İbrahimi Dinani: Baba Tâhir Uryân (2)

İbrahimi Dinani: Baba Tâhir Uryân (2)
Yani bir ağacın ne olduğu bellidir. Bir hayvan, kuş, karınca, serçenin, en başından ne olduğu bellidir. Ama insanın ne olduğu belli midir? İnsanın ne olduğu ancak son gününde anlaşılır. Son gün demek, son nefes demektir. Sizin ruhunuzda hangi resim çizilmişse siz işte osunuz. Ancak o resim sabit değildir. O resim silinip başka bir resim gelebilir.

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

 

Âşığın kalbini (sevgiliden gelen) bir haber iyi eder

Mahmur birini bir kadeh iyi eder

Benim için senin güzel gözlerin yeterlidir

Riyâzet çeken birini bir badem doyurur.

 

Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimi takipçileri. Bildiğiniz gibi son birkaç program boyunca Baba Tâhir-i Uryân'ın düşünceleri ve görüşlerini Sayın Üstat İbrahim Dinanî ile konuşuyoruz.

 

Baba Tâhir'in Kelimât-ı Kısâr adlı eserindeki çok güzel ve bilgece sözlerinden bahsediyoruz. İzin verirseniz yine üstadımızın huzurunda Kelimât-ı Kısâr'dan bölümler okuyalım ve bu programda da yine ondan bahsedelim. Zira düşüncelerine kısaca değinerek geçmek doğru olmaz. Özellikle de hikmet ve irfan alanındaki büyük şahsiyetlerin Kelimât-ı Kısâr ile ilgili yazdıkları yedi şerhi de dikkate alacak olursak Baba Tâhir Uryân'dan biraz daha ayrıntılı bahsetmek gerektiği daha iyi anlaşılır.

 

Üstat biz genelde aşk felsefesi ile ilgili olarak, hikmet, felsefe, irfan alanlarında yahut bu alanların da dışında aşktan bahsedildiğinde aşkın bir muhtaçlık kavramı yahut Hak Teâlâ'dan marifetin kabulü olarak kullanıldığını görüyoruz. Yani aşk, insanı bir hakikate karşı tutkulu hale getiren bir cazibedir.

 

Baba Tâhir, Kelimât-ı Kısâr'da aşkla ilgili olarak “El aşku gına, el- âşıku garib, ve'l garibu karib” yani, ‘‘aşk zenginlik; âşık garip, garip ise karibdir (yakın)” diyor. Birincisinde garib “gayın” harfiyle, ikincisindeki “karib” ise “kaf” harfiyle yazılmış, yani “Allah'a yakın” demek istiyor.

 

Şimdi soruma şu şekilde başlamak istiyorum. Acaba insan âşık olduğunda tüm varlığıyla muhtaç hale mi geliyor, inleyip feryat mı ediyor, gam, keder ve talep mi meydana getiriyor; insanlardan ayrılıp uzaklaşıyor mu yani her şeye boş veren meczup ve çılgın bir hâle mi dönüşüyor? Yani aşkın anlamı bunlar mıdır? Yoksa aşk bu dünyada da insanı yaşatacak bir sermaye midir?            

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, aşkla bu dünyada da en iyi hayat yaşanabilir. Yani âşığın hayatı bu dünyada da en iyi hayattır. Belki de bu âlemde âşığın hayatından daha görkemli bir hayat yoktur. Aşkı olmayan bir insan her neye sahipse kendi dışındadır, yabancıdır. Aslında hiçbir şeye sahip değildir.

 

Aşkı olmayan insanın hiçbir şeyi yoktur. Farz edin ki birinin milyarlarca liralık serveti olsun, tüm dünyaya ve bu dünyada sonsuz güce sahip olsun. Bütün bunlar onun dışındadır.

 

Birtakım bağımlılıklara sahiptir, bazı şeylere bağlılığı vardır. Bunlar ise kendisinin dışında olan şeylerdir. Yani mal, servet, mevki, makam, insandan daha üstün değildir. İnsan böylesi bir ticarette zarar etmiştir, çünkü insan hiçbir dengi olmayan bir mücevherdir.

 

Âlemde hiçbir benzeri ya da dengi olmayan bu mücevher; servetle, parayla, itibarî olan mevki ve makamlarla eşitleniyor. Firdevsî, bir şiirinde bunu çok güzel anlatıyor, diyor ki:

 

“İnsan eşsiz değerli bir mücevherdir; bu âlemdeki hiçbir şey insanın değerine denk olamaz. Bütün âlem bir yana, insan bir yanadır, hiçbir şey insana denk olamaz. İnsan kendini tıpkı değerli bir mücevheri bir eşeğin boynuna bağlar gibi kendinden değersiz şeylere bağlıyor. İnsandan daha değersiz şeylere gönül veriyor.”

 

Bu bir hüsrandır, “insan muhakkak hüsran içindedir” ayeti işte bunu diyor. Ancak aşk, dışsal bir şey değildir, en güzel sevgiliye duyulan içsel bir şeydir. Birine âşık olan için o en güzel şeydir. Yani artık ondan daha güzel bir şey yoktur. Tüm varlığı onun aşkıyla dolmuştur. O halde bu büyük bir servettir; âşık çok aşkın bir hayat yaşamaktadır.

 

Laricanî:

 

Gönül fezası dostla o kadar doldu ki

İçimde kendi düşüncem kayboldu.

 

Üstat Dinanî: Evet, “içinde kendi düşüncesi kaybolur.” Şimdi eğer böylesi bir adam özellikle de hakiki sevgiliye gönül vermişse artık hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Yani mutlak istiğna hâlindedir, hiçbir şey onun için önemli değildir. Onun gözüne hiçbir şey büyük gözükmez. Gözüne büyük görünen tek şey vardır, o da hakiki sevgilidir.

 

Dolayısıyla onun dışındaki her şey değersizdir, adidir, aşağıdır. İşte bu istiğna belirtisidir ve aşk gerçekten müstağni kılar.

 

Laricanî: O halde Hâfız da çok güzel demiş:

 

Bu ne istiğnadır ya Rab ve bu ne hikmet kudretidir

Ki bunca gizli yaralar var; ama ah etmeye mecal yok.

 

Üstat Dinanî: Evet, kesinlikle öyle. Bunca gizli yara, kendi başına bir merhemdir. “Dünyanın tüm afiyetlerini sana verelim, aşkın bu gizli yarasını senden alalım” deseler, o “hayır, benim için gizli yara daha iyidir” der.

 

Evet bu, sevgili dışındaki her şeyden istiğnadır. O halde Baba Tâhir, doğru buyurmuştur. Gerçekten de aşk istiğnadır. Bu yüzden de en iyi hayatı âşık yaşar. Çünkü en güzel şey kendi içinde uğraşıp durduğudur, dışındaki mecazî bir ilgi veya bağlılık değildir. Kendi içinde gerçekten var olan bir hakikattir.

 

O gerçekten vardır, bu yüzden de hakikî mâlik, âşık olan kimsedir. Âşığın her şeyi vardır, hiçbir eksiği yoktur; çünkü sevgiliden başka bir şey istemiyor. Aslında aşktan başka bir şey istemiyor. İstediği aşktır ve ona da sahiptir. İşte bu da istiğnadır. Bu yüzden de “aşk istiğnadır” sözü çok doğru bir sözdür.  

 

Hatta istiğnadan da öte, aşk, “gına”dır (zenginlik). Sevgili dışındaki hiçbir şeye mutlak şekilde ihtiyaç duymamaktır. Ancak bir sonraki cümlesi şudur: “Âşık, gariptir.” Âşık, sevgiliden başkasını tanımadığı için ona her şey yabancıdır; kendini gurbette hisseder. Garipliği kendi dışındakine değildir; insan, kendisini garip görür. Yani sevgili dışındakiler, onun gözünde garip ve uzak şeylerdir. Sevgili dışındaki şeylere yabancıdır.

 

Laricanî: Mevlânâ'nın dediği gibi:

 

Eğer sevgiliden başkasına bakılsaydı

Aşk olmazdı, laubali bir sevgi olurdu.

 

Üstat Dinanî: Evet, aynen öylesi laubali bir sevgidir. Sevgili dışındaki her şeye yabancı olduğu için gurbet duygusu hissetmektedir. Fakat bu gurbet hissi, onun Hak Teâlâ'ya yakınlaşmasına (kurbet) sebep oluyor.

 

Bir kimse Hak Teâlâ dışındakilere ne kadar yabancılaşırsa Hak Teâlâ'ya o kadar yakınlaşır. Hak Teâlâ dışındakilere ilgi duyduğu ve bağlandığı ölçüde de Hak Teâlâ'dan uzaklaşır. Hak Teâlâ dışındakilere ‘garip' olunması, Hak Teâlâ'ya “karib” olmaya sebep oluyor.

 

İzin verirseniz gurbet kelimesinin anlamından biraz daha bahsetmek istiyorum; çünkü şu an tam sırası. Şu an ismini hatırlayamadığım Batılı bir düşünür, aşktan söz etmemekle ve meseleyi başka bir açıdan görmekle birlikte şöyle diyor: İnsan varlık âlemindeki en garip varlıktır. Neden? Çünkü insan kendinden uzaklaşabilen tek varlıktır.

 

Bu duvar kendinden uzaklaşamaz, şu çiçek kendinden uzaklaşamaz, hayvanlar kendinden uzaklaşamaz. Yani bunlar her nasıl iseler öyleler, kendilerinden uzaklaşamazlar. Belki melekler de kendinden uzaklaşamazlar. Ancak insan kendinden uzaklaşabilir ve kendinden uzaklaştığında da garip olur.

 

Peki insan kendisinden nasıl uzaklaşır, işte bu önemli bir meseledir. İnsanın kendinden uzaklaşması dediğimizde, ruhunun bedeninden ayrılmasını, başının veya elinin gövdesinden ayrılmasını kastetmiyoruz tabii ki. İnsanın kendisinden uzaklaşması, insanın kendisini inceleme konusu yapabilmesi demektir.

 

Yani kendisine dışarıdan bakabilir. Bir şeye bakan, bir anlamda baktığı şeyin dışındadır. Bakan ile bakılan ayrıdır, yani adeta kendinden uzaklaşıp dışarıdan kendisine bakmaktadır. İnsana, insanın kendisinden daha yakın ne vardır? Hiçbir şey yoktur. O halde insan kendinden uzaklaşırsa gurbet hisseder. Gurbet hissetmek ve kendinden uzaklaşmak Hak Teâlâ'ya yakınlaşmaktır.

 

Dost, bana benden daha yakındır

Bundan daha tuhafı şu ki ben ona uzağım

Ne yapayım kime anlatabilirim

Ki dost benim yanımda, ben terk edilmişim.

 

İnsan kendisinden uzaklaştığı zaman Allah'a yaklaşır; kendisiyle meşgul olup kendisinden uzaklaşamadıkça kendisinde takılıp kalır. Bu, irfanda çok latif bir anlamdır. İnsan kendinden uzaklaşma gücünü takviye etmeli ve böylece kendisini inceleme konusu yapabilmelidir. Bu aynı zamanda özeleştiri yapmak demektir.

İnsan kendini inceleme konusu yapabildiği zaman kendi kusurlarını da görür. Kusurlarını görebilince de onları ortadan kaldırabilir. Kusurunu göremeyen biri onu ortadan kaldıramaz.   

 

Laricanî: Peki âşık, sevgilinin dışındakileri inceleme konusu yapabilir mi?

 

Üstat Dinanî: Âşık, zaten âşık olmakla kendinden uzaklaşmıştır. Yani çok daha ileridedir. O yalnızca sevgiliyi görür; hatta kendisini bile görmez artık.

 

Laricanî: O halde Baba Tâhir'in şu iki beyti de çok güzeldir.

 

Biri derdi biri dermanı beğendi

Biri vuslatı biri hicranı beğendi

Ben, derman, dert, vuslat ve hicrandan

Sevgili hangisini beğendiyse onu beğendim.

 

Üstat Dinanî: Demek ki kendinden uzaklaşalı çok olmuş. İşte bu yüzden gurbet, sevgiliye yakınlaşmanın (kurbet) sebebi oluyor.  

 

Laricanî: O halde irfandaki hicran veya hicret kavramlarının da çok güzel anlamları var. Yani kendinden uzaklaşmak.

 

Üstat Dinanî: Tabii ki, insan kendinden uzaklaştığı zaman kendisiyle ilgili olan her şeyden uzaklaşmış olur. İnsan, kendi enaniyetinden uzaklaşmış olur. Kendi enaniyetinden, benliğinden uzaklaşamadıkça da insan Hak Teâlâ'ya yakınlaşamaz. İrfanın esası da budur zaten.

 

Laricanî: Çok ince bir nokta. Baba Tâhir'in ‘iki beyitleri', gönülde çok yer eden, fevkalade güzel şiirlerdir. Bunlarda insanın yalnızlık hissini, kederlerini çok güzel anlatıyor. Üstat ben kaç çeşit gurbet olduğunu da soracağım. Çünkü bazı gurbetler sahtedir. Bazı gurbetler ise güzeldir. Kendinden uzaklaşmak, Allah'ı düşünmek, sevgiliye sevdalanmak vs. çok güzel makamlardır. Fakat onun bazı beyitlerinin ise çok felsefî olduğunu görüyoruz. Mesela gurbetle ilgili olan şu iki beyti:

 

Garipliğin bende yeterince kederi var

Feleğin boynumda zinciri var.

 

Felek boynumdaki zinciri kaldır

Ki gurbetin alıkoyan toprağı var.

 

Üstat bu “alıkoyan toprak” (insanın başka bir yere gitmesini engelleyen) ifadesi çok anlamlı.

 

Üstat Dinanî: Evet, kendinden uzaklaşmak ve kendine garip olmak ve Allah'a yakınlaşmak kolay bir iş değil. Eğer kolay olsaydı herkes bunu yapardı. “Zincir var” demek, zorlukları var demektir. Burada felekten bahsediyor; yani feleğin işi zorluk çıkarmaktır, hayat zordur.

 

Dolayısıyla insanın kendinden uzaklaşması ve gurbet hâlini elde etmesi kolay ve herkesin yapabileceği bir iş değildir. İnsanın hayvanî yönü buna engel çıkartır, daha önce de arz ettiğim gibi insandan başka hiçbir varlık kendisinden uzaklaşamaz. Bu sadece insanın gücünün yetebileceği bir şeydir.

 

Bu kolay bir iş değildir ama insan yavaş yavaş kendinden uzaklaşabilir. Enaniyetinden hicret ederek ve benliğinin karanlık evinden çıkarak sevgiliye doğru hicret ederse ve hakiki sevgiliyi severse artık her şeyle ünsiyeti olur. O zaman hiçbir şey garip değildir.

 

Kendine garip olduğu, enaniyetinden geçtiği ve sevgiliye ulaştığı anda her şeyle ünsiyet kazanır. Çünkü her şey Sevgili'nin eseridir. Bu bir çeşit diyalektiktir veya bir çeşit paradoks görüntüsüdür. Kendinden uzaklaşıp kendine garip olunca, her şeyle ünsiyeti olur. Çünkü her şey Sevgili'nin tecellisinin eseridir.

 

Laricanî: “Feleğin boynumda zinciri var” sözündeki felek kelimesine bazı yerlerde “melekût” anlamı da veriliyor. Yani yüce âlem, hakiki vatan… Hz. Mevlâna da şöyle diyor:

 

Biz felekten idik, meleğin dostu idik

Tekrar oraya gidelim, orası bizim şehrimiz.

 

Üstat Dinanî: Evet, buyurduğunuz tamamen doğru; özellikle de Mevlânâ'nın kanıt olarak gösterdiğiniz beyti doğru. Bazen felek kelimesini ulvî âlem veya melekût olarak kullanırlar. Fakat çoğunlukla “felek”, bu dünyaya ait bir şeydir.

 

Özellikle de Batlamyus evren modelinde böylesi bir inanç vardır. Onlara göre bu âlemde meydana gelen tüm olaylar ister küçük ister büyük olsunlar feleğin dönmesiyle gerçekleşirler.

 

Bundan dolayıdır ki Hâfız: “Feleğin tavanını yaralım ve yeni bir tasarım yapalım” diyerek felekle savaşırken, aslında devranla savaşıyor. Batlamyus'a ve eski evren modeline göre her şey, feleğin dönmesinin neticesinde oluyor. Dolayısıyla Baba Tâhir'in şiirinde geçen “zincir”, zamanın zinciridir ve burada olumsuz bir anlamdadır. Yani buradaki “felek”, süflî bir felektir. Ancak sizin demin okuduğunuz şiirde olduğu gibi bazen “felek” melekle yakın olur ve melekûtî anlam kazanır.

 

Laricanî: Yani “Feleğin boynumda zinciri var” cümlesindeki felek, melekût âlemi değil midir?

 

Üstat Dinanî: Hayır, hayır. Bu dünya, zaman, devran anlamındadır.

 

Laricanî: Üstat “gurbet” kavramı irfandaki makamlardan biridir ve çok güzel bir anlamı da var. Yani insan, kendisinin başka bir âleme ait olduğunu hissediyor. O âlem hakikidir, kalıcıdır; insan geçici olan bir yerde yaşıyor. İçeriden ve dışarıdan onu büyük afetler tehdit ediyor. İnsanın taşıdığı yükü menzile kadar ulaştırması oldukça zor bir iş.

 

Bu durumda sizin de işaret buyurduğunuz gurbet hissi insanın hayatında çok önemli bir yere sahip oluyor. Bu, hangi şartlarda insanın eline geçiyor? Ben daha sonra Baba Tâhir'in Kelimât-ı Kısâr'ından da bazı bölümler okuyacağım.

 

Baba Tâhir'e göre insanın gurbet hissine ulaşmasını sağlayan hâli kazanması için en önemli şey insanın kendisi üzerine düşünmesidir. Tabii gurbet bir hâl midir yoksa bir makam mıdır, bu da kendi başına bir konudur.

 

İnsan kendini ne kadar inceler ve kendisinin üzerinde ne kadar durursa varlığının her bir katmanının bir âlem olduğunu görür.

 

Üstat Dinanî: Evet, kesinlikle öyle. Daha önce de defalarca arz ettiğimiz gibi insan bu küçücük cüssesine rağmen tüm âlemin fihristidir. İnsanda âlem değil, âlemler vardır. Fakat bazen bu duyusal âlemle meşgul olur. İnsanın bir “mutlak ‘ben”i bir de “eklenmiş ben”i (inzimamî) vardır.

 

“Eklenti ben” mesela şu an burada sandalyeye oturmuş sizinle sohbet eden bendir. Eklenmiş benin çeşitli taayyünleri vardır. Fakat bir de bu benin ötesinde mutlak ben vardır. Ne kadar yükselirse bir âleme taalluk eder; ancak öyle bir noktaya ulaşır ki artık Allah'ın dışındakilerle (masivallah) taalluku (ilgisi) tamamen kesilir. İşte Allah'ın dışındakilerle ilgiyi tamamen kesmek nihaî makamdır. Allah'ın dışındakilerle ilgiyi kesmekten daha yukarıda bir makam yoktur.

 

Sizin Baba Tâhir'den naklettiğiniz bu konunun çok daha geniş ve kapsamlı şekli Mevlânâ'da bulunmaktadır. Mevlânâ'nın adeta tüm eserlerinin, düşüncesinin ve felsefesinin beytü'l-gazeli, işte bu kelimedir, yani gurbettir.

 

Mevlânâ, “şikâyet ve hikâyet” diyerek başlattığı Mesnevi'sini hicranla başlatıyor. Hicranla ve ayrılmış olduğu o şeye kavuşma iştiyakıyla başlıyor. Yani “ayrılık”tan şikâyet ediyor.

 

İnsanın bir “asıl”dan ayrıldığını anlaması, tefekkür gerektiren bir şeydir. Sizin de buyurduğunuz gibi tefekkürsüz olmaz. İnsan kendini merak etmese, incelemese ve içsel mertebelerini tanımasa bu mertebeleri aşamaz. Eğer kendine yoğunlaşır ve incelerse aslının bu âlem olmadığını, başka bir yerden geldiğini fark eder ve anında da gurbet duygusu hisseder.

 

Benim aslım başka bir asıldır, benim vatanım başka bir vatandır. Evet, bu vatanda doğdum, şu anda bu vatanda yaşıyorum, bu vatanla bir sorunum yok. Ancak Şeyh Bahai'nin dediği gibi:

 

Bu vatan Mısır, Irak ve Şam değildir

Bu vatan öyle bir yerdir ki salt bir nam değildir.

 

İnsanın asli vatanı, mekansızlık (lâ mekanî) ve zamansızlıktır (lâ zamanî). İnsan Hak'tan geldi, murselat âleminden, mutlak âlemden (âlem-i mutlak) geldi. Burası mukayyetler âlemidir (âlem-i mukayyedat). Biz burada kayıt altındayız. Ama insan daima mutlak âlemi yâd ediyor. Elbette demin de arz ettiğim gibi insan bunları ancak tefekkür sahibi olursa fark eder. Baba Tâhir'in burada işaret ettiği husus, Mevlânâ'nın düşüncesinin ana eksenidir.

 

Laricanî: Üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

Üstat daha önce sorduğum soruya devam etmek istiyorum. Gurbet hissi, insanın ulaşabileceği yüce bir makamdır. Zatıâlinizin de buyurduğu gibi bir mizandır. Hangi yönden mizandır? Şu yönden mizandır: İnsan yüce ve ebedi âleme aittir, yüksek bir konuma sahiptir; ama âriflerin dediği gibi bir kuş misali kafese hapsolmuştur.

 

İnsan, Feridüddin Attar gibi büyük şairlerin şiirlerini okuduğunda bu hâli anlıyor; ancak bu sıfatı kendisi için bir meleke haline getiremiyor. Yani gurbet, sadece oturup ah vah edilecek bir yer değildir. Gurbet, o yüce vatana bakmam, ona ulaşmak için planlama yapmam ve ona ulaşacak şekilde yaşamam gereken bir yerdir.

 

Zaten aşk da başka türlü bir anlam taşımaz. Sizin de buyurduğunuz gibi marifet olmaksızın aşk da yoktur. Peki ne yapmalıyız ki Baba Tâhir'lere yönelik bakışımız marifet bilgisi temelinde olsun, yani bir başka deyişle epistemolojik olsun?

 

Bu konunun üstünde biraz daha duralım üstat. Molla Sadra'nın insanı cezbeden bir tefsiri var. Kur'an “insan zayıf yaratılmıştır” diyor. O da insanın sürekli olarak ihtiyaç sahibi olduğunu kabul ettiğini söylüyor, yani insan doymuyor. Molla Sadra, zayıflığı bu yönden ele alıyor. Yoksa insanın diğer varlıklara göre zayıf olması anlamında değil.

 

Yani belirli ve sabit bir noktada kalmıyor. İhtiyaç duyma yönü ona galip gelmiştir. Üstat meseleyi bu açıdan biraz inceleyelim.

 

Üstat Dinanî: İnsanın daima ihtiyaç hissettiğine dair söz doğrudur. Meşşâî filozoflara ait bir “heyula”yı esas alan bir tefsir vardır. “Heyula” ilk maddedir ve hâlâ tanınmış da değildir. Çünkü günümüz bilimi veya fizik madde dediği zaman tüm âlemin yapıldığı o ilk maddeden bahsetmiyor.

 

Fiziğin söz konusu ettiği madde ile “ilk madde” arasındaki fark hâlâ bilinen, tanınan bir şey değildir.  İnsanın “heyula”ya ait maddesinin kabul etme yönü sonsuzdur. Yani ne kadar kabul etmiş olursa olsun yine kabul eder.

 

Bu açıdan İbn Arabî “heyula”dan bahsetmiyor; ama aklı iki kısma ayırıyor ve bir “failî akıl” bir de “kabilî akıl'' vardır, diyor. Sınırlı olan akıl “failî akıl”dır; çalışmasının sınırı, sonsuz değildir. Ancak “kabilî akıl” yani marifeti ya da bilgiyi kabul eden akıl sınırsızdır.

 

Yani ne kadar marifet, bilgi gelirse gelsin onların hepsini kabul ediyor. Onun bilgiyi kabul etmesinde durma sınırı yoktur. Buna, “kabil” veya “heyulanî” yön diyoruz. Bu yüzden de bizim filozoflarımız buna “bilkuvve akıl” veya “heyulanî akıl” derler. “Heyulanî” teriminden kastedilen şey ona ne verirseniz verin onun doymamasıdır.

 

Bu akla her ne kadar bilgi verirseniz verin o, buna doymaz ve yine istiyorum der. Bir yönüyle bu şekilde tefsir edilebilir; ama ben bunu biraz çabuk geçmek istiyorum. Bir de birçok hekimin söz konusu ettiği varlıksal bir yön vardır.

 

Onlar diyor ki insan daha çok insanın varlığına bakıyor. Ve insan daima açık bir ufka sahiptir. İnsanın özelliği sonsuz bir ufka, perspektife sahip olmasıdır. Bunu ufka benzetirler, çünkü ufka doğru ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın ufuk daha öteye gider. Yani siz hiçbir zaman ufkun bittiği yere ulaşamazsınız. Siz gittikçe ufuk daha da genişler.

 

İnsanın varlığı ‘zıllullah'tır, yani Allah'ın gölgesidir. Bu yüzden de sonsuz ufka sahiptir; bu çok geniştir ve her zaman varlığa açıktır, yani hiçbir zaman kapanmaz. Meşşâî filozofların kavramlarıyla söyleyecek olursak “infiâlî yön”, “heyulanî yön” veya “kabilî yön” hep açıktır. Başka bir şeyi kabul etmeyecek şekilde kapalı değildir. Çünkü kapandığı anda işi bitmiştir.

 

Bazıları varlığın esas olduğu (asaletü'l-vücûd) düşüncesini de bu anlamda ele alıyor. Hatta Molla Sadra'daki varlığın esas olduğu düşüncesini bile… Eğer siz mahiyetin esas olduğunu düşünürseniz mahiyet sınırlıdır, belirlidir. Mahiyetin ne olduğu en başından bellidir.

 

Yani bir ağacın ne olduğu bellidir. Bir hayvan, kuş, karınca, serçenin, en başından ne olduğu bellidir. Ama insanın ne olduğu belli midir? İnsanın ne olduğu ancak son gününde anlaşılır. Son gün demek, son nefes demektir.

 

Varlık her zaman geniştir, asla sonrası nedir, diyemiyoruz. Bir karıncaya ilk günden beri işte şöyle yaşayacak diyebilirsiniz ama hiçbir insanın bir sonraki an ne olacağını söyleyemezsiniz. İnsan bir sonraki an yüz seksen derece değişebilir. Bir mümin bir anda kâfir olabilir. Aynı şekilde tam tersi de olabilir. Seksen yıllık bir kâfir, bir anda Bayezid Bestamî düzeyinde veya ondan daha ileri bir iman kazanabilir.

 

Ufku açık olan böylesi bir varlık için “şudur” diyemeyiz. İşte varlığın esas olması da budur, asıl olan varlıktır. O kadar ki adeta insanın mahiyeti yoktur. Mevlânâ'nın dediği gibi:

 

Bu iki bin ben ve bizden acaba ben hangi benim?

Feryada kulak ver elini ağzıma kapatma,

Ben kendimi öylesine kaybetmişim ki yoluma cam kadeh koyma, 

Eğer koyarsan ayağımı koyar her bulduğumu kırarım.

 

Evet sınırsızdır, durması yoktur; hiçbir zincirle onu bağlayamazsınız, çünkü ufku açıktır. Varlığın esas olmasının anlamı da işte budur. Zira insan varlığın mazharıdır ve varlık esas olduğuna göre ona bir sınır getirilemez. Bunu, Baba Tâhir'in sözü için söylemek de mümkündür.

 

Laricanî: Üstat o halde şu sonuca varıyoruz ki aşk en iyi servettir. Aşkın hakikati veya yönü de sevgilinin insanın serveti olmasıyla ilgilidir. İnsan, sonsuz olan Allah ile bu dünyada yaşıyor ve bu dünya onun ahiretinin mukaddimesidir. Yani sonrasında sevgiliye ulaşacağının garantisi yok. Yani insanın sınırsız olmasının, dizginlenememesinin anlamı da budur.

 

Üstat Dinanî: “Fe tebarekallahu ahsenul halikin.” (Yaratıcıların en güzeli Allah'ın şanı çok yücedir. / Mü'minûn, 14) ayeti de işte böylesi bir yaratılmışla ilgilidir. Yani Allah insanın yaratılmasından bahseden bu ayette kendisine yaratıcıların en güzeli dediğine göre demek ki insan da yaratılmışların en güzelidir. Yaratılmışların en güzelidir çünkü başka hiçbir varlık insana denk değildir.

 

Laricanî: “Lekad halakna'l insane fi ahseni takvim” (Biz insanı ahsen-i takvimde yarattık. / Tîn, 4) ayetindeki “takvim”i de bu çerçevede düşünebilir miyiz?

 

Üstat Dinanî: Evet. “Takvim”, “kıvam” demektir. Yani sınırsız kıvam ve açık ufka sahiptir. Kıvamı, açık ufkudur. İnsan kapalı değildir; kapalı olan insanın işi bitmiştir. Şu şiirle açıklayayım: “Senin ruhunun her resmi, aynı zamanda senin ruhundur.” İnsanın ne olduğu düşüncesine bağlıdır. İnsan, düşüncesinin ta kendisidir.

 

Sizin ruhunuzda hangi resim çizilmişse siz işte osunuz. Ancak o resim sabit değildir. O resim silinip başka bir resim gelebilir. Sizin ruhunuzda sürekli olarak resimler ortaya çıkar. Siz de işte o resimlerden ibaretsiniz. “Âlim ile malumun ittihadı” (bilen ile bilinenin birliği) da işte budur. “Ey kardeşim sen fikrinin aynısısın” sözü de bunu ifade eder. Yani sen düşündüğün şeysin. Eğer mal-mülk düşünüyorsan, mal-mülksün. Eğer riyaset, mevki, makam düşünüyorsan işte sen bu saydıklarımızsın.

 

Laricanî: Mevlânâ'nın dediği gibi:

 

Cevher madeni talep ettikçe madencisin

Bir lokma ekmek peşinde oldukça ekmekçisin

Bu nüktenin sırrını bilirsen bilensin

Aradığın o, her ne ise osun.

 

Üstat Dinanî: Evet, mesele o aradığının ne olduğudur. Sen o aradığın şeysin. Eğer sen ezeli ve sonsuz bir sevgili arıyorsan ezelisin. Eğer sevgilin sonsuzsa sen de sonsuzsun.

 

Laricanî: Evet üstat, bu büyük insanların rubailerinin hepsi irfanî şerhler gerektiriyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, irfanî şerhler gerektiriyor. Aynı şekilde Kelimât-ı Kısâr da…

 

Laricanî: Burada gurbet kelimesinden bahsetmişken “gam” kelimesinden de bahsetmek isterim. Eğer gurbet, ufuk açmak, o yüce istikameti izlemek, hayatın o gizli sırlarını keşfetmek ise bu durumda gam ve gurbet burada eş anlamlı mıdır? Yoksa gam, gurbete eklenen başka bir şey midir?

 

Üstat Dinanî: Gam, ayrılık elemidir. Gurbet de uzaklıktır. Gam, gurbetin acısıdır.

 

Laricani: Ama gurbetin gamı çok tatlıdır.

 

Üstat Dinanî: Evet, ama zorluğuyla birlikte tatlıdır. Ama aynı zamanda çok zordur. Gam âşık için tatlıdır. Şair çok güzel söylemiş: “Eğer o gam olmasaydı, dünyanın çehresinde safa olmazdı.” Gamı açıklamak için ben size bir soru sorayım:

 

Bir adam farz edin 56 yaşında olsun ve gamı hiç tatmamış olsun. Gam kelimesini dahi bilmesin ve gam dendiğinde ‘‘ben gamın ne olduğunu bilmiyorum'' desin. Sizce bu nasıl bir adamdır?  

 

Laricanî: İnsan değildir.

 

Üstat Dinanî: Evet, gam insanın hayatının gereğidir. İnsanın sürekli farklı hâlleri, ayrılıkları, kavuşmaları, muhtelif makamları vardır. Gama tahammül etmelidir. Gamın acısı tatlıdır. Evet, ayrılık acısı, çok zor olduğu gibi tatlıdır; çünkü her zaman içinde bir kavuşma umudu vardır. Kavuşma umudu olunca da çok zor değildir.

 

Umutsuz değilse, ayrılık olsa da kavuşma umuduyla artık bu ayrılık o kişiye o kadar da zor gelmez. İnsan kavuşma umuduyla gama tahammül ediyor, işte hayatın tatlılığı budur. Hayatın tadı kavuşma umudundadır.

 

Laricanî:

 

Benim ve gamın söyleyecek sözlerimiz var

Safası yoktur gamsız hayatın.

 

 

Üstat Dinanî: Evet, gamsız hayatın sefası yoktur. Okuduğunuz şiirde söylendiği gibi, eğer gam olmasaydı dünyanın çehresinde sefa olmazdı. Genel olarak bizim yaşadığımız âlem bir terkip ve tezat âlemidir. Her iyiliğin ardından bir kötülük bulunabilir. Her kötülük bir iyilikle birlikte olabilir.

 

Her gamın bir neşesi vardır. Her neşe de bir gam içerebilir. Bu âlem salt-mutlak şeyler âlemi değildir. Bu âlem “sırf” veya “saf” âlemi değildir. Saf olan âlem, melekût âlemidir. Bu âlem birbirine geçmiş, karma bir âlemdir. Tabii bunu bilmek gerekir. İnsan eğer bunu bilirse hayat rahatlar, hayatı daha iyi karşılayabilir.   

 

Neşenin ardından gam, gamın ardından neşe vardır. Bu bir seyr-i sülûktur, bunun geçilmesi gerekir. Ayrılık gamını yaşamayan, kavuşmanın tatlılığını tadamayacaktır. Hicranı bilmeyen biri için vuslat nedir? Ayrılık olmadan kavuşma olmaz ki. Ayrılık ve kavuşma birliktedir. Bütün bunlar da Baba Tâhir'in şiirlerinde vardır.

 

Laricanî: Baba Tâhir'deki sabrın arkadaşlığı da bu anlamda olsa gerek. En iyi arkadaş sabırdır.

 

Üstat Dinanî: Evet, gerçekten de öyle. Yani âşık eğer sabır göstermezse âşık değildir. Âşık daima sabırlı olmalıdır; çünkü ayrılığı tecrübe etmelidir. Bu ayrılık tecrübesinde de sabırlı olmalıdır. Ona en iyi yoldaş sabırdır.

 

Aslında bu, bütünsel olarak genele bir nasihattir. Aslında tüm sorunlar böyledir, insan sabırlı olmalıdır. İnsan sabırlı olmazsa hayatın zorluklarına tahammül edemez. Hayat sorunsuz değildir. Bu durum sadece, hayatı baştan sona zorluklarla dolu olan âşık için değil, sıradan bir hayatı olan insan için de geçerlidir.

 

İnsan dikenlikten geçmek zorundadır. Yolu dümdüz, tertemiz ve kolay değildir.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, şimdi gamı, ayrılığı, kavuşmayı, derdi, aşkı Baba Tâhir'in düşünce sahasından alarak bizim günümüzdeki hayatımıza gelelim istiyorum. Günümüz teknolojisi hayatımızda boş zamanlar yaratmış olmakla birlikte bazı fırsatları da bizden aldı.

 

Daha doğru bir ifadeyle bazı hâlleri bizden aldı. Üstat siz, şu an sabır, tahammül, gam, kavuşma, ayrılık misdakı olarak neyi görüyorsunuz?

 

Üstat Dinanî: Buyurduğunuz gibi maalesef bu teknolojik hayat içerisinde yoğun meşguliyetler, insanın düşünme fırsatını biraz azalttı. Ancak asla yok edemedi. İnsan zatı itibariyle zaman zaman kendi aslının farkına varıyor. Bugünün teknoloji mağduru insanın bile irfana yönelik hâlini görüyorum.

 

Bazı anlarda farkına varıyor ki bu âleme ait değildir. Bu teknolojilerin esas olmadığını görüyor. Fıtratı kendisiyle konuşuyor. Ben bugünün insanında da marifetin belirtilerini hissediyorum. Bu mevcuttur; hatta bugünün insanındaki irfana olan teveccüh belki bir anlamda geçmiştekinden çok daha fazladır. Çünkü kendi aslî hâlinden uzaklaşmıştır.

 

İnsanlar artık düşünmek için az fırsat buluyor. Yani daha çok dışsal meselelerle meşguller. İçsel duruma ilişkin düşünme fırsatını pek bulamıyorlar. Bir başka deyişle insanın yalnız kalması azaldı.

 

Bakın şimdi cep telefonunuzla bir an olsun yalnız değilsiniz. Bu yüzden ben yalnızlığımı kaybetmemek için cep telefonu kullanmamaya çalışıyorum. Kaldı ki teknoloji sadece cep telefonundan ibaret değil, binlerce tezahürü ve şekli var.   

 

Eskiler kendileriyle daha çok baş başa kalıyordu. Gerçi günümüz insanının yalnız kalması azaldı; ancak herkes için lahzalar ortaya çıkıyor. O kıvılcımlar herkes için geçerli. İşte o kıvılcım çakıp da insan kendisiyle baş başa kalınca bir anda gurbet hissettiğinin farkına varıyor.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, programımızın süresi sona erdi. Konumuzun özeti şu ki insan kendi özünde Allah vergisi bir cevhere sahip, bu yüzden kendisiyle daha fazla yalnız kalmalı ve içselliğiyle daha fazla meşgul olmalı ve kendini keşfetmeli.

 

Yeni bir programda buluşmak dileğiyle üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

 

Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=HM4bMRqQ-KY