arasında geçen bu tartışmanın Hz. Ali'nin velayetiyle bir ilgisi yoktur.

 

 

1.5. Beşinci rivayet

 

el-Hüseyin b. Muhammed Mualla b. Muhammed'den, o Ali b. Esbat'tan, o Ali b. Ebi Hamza'dan, o Ebu Basir'den Ebu Cafer'in (İmam Muhammed Bâkır) Allah'ın bu kelamını şu şekilde okuduğunu rivayet eder: “Kim –Ali'nin velayeti ve O'ndan sonraki İmamların velayeti hususunda– Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab, 71)[12]

 

Ahzab Suresi genel olarak Hendek Savaşı'ndan önce ve sonra meydana gelen olaylarla ilgilidir. Nitekim sure neredeyse bu konuya hasredildiğinden ona Ahzab adı verilmiştir. Ahzab Suresi'nin ayetlerinde Allah'ın ve Resulü'nün emirlerine itaat edilmediğinden söz edilir ve onlara itaat emredilir. Surenin son ayetlerinde Allah'a ve Resulü'ne itaatsizliğin azapla cezalandırılacağından söz edildikten sonra bir kez daha insanlar itaate davet edilir ve her inananın kurtuluşunun itaate bağlı olduğu, itaat olmaksızın kurtuluşun asla gerçekleşmeyeceği belirtilir. Buna göre Hendek Savaşı'nda ortaya çıkan itaatsizlik durumunun Hz. Ali'ye itaatle bir ilgisi yoktur.

 

 

1.6. Altıncı rivayet

 

Babam bana İbn Ebi Umeyr'den, o Ebu Basir'den, o da Ebu Abdullah'tan (İmam Cafer Sadık) şöyle rivayet etti: “Kuşkusuz (şu ayet) bu şekilde nazil olmuştur: ‘Fakat Allah sana –Ali hakkında– indirdiğine şahidlik eder, onu bilerek indirmiştir, melekler de şahidlik ederler. Şahid olarak Allah yeter.' (Nisa, 166) Ve Ebu Abdullah şöyle okudu: ‘Şüphesiz inkâr edenleri ve –Âl-i Muhammed'in hakkına– zulmedenleri Allah asla bağışlayacak ve doğru yola iletecek değildir. (Allah onları) ancak içinde ebedî kalacakları cehennemin yoluna iletir. Bu ise Allah'a çok kolaydır.'” (Nisa, 168-169)[13]

 

Vahidî Nişaburî, Nisa Suresi 166'ncı ayetin nüzul sebebini şöyle rivayet eder. Mekke'nin ileri gelenleri Hz. Peygamber'in yanına geldiler ve ona, “Biz seni Yahudilere sorduk, ama onlar seni tanımıyor. Bize senin Allah'ın elçisi olduğuna şahidlik edecek birini getir,” dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.[14]

 

Görüldüğü üzere bu ayet de, yukarıda sözünü ettiğimiz ayetler gibi, Hz. Ali'nin ve evladının velayeti konusunun dışında bir olayla ilgilidir ve ayetin onlarla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Kur'ân'ın tahrif olduğu kanaatinde olan kimse ayetin siyakını ve muhataplarının kim olduğunu inceleseydi asla Kur'ân'a istinat etmezdi.

 

 

1.7. Yedinci rivayet

 

İbn Merdeveyh, İbn Mesud'dan, o Zir'den Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet eder: “Biz Resulullah zamanında şu şekilde okurduk: ‘Ey Resul! Rabbinden sana indirileni–Ali'nin müminlerin velisi olduğunu– tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.'” (Maide, 67)[15]

 

Buraya kadar naklettiğimiz rivayetlerden farklı olarak bu rivayetin konusu doğrudan Hz. Ali'nin velayeti ve hilafeti hakkında nazil olmuş bir ayettir. Aşağıda bu rivayeti etraflıca inceleyeceğiz. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere bu rivayetlerin birçoğunun isnadı zayıf, metni/muhtevası ise Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'ten farklı bir konudadır. Makalemizin devamında bu rivayetleri inceleyeceğiz.

 

 

2. Rivayetlerin isnad tenkidi ve ravileri

 

Allame Meclisî el-Kâfi'nin “Kur'ân'da Velayetle İlgili Nükteler ve Ayetlerden Seçmeler Babı” üzerine yazdığı şerhte, bizim de bir kısım rivayetlerini naklettiğimiz bu babda yer alan hadislerin tamamının zayıf olduğunu yazar.[16] Ayetullah Huî de bu rivayetlerin isnadının ekseriyetle zayıf olduğunu ve güvenilir olmadıklarını belirtir.[17]

 

Allame Şaranî de, Şiî ulemanın çoğunluğu gibi, öncelikle bu rivayetlerin bilinmeyen hadis kitaplarından derlendiklerini, isnadlarının problemli olduğunu ve metin ve muhteva açısından da güvenilir olmadıklarını yazar. Dolayısıyla hiçbir şekilde bu rivayetlere istinat edilmemelidir.[18] Başka bir yerde ise bu rivayetlerin gâli/müfrit, meçhul ve zayıf ravilerden nakledildiğini veya mürsel haber olduklarını ve hiçbirine güvenilemeyeceğini ifade eder.[19]

 

İsnadlarının problemli olması bir yana bu rivayetler Kur'ân'ın tahrif edilemeyeceğini bildiren sahih hadisler karşısında haber-i vahid konumundadırlar ve delil olarak kullanılamazlar.[20]

 

Makalemizin devamında rivayetlerin ravilerinin güvenilirliğini inceleyeceğiz:

 

Ahmed b. Muhammed Berkî: Necaşî, Berkî hakkında şunları yazar: “Kendisi güvenilirdir; zayıf ravilerden hadis rivayet etmiş ve mürsel hadislere itimat etmiştir.”[21] İbn Gadairi ise şöyle yazar: “Kum uleması onu kusurlu bulmuştur. Aslında kendisi kusurlu değildir, rivayet naklettiği raviler kusurludur.”[22]

 

Muhammed b. Halid Berkî: Necaşî onun “hadiste zayıf” olduğunu yazar.[23] İbn Gadairî'ye göre ise “hadisi bilinir ve inkâr edilir; zayıf ravilerden rivayette bulunmuş ve mürsel hadislere itimat etmiştir.”[24]

 

Muhammed b. Sinan: Ebu'l-Abbas Muhammed b. Ahmed b. Said, İbn Sinan hakkında şunları yazar: “O, gerçekten zayıf bir adamdır.” Fadl b. Şazan da ondan rivayet nakletmeyi helal görmez.[25] Ayrıca onun yalancı olduğunu belirtir.[26] İbn Gadairî ise Muhammed b. Sinan, “zayıf, gâli/müfrittir ve (hadisi) zayi edendir; ona iltifat edilmez.”[27] Şeyh Tusî de onun zayıf olduğunu ifade eder ve şöyle yazar: “Kitapları vardır; kötülenmiştir. Rivayet ettiklerinin tamamında bozma (halt) ve güluv izleri vardır.”[28]

 

Munahhil b. Cemil Esedî: Necaşî onun hakkında şunları yazar: “Cariye satar, zayıftır, rivayetleri bozar.”[29] İbn Gadairî ise “zayıf, mezhebinde aşırı giden” olduğunu yazar.[30] Muhammed b. Mesud, Munahhil b. Cemil'i Ali b. Hasan'a sordum, şöyle dedi: “Güvenilir değildir ve gulattan olmakla itham edilmiştir.”[31]

 

Cabir b. Yezid Cufî: “Rivayetleri zayıf addedilen ve görmezden gelinen Amr b. Şimr, Mufaddal b. Salih, Munahhil b. Cemil ve Yusuf b. Yakub gibi bazı rical ondan rivayet nakletmişlerdir. Kafası karışıktı ve üstadımız Muhammed b. Numan onun kafa karışıklığını gösteren şiirlerini okurdu.”[32] İbn Gadairî de şöyle yazar: “Kendisi güvenilirdir; lakin ondan rivayet edenleri çoğu zayıftır.”[33]

 

Ahmed b. Mihran: Ondan elli iki rivayet nakledilmiştir. Birçok rivayetin isnadında adı geçer. O, bu rivayetleri Muhammed b. Ali'den (Yalancı Ebu Semine) ve Abdülazim'den nakleder.[34]  İbn Gadairî İbn Mihran'ın zayıf olduğunu, kimi rical âlimleri ise onun meçhul ravi olduğunu yazar. [35]

 

Muhammed b.  Fudayl: Adı gulat arasında geçen biridir.[36] Büyük ihtimalle gâli olmakla itham edilen Muhammed b. Fudayl Ezdî Sayrafî ile aynı kişidir.[37]

 

Ayrıca Necaşî Mualla b. Muhammed Basrî hakkında şunları yazar: “Hadisi ve mezhebi sorunludur.”[38] Ali b. Ebi Hamza Batainî hakkında ise şunları kaydeder: “Ebu'l-Hasan Musa'dan (İmam Musa Kazım'dan) rivayet etmiş, sonra vakıfadan olmuştur. O, vakıfanın ileri gelenlerinden biridir.”[39] Rivayetlerde İmam Musa Kazım'ın (a.s.) ona şöyle dediği geçmektedir: “Ey Ali! Sen ve yanındakiler eşeklere benziyorsunuz.” Rivayetin devamında onun yalancı olduğu söylemiştir. İmam Rıza (a.s.) da Batainî öldükten sonra şöyle buyurmuştur: “Kabirde ona İmamların isimlerini sordular. Sıra bana geldiğinde durakladı. Bunun üzerine başına öyle bir darbe indirdiler ki kabri ateşle doldu taştı.”[40]

 

Altıncı rivayetin isnadında adı geçen İbn Ebi Umeyr (ö. h. 217) aracı olmaksızın Ebu Basir'den (ö. h. 150) rivayet nakledemez. Dolayısıyla bu hadis mürseldir.[41] Allame Askerî yedinci rivayetin isnadının sıhhati hakkında ise şunları yazar: “Bu hadis iki fırkanın sahih rivayetleri arasına girdiğinden isnadını incelemeye ihtiyaç yoktur.”[42]

 

Araştırmacıların sıkça vurguladıkları sonuncu rivayete dair dikkat çekici husus şudur; önceki rivayetlerin çoğunda, birinciden altıncı rivayete kadar, Ahmed b. Muhammed Seyyarî'nin izine rastlamak mümkündür.[43] Çünkü tahriften söz eden bu rivayetlerin birçoğu onun aracılığıyla nakledilmiştir ve rical âlimleri onu şiddetle tezyif etmişlerdir.

 

Necaşî Ahmed b. Muhammed hakkında şunları yazar: “es-Seyyarî olarak tanınan Ahmed b. Muhammed b. Seyyar hadiste zayıf, mezhepte fasittir. Hüseyin b. Ubeydullah bize onun rivayette meçhul olduğunu ve mürsel hadisleri çokça rivayet ettiğini söylemiştir. Ahmed b. Muhammed b. Yahya babasından bize şöyle nakletmiştir: es-Seyyarî bize içinde aşırılık ve bozma bulunan hadisler dışında bir şey rivayet etmedi.”[44] İbn Gadairî de onun “zayıf, kendini tehlikeye atacak kadar aceleci, gâli ve münharif” olduğunu yazar ve ekler: “Rivayet ehlinin ileri gelenleri onu Nevadirü'l-Hikmet kitabından çıkardılar. Ali b. Muhammed b. Mahbub Nevadir kitabında onun tenasühe inandığını yazmıştır.”[45]

 

 

3. Rivayetlere eklenen ifadelerin değerlendirilmesi

 

Rivayetlerin isnadlarını inceledikten sonra şimdi isnad açısından problemli olmayan ancak tahrif şüphesi içeren rivayetlerin metinlerini değerlendireceğiz. Bu grupta yer alan hadislerin de mutlaka değerlendirilmesi ve açıklığa kavuşturulması gerekir. Merhum Ayetullah Huî bu konuda şöyle yazar: “Bu rivayetlerin birçoğu her ne kadar isnad açısından zayıf ve güvenilmez olsa da, bir o kadar benzeri rivayetin bazılarının Masum İmamlardan varid olduğu yakîn derecesindedir veya en azından özellikle isnadı güvenilir ve sika olan bir kısmının varid olduğundan eminiz.”[46]

 

Bu yüzden isnadında Masum İmamların adı geçen bu türden tahrif hadislerini değerlendirmemiz gerekmektedir.

 

 

3.1. Tefsir veya nüzul sebebi

 

Bu rivayetlerin bir kısmında ek ifadeler, tefsir ve nüzul sebebini beyan hükmünde, şüpheleri ortadan kaldırmak için Masum İmamlar tarafından söylenmiştir. Feyz Kaşanî şöyle yazar: “Bu ifadelerden bazıları Kur'ân'dan bölümler değildir; bilakis tefsir ve beyan türünden eklemelerdir.”[47] Örneğin “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” ayeti İmam Ali'nin velayeti hakkında, onun velayetini ispat sadedinde nazil olmuştur ve “Ali hakkında” ifadesi rivayete ayetin nüzul sebebini, ayetin ne maksatla nazil olduğunu açıklamak amacıyla eklenmiştir. Nüzul sebebini bilmemek ayetin yanlış anlaşılmasına sebep olur.

 

 

3.2. İcra ve tatbik

 

Yukarıda açıkladığımız üzere bazı ayetlerde Yahudi ve Hıristiyanlar gibi önceki semavî dinlere mensup olanlar muhatap alınmış ve bu ayetlerde onların kendi peygamberlerine, Kur'ân'a ve İslâm'a yaklaşımlarından söz edilmiştir. Bununla birlikte, bu ayetlerden bir kısmına Ali ve Âl-i Muhammed (a.s.) lafızları eklendiği görülmektedir. Bu rivayetlere icra ve tatbik kaidesinin uygulanması gerekir.

 

Allame Tabatabaî, Nisa Suresi 166'ncı ayeti tefsir ederken Ayyaşî ve Kummî'den bir rivayet nakleder ve şu açıklamayı yapar: “Bu rivayet icra ve tatbik kaidesine uygundur; zira Kur'ân'da İmam Ali'nin velayeti hususunda birtakım ayetler nazil olmuştur. Bununla birlikte bununla kastedilen Kur'ân'ın tahrifi ve Masum İmamın ayeti farklı şekilde okuduğu değildir.”[48]

 

Buna göre belli bir zaman diliminde meydana gelen bir olay ile farklı bir zaman diliminde meydana gelen bir başka olay arasında benzerlik kurulabilir ve bu iki olay birbirine tatbik edilebilir.[49]

 

Örneğin İmam Muhammed Bâkır (a.s.) “Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah'tır' dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır.” (Hac, 40) ayetini açıklarken şöyle buyurmuştur: “Bu ayet Hz. Peygamber, Ali, Hamza, Cafer hakkında nazil olmuş ve Hüseyin hususunda cari olmuştur.”[50]

 

İmam Muhammed Bâkır, ayetin muhacirler hakkında nazil olduğunu teslim etmekle birlikte ayeti başka bir olayla, İmam Hüseyin'in kıyamıyla ilişkilendirmiştir.[51]

 

Ayetullah Subhanî de bu konuda şunları yazar: “Bu rivayetlerden bazıları tahrifle ilişkilendirilmiştir. Oysa (bu ifadelerin) tefsir edici yönü vardır; yani ayeti tefsir etmektedirler. Ayetin genel içeriği nesnel gerçekliklere veya bunlardan birine tatbik edilmiştir. Kimileri ise bu tefsir ve tatbik ifadelerinin Kur'ân'dan olduğunu sanarak onların ayetten çıkarıldığını düşünmüşlerdir.  Örneğin Fatiha Suresi'ndeki “Bizi doğru yola ilet!” ifadesi rivayetlerde “Peygamber'in ve Ehl-i Beyti'nin yoluna” ifadesiyle tefsir edilmiştir.”[52]

 

 

4. Tenzil sözcüğü üzerine

 

Yukarıda naklettiğimiz rivayetlerin bazılarında “Cebrail bu ayeti şu şekilde nazil etmiştir” veya “Hz. Muhammed'e (s.a.a.) böyle nazil oldu” ifadeleri geçmekte ve bu ifadeler, rivayetlerdeki eklemelerin başlangıçta mevcut Kur'ân'da bulunduğu, Allah tarafından Cebrail aracılığıyla Hz. Peygamber'e nazil edildiği izlenimi vermektedir.

 

 

4.1. Tenzil sözcüğünün lafzî veya manevî olma imkânı

 

Tenzil, lafzî ve manevî olmak üzere iki kısma ayrılır; bu bakımdan iki yüzlü madalyona benzer. Yalnızca lafzî anlamını göz önüne almak yanlıştır ve kasıtlı bir yaklaşımı hissettirir. Molla Salih Mazenderanî şöyle yazar: “Bununla kastedilen lafzın Kur'ân'da nazil olması veya Cebrail'in Rabbinin emriyle Hz. Peygamber'e mana tefsirini nazil etmesidir. Her iki durumda da bu, tenzildir; tevil değildir.”[53]

 

Allame Şaranî, Molla Mazenderanî'nin sözlerini şu şekilde şerh eder: “Molla Salih, üzerinde düşünülmeye değer bir açıklamada bulunmuştur. Bu açıklamayla birlikte, Masum İmamların ‘bu şekilde nazil oldu' ifadesinin her zaman lafzî tenzile delalet ettiği (iddiası) çürütülmüş olur. Çünkü manevî tenzil olasılığı da bulunmaktadır.”[54]

 

 

4.2. Erken dönemde tenzil sözcüğündeki anlam değişimi

 

Bazı sözcüklerin erken dönemdeki anlamlarının sonraki yüzyıllarda değişime uğradığı gerçeğini göz ardı etmek rivayetleri anlamayı zorlaştırmaktadır. Bu bakımdan tenzil sözcüğünün erken dönemdeki anlamını göz önüne almadığımızda Masum İmamların kendi zamanlarında Kur'ân'ın tahrife ve değişime uğradığına inandıkları tezi güçlenir.

 

Allame Askerî'ye göre tenzil sözcüğünün hicrî üçüncü yüzyıldan itibaren tedricen anlam değişimine uğradığı gerçeğini göz önünde bulundurmamak yanlış anlamanın nedenidir. Tahriften söz eden rivayetlerdeki bu türden ifadeler, sözcüklerin Kur'ân'ın nazil olduğu dönemdeki anlamları esas alınarak açıklanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki bu ifadeler Kur'ân'ın nassını ortaya çıkarmak amacıyla kullanılmış açıklayıcı ifadelerdir.[55]

 

Seyyid Cafer Murtaza Âmilî de tenzil sözcüğünün bazen Kur'ân lafzı, Kur'ân tefsiri veya kutsî hadis anlamlarına geldiğine işaret eder.[56] Seyyid Hakim de tenzil sözcüğünün o dönemde Kur'ân âlimlerinin terminolojisindeki anlamda kullanılmadığını, bilakis sözlük anlamının kastedildiğini ve sözcüğün Kur'ân veya Allah tarafından Hz. Peygamber'e nazil olunan her şey anlamına geldiğini vurgular.[57]

 

Bir kaynak ve genel kanun mesabesindeki Kur'ân, çoğu zaman icaz yoluyla birçok konuya işaret etmiştir ve bunların Allah tarafından Hz. Peygamber'e açıklanması gerekmiştir. Bu yüzden Cebrail, Kur'ân naslarını getirmenin yanında onların şerh ve açıklamalarını da Hz. Peygamber'e öğretmiştir. Bu açıklamalara ıstılahta “beyan edici vahiy” denilir. Örneğin, “Temiz toprağa teyemmüm edip yüzlerinize ve ellerinize mesh edin.” (Nisa, 43) ayeti nazil olduğunda, Hz. Peygamber'e meshin sınırları da açıklandı. Sonra da Hz. Peygamber bu Kur'ân vahyini ve beyanını (beyan edici vahyi) sahabesine ulaştırdı. Sahabe de vahyin iki şeklini de mushaflarına kaydetti.[58]

 

Şeyh Saduk'a göre Kur'ânî olmayan vahiyle Kur'ân bir araya getirilirse vahyin bütünü on yedi bin ayete ulaşır.[59] Feyz Kaşanî rivayetlerde geçen ek ifadelerle ilgili şöyle yazar: “Bu ek ifadeler, tefsir edici notlar mahiyetinde kayda geçirilmiştir; Kur'ân'ın bir parçası oldukları için değil.”[60]

 

Ayetullah Huî ise şöyle yazar: “Tenzillerden bazıları Kur'ân'ın tefsiridir, bunlar Kur'ân ayeti sayılmamıştır. Dolayısıyla tenzilde Masum İmamların isimlerinin zikredildiğine delalet eden rivayetleri tefsir olarak yorumlamamız gerekir. Eğer bu yorum doğru olmazsa bu rivayetleri bir kenara bırakmamız icap eder.”[61]

 

 

3. Tenzil sözcüğünün tefsir anlamına geldiğini gösteren deliller

 

Tenzil sözcüğünün anlamını ortaya koymada yardımcı olacak rivayet, el-Kâfi'nin[62] “Kur'ân'da Velayetle İlgili Nükteler ve Ayetlerden Seçmeler Babı”nın 91'inci rivayetidir. Rivayet uzundur ve önceki ve sonraki rivayetlerin siyakından bu rivayette tenzilden maksadın ayetin zahiri anlamının açıklaması olduğu anlaşılmaktadır. Şu rivayeti örnek verebiliriz: “Ali b. Muhammed bizim sahabîlerimizden bazılarının aracılığıyla İbn Mahbub'dan, o Muhammed b. Fudayl'dan, o Ebi'l-Hasan Mazi'den şöyle nakleder: “Ona Allah Teâlâ'nın ‘İşte buydu yalanladığınız.' (Mutaffifin, 17) ayetini sordum. Yani Emirelmüminin, dedi. Bu tenzil midir? diye sordum, evet, buyurdu.”[63]

 

Allame Belağî rivayeti şu şekilde açıklar: “Yani diyerek Emirelmüminin'in ismini zikretmiştir, bu da tefsir ve maksadı açıklama kastını gösterir.”[64]

 

Bir başka delil İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s.) rivayet edilen şu hadistir: “Allah, Peygamber'e, o da Ali'ye, Ali de bize tenzili ve tevili öğretti.”[65]

 

Rivayetten tenzil ile kastedilenin zahirî anlam ve tefsir, tevil ile kastedilenin ise batınî anlam, derunî mefhum ve maksatlar olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Arapça bilen biri okuma ve yazma becerisine sahip olduğunda Kur'ân nassını okurken talime ihtiyaç duymaz. Rivayette söz edilen tenzili öğretmek, Kur'ân nassından başka anlamları içermektedir.

 

 

5. İkra ve kıraat sözcüklerinin anlamı

 

İbn Mesud'dan şöyle rivayet edilmiştir: “Biz Resulullah zamanında şöyle kıraat ederdik: ‘“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni –Ali'nin müminlerin mevlası olduğunu– tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.”[66]

 

Bu rivayet isnadı sahih olduğundan Kur'ân'ın tahrif edildiği iddialarında kullanılmış ve bu durum öyle bir noktaya varmıştır ki kimileri rivayette geçen eklemeyi ayetin bir parçası sanarak onun Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kur'ân'dan hazf edildiğini düşünmüşlerdir.

 

Kıraat sözcüğü Hz. Peygamber, sahabe ve Masum İmamlar (a.s.) dönemlerinde geç dönemlerde kazandığı anlamdan farklı bir anlama sahip olmuştur. Söz gelimi günümüzde, Kur'ân'ı farklı kıraatlere göre ve güzel sesle okuyabilen kişiye mukrî denilmektedir. Erken dönem İslâm tarihinde ise ikra, anlamlarıyla birlikte öğretmek anlamına geliyordu.[67] İkra sözcüğünün bu anlamda kullanıldığını gösteren çok sayıda delil bulunmaktadır:

 

Ebu Abdurrahman Sülemî'den şöyle dediği nakledilir: “Bize Osman, Abdullah b. Mesud ve diğerleri gibi Kur'ân'ı kıraat edenlerden rivayet edilmiştir. Onlar Hz. Peygamber'den sayısı onu geçmeyen ayeti içindeki ilim ve amelle birlikte öğrenirlerdi. Onlar, biz, Kur'ân'ı, ilmi ve ameli birlikte öğrendik, derlerdi.”[68]

 

Kıraat edenlerden ifadesi onların ayetler dışında ilim ve ameli de sahabeden, sahabenin de Hz. Peygamber'den öğrendiğini göstermektedir. Hz. Peygamber'e göre Hz. Ali'nin bir özelliği “onlara Allah'ın kitabını kıraat etmesiydi”.[69] Bu, Hz. Ali'nin insanlar arasında Kur'ân'ın mana ve muradını en iyi bilen olduğu anlamına gelir; insanlar arasında Kur'ân'ı en güzel sesle tilavet eden olduğu anlamına değil.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamadan İbn Mesud'un rivayetinde geçen “böyle kıraat ederdik” ifadesinin ayeti bu şekilde anlardık ve bu şekilde başkalarına öğretirdik anlamına geldiği anlaşılmaktadır.

 

 

6. Mushaflardaki tefsir edici ek ifadeler

 

Mushafların yakılması Kur'ân'ın tahrif edildiğini savunanların eline bahane verdi. Onlar, Osman'ın mushafları yakması ve insanların tek bir mushaf üzerinde birleşmesi sonucunda, Kur'ân'ın bazı bölümlerinin hazf edildiği düşüncesine kapıldılar.[70]

 

Tarihî kayıtlar ve rivayetler yakılan mushafların birtakım ek ifadeler barındırdıklarını göstermektedir. Kimileri bu eklerin Kur'ân'ın bir parçası olduğunu, Osman'ın da bu mushafları yaktığını düşündüler. Hâlbuki bu ekler, Hz. Peygamber'in yaptığı açıklamalardan, ayetlerin nüzul sebeplerinden başka bir şey değildi; nitekim Hz. Peygamber döneminde hadis, Kur'ân'la birlikte yazılıyordu ve bu, Hz. Peygamber'in vefatına kadar bu şekilde devam etti.[71] Bu esnada kimi sahabîler nazil olan ayeti mushafa kaydederken ayetin açıklamasını içeren hadisi de yazıyorlardı.

 

Âişe'nin mevlası Ebu Yunus'tan şöyle rivayet edilmiştir: Âişe bana kendisi için bir mushaf yazmamı emretti ve “Namazları ve orta namazı koruyun” (Bakara, 238) ayetine geldiğinde bana haber ver, dedi. O, (bu ayeti) bana  “Namazları ve orta namazı –ikindi namazını– koruyun” şeklinde yazdırdı ve Resulullah'tan böyle duydum, dedi.”[72]

 

Hz. Peygamber'in vefatından sonra mushaflar arasındaki ihtilaf günden güne artmış ve bu durum, karşıt görüşlülerin birbirlerini tekfir ettikleri bir noktaya varmıştı. Bunun üzerine Osman, mushafları birleştirme çalışması başlatmıştır. Allame Askerî'ye göre ihtilafların nedeni Kur'ân nasları değildir; mushaf sahiplerinin Hz. Peygamber'in açıklamalarını ve kendi anladıklarını mushaflarına yazmaları ihtilafı ortaya çıkarmıştır.[73]

 

Kısacası Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'i (a.s.) hakkında bazı mushaflarda, ezcümle İbn Mesud'un mushafında yer alan ek ifadeler, açıklama ve tefsir olarak ayetlerin satır aralarına yazılmıştır. Yazdıkları bu açıklamaların ileride Kur'ân'ın tahrif edildiği iddiasına sebep olacaklarını bilselerdi, belki de mushaflarına böylesi açıklayıcı ifadeleri asla kaydetmezlerdi.

 

 

7. Kur'ân'da Masum İmamların (a.s.) isimlerinin bulunmadığını gösteren deliller

 

Zayıf ve meçhul raviler tarafından hadis uydurulması ve bu hadislerin yayılmasıyla doğrunun ve yanlışın birbirine karışması insanın çoğu rivayete tereddütle yaklaşmasına, hadislerin sıhhat ve güvenilirliğinden şüphe duymasına sebep olmaktadır. Bu bakımdan araştırmamızın bu bölümünde Kur'ân'da Masum İmamların (a.s.) isimlerinin bulunmadığını gösteren tarih rivayetlerini ele alacağız.

 

 

7.1. Gadir-i Hum hadisi

 

Kur'ân'da Masum İmamların (a.s.) isimlerinin bulunmadığına dair en açık delil, Şiî ve Sünnî âlimlerin büyük çoğunluğunun rivayet ettiği, hicrî onuncu yılda meydana gelen Gadir-i Hum hadisidir. Ayetullah Huî'nin hadiseyi tersim etmesi ve bunu Kur'ân'ın dokunulmazlığı bağlamında bir karine sayması onun dikkatini göstermektedir: “Eğer Hz. Ali'nin adı Kur'ân'da açıkça zikredilmiş olsaydı Hz. Peygamber'in Müslümanlardan oluşan kalabalık kitle önünde üstüne basa basa Hz. Ali'yi hilafetine tayin etmesine gerek kalmazdı. Şayet böyle olsaydı (adı Kur'ân'da geçseydi) Hz. Peygamber bu konuyu açıklamaktan çekinmez, tebliğ etmesi yönünde bir ikaz da almazdı… Gadir hadisesi, neredeyse Kur'ân ayetlerinin tamamının nazil olduğu ve Müslümanlar arasında yayıldığı Hz. Peygamber'in ömrünün sonlarında meydana gelmiştir.”[74]

 

Hz. Peygamber, vahiy meleğinden kendisini bu konuda mazur görmesini isteyecek, Cebrail'e ayeti üç kez tekrarlatacak kadar neden çekiniyordu?[75] Hz. Peygamber kendisinden sonrası için halife tayin etmesiyle Müslümanlar arasında fitne çıkmasından ve yeni din İslâm'ın tehlikeye girmesinden çekiniyordu. Çünkü Kur'ân'da Masum İmamların ismi geçmiyordu; hatta bu konu, bazı Müslümanlar için çok yeni bir meseleydi.

 

 

7.2. Hz. Peygamber'in seçimine itiraz

 

Hz. Peygamber'in halifesinin Gadir'de açıklanmasından sonra Numan b. Haris, Hz. Peygamber'in yanına geldi ve şöyle dedi: “Bu senin seçimin mi, Allah'ın seçimi mi?” Hz. Peygamber, “Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın emriyle Ali'yi atadım.”[76] Acaba bu şahıs, bu seçimi vahiyde görmesine rağmen mi inkârcı bir tutum takınmış ve soruyu sorarak kendisini ilahî azaba duçar etmişti? Öte yandan, Hz. Peygamber cevabında ona Hz. Ali'nin adının açıkça anıldığı, velayetinin dillendirildiği ayetleri gösteremez miydi? Açıktır ki Numan b. Haris ve hemfikirleri bu seçimi Kur'ân'da açık bir biçimde görmemişlerdi.

 

 

7.3. “Allah'ın Kitabı bize yeter” şiarı

 

Hz. Peygamber risaletinin başlangıcında Hz. Ali'nin halifesi olduğunu söylüyor, farklı zamanlarda Ehl-i Beyt'in Kur'ân'ın yanındaki rolünü, Kur'ân'la birlikte hidayet kaynağı olduğunu ifade ediyordu. Biri olmaksızın diğerini göz önünde bulundurmak saadete kavuşturmayacaktı. Hz. Peygamber mübarek ömrünün sonlarında, Ehl-i Beyt'i ve sahabeden bazıları yanındayken, son kez bu iki ağır emanete sarılmanın önemini vurgulamak istedi.[77]

 

“Bana kâğıt ve kalem getirin de size öyle bir şey yazayım ki yolunuzdan hiç sapmayasınız” sözünü tekrarlaması, oradakilere Hz. Peygamber'in amacının ne olduğunu açıklıyordu. Hz. Peygamber genelde sadece söylemekle yetiniyordu, sahabîler de üstünde durmuyordu. Fakat iş, iki ağır emanet hakkında yazmaya gelince ona engel oldular ve “Allah'ın Kitabı bize yeter!” dediler.

 

Burada sorulması gereken soru şudur: Eğer Masum İmamların (a.s.) isimleri Kur'ân'da geçseydi Ömer ve beraberindekiler bu şiarı dillendirirler miydi? Hiç şüphesiz cevap olumsuzdur. Bu durumda Ömer'e Masum İmamların isimlerinin ve Hz. Ali'nin velayetinin Kur'ân'da geçtiği söylenirdi ve eleştirilirdi. Buna ilaveten Hz. Peygamber'in zaten var olan bir şeyi tekrar yazması da engellenmezdi. Ayrıca halifelerin hilafetleri süresince devamlı bu şiarı tekrarladıklarını hatırlatalım.[78]

 

Halifelerin bu şiarı tekrarlamaları, o dönemde mevcut olan Kur'ân'da kendi siyasetlerine muhalif bir ifadenin, yani Hz. Ali'nin isminin geçmediğini, O'nun hilafet ve velayetinin vurgulanmadığını gösterir. Aksi bir durum söz konusu olsaydı hadis yazımını ve naklini yasakladıkları gibi Kur'ân'ın yazımını ve naklini de yasaklarlardı. Sonuç itibariyle halifelerin bu şiarda ısrarcı olmaları bizim iddiamıza başka bir delil teşkil etmektedir.

 

 

7.4. Hz. Ali'nin (a.s.) ve dostlarının kanıtları

 

Ebu Bekir'in hilafetinin ilanından ve halkın ona biat etmesinden sonra Hz. Ali, eşi ve ihlâslı dostları Ebu Bekir'in yeni hükümeti karşısında ciddi bir tavır takındılar ve tüm güçleriyle velayetin ve hilafetin Hz. Ali'ye tevdi edilmesi için çabaladılar. Bu süreçte Hz. Ali taraftarları önemli konuşmalar yaptılar ve hilafetin Hz. Ali'nin apaçık ve tartışmasız hakkı olduğunu, Ebu Bekir bu hakkı gerçek halifeden gasp ettiğini ortaya koyan kanıtlar ileri sürdüler. Eğer Kur'ân'da Hz. Ali'nin ismi geçmiş olsaydı en iyi kanıt ve en sağlam burhan Kur'ân nassı olurdu ve Hz. Ali'nin dostları buna istinat ederlerdi.[79]

 

 

7.5. Hükümet muhaliflerinin itirazı

 

Hz. Peygamber'den sonra üç halife sırayla Müslümanların yeni kurulan devletini yönettiler; fakat karşılarında daima fırsat kollayıp halkı isyana teşvik etmek isteyen muhalifleri oldu. Halifelerin Kur'ân'ı tahrif ettikleri ve Masum İmamların (a.s.) isimlerini ayetlerden çıkardıkları bahanesinden daha iyi bir bahane onları amaçlarına ulaştırabilir miydi? Fakat biz tarihte, Sa'd b. Ubade ve taraftarları gibi muhaliflerin böyle bir itirazda bulunduklarını görmüyoruz.[80]

 

 

7.6. Osman'ın öldürülmesinin en iyi bahanesi

 

Merhum Ayetullah Huî bu konuda şunları yazar: “Eğer Osman Kur'ân'ı tahrif etmiş olsaydı bu, katillerinin en iyi bahanesi olurdu ve katiller, Şeyheyn'in sünnetine muhalefet, beytülmale el uzatmak gibi bahanelere sarılmazlardı… Eğer Kur'ân'da böyle açık ayetler olsaydı ve bu ayetler Müslümanlar arasında yayılmış olsaydı hilafet Osman'a geçmezdi.”[81]

 

 

7.7. Hz. Ali'nin (a.s.) hilafeti dönemindeki tutumu

 

Eğer Kur'ân halifelerce, bilhassa Osman tarafından tahrif edilmiş olsaydı, Hz. Ali, hilafeti döneminde Kur'ân'ı tahriften önceki haline döndürmeyi kendisine bir görev bilirdi. Nitekim beytülmal ve yağmalanan servetler konusunda titiz davranmış ve beytülmalden çıkan her kuruşu beytülmale iade edeceğine dair yemin etmişti. Kur'ân tahrif edilmiş ve kendi ismi ayetlerden çıkarılmış olsaydı -ki bu, İslâm'ın temeli olan Kur'ân'la ilgili bir durumdu ve beytülmal sorunundan çok daha önemliydi- bunu görmezden gelir miydi? Hz. Ali'nin Müslümanların elinde dolaşan Kur'ân konusunda sessiz kalması onun tahrif olmadığının bir başka delilidir.[82]

 

Hz. Ali başta Şıkşıkiye olmak üzere birçok hutbesinde halifeleri eleştirdi ve onları Hz. Peygamber'in gerçek halifesini tanımamakla, hilafeti kendi aralarında paylaşmakla suçladı. Hz. Ali bu sözlerinde halifeleri açıkça eleştirir; ancak hiçbir sözünde onları kendi ismini ve Ehl-i Beyt'inin ismini Kur'ân'dan hazf etmekle suçlamamıştır.[83]

 

 

7.8. Hz. Ali (a.s.)-Muâviye mektuplaşması

 

Hz. Ali (a.s.), Muâviye'ye yazdığı mektuplarında bazı ayetlerin kendisinin ve düşmanlarının sıfatları hakkında nazil olduğunu beyan eder.[84] Hz. Ali, Kur'ân'dan kaynaklanan bu faziletlere işaret ettikten sonra Muâviye'nin hasedinin tahrifin kaynağı olduğunu ifade eder ve şöyle der: “Bize düşman oldun ve kıskançlık ve öfkeyle Allah'ın ahdini nakzettin, Allah'ın ayetlerini tahrif ettin ve Allah'ın sözünü değiştirdin.”[85]

 

Hz. Ali daha sonra bazı ayetleri zikrederek kendi imamet ve velayetinin faziletlerini ve delillerini hatırlatır. Fakat bunu yaparken kendi ismini ayetlerin arasına sıkıştırmaz ve mektubunun hiçbir yerinde adının Kur'ân'da geçtiğine, sonradan halifelerce hazf edildiğine değinmez. Hz. Ali, Muâviye'ye, kendisine beslediği düşmanlık yüzünden O'ndan bütün faziletleri uzaklaştırdığını ve bu faziletleri başkalarına yakıştırdığını, bunun neticesinde de ayetleri ve hadisleri tahrif edip değiştirdiğini söyler. Açıktır ki Hz. Ali bu sözleriyle ayetlerin lafzen tahrif edildiğini ve adının Kur'ân'dan hazf edildiğini iddia etmemiştir. Çünkü ayetlerde, lafzî tahrifi gerektirecek şekilde, yeri değiştirilecek veya hazf edilecek herhangi bir isim bulunmuyordu. Burada kast edilen tahrif, Kur'ân'dan kaynaklanan faziletlerin yerinin değiştirilmesi (başkasına nispet edilmesi) ve hazf edilmesidir. Nüzul sebeplerinin ve Ehl-i Beyt'in özelliklerinin hazf edilmesi veya değiştirilmesi, Kur'ân'ın tahrifini de beraberinde getirir. Bu şekliyle ayet hiçbir delil olmaksızın, herhangi bir münasebetle değil de öylesine nazil olmuş olur ve bu, manevî tahriftir.

 

Muâviye, Hz. Ali'nin en azılı düşmanıydı ve O'nun adını tarih sahnesinden silmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Bu yüzden Hz. Ali'nin Kur'ân'dan kaynaklanan faziletlerini –ismini değil– inkâr ediyor ve bu faziletleri “ismin” diye tabir ediyor ve cevap mektubunda, “Allah'ın Kitabı'nda ismin, melikliğin, imametin ve faziletin nerede geçiyor?” diye yazıyordu.[86]

 

 

7.9. Masum İmamları (a.s.) sindirmek için bahane

 

Emevî ve Abbasî devletleri hâkimiyetleri boyunca devrimci şahsiyetlerle ve kültür insanlarıyla çatışmışlardır. Bu şahsiyetlerin başında, insanları kendi konumları hakkında bilgilendiren ve düşmanlarını tanıtan Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'i (a.s.) geliyordu. Bu bakımdan Masum İmamların çalışmaları bu devletler için tehlike çanını çalıyordu. Öte yandan bu iki devletin yöneticileri, önce Ehl-i Beyt'in makamını kamuoyunda lekeleyebilecekleri, sonra onları sindirebilecekleri bir ortam hazırlamaya çalışıyorlardı.

 

Bu koşullarda, Masum İmamlar (a.s.) Kur'ân'ın tahrif olduğuna, kendi isimlerinin ayetlerden hazf edildiğine inansalardı bu yöneticilere mümkün olan en iyi bahaneyi verir, onlar da Masum İmamların Kur'ân hakkındaki düşüncelerini kamuoyunda yayarak halkı onlara karşı kışkırtabilir ve hükümetlerinin temellerini sarsan engelleri kolaylıkla ortadan kaldırabilirlerdi. Fakat tarih böylesi hadiselerden söz etmemektedir.

 

 

7.10. Fadl b. Şazan'ın Ehl-i Sünnet'in tahriflerini eleştirmesi

 

İmam Rıza'nın (a.s.) sahabîsi Fadl b. Şazan, kitabının geniş bölümünde Ehl-i Sünnet âlimlerine Kur'ân'ın makamını ve itibarını düşüren rivayetleri naklettikleri için karşı çıkar ve onları, tahrif iddiasında bulunarak Kur'ân'ın haysiyetini Sünnet'e feda etmekle suçlar.[87] Eğer hicrî üçüncü yüzyılda Şiîler arasında Ehl-i Beyt'in isimlerinin Kur'ân'dan çıkarıldığına dair bir inanç bulunsaydı İbn Şazan Ehl-i Sünnet'in Haşeviyye kolunu eleştirmeden önce Şiî rivayetlere karşı çıkardı. Çünkü aynı şey Şiî rivayetler için de geçerliydi; Şia'da tahrife dair rivayetler varken ne sebeple Ehl-i Sünnet'in tahrifle ilgili rivayetlerinden söz edecek, onları eleştirecekti?[88]

 

 

7.11. Tarihte tahrifin şöhret bulmaması

 

Son olarak şunu eklememiz gerekir: Eğer Masum İmamlar (a.s.) Kur'ân'ın tahrife uğradığına inansalardı ve tahriften söz eden hadisleri söylemiş olsalardı, her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da tarih kesinlikle bu önemli konuyu atlamazdı. Muhakkik Kelbasî bu konuda şunları yazar: “Kur'ân'ın eksik olduğu ve tahrife uğradığı iddiasının aslı astarı yoktur. Eğer (bu iddia) gerçek olsaydı mutlaka bilinirdi; çünkü önemli hadiseler şöhret bulur. Böyle bir hadise de küçük bir hadise değildir; bilakis en önemli hadiselerden biri sayılır.”[89] Eğer biri çıkar da tarihte böyle rivayetlerin olduğunu, ancak bu rivayetlerin bize ulaşmadığını iddia ederse bu iddianın batıl olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur.[90]

 

 

8. Tahrif rivayetlerinin Şiî hadis kitaplarına girmesinin nedenleri

 

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle, hicrî üçüncü yüzyıl ortasına ve Küçük Gaybetin başladığı zamana dek tahrif rivayetlerinin Şiîler arasında bulunmadığı anlaşılmaktadır. Masum İmamlar (a.s.) Kur'ân'ın tahrif edildiği inancıyla itham edilmekten beriydiler. Şimdi sorulması gereken soru, bu rivayetlerin Şiî hadis kitaplarına nasıl girdikleridir. Bu rivayetlerin Şiî hadis edebiyatına girmesinde iki faktör etkili olmuştur:

 

 

8.1. Gulat

 

Gulatın tahrif rivayetlerinin imalindeki ve neşrindeki rolünü bilmek, bu rivayetlerin Şia'nın hadis derlemelerine nüfuzunu sağlayan etkenleri bilmek açısından önemlidir. Mehdevîrad bu konuda şöyle yazar: “Rivayetlerin metin tenkidi açısından gulatın/müfrit Şiîlerin faaliyetlerini bilmek önemlidir. Tahrif rivayetlerinin muhtevasıyla gulatın görüşleri arasındaki uyum, isnadlarının sahih olduğu varsayıldığında dahi bu rivayetleri şüpheli duruma düşürmektedir. Masum İmamların (a.s.) isimlerinin ve sıfatlarının Kur'ân'dan hazf edildiğini bildiren tahrif rivayetlerinin gâli ravilerden rivayet edildiği bilindiğinde bu hususun önemi teslim edilmiş olur.”[91]

 

Gulat, Ehl-i Beyt'i öne çıkarmak için her türden vesileye tevessül etmiştir. Bu vesilelerin başında da Kur'ân gelmektedir. Masum İmamların isimlerinin Kur'ân'da geçtiğini ispat etmek onlara göre Ehl-i Beyt'in makamını öncekinden daha da yüceltecekti. Gulat, başka fırkalarla veya mutedil Şiîlerle giriştiği münazaralarda içlerine Masum İmamların isimlerini yerleştirdikleri Kur'ân ayetlerini Ehl-i Beyt'i yüceltmek amacıyla kullanmışlardır. Bu yüzden Kur'ân'da Masum İmamların isimlerinin bulunduğunu bildiren rivayetlerin çoğunda, Allah tarafından nazil edilen bir sözden/ayetten bahsedildiğinde peşi sıra “Ali hakkında” ifadesinin; zalimlerden söz edildiğinde, bilhassa “zulmettiler” sözcüğünün geçtiği yerlerde de “Âl-i Muhammed'in hakkına” ifadesinin geçtiği görülmektedir.

 

Gulat içerisinde Kur'ân ayetlerini yerli yersiz Ehl-i Beyt'e veya muhaliflerine tatbik eden raviler bulunmaktadır. Masum İmamlar ise takipçilerini bundan men ederek bu münharif mezheple mücadele etmişlerdir.[92]

 

Dolayısıyla müfrit/gali Şiîler kendi düşüncelerini yaymak için hadis imaline yönelmişler, bunu da iki şekilde yapmışlardır.

 

1) Gali bir şahıs Masum İmamlara nispet ettiği bir sözü başkalarına rivayet ediyor, bu şekilde adı sözde hadisin isnadında yer alıyordu.

 

2) Mugiriyye ve Hattabiyye fırkalarına mensup olan ancak gali olduklarını aşikâr etmeyen kişiler kopyalamak bahanesiyle bir hadis mecmuasını ödünç alıyor, daha sonra mecmuadaki isnadlara benzer isnatlara sahip sözleri kopyaladıkları nüshaya ekliyorlardı. Daha sonra ödünç aldıkları eseri sahibine geri veriyor, kopyaladıkları nüshanın orijinaliymiş gibi Şiîler arasında yayılmasını sağlıyorlardı. Dolayısıyla artık senet zincirinde müfrit bir ravinin adı geçmiyordu ve bu nedenle bu hadis imaline “des” (hile) adı veriliyordu.[93]

 

 

8.2. İntikal etmiş rivayetler

 

Bu rivayetlerin büyük kısmı sahabenin mushaflarında ve Ehl-i Sünnet'in rivayetlerinde bulunmaktadır. Şiî ve Sünnî âlimlerle irtibat halinde olan bir grup ravi, her iki mezhebin rivayetlerini dinlemiş ve dinledikleri bu rivayetleri, rivayetin Şiî veya Sünnî orijinli olduğunu belirtmeden kendi fırkalarının takipçilerine veya başkalarına nakletmişlerdir. Öte taraftan Şiî kelamcılar Ehl-i Sünnet ile tartışmalarında bu rivayetlerden faydalanmışlardır. Sonraları Şiî raviler, tartışmalarda geçen sözleri, Masum İmamlar'a (a.s.) mensup rivayetler sanarak kendi kitaplarına almışlardır.[94]

 

Şeyh Tusî, Tabersî ve Meclisî gibi Şiî âlimler Ehl-i Sünnet rivayetlerini iyi niyetle kendi hadis ve tefsir kitaplarına almışlardır. Söz gelimi Tabersî'nin Mecmaü'l-Beyan'ının büyük bölümü, Şiî müellifler Kummî ve Ayyaşî'den aldığı rivayetler dışında, Ehl-i Sünnet rivayetlerinden oluşur. Kuşkusuz Tabersî kaynaklarını belirtmiştir; ancak onun kitabını nakledenler bazı hadisleri yanlış anlamış, bu rivayetler Şiî bir müellifin eserinde bulunduğu için yanlışlıkla rivayetlerin Şia inancını yansıttığını düşünmüşlerdir. Bu rivayetlerin bir kitaptan diğerine intikali sonuçta gerçeğin araştırmacılara gizli kalmasına sebep olmuştur.[95]

 

 

9. Kur'ân'da Masum İmamların (a.s.) isimlerinin geçmemesinin hikmetleri

 

Kur'ân'da Masum İmamların isimlerinin geçmemesinin sebebi, bizim hepsini tam manasıyla anlayamayacağımız Allah'ın bazı hikmetlerinden dolayıdır. Ama yine üzerinde düşünerek ve tefekkür ederek bu hikmetlerin bazılarını anlayabiliriz.

 

 

9.1. Masum İmamların sıfatlarının açıklanması

 

Hz. Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) isimlerinin Kur'ân'da bulunmamasının hikmetlerinden biri, bu ilahî kitapta Ehl-i Beyt hakkında ayetlerin nazil olmasıdır. Nazil olan bu ayetler isimlerinin geçmesinden daha açık bir delildir. Örneğin Maide Suresi 55'inci ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz sizin veliniz, yalnızca Allah, Resulü ve namazı hakkıyla yerine getiren ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.” Şiî ve Sünnî âlimler yalnızca Hz. Ali'nin rükû halinde zekât verdiğini nakletmişlerdir.[96]

 

Bu bakımdan Allah'ın “Sizin veliniz Allah, Resulü ve Hz. Ali'dir.” buyurması ile sadece Hz. Ali'ye özgü bir özellikten söz etmesi arasında bir fark olmazdı. Çünkü hakikati arayan biri, her iki sözden tek bir şeyi anlar. Öte yandan Ali ismi sadece Müminlerin Emiri'nin adı değildi; sahabe arasında Ali adına sahip başkaları da vardı.[97] Bu yüzden Hz. Peygamber Gadir-i Hum'da kendisinden sonra halifenin Hz. Ali olduğunu bildirmek için elini kaldırdığında “Ben kimin mevlası isem, bu Ali onun mevlasıdır.” buyurmuştur.[98]

 

“Bu” lafzı bizi Hz. Peygamber'in başka Ali'leri değil de sadece bu Ali'yi İslâm ümmetinin rehberliğine seçtiği gerçeğine götürür. Buna göre eğer Hz. Ali'nin adı Kur'ân'da açıkça geçseydi yine de gerçeği kabul etmek istemeyenler bir bahane bulacaklardı ve ayeti başka bir Ali'ye tatbik edeceklerdi. Bu yüzden Hz. Ali'nin başkasına tatbik edilemeyecek şahsına özgü özellikler ve sıfatlarla tanıtılması daha iyidir. İşte bu yüzden Allah Kur'ân'da Hz. Ali'yi özgü faziletleriyle müminlerin velisi ve Hz. Peygamber'in halifesi olarak tanıtmıştır.

 

 

9.2. Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur'ân'ın masuniyetine feda edilmesi

 

Allah son elçisini Hz. Muhammed (s.a.a.) adıyla seçtiğinde, bütün meseleleri ve hükümleri içeren, bir nevi önceki semavî dinlerin kemale erdiricisi olan İslâm dinini O'na gönderdi. Allah bu semavî dinde, kendi kelamını ilahî bir mucize olarak nazil etti ve onu beşerin hidayet ve saadet sermayesi yaparak onun masun kalacağı vaadinde bulundu (Hicr, 9).

 

Tabiidir ki böylesi mucizevî bir kelam Allah tarafından her türlü ihtilaftan ve çelişkiden arı olmalı ve her türden beşeri müdahaleden korunmalıdır. Bu yüzden Allah vahyi nazil ettiğinde hikmet gereği Kur'ân'ın Hz. Peygamber'e, Masum İmamların vasıfları ve isimleri olmadan nazil olması gerekiyordu. Böylelikle Kur'ân bütün zamanlar ve mekânlar için insanlığın hidayet ve saadet kaynağı olacak; hilafet tartışmaları, Hz. Ali'ye beslenen düşmanlık ve kindarlık yüzünden değişime ve tahrife uğramayacaktı.

 

Örneğin Gadir-i Hum hadisesinde, sahabe Hz. Ali'nin velayetini ikrar edip O'na biat ettikten sonra birisi Hz. Peygamber'in yanına geldi ve şöyle dedi: “Acaba bu seçim kendi kararın mı, yoksa Allah tarafından mı?” Veya Hz. Peygamber ömrünün son günlerinde “Bana kalem ve kâğıt getirin de yoldan çıkmamanız için size bir şey yazayım.” dediğinde orada bulunanlardan biri, “Bırakın, sayıklıyor.” demişti. Kin besleyen, kıskançlık yüzünden Allah'ın ve Hz. Peygamber'in hükmüne muhalefet eden böylesi insanlar acaba Hz. Ali'yi Hz. Peygamber'den sonra halife olarak kabul edecekler miydi? Ayrıca, böyle insanlar Kur'ân'da Hz. Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) isimlerini gördüklerinde hiçbir şey yapmadan duracak, bunu kabul edecekler miydi?

 

Hakim ve Âlim olan Allah her dönemde böyle tartışmaların olacağını biliyordu ve bu nedenle Hz. Ali'nin ve Masum İmamların isimlerinin geçmediği vahyi nazil etmeyi kendine farz bilerek onların isimlerini Kur'ân'da zikretmekten kaçındı; sadece sıfatlarını açıkça belirtti. Böylelikle cahil insanlar Kur'ân'ı tahrif etmeye kalkışmadılar ve Hz. Ali'nin velayeti, hakikati arayanlar için başka şekilde aşikâr oldu.

 

 

9.3. Kur'ân'ın genel ifadelerinin Hz. Peygamber Tarafından Açıklanması

 

Tahrife ve Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur'ân'da geçtiğine dair rivayetlerin tamamının üzerine batıl çizgisi çeken genel bir delil ve hikmet, Ebu Basir'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s.) rivayet ettiği hadiste beyan edilmiştir. Bu hadiste İmam Cafer Sadık, Masum İmamların isimlerinin Kur'ân'da geçmemesinin nedenini açıkça beyan etmiş ve Masum İmamların isimlerinin Kur'ân'dan çıkarıldığından dolayı tahrife inananlara kesin bir cevap vermiştir.

 

Ebu Basir şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'a Allah'ın “Allah'a itaat edin; Resul'e ve sizden olan o yetki sahiplerine (ulü'l-emr) itaat edin.” (Nisa, 59) ayetini sordum, şöyle buyurdu: “Bu ayet, Hz. Ali'nin, Hz. Hasan'ın ve Hz. Hüseyin'in şanında nazil olmuştur.” “İnsanlar öyleyse neden Ali'nin ve Ehl-i Beyti'nin isimleri Kur'ân'da geçmiyor, diyorlar.” dedim. “Onlara de ki, namaz ayeti Hz. Peygamber'e nazil olduğunda Allah namazın üç rekât ve dört rekât olduğunu bildirmedi. Bunu Hz. Peygamber insanlara bildirdi. Zekât ayeti nazil olduğunda kırkta bir olduğu beyan edilmedi. Bunu insanlara açıklayan Hz. Peygamber'dir.”[99]

 

Merhum Ayetullah Huî bu hadisin sahih olduğunu, ayrıca Masum İmamların isimlerinin Kur'ân'da bildirildiği yönündeki rivayetlerle çeliştiğini yazar.[100] Bu hadis metni açısından da önemlidir. Şayet sözü söyleyen Masum İmam olmasaydı da söylenene inanmak bizim açımızdan sorun olmazdı. Hadiste dile getirilen husus, Kur'ân'ın genel birtakım kuralları ve hükümleri içerdiği, Hz. Peygamber'in bu kural ve hükümleri açıklamakla görevli olduğudur.

 

Bu hadise göre Hz. Ali'nin ismi Kur'ân'da geçmemiş olsa da Hz. Peygamber farklı yerlerde, örneğin Gadir-i Hum'da, İnzar Günü'nde[101] ve başka hadislerinde, örneğin menzil hadisi, sefine hadisinde vb. Hz. Ali'nin makamını, velayet ve imametini açıkça beyan etmiştir.

 

Kur'ân'ın böyle bir tahrife uğradığı ihtimalini söz konusu etmek, İslâm'ın, özelde de Şia'nın asaletini tehlikeye düşürür. Hz. Peygamber bütün gücüyle korumaya ve bir araya getirmeye çabalamışken, sahabesine de bunu emretmişken, son semavî dinin kutsal kitabı olarak kıyamet gününe dek bütün insanlar için hüccet olan Kur'ân'ın tahrif edildiğine nasıl inanılabilir? Kur'ân'ın hüccet olduğu inancı zarar gördüğünde bütün inanç esasları gibi Ehl-i Beyt'in (a.s.) hilafet ve velayeti inancı da zarar görecektir. Çünkü Hz. Peygamber'in sözlerinin hüccet olduğu inancı da Kur'ân'a dayanmaktadır.[102] Kur'ân'ın tahrif olması ve Hz. Peygamber'in hadislerinin hüccet vasfını yitirmesi durumunda geride ne İslâm kalır, ne de hakkaniyetleri ispatlanacak Hz. Ali ve Ehl-i Beyt (a.s). Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Allah Kur'ân'ın masuniyeti için Masum İmamların isimlerini feda etmiştir. Dolayısıyla bizim de Ehl-i Beyt'in itibarını korumak adına Kur'ân'ı feda etmememiz gerekir.

 

 

Sonuç

 

Şiî âlimler Masum İmamların (a.s.) isimlerinin Kur'ân'da geçtiğini bildiren rivayetlerin isnad açısından zayıf olduğuna inanmaktadır. Bu rivayetler gâli/müfrit Şiîler tarafından meçhul ravilere izafe edilerek imal edilmiştir. Ayrıca rivayetlerde geçen ek ifadeler ayetin tefsiridir, nüzul sebebini bildiren rivayetlerdir, Ehl-i Beyt tarafından yapılmış tevil veya tatbiktir. Makalemizde konuyu tarihî rivayetlere dayanarak inceledik ve ilk dönemden itibaren Masum İmamların isimlerinin Kur'ân'da geçmediğini, Hz. Ali'nin ilk hilafet tartışmalarında herhangi bir ayeti delil göstermemesi gibi bazı delilleri inceleyerek ortaya koyduk. Aklıselim sahibi bir insanı Kur'ân'da Masum İmamların isimlerinin bulunmaması gerektiğini düşünmeye sevk eden nedenler vardır. Gulat ve intikal etmiş rivayetler tahrif rivayetlerinin Şiî hadis derlemelerine girmesindeki en önemli iki faktördür. Allah, tahriften korumak için ve başka birtakım hikmetlerle Kur'ân'ı bugünkü şekliyle, içinde Masum İmamların isimlerinin bulunmadığı haliyle nazil etmiştir.

 

 

Kaynaklar:

 

Âlusî, Şehabeddin Seyyid Mahmud, Ruhu'l-Meani fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azim ve Seba'l-Mesani, (y.y.), (t.y.).

Askerî, Seyyid Murtaza, el-Kur'ânu'l-Kerim ve Rivayatü'l-Medreseteyn, Beyrut 1416 h.k.

Âşurî Telukî, Nadali, “Tahrif-nâpezirî-i Kur'ân ez Didgâh-i Allame Şaranî”, Sahife-i Mübin, Sayı: 6, 1379 h.ş.

Ayyaşî, Muhammed b. Mesud b. Ayyaş, Tefsir, thk. Seyyid Haşim Resulî Muhallatî, Tahran (t.y.).

Belağî, Muhammed Cevad, Âlaü'r-Rahman fi Tefsiri'l-Kur'ân, Kum 1420 h.k.

Berkî, Ahmed b. Muhammed, el-Mehasin, thk. Celaleddin Hüseynî, Tahran 1370 h.ş.

Buharî, Muhammed b. İsmail, Sahih, Beyrut 1401 h.k.

Eminî, Abdülhüseyin, el-Gadir, Beyrut 1397 h.k.

Fadl b. Şazan, el-İzah, thk. Seyyid Celaleddin Hüseynî, Tahran 1363 h.ş.

Feyz Kaşanî, Mevla Muhsin, Safi, Tahran 1416 h.k.

Habib, Muhammed, Faslü'l-Hitab fi İsbati Tahrifi'l-Kitab, (y.y.), (t.y.)

Hakim, Seyyid Muhammed Bâkır, Ulumu'l-Kur'ân, Kum 1417 h.k.

Hasanzade Amulî, Hasan, “Goftar der Bab-ı Kur'ân”, Faslname-i Vakf-i Miras-i Cavidan, Sayı: 1, 1373 h.ş.

Haskanî, Abdullah b. Abdullaj, Şevahidü't-Tenzil li-Kavaidi't-Tafzil fi Âyâti'n-Nazile fi Ehli'l-Beyt, thk. Muhammed Bâkır Mahmudî, Beyrut 1393 h.k.

Hıllî, Hasan b. Yusuf, Hülasatü'l-Akval fi Marifeti'r-Rical, thk. Şeyh Cevad Kayyumî, Kum 1417 h.k.

Huî, Mucemü'r-Ricali'l-Hadis ve Tafsilu Tabakati'r-Ruvat, Kum 1413 h.k.

Huî, Seyyid Ebu'l-Kasım, el-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'ân, çev. Seyyid Cafer Hüseynî, Kum 1384 h.ş.

Humeynî, Ruhullah, Envarü'l-Hidaye fi Talikati alâ'l-Kifaye, Tahran 1415 h.k.

İbn Davud, Hasan b. Ali, Rical, thk. Muhammed Âl-i Sadık Bahru'l-ulum, Necef 1392 h.k.

İbn Esir, İzzeddin Ebi'l-Hasan, Üsdü'l-Gabe fi Marifeti's-Sahabe, Beyrut (t.y.)

İbn Gadairî, Ahmed b. Hüseyin, er-Rical, thk. Seyyid Muhammed Rıza Celalî, Kum 1422 h.k.

Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kâfi, thk. Ali Ekber Gaffarî, Tahran 1363 h.k.

Kummî, Ali b. İbrahim, Tefsir, thk. Seyyid Tayyib Musevî Hairî, Kum 1410 h.k.

Marifet, Muhammed Hadi, Tahrif-nâpezirî-i Kur'ân, Kum 1379 h.ş.

Mazenderanî, Muhammed Salih, Şerhu Usuli'l-Kâfi, thk. Ebu'l-Hasan Şaranî, Beyrut 1421 h.k.

Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharü'l-Envar, Beyrut 1403 h.k.

Mehdevirad, Muhammed Ali, Danişname-i Cihan-i İslâm, Tahran 1380 h.ş.

Müderrisî Tabatabaî, Hüseyin, “Berresi-i Sitizeha-yi Dirin derbare-i Tahrif-i Kur'ân”, çev. Muhammed Kazım Rahmetî, Heft Asuman, Sayı: 11, 1387 h.ş.

Müfid, Muhammed b. Muhammed b. Numan, el-Mesailü's-Serviyye, thk. Saib Abdülmecid, Beyrut 1414 h.k.

Necaşî, Ahmed b. Ali, Fihrist, Kum 1416 h.k.

Saduk, Muhammed b. Ali, el-İtikadat fi Dini'l-İmamiyye, thk. Asım Abdüsseyyid, Beyrut 1414 h.k.

Saffar, Besairü'd-Derecati'l-Kübra fi Fezaili Âl-i Muhammed, Beyrut 1393 h.k.

Sakefî, İbrahim b. Muhammed, el-Gârât, thk. Seyyid Celaleddin Hüseyinî Urmevî, Beyrut (t.y)

Suyutî, Celaleddin Abdurrahman, Durrü'l-Mensur fi Tefsiri'l-Mesur, Beyrut 1409 h.k.

Şakir, Muhammed Kazım, Reveşha-i Tevil-i Kur'ân, Kum 1376 h.ş.

Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'ân, Kum (t.y.)

Tabersî, Fazl b. Hasan, Mecmaü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'ân, Beyrut 1415 h.k.

Taftazanî, Sadeddin Mesud b. Ömer, Şerhu'l-Makasid, thk. Abdurrahman Umeyre, (y.y.), (t.y.)

Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen, thk. Abdurrahman Muhammed Osman, Beyrut 1403 h.k.

Tusî, Ebu Cafer Muhammed b. Hasan, İhtiyaru Marifeti'r-Rical el-Maruf bi-Ricali'l-Keşşî, thk. Seyyid Mehdi Recaî, Kum (t.y.)

Tusî, Rical, thk. Cevad Kayyumî, Kum 1415 h.k.

Ustadî, Rıza, Aşinayî ba Tefasir be-Zamime-i Mesele-i Tahrif-i Kur'ân ve Çend Bahs-i Kur'ânî, Kum 1385 h.ş.

Vahidî Nişaburî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbabu Nüzuli'l-Kur'ân, thk. Kemal Besyunî Zeglul, Beyrut 1419 h.k.

Zehebî, Şemseddin, Tezkiretü'l-Huffaz, Beyrut (t.y.)

 

 

www.medyasafak.net

 

 

 

 

 


[1] Berkî, el-Mehasin, c. 1, s. 286; Kuleynî, el-Kâfi, c. 2, s. 18.

[2] Muhammed Manzur Numanî es-Sevretü'l-İraniyye fi Mizani'l-İslâm başlıklı çalışmasında şöyle yazar: “Bu ümmetin hidayeti için nazil olan semavî kitapların sonuncusunda, Kur'ân-ı Kerim'de niçin imametten bahsedilmediğini ve niçin onda Ali'nin imam karar kılındığının bildirilmediğini sormak hakkımızdır. Bu konuda neden Kur'ân-ı Kerim'de bir ayet bulunmamaktadır?” Amidî, Defa ani'l-Kâfi, c. 2, s. 222.

[3] Ustadî, Âşinayi ba Tefasir be-Zamime-i Mesele-i Tahrif-i Kur'ân ve Çend Bahs-i Kur'ânî, s. 11-12.

[4] Kuleynî, age., c. 1, s. 39.

[5] Allame Tabatabaî, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'ân, c. 1, s. 222; Mekarim Şirazî, Tefsir-i Numune, c. 1, s. 346.

[6] Kuleynî, age., c. 1, s. 418.

[7] Ayetullah Huî, el-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'ân, s. 314.

[8] Kuleynî, age., c. 1, s. 423-424.

[9] Hasanzade Amulî, “Goftar der Bab-ı Kur'ân”, s. 12.

[10] Kuleynî, age., c. 1, s. 422.

[11] Tabersî, Mecmaü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'ân, c. 7, s. 139-140.

[12] Kuleynî, age., c. 1, s. 414.

[13] Kummî, Tefsir, c. 1, s. 159. Ayyaşî aynı rivayeti Ebu Hamza Sumali kanalıyla İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s.) nakletmiştir, bkz. Ayyaşî, age., c. 1, s. 285)

[14] Vahidî Nişaburî, Esbabu Nüzuli'l-Kur'ân, s. 189.

[15] Suyutî, Durrü'l-Mensur, c. 3, s. 117. Aynı rivayet Ebu Hureyre ve İmam Sadık'tan (a.s.) da rivayet edilmiştir. Ali b. İbrahim Kummî Tefsir'inde Sebe Suresi 20'nci ayeti açıklarken şöyle yazar: “Bana babam, o da İbn Ebi Umeyr'den, o İbn Sinan'dan, o da Ebu Abdullah'tan (İmam Sadık) şöyle rivayet etti: “Allah şu ayetinde Elçisine, insanlara Müminlerin Emiri'nin (imamete) nasbolunduğunu bildirmesini emretmiştir: ‘Ey Resul! Rabbinden sana –Ali hakkında– indirileni tebliğ et.' Bunun üzerine Hz. Peygamber Gadir-i Hum'da ‘Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır' buyurmuştur.” Kummî, age., c. 2, s. 201. Ebu Hureyre'den nakledilen rivayet ise şöyledir: “Ey Resul! Rabbinden sana –Ali b. Ebi Tâlib hakkında– indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.” Haskanî, Şevahidü't-Tenzil li-Kavaidi't-Tafzil fi Âyâti'n-Nazile fi Ehl'il-Beyt, c. 1, s. 187.

[16] Allame Meclisî, age., c. 5, s. 1-166.

[17] Ayetullah Huî, age., s. 321.

[18] Âşurî Telukî, “Tahrif Nâpezirî-i Kur'ân ez Didgâh-i Allame Şaranî”, s. 19.

[19] Hasanzade Amulî, age., s. 12.

[20] Şeyh Müfid, el-Mesailü's-Serviyye, s. 83-84.

[21] Necaşî, Fihrist, s. 76.

[22] İbn Gadairî, Rical, s. 39.

[23] Necaşî, age., s. 335.

[24] İbn Gadairî, age., s. 93.

[25] Necaşî, age., s. 328.

[26] Şeyh Tusî, İhtiyaru Marifeti'r-Rical, c. 2, s. 796.

[27] İbn Gadairî, age., s. 92.

[28] Şeyh Tusî, age., c. 2, s. 219.

[29] Necaşî, age., s. 421.

[30] İbn Gadairî, age., s. 89.

[31] Şeyh Tusî, age., c 2, s. 664.

[32] Necaşî, age., s. 128.

[33] İbn Gadairî, age., s. 110.

[34] Ayetullah Huî, Mucemü'r-Ricali'l-Hadis ve Tafsilu Tabakati'r-Ruvat, c. 3, s. 140.

[35] İbn Gadairî, age., s. 42; Cevahirî, el-Müfid fi Mucemi'r-Ricali'l-Hadis, s. 48.

[36] Mazendarenî, Şerhu Usuli'l-Kâfi, c. 7, s. 75.

[37] Şeyh Tusî, age., s. 365; Hıllî, Hülasatü'l-Akval fi Marifeti'r-Rical, s. 395; İbn Davud, Rical, s. 275.

[38] Necaşî, age., s. 418; Hıllî, age., s. 409.

[39] Necaşî, age., s. 249.

[40] Şeyh Tusî, age., c. 2, s. 705.

[41] Allame Askerî, el-Kur'ânu'l-Kerim ve Rivayatü'l-Medreseteyn, c. 3, s. 335.

[42] Allame Askerî, age., c. 3, s. 372.

[43] Allame Askerî, age., c. 3, s. 262, 277, 259, 353, 354, 356, 607.

[44] Necaşî, age., s. 80.

[45] İbn Gadairî, age., s. 40.

[46] Ayetullah Huî, age., s. 307.

[47] Feyz Kaşanî, age., c. 1, s. 52.

[48] Allame Tabatabaî, age., c. 5, s. 146.

[49] Allame Tabatabaî, nüzul sebebinin başka insanlarla ilişkilendirilmesi hakkında şunları yazar: “Bir ayetin nüzul sebebi sadece o ayetle ilgili olamaz; yani belli bir kişi veya kişiler hakkında nazil olmuş bir ayet, o kişi veya kişilere tahsis edilemez, özellikleri nüzul sebebiyle benzerlik gösteren her türlü olayla nüzul sebebi arasında bağ kurulabilir. Bu özellik, hadis ilminde cera denilen şeyin özelliğidir.” Allame Tabatabaî, age., c. 5, s. 68.

[50] Kuleynî, age., c. 8, s. 337-338.

[51] İmam Bâkır bir hadisinde şöyle buyurur: “Bir kavim hakkında nazil olan bir ayet, o kavme mensup olanların ölmesinden sonra ölürse Kur'ân'dan geriye bir şey kalmaz. Hâlbuki Kur'ân gökler ve yeryüzü olduğu sürece caridir ve her kavim için ama iyi ama kötü yönde faydalandıkları bir ayet vardır.” Ayyaşî, age., c. 1, s. 10.

[52] Ayetullah Subhanî, el-Akidetü'l-İslâmiyye, s. 173.

[53] Mazenderanî, Şerh-i Usul-i Kâfi, c. 7, s. 65.

[54] Mazenderanî, age., c. 7, s. 65.

[55] Allame Askerî, age., c. 3, s. 8.

[56] Âmilî, age., s. 252.

[57] Hakim, Ulumu'l-Kur'ân, s. 118.

[58] Hassan b. Sabit'ten şöyle nakledilmiştir: “Cebrail nasıl Kur'ân'ı Hz. Peygamber'e nazil ettiyse sünneti de nazil etmiştir.” Bkz. Daremî, Sünen, c. 1, s. 145.

[59] Şeyh Saduk, el-İtikadat fi Dini'l-İmamiyye, s. 84.

[60] Marifet, age., s. 236.

[61] Ayetullah Huî, age., s. 313.

[62] Muhaddis Nuri ve Feyz Kaşanî gibi bazı âlimler bu babda yer alan hadisleri delil göstererek Kuleynî'nin tahrife inandığını ileri sürmüşlerdir. Buna şu şekilde cevap vermek mümkündür: 1) Kuleynî el-Kâfi'de rivayetleri tenkit etmemiştir, 2) el-Kâfi'de yer alan rivayetler, müellifin inancını yansıtmaz, 3) Tahrife delalet eden rivayetler tahrifin olmadığına delalet eden başka bablardaki hadislerle çelişmektedir (bkz. Neccarzadegân, “Berresi ve Erzyabî-i Hadis-i Kemmiyet-i Âyât-i Kur'ân der Kitab-ı Kâfi”, s. 10) 4) Rivayetlerin kitabın nadir hadisler babında yer alması hadislerin sıhhatinin şüpheli olduğu gösterir.

[63] Kuleynî, age., c. 3, s. 435.

[64] Allame Belağî, Alau'r-Rahman fi Tefsiri'l-Kur'ân, c. 1, s. 70-71.

[65] Saffar, Besairü'd-Derecati'l-Kübra fi Fezaili Âl-i Muhammed, s. 315.

[66] Suyutî, age., c. 3, s. 117.

[67] Allame Askerî, age., c. 3, s. 198.

[68] İbn Teymiyye, Dakaikü't-Tefsir, c. 2, s. 227.

[69] Kummî, age., s. 104; Allame Meclisî, age., c. 29, s. 462.

[70] Habib, Faslü'l-Hitab fi İsbati Tahrifi Kitabi Rabbi'l-Erbab, s. 150-151.

[71] Hz. Peygamber'in vefatından sonra halifeler, içinde Hz. Ali'nin ve evladının faziletlerine dair ifadeler bulunan mushaflarla karşılaştılar. Bu yüzden halifeler, kendi konumlarını sağlamlaştırmak için “Kur'ân'da ve tefsirde ayrılık” şiarını gündeme getirip mushafların birleştirilmesi siyasetini izlediler. Bkz. Allame Askerî, age., c. 1, s. 273.

[72] Tirmizî, Sünen, c. 4, s. 285; İbn Ebi Davud, age., c. 2, s. 366. Hafsa ve Ümmü Seleme de kendi Mushaflarında aynısını yapmışlardır, bkz. İbn Ebu Davud, age., c. 2, s. 371-375.

[73] Allame Askerî, age., c. 2, s. 676.

[74] Ayetullah Huî, age., s. 313-314.

[75] Tabersî, Mecmaü'l-Beyan, s. 70.

[76] Allame Eminî otuzdan fazla Sünnî müellifin bu hadiseyi rivayet ettiğini yazar, bkz. el-Gadir, c. 1, s. 239-246.

[77] Buharî, Sahih, c. 5, s. 137-138.

[78] Örneğin bkz. Zehebî, Tezkiretü'l-Huffaz, c. 1, s. 2-3.

[79] Ayetullah Huî, age., s. 315; Hakim, age., s. 113; İmam Humeynî, Envarü'l-Hidaye fi Talikati alâ'l-Kifaye, c. 1, s. 245-246.

[80] Ayetullah Huî, age., s. 294.

[81] Ayetullah Huî, age., s. 296.

[82] Ayetullah Huî, age., s. 296-297.

[83] Ayetullah Huî, age., s. 294.

[84] Örneğin bkz. Sakefî, el-Gârât, c. 1, s. 197.

[85] Sakefî, age., c. 1, s. 200.

[86] Sakefî, age., c. 1, s. 202.

[87] Fadl b. Şazan, el-İzah, s. 209-229.

[88] Allame Askerî, age., c. 3, s. 88; Müderrisî, “Berresî-i Sitize-i Dirin Derbare-i Tahrif-i Kur'ân”, s. 63.

[89] Ayetullah Huî, age., s. 317.

[90] Ayetullah Huî, age., s. 295.

[91] Mehdevîrad, Danişname-i Cihan-ı İslâm, c. 6, s. 643.

[92] Şakir, Reveşha-i Tevil-i Kur'ân, s. 155.

[93] Şeyh Tusî, age., c. 2, s. 390-391.

[94] Müderrisî Tabatabaî, agm., s. 42.

[95] Allame Askerî, age., c. 3, s. 124, 250-251.

[96] Âlusî, Ruhu'l-Meani, c. 5, s. 167; Taftazanî, Şerhu'l-Mekasid, c. 5, s. 270.

[97] İbn Esir, Hz. Ali ile birlikte dokuz sahabînin adının Ali olduğunu yazar, bkz. İbn Esir, Üsdü'l-Gabe fi Marifeti's-Sahabe, c. 4, s. 15-42.

[98] Kuleynî, age., c. 1, s. 420.

[99] Kuleynî, age., c. 1, s. 286-287.

[100] Ayetullah Huî, age., s. 314.

[101] İnzar ayetinden sonra Hz. Peygamber'in akrabalarını İslâm'a davet etmek için yemek verdiği günde.

[102]Peygamber size ne verdiyse onu alın ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının.” (Haşr, 7) Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bir şeyde çekiştiğiniz zaman o hususta Allah'a ve Peygamber'e başvurun.” (Nisa, 59)