Hz. Mehdi’nin zuhurunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile söyleşi (2)

Hz. Mehdi’nin zuhurunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile söyleşi (2)
İmam Bakır’ın (a.s.) şöyle buyurduğuna dair rivayette olduğu gibi: “Kaim'imiz kıyam edince Allah Teâlâ onun elini kullarının başları üzerine tutacak, onunla insanların aklını mükemmelleştirecek, düşüncelerini yetiştirerek kâmil kılacaktır.”

 

 

Zatıâlinizin söylediklerinizden hareketle acaba İslam'ın çizdiği ideal toplumun insan-ı kâmil eksenli bir toplum olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani bu insanın kemâli ve değişimi esasına dayalı bir toplumdur diyebilir miyiz? Zuhur Asrı ile ilgili birçok rivayette çoğunlukla o asırda insanın değişiminden ve tekâmülünden söz edilir. Örneğin İmam Bakır'ın (a.s.) şöyle buyurduğuna dair rivayette olduğu gibi: Kaim'imiz kıyam edince Allah Teâlâ onun elini kullarının başları üzerine tutacak, onunla insanların aklını mükemmelleştirecek, düşüncelerini yetiştirerek kâmil kılacaktır.”

 

Başka bazı rivayetlerde de Zuhur Asrında insanın ve dünyanın canlanmasından söz edilmektedir ve bu dönem, insanın veya dünyanın ikinci defa hayat bulduğu bir asır olarak tanıtılır. Örneğin İmam Bakır'dan (a.s.) nakledilen bir rivayette şöyle geçer: “Allah azze ve celle arzı, ölümünden sonra Kaim'le birlikte yeniden diriltir.” İşte bu sebeple Ahit Duasında Allah'tan kullarını İmam Mehdi'nin (a.s.) zuhuruyla diriltmesini istiyoruz. Dolayısıyla acaba şunu söyleyebilir miyiz? Zuhur Asrında meydana gelecek en önemli değişme, insanın dirilmesi, gerçek hayatı, temiz hayatı elde etmesidir. Dünyadaki, maddi âlemdeki geri kalan değişimler, insanların zahiri hayatlarındaki değişimler, bütünüyle öncelikle insanda meydana gelen değişime tabidir. Bir başka deyişle, acaba şunu söyleyebilir miyiz? Zuhur olgusu aslında insan-ı kâmilin ve temiz hayatı elde etmiş insanın ortaya çıkması için gerçekleşir. İnsan-ı kâmil, sahip olduğu tüm bu özellikleriyle ortaya çıkınca tüm dünya O'na eşlik eder ve yeryüzü, nimetlerini onun emrine sunar.

 

Evet, ben söylediklerinize büyük ölçüde katılıyorum. Yalnız konuyu biraz açabiliriz. Aslında Allah'ın velisinin yaptığı en asli iş, insanların ruhlarında tasarruftur. O, velayeti kabul etme kabiliyeti bulan ve onu kabul etmeye açık insanları tasarrufuna alır ve onlara başka bir ruh üfleyerek hayatın başka bir konumuna ulaştırır. İnsanın hayat konumu farklı olunca ihtiyaçlarının mahiyeti, iradeleri ve amaçları da tamamen farklılaşır. Onların hepsi bir tür temiz hayat bulurlar, bu da tamamen nuraniyettir ve Allah'ın velisinin bilgisi onlarda cari olur. Bu meseleyi birçok ayetten çıkarabiliriz. “De ki, "Hiç düşündünüz mü ki: suyunuz çekilse, size kim temiz, akar bir su getirebilir?” (Mülk: 30) ve “Doğru yola girselerdi onlara bol su verirdik.” (Cin: 16) ayetleriyle ilgili nakledilen rivayetlerde “temiz su” ve “bol su” Allah'ın velisi ve onların ilmi ile tefsir edilmiştir.

 

Zuhur Asrında Allah'ın velisinin rabbanî ve melekûtî bilgisi kalplerde akar ve bu bilgiler, hayatın ruhunda ve nuraniyette yeni bir aşama oluşturur. Bu nur âleminde ve maarif âleminde hareketler asrıdır. Bu, diğer hareketten ve istenenden farklı bir niteliğe sahiptir. Allah'ın velisinin âlemdeki tasarrufuna ilaveten tüm varlıklara da başka bir hayat üfler. Hatta bazı rivayetlere göre hayvanların davranışları bile farklılaşır. Yani kabiliyet kazanırlar, onlar bile gelişirler. Denilebilir ki gelişme konusunda bir uyum gerçekleşir. Veliyyullah'ın velayetinin esası da, insanları Allah'ın nimetlerini idrak edip kavrama sınırına ulaştırmasından ibarettir. Allah'ın nimetleri, bizim duyular âleminde gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta bu dünyada da bu nimetlerin idrak edilip kavranması, insanın kemâline bağlıdır. Yakınlaşma (kurb) derecesine ulaşan bir insan, kendisine temiz hayattan dereceler üflenmiş olan bir insan, Veliyyullah'ın velayetini ve Allah'ın rahmetini kavrama kabiliyeti kazanır. Bu, Zuhur Asrında meydana gelen en temel değişimdir. Bu asırda insanlar rabbani olmuştur, Allah'ın velisinin ışığı olmuş ve velayet nuru onlara üflenmiştir. Bir başka deyişle Veliyyullah'ın velayetinin berrak suyu, onların kalplerinde akar; bu tür insanların haz alması, neşesi, coşkusu, hareketi ve rahatlığı, farklı bir anlama sahiptir.

 

Burada düşündürücü olan bir diğer nokta da şudur: Bu asırda sadece fertler ve toplumun bireyleri güzelleşmez, toplumsal ilişkiler, onların birbiriyle münasebetleri de güzelleşir. Yani toplumsal ahlakları da melekûtî olur, tüm ilişkiler takva, gelişmişlik ve Allah'a yakınlaşma esasına göre şekillenir. Bazen toplumsal ilişkiler kötü ahlakın gelişmesine neden olur. Maddi yönetim, bir iş yerinde bile hırs, kıskançlık ve istikbar meydana getirebilir. Sağlıklı olmayan kurumsal ilişkiler, üst sınıflara mensup kişilerde istikbar duygusu, alt sınıflara mensup kişilerde ise aşağılık duygusu ve kıskançlık yaratır. Fakat hak yönetim sistemlerinde ilişkiler böyle değildir, iyilik ve takva yaratır. Bütün ilişkiler takva ekseninde olur, şehvet ekseninde değil. Allah'ın velisinin toplumunda “Allah için sevmek” ve “Allah için nefret etmek” tüm toplumsal ilişkilerde belirleyici olur. Yani tüm ilişkiler, Allah sevgisi temelinde şekillenir. Tüm toplumsal ilişkiler, Allah'a yakınlaşma mecrasına dönüşür. Orada hiçbir şey dünyaya tapınma mecrası olmaz. Eğer biz böylesi bir bakış açısına sahip olursak, doğal olarak insan âlemi ile insanın dışındaki âlem arasında tam bir uyum olur ve tümü nuranileşir ve ahenkli hale gelir. Böylesi bir durumda artık “maddi nimetler” ifadesi yanlıştır. İnsanın emrine çeşitli nimetler sunulur ve onların tamamı da manevi ve ilahidir, bunların hiçbiri egoizme davetten ve istikbardan doğan sevinç değildir, hepsi Allah'ın rahmetinden kaynaklanan sevinçtir.

 

Maalesef biz batıl velayet cereyanı yüzünden insanlığın Allah'ın rahmet ve nimetini idrak edip kavrama kapasitesini kaybedip karanlığa gömülmüşüz. Eğer bu kapasite elde edilirse insan, tek bir anı dahi batıl sistemin tamamıyla kıyaslanamayacak daimi mutluluklar kazanır. Bazen Allah'ın velisinin batıni hallerinde gerçekleşen bu mutluluklar, o dönemde toplumsal tecellilerin tamamında zuhur edecektir. Şimdi ben bu merhaleye ulaşmış insanı “insan-ı kâmil” diye mi yoksa “kul insan” diye mi ifade edeyim bilemiyorum. Ancak Veliyyullah'ın velayetinin mütevellisi olan insan için doğru ifade “Şii”dir. Ben “Şii” tabirini “insan-ı kâmil” tabirinin yerine kullanıyorum. Çünkü insan-ı kâmil tabiri, ariflerin tabiridir ve kendi bağlamında saygındır. Fakat insan-ı kâmil için yaptıkları tanımlar ve zikrettikleri özellikler, Kur'an'ın yahut Ehl-i Beyt'in (a.s.) nurani maarifinde Şiiler ve müminler için açıklanandan farklıdır. “Şii” en iyi tabirdir ve kendi velisinin ışığı olan insan anlamındadır. Tıpkı “Müminin ruhunun Allah'ın ruhuyla bağlantısı, Güneş ışığının Güneşle bağlantısından daha güçlüdür” şeklindeki rivayette olduğu gibi…  Şia fıtratıyla ilgili rivayette şöyle zikredilmiştir: “Şiiler biz Ehl-i Beyt'in (a.s.) bedeninin fazlalığından yaratılmıştır ve tabiatları bizimle aynıdır.” Zira Şia, velisi ile bağlantı halindedir. O'nun yörüngesinde döner, O'nun iradesine göre hareket eder. Zuhur Asrı, Şiiliğin tecelli asrıdır. Başlangıçta insanlar, Şiilik derecesi ile kemâle ererler ve hayat ve nur kaynağının ışığı olduktan sonra onlara hayat ve nur üflenir ve o sevincin ve hayat nurunun cezbesine gark olurlar.

 

Zuhur olgusuna ve İmam-ı Zaman'ın (a.s.) hareketine dair doğru bir tahlilde çok önemli bir rol oynayan dikkat çekici noktalardan biri de rivayetlerde İmam'ın adaleti yayması konusunun çokça vurgulanmasıdır. Yani adalet ve eşitliğin yayılması, Zuhur Asrı konusundaki tüm rivayetlerin ana eksenidir. Bu durumda şu soru gündeme gelmektedir: Adaletin yaygınlaşmasının insanın değişimi ve tekâmülü ile nasıl bir ilgisi vardır? Bu konuda nasıl bir rol oynar?

 

Sorunuza cevaben öncelikle birkaç noktaya işaret edip sonra bir toparlama yapayım. Birinci nokta şudur: Adalet, Allah Teâlâ'nın fiilî sıfatlarındandır. Allah Teâlâ'nın fiili, hem hekimin hem de adilin fiilidir. Ayrıca insanların fıtratı da adalet ister. İnsanların fıtratında adaleti sevmek vardır. İnsanlar adaleti severler, nitekim bu umumî bir fıtrattır.

 

İkinci nokta şudur: İnsan bireysel yetişme mecrasına girdiğinde tedricen adalet algısı değişebilir. Yani, İblis'in velayeti altında kalırsa onun gözünde adaletin anlamı da değişebilir. Hatta zalimce münasebetleri adilce, adilce münasebetleri de zalimce görebilir. Aynı şekilde marufu sevmek de insana yerleştirilmiştir. Ama insan öyle bir noktaya ulaşabilir ki münkeri maruf, marufu da münker sayabilir. Bunlar, ahir zaman ile ilgili rivayetlerde olan şeylerdir. İnsan öyle bir noktaya ulaşıyor ki onun güzellik anlayışı değişiyor. İblis, insanın güzellik anlayışını ve onun irade yönünü, dünya istikameti ve nefsine tapınma yönünde değiştirme peşindedir. Eğer bu gerçekleşirse insanların toplumsal münasebetlerdeki adalet telakkisi, tek bir telakki olmayacaktır. Birileri bir münasebeti adilce, birileri ise zalimce görecektir.

 

Üçüncü nokta şudur: İnsanda adaletle ilgili var olan işte bu fıtri eğilim doğrultusunda bizim insanları Zuhur Asrına çekmek için vurgulamamız gereken en temel tecellilerden biri, işte bu adalet meselesidir. İspat makamı açısından da tebliğ makamı açısından da en iyi davetlerden biri adalete davettir. Sübut makamı açısından da gerçekten de adalet gerçekleşmezse Allah'a yakınlaşma gerçekleşmeyecektir.

 

Dördüncü nokta şudur: Bence insanın fıtratına yerleştirilmiş olan adalet, ilahi velayetin tecelli ve tezahürlerinden, şuûnâtından başka bir şey değildir. Biz, Eşarilerin yaptığı gibi “hüsn” (iyilik) ve “kubh”un zatî olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat Allah'ın velayeti karşısında bir zat ve tezahürler farz edip, “hüsn” ve kubh” oradadır ve bu “hüsn” ve “kubh” Allah'ı da bağlayıcı bir anayasadır demek de yanlıştır. “Hüsn” ve “kubh” Allah'ın velayeti doğrultusunda tanımlanır. Yani Allah'ın velayetinin tezahürüdür. Aslında Allah'ın velayet cereyanı, kendine özgü tezahürlere sahiptir ve her tecellide cari olmaz.

 

Allah tarafından müminlere gerçekleşen velayet, belki de sadece müminleri kapsayan özel bir rububiyettir. “Allah müminlerin velisidir” (Bakara/257), devamında Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve Masum İmamların (a.s.) velayetine ulaşır. Bu velayetin tezahürü adalettir ve şeriat da bu velayetin tezahürünü, hayatın çeşitli boyutlarında beyan eder. Dolayısıyla şeriatın gerçekleşmesi, hayatın tüm alanlarında Allah'ın velisinin velayetinin her yönüyle gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.  Bir toplum Allah'ın velayetine tevelli ederek kemâle ulaşmışsa ve Veliyyullah'ın velayetinin cereyanı her açıdan tahakkuk etmişse adalet gerçekleşmiştir.

 

Zulüm, insanın Allah'ın velayetinden çıkmasıyla başlar. Şer de mahlûkatın ubudiyetten çıkmasıyla başlar. Kul, Allah'ın velayetinden çıkınca, zalimce münasebetler başlar. Gerek insanın kendisiyle ilişkisinde, gerek insanın kendi dışındakilerle ilişkisinde örneğin tabiatla, hayvanlarla veya diğer insanlarla… Zulmün esası, velayetten çıkmaktır. Eğer insanlar Allah'ın velisinin velayeti altında olursa asla zulmetmezler. Çünkü Allah'ın velisi Allah'ın velayeti altındadır, Allah'ın meşiyyet (dileme) noktasındadır. İsmet makamı da işte budur. Yani sahip olduğu tüm güçleri, onların sonsuz güçlerinden hiçbiri azim ve irade aşamalarının hiçbir aşamasında Allah'ın meşiyyetine aykırı davranmaz. Eğer hepimiz Allah'ın velayetine gark olsaydık, Hakk'a teslim olsaydık, ihlasın bizde gerçekleştiği ölçüde Allah'ın velayet nuru, hayatımızın tüm boyutlarında cari olurdu. Adalet, bizim içimizde, sonra da bizim dışımızdaki münasebetlerde gerçekleşir. Bir toplumdaki iradelerin cereyanı, Allah'ın iradesinin ekseninde olunca tüm ilişkiler adilce olur. O halde adalet, bizim hepimizin Allah'ın velayetine teslim olmamız, iradelerimizin Hakk'ın emri ve meşiyyetiyle akması halinde gerçekleşir. Biz kendi iradelerimizi ilahi irade ve meşiyyetin mecrası kılarsak, adaletin mecrası oluruz, adalet de bizim içsel münasebetlerimizde, yani vasıflarımızda, davranışlarımızda ve inançlarımızda cari olur. Hem içsel münasebetlerimizde, hem de başkalarıyla, tabiatla vs. ilişkilerimizde gerçekleşir.

 

Özetle adaletin hakikati, Allah'ın velayet cereyanının hayatın tüm alanlarında olmasından başka bir şey değildir. Zuhur Asrı adalet asrıysa, demek ki ubudiyet asrıdır. Zuhur Asrında adaletten anlaşılan, sadece maddi kavram olarak adalet değildir. Hatta ekonomik tecellilerinde bile maddi adalet değildir. Adil ekonomik tecelliler, beşerin ekonomik hayatındaki tüm nimetleri Veliyyullah'ın velayet ekseninin yansımalarıdır.

 

Zuhur Asrında gerçekleşecek olan o adalet, fıtrî adalettir. İnsandaki tahrif edilmiş adalet talebi değildir, bu nedenle Şeytan, insandaki güzellik algısını değiştirerek zalimce dengeleri, adilce dengelerin yerine koyamaz. Bu, maddi sistemlerde bir başka şekilde olan bir iştir, Siyon Protokollerinde insanlığı kanunla teslim alın sonra o kanunu kendiniz yazın diye geçer. Eğer, metinlerinde apaçık zulme yer veren kapitalist düzenin kanunları, adalet kanunlarının yerini almışsa adalet adına yapılan her şeyin, zulüm olacağı açıktır. Moment kolu bir tarafa doğru olan bazı terazileri görmüşsünüzdür. Siz bir tarafa yüz kiloluk bir enerji uygulasanız, o taraftaki bir kilo ağır gelir. Bu terazi adil bir terazi değildir. Eğer bizim terazimiz zalim bir terazi olmuşsa, şakulümüz yanlışsa, bu terazi ve bu şakul ile adalet sağlanamayacağı açıktır.  İblis, insanların içini ve toplumsal münasebetleri değiştirir. İnsanın içsel terazisini bozar, dolayısıyla insan iyiyi kötüyü belirlemede ve ölçmede hata yapar ve zalimce belirlemeler yapar. O halde ahir zamanın şerri, insanın terazisinin, toplumun terazisinin bozukluğundan kaynaklanan bir şerdir. Adaleti gerçekleştirmek için gelen Hz. Mehdi (a.f.) de öncelikle terazileri düzeltecektir. Ta ki böylece adaletin doğru kavramı anlaşılsın, zalimlik terazisine ağırlık koyarak adalet gerçekleştirilemez. İnsanların içsel terazileri değişmedikçe nitelikler değişmez. Dışarıdaki niteliklerin değişmesi adaletin gerçekleşmesi için yeterli değildir.

 

Yani size göre toplumsal münasebetlerde adaletin gerçekleşmesinin öncülü, insanın kendisinde adaletin gerçekleşmesidir.

 

İnsanın kendisinde ve insanın düşünsel dokusunda… İmam Mehdi (a.f.) bu dokuyu ıslah ediyor. İnsanın hak ve batılla, adaletle, güzellik ve çirkinlikle ilgili algısı ve ayrıca bunları ölçme sistemi bütünüyle ıslah ediliyor. Çünkü insan hayatı boyunca “bu mu daha iyidir yoksa o mu” diye daima tartma halindedir. Nitekim onun terazisi zalimce ise tüm hareketleri de zalimce olur. İyi dediği şeyler kötü, kötü dediği şeyler ise iyidir.  

 

Cevr de bu şekildedir. Cevr, adalet elbisesi giymiş zulümdür. Yani insanın terazisinin değişmesinin vaktidir. İmam Mehdi (a.s.), hem insanların içindeki terazileri, hem de toplumun içindekileri ıslah ediyor. Yani önce adaletin üssünü kuruyor. O zaman içerideki münasebetler adilce oluyor. Aslında şerlerin en kötüsü olan ahir zaman şerrinde maruf münker, zulüm ise adalet olmuştur. Bu yüzden teraziyi değiştirmenin, güzellik anlayışını değiştirmenin vakti gelmiştir. İradeler son haddinde sapmış ve çöküşe uğramıştır. Yani mutlak bir karanlık hâkim olmuştur. Mutlak karanlıkta tuğla, altının yerini alır. Zaten karanlıkta beşerin terazisi değişir. Sakife'den yayılan karanlık ve Velayetten sapma cereyanı, beşerin terazisini bozmuştur ve İmam, öncelikle dışsal adaletin görünür olması için terazileri ıslah etmektedir. Maksat şudur: Bakışların velayet eksenli olarak ıslah edilmesi, Zuhur Asrında gerçekleşen en temel değişimdir.  Hz. İmam, terazileri, ölçüleri, şakulleri ıslah etmektedir. Bir başka deyişle, adaletin ölçüsü Allah'ın velisinin kendisidir. Nitekim Müminlerin Emiri'ne hitaben şöyle sesleniyoruz: “Es-selamu ala mizani'l-a'mal!” (Amellerin ölçütüne selam olsun!) Biz, Allah'ın Velisinin arzında başka bir teraziye sahip değiliz ki O'nu o terazi ile ölçelim. O'nun kendisi her şeyin terazisidir.

 

Devam edecek…

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

Medya Şafak