Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (10) (SON)

Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (10) (SON)
Buradan hareketle akla şu soru geliyor: Zahir ve bâtın ilmi Hz. Peygamber’den (s.a.a.) kime geçmiştir? Şia açısından mesele ve problem çözülmüştür. Çünkü Şia Sekaleyn Hadisi gereği Kur’ân ile Ehl-i Beyt İmamlarının birbirinden ayrılmadığına inanıyor. Kur’ân’ın nasıl ki zahiri varsa bâtını da vardır. Nasıl ki tenzili varsa tevili de bulunmaktadır. Öyleyse Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) tenzil ve tevil ilmini atalarından miras almışlardır.

 

 

Sunucu: Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla… Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a.) ve pâk Ehl-i Beyt'ine olsun. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Seyyidim, programa başlamak ve konuyu tamamlayabilmek için önceki programın bir özetini sunalım size zahmet.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda işaret ettiğimiz ve ele aldığımız konular vardı. Genel olarak önceki programları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkün.

 

İlk nokta: Hz. Resûlullah'ın ciğerparesi olan Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ (a.s.), sıddıkadır. Sıddıkalığını iki kanal ile ispat ettik.

 

İlk kanal, Hz. Zehrâ'nın (a.s.) Hz. Meryem'den üstün olduğu, Kur'ân ifadesine göre de Hz. Meryem'in sıddıka olduğu kanalıyla ispat etmiştik. Hz. Meryem (a.s.) sıddıka olduğuna göre âlemlerin kadınlarının hanımefendisi de sıddıka olmalı ve O da söz konusu makama sahip olmalıdır. Değilse en üstün ve kâmil olmanın anlamı olmazdı.

 

İkinci nokta veya ikinci kanal ise sahih, açık ve Ehl-i Sünnet ve Şia'nın üzerinde icma ettiği rivayetler kanalıyladır. Şöyle ki bu rivayetlere göre babasından sonra O'ndan daha sadık hiçbir kimse bulunmamaktadır. Bu hadise önceki programda işaret etmiştik.  Ancak bu hadisin kaynaklarına ve sıhhat derecesine işaret edemedik. Bundan dolayı bu programda bir defa daha bu hadise işaret etmeye çalışacağız.

 

İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibü'l-Âliye adlı eserinde şöyle der:

 

Aişe dedi ki: Babası Resûlullah (s.a.a.) dışında Hz. Fâtıma'dan daha doğru sözlü kimseyi görmedim.[i]

 

Dipnotta bu hadisin sıhhat derecesi hakkında muhakkik şöyle der:

 

Bu hadis bu isnad zinciri ile sahihtir. Heysemî dedi ki: Bu hadisi Taberânî Mucemü'l-Evsat'ta ve Ebû Ya'la rivayet etmişlerdir.

 

Hadisin tahrici: Bu hadisi, Taberânî ve el-Hâkim tahric etmişlerdir.

 

El-Hâkim şöyle der: Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğu halde tahric etmemişlerdir.

 

Zehebî de ‘‘Hakikat, Hâkim'in dediği gibidir'' der.

 

Yine Hâkim bu hadisi bir başka kanalla el-Müstedrek'te tahric eder ve şöyle der:

 

Bu hadis, Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğu halde tahric etmemişlerdir.[ii]

 

Hadisin dipnotu hakkında verilen bilgilere göre bu hadisin el-Müstedrek'te iki geliş kanalı vardır.

 

Öyleyse Hz. Zehrâ'nın sıddıka olduğunu ispat eden iki kanal vardır: Bunlardan ilki Hz. Meryem'den daha üstün olduğu, ikincisi ise özel rivayetler kanalıyla.

 

Değerli izleyicilerin dikkat etmeleri gereken ikinci hususa geçelim. Aişe'nin sıddıka olduğuna dair elimizde açık ve sahih hiçbir nas bulunmamaktadır. Azizlerim, kesinlikle amacımız birisini hor görmek ve küçümsemek değil. Biz zaten bu amaçla da bu programları yapıyor değiliz. Bizler sadece hakikatleri öğrenmeye ve irdelemeye çalışıyoruz. Zira bir erkek veya kadını sıddıklık makamı ile nitelendirecek veya onun sıddıklık makamına sahip olduğunu belirteceksek kesinlikle delile ihtiyacımız vardır. Aişe'nin sıddıka olduğuna ve bu makama sahip olduğuna dair Ehl-i Sünnet kaynaklarında herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu makam, nübüvvet makamından sonraki en üstün makamdır. Elde sadece Tirit rivayeti vardır, ki önceki programlarda da belirttiğimiz gibi Tirit Hadisine çeşitli itirazlar yapılmıştır.

 

İlim ehlinin belirttiği gibi Aişe'nin sıddıklık makamına sahip olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Ancak bir kimse şöyle bir delillendirme yapabilir:

 

Aişe, Ebû Bekir'in kızıdır. Ebû Bekir de sıddıktır. Öyleyse Aişe de Ebû Bekir'in kızı olduğundan ötürü o da sıddıktır.

 

Biz de tabiatıyla şöyle deriz: Bu durumda Hz. Zehrâ'nın sıddıklığı Aişe'nin sıddıklığından daha üstündür. Çünkü O da nebilerin ve resûllerin sonuncusunun kızıdır.

 

Açıktır ki Aişe'nin sıddıklığına dair yapılan bu delillendirme sıkıntılıdır ve yerli yerinde değildir.

 

Özetle;

 

- Aişe'nin sıddıkalardan olduğuna dair herhangi bir delil bulunmamaktadır.

 

- Hatta aksine delil bulunmaktadır. Yani sahih, açık ve üzerinde icma edilen deliller Aişe'nin sıddıka olmadığına delâlet etmektedir.

 

Aziz dostlarım, bu hususa dair karine şudur: Bizler önceki programda Aişe'nin Hz. Peygamber'in (s.a.a.) evinde O'na karşı bir komplo ve tuzak kurmak için bir hizip teşkil ettiğine işaret etmiştik. Burada değerli dostlara bir sır veriyor ya da gizli olan bir şeyi de açıklıyor değilim. Ben öyle düşünüyorum ki Doktor Lâşîn, ‘‘Hz. Peygamber'in (s.a.a.) evinde Aişe'nin partisi'' unvanını kullanmak istememiştir. Yani Hz. Peygamber'in (s.a.a.) eşleri iki partiye ayrılmışlardı. Ben onun modern dönem terimlerini kullanmak istemediğini düşünüyorum. Ancak naslara ve rivayetlere müracaat ettiğimizde Aişe'nin kendisinin ‘‘Hz. Peygamber'in (s.a.a.) evinde iki hizip'' ifadesini kullandığını görmekteyiz.

 

Aziz dostlarım, özet olarak sunacağım. Çünkü bu akşamki konumuz bu değildir.

 

Rivayet Sahîhü'l-Buhârî'den:

 

Aişe'den şöyle rivayet edilmiştir: Resûlullah'ın (s.a.a.) kadınları iki fırkaya ayrılmışlardı. Bir fırkada Âişe, Hafsa, Safiyye, Sevde vardı. Diğer grupta ise Ümmü Seleme ile Resûlullah'ın öteki kadınları bulunuyordu…[iii]

 

Öyleyse Hz. Peygamber'in (s.a.a.) evinde bir gruplaşma ve bloklaşma söz konusudur. Keşke bu gruplaşma hayır ve ihsan için olsaydı! Ne var ki bu gruplaşma Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) karşı komplo ve tuzak kurmak için yapılmıştır.

 

Bu hadis aynı zamanda İbn Kayyım'ın Keşfü'l-Müşkil'inde de geçmektedir.[iv]

 

Dahası var. Hz. Peygamber'in evinde oluşan bu gruplaşma Resûlullah'a (s.a.a.) karşı nümayişte de bulunmuşlardır. Asıl önemli olan ve tehlikeli boyutlara ulaşan husus burasıdır.

 

Azizlerim, kadınlar arasındaki ihtilaf bir nebze normal karşılanır. Nümayiş bulunduğu ve Resûlullah'a (s.a.a.) karşı sınırı aştıkları tespiti hadisten çıkartılmış değil, bizzat Kur'ân kaynaklıdır. Geliniz, Kur'ân-ı Kerim'in ne dediğine bir bakalım.

 

“İkiniz de Allah'a tövbe ederseniz (çok iyi olur), çünkü kalpleriniz eğrilmişti. Ama peygambere karşı bir dayanışma içine girecek olursanız bilin ki herkesten önce Allah O'nun dostu ve koruyucusudur, sonra da Cebrâîl ve iyi müminler. Melekler de bunların ardından O'nun yardımcısıdır.” (Tahrîm, 4)

 

Yani ikinizden de bir günah sadır oldu ve sizler günah işlediniz. Yoksa âyette ‘‘tövbe'' kelimesinin kullanılmasının herhangi bir anlamı olmaz. Zira bu tür kimseler için tövbe kelimesi ancak meydana gelen bir günahtan dolayı kullanılır. Buna göre mesele ahlâki ve kadınlar arasındaki bir ihtilaf değil.

 

تظاهر/ Tezahür” ifadesi yani sırt sırta vermek. Kur'ân'ı Kerim bu iki kadının Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) karşı ‘‘sırt sırta'' verdiğini ifade ediyor. Tezahür kelimesinin geçtiği yerde hemen fiile bakınız. Yani bunlar hangi eylem için saf oluşturmuşlar? Bu âyet-i kerimenin konusunun ne olduğuna girmek istemiyorum. Ancak oluşturulan bu saf şunu ortaya koyuyor: Saflardan birisinde Hz. Resûlullah (s.a.a.) diğerinde ise bu iki kadın bulunmakta.

 

Bu âyete göre bir safta Allah, müminlerin salihi, Cebrâîl ve melekler bulunmakta. Karşı safta ise sırt sırta vermiş iki kadın söz konusu.

 

Öyleyse bu saflaşma ve kamplaşma Resûlullah'ın karşıt noktasındaki kişilerde ‘‘iman olgusunun bulunup bulunmadığı'' sorusunu meydana getirir. Eğer karşı safta da iman olgusu varsa âyette geçen ‘‘müminlerin salihi'' ifadesinin kullanılmasının hiçbir gerekçesi olmaz. Çünkü ‘‘müminlerin salihi'' ifadesi karşı safta değil bu safta bulunan kimseler için kullanılır. Karşı safta da iman bulunabilir mi? Hayır, en azından bu fiillerinde iman söz konusu değil. Bu oldukça önemli bir konu ve Kur'ân'ın ifadesi. Mana ile nakledilen rivayet veya hadis değil.

 

Emin olasınız diye ‘‘sırt sırta veren bu iki kişinin'' kimler olduğuna bir bakalım.

 

Rivayet şöyle:

 

Ben Ubeyd b. Huneyn'den işittim, şöyle dedi: Ben İbn Abbâs'tan işittim, şöyle diyordu: Ben Ömer'e sormak istedim de: Ey Müminlerin Emiri! Resûlullah'a karşı birbiriyle yardımlaşan o iki kadın kimdir, dedim.

 

Ben sözümü tamamlamamıştım ki, o ‘‘Aişe ve Hafsa'dır'' diye cevap verdi.[v]    

 

Sunucu: Rivayet sahih.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Rivayet Sahîhü'l-Buhârî'de geçmektedir. Aynı şekilde bu rivayet Sahîhü Müslim'de de geçmektedir.[vi]

 

Soru: Allah aşkına, siz söyleyiniz. ‘‘Sıddıka'' olarak nitelendirilen bir kadının, nebilerin ve resûllerin imamına karşı bir komplo ve düzen içine girişmesi mümkün mü acaba! Resûllerin ve nebilerin imamına karşı sırt sırta veren bir kadın acaba sıddıklık niteliğini hak eder mi?

 

Sunucu: Âyetten bu kadının müminlerin salihinin mukabilinde olduğu ve sıddıkalardan olmadığı anlaşılıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Âyetin açık ifadesi bu kadının Allah-u Teâlâ'nın, Cebrâîl, müminlerin salihi ve meleklerin karşı tarafında bulunduğunu ifade ediyor. Bütün bu açıklamalardan sonra herhangi bir not düşmek istemiyorum.

 

Emevîci din anlayışının yaklaşımını ve metodunu anlayabilmeniz için Allâme Useymin'in Şerhü'l-Akîdeti'l-Vâsitiyye adlı eserinden bir pasaj okuyacağım. O şöyle diyor:

 

Bu husus da onun mutlak olarak kadınların en üstünü olduğuna delâlet ediyor.[vii]

 

Aişe, Hz. Fâtıma'dan, Hz. Meryem'den ve Hz. Hadîce'den üstündür! Aişe'nin en üstün olduğuna dair delil nedir, bilemiyorum! Acaba Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) karşı sırt sırta vermelerinden dolayı mı en üstün oluyor? Allah aşkına, Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) karşı komplo kuran ve O'na karşı sırt sırta veren bir kadının ‘‘kadınların en üstünü'' olduğunu hangi ilmî mantık ve hangi akl-ı selim kabul edebilir? Bütün bu eylemlerine rağmen Aişe ezelden ebede kadar bütün kadınların en faziletlisi olabiliyor!

 

Önceki programda işaret ettiğimiz ve ele aldığımız konular bunlar.   

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyidim, bazen şu husus dile getirilmekte ve sorulmakta. Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'nın en üstün olması ile Hz. Meryem'in sahip olduğu bütün niteliklerin Hz. Fâtıma'da da bulunması gerektiği arasında bir zorunluluk ilişkisi bulunmamaktadır. Nitekim Hz. Musa (a.s.) ile Salih Kul (a.s.) arasındaki ilişkide de böyle bir durum söz konusudur. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu soru, programa bağlanan kardeşlerden birisinin sorusudur. Aynı zamanda bazı sitelerde de buna işaret edilmektedir.

 

Üstad Ala, müsaade ederseniz soruyu biraz açalım.

 

Şu sözümüze eleştiri babından şöyle deniliyor: Sizler Hz. Meryem'in sahip olduğu tahdis, sıddıklık, ıstıfa, taharet makamları gibi makamlara Hz. Fâtıma'nın da sahip olduğuna dair bir delillendirmede bulundunuz. Bu noktada delil olarak da Hz. Fâtıma'nın (a.s.) Hz. Meryem'den daha üstün olduğunu ileri sürdünüz. Dediniz ki Kur'ânî olarak Hz. Meryem için ortaya konulan bütün sıfat, makam ve kemâller Hz. Fâtıma (a.s.) için de sabit olmalıdır. Değilse Hz. Fâtıma (a.s.) Meryem'den (a.s.) üstün olmazdı. Biz de ilmî terminoloji ile söyleyecek olursak sizin bu delilendirmenizi çürütmek istiyoruz. Çünkü bu iki olgu arasında bir mülâzemet (zorunluluk) ilişkisi bulunmamaktadır.

 

Şöyle ki; A şahsı B şahsından üstün olabilir. Ancak buna rağmen B şahsında A şahsından daha üstün birtakım nitelikler bulunabilir. Örneği de Kur'ân'da geçmektedir. Hz. Musa (a.s.) ile Salih Kul. Hiç kuşkusuz, Hz. Musa (a.s.) Ulu'l-Azm Peygamberlerden bir peygamberdir. Yine ulu'l-azm olmayan bir şahsın veya bir kulun Ulu'l-Azm Peygamberlerden birisinden üstün kabul edilmesi de mümkün değildir. Bununla birlikte Hz. Musa'nın (a.s.), Allah'ın kendisine ilim verdiği bu kuldan kendisine rüşdü öğretmesini istediğini görmekteyiz. Hâlbuki bu kul ikinci dereceden, Hz. Musa (a.s.) ise birinci dereceden bir üstünlüğe sahip idi ve O'ndan da üstün idi. Buna rağmen Hz. Musa'da (a.s.) bulunmayan birtakım kemâllerin bu Salih Kul'da bulunduğunu görüyoruz. Hz. Fâtıma (a.s.) ve Hz. Meryem arasındaki ilişkide de böyle bir durum mümkündür. Hz. Fâtıma (a.s.) Hz. Meryem'den üstündür. Bununla birlikte Hz. Fâtımatü'z-Zehrâ'da bulunmayan birtakım kemâller Hz. Meryem'de bulunmaktadır. Tahdis, sıddıklık, taharet, seçip arındırma da bu makamlardandır. Ben bu sorunun yerinde ve ilmî bir soru olduğunu düşünüyorum.

 

Azizlerim, programımızı izleyen dostlarımızdan özellikle de ehli ilimden bir istekte bulunuyorum. Genellikle de bu programımızı izleyen kimseler ilim ve marifet ehli kimselerdir. Zira sıradan insanlar bu programı o kadar da izlememektedir. Bu konu bir dereceye kadar dakik ve derin bir konudur. Konunun vuzuha kavuşabilmesi için aziz dostlarımızın dikkatle takip etmelerini istiyorum.

 

Geliniz, Kehf Sûresi'nin 65. âyetine ve sonrasına bir bakalım.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا * قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ / Derken, kullarımızdan birini buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 65)

 

Bu âyete göre imam Salih Kul, uyan ise Hz. Musa (a.s.).

 

Öğretmen ve üstad Salih Kul. Öğrenci ise Hz. Musa (a.s.).

 

Salih Kul'da bulunan bu ilim, faydalı ilimlerden olan rüşd ilmidir. Rüşd, hidâyeti içinde barındırmaktadır. Hz. Musa (a.s.) ise bu ilmi bilmemekte ve bu ilme yabancı.

 

Bu âyetler 66. âyetten başlayıp 79. âyete kadar sürmektedir.

 

Bu âyetler, üzerinde birkaç program durmayı gerektiren birtakım nükteleri barındırmaktadır. Biz değerli izleyicilere bağımsız bir program yapıp bu hususların üzerinde duracağımıza dair söz verelim.

 

Sunucu: Bu âyetlerde birtakım nükteler var.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu Kur'ânî bir konu olup rivayet değil. Dolayısıyla bu rivayet makbul mü, üzerinde icma gerçekleşmiş mi, ihtilaf var mı, senedi sahih mi değil mi gibi tartışmalar söz konusu değil.

 

İlk nokta: Kur'ân'ı Kerim bu Salih Kul'un Peygamber olup olmadığını söylemiyor. Öyleyse bu kulun Peygamber olmayıp Peygamberden daha üstün olma gibi bir olasılığı söz konusu. Bu husus oldukça önemli. Kur'ân-ı Kerim bu kulun Peygamber olduğunu söyleseydi biz şöyle derdik: Peygamberler arasında derece farkı vardır. Bir peygamber bir diğer peygamberden üstün olabilir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur:

 

“Doğrusu biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık” (İsrâ, 55)

 

Bizler Kurânî bir konu çerçevesinde konuşmaktayız. Kur'ân ise O'nun nebilerden bir nebi olduğuna işaret etmemektedir.

 

İkinci nokta: Kur'ân-ı Kerim O'nun ledünnî bir ilme sahip olduğuna işaret etmektedir. Çünkü âyet-i kerime şöyle buyurmuştur:

 

وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا / ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”

 

Kur'ân-ı Kerim bu kula Allah katından bir ilim öğretildiğini açıkça belirtmektedir. Burada da akla şu soru geliyor: Ledünnî ilimden murat ve kasıt nedir?

 

Azizlerim, ledünnî ilim, fikrî ilimden farklıdır. İnsan iki kanaldan ilim elde eder.

 

İlk kanal: Okuma, dinleme, âlimlerin ağızlarından öğrenme ve onlara öğrenci olma gibi kanallarla elde edilen ilim. Biz buna “et-tarîku'l-fikrî / düşünsel yol” diyoruz.

 

Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

“Sizler hiçbir şey bilmez bir durumdayken Allah sizi analarınızın karnından dışarı çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler, kalpler verdi.” (Nahl, 78)

 

Yani ilim öğrenebilesiniz diye Allah sizlere kulak ve göz vermiştir. İnsanlar arasında bilinen meşhur yol da budur. Bizler okula veya üniversiteye gitmeden bir şey öğrenebilir miyiz?

 

İkinci kanal: İnsanların ağızlarından, kitaplardan ve mütalaa etmek yoluyla öğrenilemeyen ilim. Bu ilim ancak nefsin arındırılması, kalbin tathiri ve Allah'a ibadet etmek yoluyla elde edilen ilimdir. Allah-u Teâlâ kendi katından bu kulun kalbine ilim akıtır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a.) hakkındaki inanç ve kanaatimiz de bu şekildedir. Hz. Peygamber (s.a.a.) herhangi birisinin yanında bir ilim mi öğrendi veya birisinin yanında ilim mi okudu? Hayır! Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.a.) nasıl öncekilerin ve sonrakilerin en bilgili insanı oldu?

 

El-cevap: Hz. Peygamber (s.a.a.) ledünnî ilim kanalıyla ve ledünnî ilmin vesileleriyle öncekilerin ve sonrakilerin en bilgili insanı oldu. Bu ilim ve vesile, bazen ilham ile olur. Bazen tahdis (meleklerle konuşma) ile olur.

 

İşte buna ‘‘ilmü'l-vilâyet'' veya ‘‘ilmü'l-irsî'' denilir.

 

Nitekim Rab Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

“Sonra biz kullarımızdan seçtiklerimizi o kitaba mirasçı kıldık.” (Fâtır, 32)

 

Bu irs (miras) kesinlikle fıkhi miras değildir. Yani miras olarak alınan şeyler, mallar ve metalar değildir. Bu miras ilmî mirastır.

 

Azizlerim, dikkat buyurunuz! Çeşitli ilmî anlayışa sahip âlimler bu hakikate işaret etmişlerdir.

 

Ben sadece iki şahsa işaret edeceğim.

 

İmam Fahrüddîn er-Râzî Mefâtihü'l-Gayb adlı tefsirinde şöyle diyor:

 

Âyetteki, ‘‘Kendisine nezdimizden bir ilim öğrettik'' ifadesi, o kulda olan ilimlerin, vasıtasız olarak Allah'tan elde edilen bilgiler olduğunu gösterir. Sufiler, mükâşefe yoluyla elde edilen ilimleri ‘‘ledünnî ilim (ilm-i ledünnî)'' diye adlandırmışlardır. Allâme Ebû Hâmid el-Gazâlî'nin, ledünnî ilmin ispatı hususunda bir kitapçığı var… İnsanın, çeşitli riyazet ve nefis mücâhedeleri vasıtası ile his (duyu) ve hayal kuvvetlerini (nefsini) zayıflatmaya gayret etmesi yolu. Bunlar zayıflayınca aklî kuvvet artar, akıl cevherinde ilahî nurlar parıldamaya başlar ve herhangi bir tefekkür teemmül gayreti olmaksızın, bilgiler meydana gelir ve ilimler mükemmelleşir. İşte buna ilmî ledünnî denir.[viii]

 

Yani, ledünnî ilim öğrenme, düşünme gibi vasıtalarla elde edilmemektedir.    

 

Sunucu: İşrâkiyye yani.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tam isabet, İşrâkiyye.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla İmam Râzî'nin ne dediği açığa çıktı. Allâme Alûsî de aynı minvalde açıklamalarda bulunarak şöyle der:

 

Onlara göre bu âyet ledünnî ilmin ispatı hususunda bir asıldır. Bu ilme, hakikat ilmi ve bâtın ilmi denilmesi de yaygındır… Bu ilim düşünsel mukaddimelere değil de kudsî kuvvetlerin elde edilmesine dayanmaktadır. [ix]

 

Ledünnî ilim Kur'ânî bir kavramdır. Bâtınî ilim denilmesinin gerekçesi de bellidir. Çünkü insan bu ilmi, bilinen yollarla değil de bâtın kanalıyla elde etmektedir.

 

Yani ledünnî ilmi elde etmek için okula, üniversiteye ve üstada ihtiyaç duymamaktadır. Hatta belki de yüz yıllık mesafeyi bir gecede alabilirsin. Dikkat buyurunuz, işte bu ilmin elde eden kimse için büyük bir kapı açılır. İşte biz bundan dolayı ‘‘bazı imamlarımız sekiz yaşında iken ilmi elde etmişlerdir'' dediğimizde ‘‘bu nasıl olur, nereden ilim öğrenmiştir'' gibi itirazlarla karşılaşmaktayız.

 

Hayır, aziz dostlarım bu ilim düşünsel bir ilim değildir. Yahut da aklî tefekkür ve beyin jimnastikleriyle meydana gelen ilimler değildir ki uzunca bir zamana ihtiyaç duysun. Bu ilim ‘‘ledünnî ilim''dir. Değerli izleyiciler şöyle diyebilirler: “Seyyidim imkân, vukudan geneldir. Bunun gerçekleştiğine dair delil nedir?”  İnşallah uygun bir zamanda bu hususu da ele alıp açıklığa kavuştururuz.

 

Bu mübarek âyet, bu kulun ledünnî ilme sahip olduğunu ispat etmektedir.

 

وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا / ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.”

 

Soru: Seyyidim ledünnî ilim tek bir kısımdan mı oluşmaktadır, yoksa çeşitli kısımları mı vardır?

 

El-cevap: Kur'ân-ı Kerim ledünnî ilmin üç kısma ayrıldığına işaret etmektedir. Sufilerin, âriflerin, İbn Arabî'nin, Gazâlî, er-Râzî, Alûsî, Molla Sadrâ'nın veya Seyyid Haydar el-Âmûlî'nin sözleri değil.    

 

Sunucu: Gerçi bunların tümü bunu söylerler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bütün bu âlimler de bu açıklamaları yaparlar, ancak kastımız âyetin sarih ifadesinin bu taksimata işaret ettiğidir.

 

Sadece tek bir âyete işaret edeceğiz.  Ramazan ayında inşallah bu âyeti uzun uzadıya ele alacağımızın sözünü verelim.

 

Şûrâ Sûresi'nin 51. âyeti kerimesi.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُكَلِّمَهُ اللّٰهُ اِلَّا وَحْياً اَوْ مِنْ وَرَٓائِ۬ حِجَابٍ اَوْ يُرْسِلَ رَسُولاً فَيُوحِيَ بِاِذْنِه۪ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ عَلِيٌّ حَك۪يمٌ / Herhangi bir beşer ile Allah'ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elçi gönderip izni ile, dilediğini vahiy etmesi şeklinde olabilir. Muhakkak ki O çok yücedir, engin hikmet sahibidir.” (Şûrâ, 51)

 

Âyetin ‘‘وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ / Herhangi bir beşer ile Allah'ın konuşması ancak'' bölümü doğrudan ledünnî ilmi ifade etmektedir. Çünkü bu ilim, sıradan düşünce kanalıyla elde edilen ilim değildir.

 

إِلَّا وَحْيًا / ancak vahiy” bu ilki.

 

Kendi özel bölümünde de ele alındığı gibi أَوْ / veya” edatı taksimi ifade etmektedir. Yani ilk, ikinci, üçüncü kısım…

 

إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا / ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elçi gönderip” âyetin bu bölümünden anlaşıldığı gibi vahiyden murat resûl göndermek yani vahiy emini olan Cebrâîl'i göndermek değildir.

 

Bazı büyük âlimler açıkça belirttikleri gibi ledünnî ilim bazen vasıtasız olacak. Nitekim biz Hâtemü'l-Enbiyâ'nın miraç mucizesinin bu şekilde tahakkuk ettiğine inanmaktayız. İnşallah bu konuyu ileride ele alacağız.

 

Sunucu: Bu âyet Resûlullah'ın (s.a.a.) konumuna delildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu şu anlama gelmektedir. Yani vahyi Resûlullah'a (s.a.a.) ulaştırma noktasında hiçbir kimsenin Allah ile Resûlullah (s.a.a.) arasında vasıta olması mümkün değildir.

 

‘‘Vahiy emini ve Cebrâîl (a.s.) ne yapıyor? Ne işe yarıyor?'' diye soracak olursanız inşallah Hz. Cebrâîl'in rolünü ileride ele alacağız.

 

Sunucu: Onun bir mertebesi vardır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: “Bir adım atacak olursam yanarım.” Bu öyle bir makam ki hiçbir kimse o makama ulaşabilmiş değildir. Miraç gecesinde de ifade edildiği gibi senden sonra da kimse bu makama ulaşabilecek değildir. İşte bizim konumuz bu. Ramazan ayında Hâtemü'l-Enbiyâ'nın makamlarını ele alabilme tevfik ve inâyetini bize bağışlamasını Allah-u Teâlâ'dan ümit etmekteyiz. Ta ki Resûllerin ve Nebilerin Efendisi kimdir, tanıyabilelim.

 

Üçüncü nokta: Üstad Ala, âyet-i kerimedeki galiba en önemli konu bu. Hz. Musa'nın âyette geçen şu ifadeleri konumuz açısından oldukça önemli:

 

قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا /Musa ona, senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı, dedi.” (Kehf, 66)

 

Verilen cevap ne: ‘‘Aferin çok güzel, gel hadi'' değil.

 

Salih Kul ‘‘hayır, sen bu iş için uygun değilsin'' diyor.

 

Oldukça İlginç! Ulu'l-Azm Peygamberlerden birisine, ledünnî ilme sahip olan bu Salih Kul'un verdiği cevap oldukça ilginç. Ben senin öğrenci olabilme salahiyetine sahip olman hususunda kuşku içindeyim.

 

Kur'ân bu noktada şöyle diyor:

 

“O kul, doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin, (iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin, dedi.” (Kehf, 67-68)

 

Diyor ki sen buna sabredemezsin. Aslında sen ilim seviyesi bakımından bu maarifi taşıyabilecek yapıda değilsin.

 

Salih Kul, Ulu'l-Azm Peygamberlerden birisine ‘‘sen benim taşıdığım bilgileri taşıyabilecek bir merhalede değilsin'' diyor. 

 

Sunucu: Tabii şu ana kadar bu kulun bir beşer olup olmadığı vuzuha kavuşmadı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, hayır bu kul beşer. Zira ‘‘abd'' sözcüğü melekler için kullanılmaz. Gerçi şu ana kadar bu kulun Peygamber olup olmadığı vuzuha kavuşmadı. Ancak Kur'ân, melekler için abd sözcüğünü kullanmaz. Abd sözcüğünün kullanımı ile O'nun beşer olduğu ortaya çıktı. Kur'ân bu zatın henüz Peygamber olup olmadığını ortaya koymuş değil. Peki, Hz. Musa (a.s.) neyi öğrenmek istiyor? Bu sorunun cevabı ise âyetin ifadesine göre şudur: Hz. Musa (a.s.) O'ndan rüşdü ve ilmi öğrenmek istiyor. Ledünnî ilme sahip olan bu Salih Kul cevaben ‘‘ben seni birtakım şartlarla öğrenci olarak kabul ederim'' diyor. Eğer sabır gösterebilirsen seninle devam ederim. Eğer ben senin bu işin ehli olmadığını görürsem senden ayrılırım.

 

“Tevilini (iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin, dedi. Musa, ‘İnşallah sen beni sabreder bulacaksın. Senin sözünden dışarı çıkmam' dedi.” (Kehf, 68-69)

 

Hz. Musa (a.s.) mutlak bir tabiiyet iradesi gösteriyor ve kâmil bir velâyet ile bağlanıyor.

 

O da ‘‘eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!'' diye tembih etti. (Kehf, 70)

 

Birtakım şartlar ileri sürüyor.

 

Bakın, başlangıçta Hz. Musa'ya ‘‘sende bu iş için bir salahiyet ve liyakat göremiyorum'' diyor. Daha sonra onu üç yerde sınıyor. Nihayet en sonunda şu noktaya geliyor:

 

“O cevap verdi: İşte bu, beraberliğimizin sona ermesidir.” (Kehf, 78)

 

Hz. Musa'nın (a.s.) bu iş için ehil olmadığı böylece ortaya çıkıyor. Değilse Hz. Musa (a.s.) bu işe ehil ve salahiyetli olsaydı Salih Kul O'na öğretmeye devam eder ve kendisine bilgiler verirdi.  Ancak diyor ki ben seni sınadım, fakat seni salahiyetli göremedim.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

O da ‘‘eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma!'' diye tembih etti. Bunun üzerine birlikte yürüdüler. Kıyıya ulaşıp gemiye bindikleri zaman o kul gemiyi deldi. Musa, ‘‘İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Gerçekten sen çok kötü bir iş yaptın!'' dedi. Kul, ‘‘Ben sana, sen benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?'' dedi. Musa, ‘‘Unuttuğum şeyden dolayı beni paylama ve işimi çıkmaza sokma!'' dedi. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında, o kul hemen onu öldürdü. Musa dedi ki: ‘‘Mâsum bir insanı, bir cana karşılık olmaksızın katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!'' O kul, ‘‘Sana, benimle beraber olmaya asla sabredemezsin dememiş miydim?'' dedi. Musa, ‘‘Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme! Bu takdirde hakikaten benden yana mazeretin sonuna ulaşmış olursun'' dedi. Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar, o hemen onu doğrulttu. Musa, ‘‘Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın'' dedi. O cevap verdi: ‘‘İşte bu, beraberliğimizin sona ermesidir. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin tevilini (iç yüzünü) haber vereceğim'' dedi. (Kehf, 70-78)

 

Öyleyse Salih Kul'un tevili bilen, Hz. Musa'nın ise tevili bilmeyen bir zat olduğu ortaya çıktı. Hz. Musa tevili bilseydi bütün bu olan bitene tahammül eder ve sabrederdi.   

 

Sunucu: Hz. Musa (a.s.) tenzili biliyordu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Buraya kadar incelediğimiz bu derin araştırma ile Kur'ân'ın tenzil ve tevili hakikatlerinin, zahir ve bâtınının olduğu ortaya çıktı.  Yine Hz. Musa'nın bu bâtını bilmediği de ortaya çıktı. O olayların bâtınını bilmiyordu. Zaten Kur'ân'ın şu ifadeleri de Hz. Musa'nın bâtını bilmediğinin delilidir.

 

“Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin tevilini (iç yüzünü) haber vereceğim" dedi.” (Kehf, 70-78)

 

Dedikten sonra ‘‘gemi, genç ve duvar olayının'' iç yüzünü birer birer anlattı.

 

“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” (Kehf, 82)

 

Bunların tümü tekvin dairesi için bâtınî ve özel birtakım durumlardır. Bu da bize şunu ortaya koyuyor. Tekvin âlemi içinde zahirî ve bâtınî olaylar vardır.

 

“İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” (Kehf, 82)

 

Hakikaten müfessirler bu âyetler karşısında sıkıntıya ve çıkmaza düşmüşlerdir. Tabii müfessirler deyince kastımız yaygın anlamıyla müfessirlerdir yoksa kelimelerin anlamını bilmeyen kimseler değil. Allâme Alûsî gibi birinci tabakadan müfessirleri kastetmekteyiz. Yoksa diğerleri tefsirin ‘‘ta'' ve ‘‘fa'' harflerini dahi yazmasını bilmeyen kimselerdir. Bunların yazdıkları tefsir dahi değildir. Bu hakikatlere de iltifat etmezler. İşte burada da bir problem söz konusu. Şöyle ki Ulu'l-Azm Peygamberlerden birisi, kendisinden daha ast konum ve mertebede olan birisinden ve bir kuldan nasıl bilgi öğrenebilir? Bazıları bu problemi çözmeye çalışmışlar. Hakikaten bu oldukça büyük bir problemdir. O dönemin Peygamberi olan ve Ulu'l-Azm Peygamberlerden biri olan Hz. Musa (a.s.) ümmetinden birine tâbi oluyor. Oldukça büyük bir problem.

 

Bakınız, Allâme Alûsî bu âyetin tefsirinde ne diyor:

 

Kimileri Ulu'l-Azm Resûllerden biri olan Hz. Musa'nın başkasından ilim öğrenmesini çözülmesi oldukça güç bir problem olarak görmüşlerdir. Çünkü resûl olan bir şahsın kendi döneminin en bilgilisi olması gerekir.

 

Kur'ân'ın bu âyetlerinden anlaşıldığı üzere Hz. Musa (a.s.) kendi döneminin en bilgilisi değildir. Bundan dolayı da müfessirler hayretler içinde kalmışlardır. Ancak müfessirlerin açıklamalarını sunmadan veya Allâme Alûsî'nin açıklamalarını arz etmeden önce bir nükteye işaret etmek istiyorum. İster bu problemi çözelim ister çözmeyelim. Bu âyetlerden şu hakikati elde edebiliriz. Salih bir kul Ulu'l-Azm Peygamberlerden birisinden daha bilgili olabilir mi, olamaz mı?

 

Sunucu: Kur'ân perspektifinden mümkün olduğu görülüyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kur'ân-ı Kerim'in açık ifadesi bunun mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Peygamber olmayan bir kul Ulu'l-Azm Peygamberlerden birisinden üstün olabiliyor. Dolayısıyla Utruhâtü'l-Mehdeviyye programımızda İmam Mehdi'nin birçok delille önceki Peygamberlerden daha üstün olduğunu söylediğimizde kimse bize itiraz etmesin. Hz. Mehdi'nin önceki Peygamberlerden daha üstün olduğunun delillerinden biri Hz. İsa'nın (a.s.) O'nun arkasında namaz kılmasıdır.  Dolayısıyla kimse ‘‘bu nerede geçiyor'' diye itiraz etmesin. İşte Kur'ân'daki bu kıssa bunun delilidir.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz ama bunların hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamamaktadır.” (Ankebût, 43)

 

Kur'ân-ı Kerim bize Allah katından kendisine ilim verilen bir kulun Ulu'l-Azm Peygamberlerden daha bilgili olabileceğine dair bir örnek veriyor.

 

Cevap verebilmemiz için ilk önce Allâme Alûsî'nin ortaya koyduğu bu çözülmesi güç olan problemi ortaya koymamız lazım. Ben de bu tespitinde onunla aynı kanaatteyim.

 

O şöyle diyor:

 

Hz. Musa'nın kendi yaşadığı dönemde bütün ilimlerde ve her yönden mutlak olarak kendi döneminin en bilgili insanı olduğu sabit değildir. Evet, O'nun kendi vazifesi açısından -ki bu da din, risalet ve dinî marifetlerdir- bakılacak olursa bu sahada en bilgili insan olduğu kesindir. Ancak tevil ilimleri açısından bakılacak olursa Hz. Musa'nın bu kuldan daha bilgili olduğu sabit değildir. Öyleyse ey Alûsî ne demek istiyorsun? Ben (Alûsî) diyorum ki: Alûsî tenzil, şerî ve zahir ilimleri açısından Hz. Musa (a.s.) ne kadar bilgili ise de bu kul bâtın, tevil, hakikat ilimleri açısından o derece bilgilidir. Buna göre özetle zahir ilimleri hususunda Hz. Musa (a.s.) bu Salih Kul'un imamı, tevil ilimleri açısından da Salih Kul Hz. Musa'nın imamıdır. Bunda ne tür bir sakınca var ki?  

 

Sunucu: Benim bir sorum olacak?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Müsaade ediniz, bir açıklayayım. Allâme Alûsî şöyle diyor:

 

Benim meylim şu yöndedir: Hz. Musa bâtın ilmi ve ledünnî ilim olarak isimlendirilen hakikat ilmine ne kadar vakıf idiyse de Hz. Hızır (a.s.) O'ndan daha bilgiliydi. Hz. Hızır (a.s.) da ister nebi olsun ister resûl olsun şeriat ilmine vakıf idi. Ancak bu ilimde de Hz. Musa (a.s.) O'ndan daha bilgiliydi. Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Hızır'dan her birisi bir hususta diğerinden daha bilgiliydi.[x]

 

Allâme Alûsî Salih Kul'un Hz. Hızır (a.s.) olduğu görüşündedir.

 

Öyleyse zahirî ilimlerde Hz. Musa (a.s.) daha bilgili, bâtın ilimlerinde ise Salih Kul daha bilgili. Şu soruyu sormaya hakkınız bulunmaktadır…

 

Sunucu: Benim sorum bu sorudan daha derin. Şöyle ki siz delillendirmenizde kulun veya herhangi bir kulun kendi kapasitesi ve arınması ölçüsünce ilim alabildiğini belirttiniz. Buna göre Salih Kul Hz. Musa'dan daha arınmış olmuyor mu? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Daha arınmış değil. Ama daha geniş bir kapasiteye sahip.

 

Sunucu: Çünkü sizler ledünnî ilmin tezkiye-i nefis ile meydana geldiğine işaret etmiştiniz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, hayır Üstad Ala! Ben değerli izleyicilere neyi vadetmiştim? Bu Salih Kul nasıl oluyor da Ulu'l-Azm Peygamberlerinden birisinden daha bilgili olabiliyor? Ben bu konuyu açıklayabilmeliyim ki asıl konu olan Hz. Fâtıma (a.s.) ve Hz. Meryem konusuna geçiş yapabileyim ve açıklayabileyim. Konumuz bu mübarek âyetler değil. Ben belki üç defa değerli izleyicilere bu âyetler üzerinde duracağıma dair söz verdim. Böyle bir durum nasıl mümkün olabiliyor? 

 

Sunucu: Her halükârda ben soracağımı sordum.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Belki bu âyet ve kıssalarla ilgili on belki yüz soru sorulabilir. Ancak bizim konumuz şimdi bu değil. İşaret ettiğimiz bu mesele örnek sadedinde sunuldu. Dolayısıyla biz bu meseleyi açıklamalıyız ki asıl konumuza geçiş yapabilelim.

 

Şöyle bir soru gelebilir: Seyyidim, Allâme Alûsî'nin dile getirdiği bu ihtimale ilişkin bir delil bulunmakta mıdır? Yani zahir ilimlerini Hz. Musa'nın daha iyi bildiği, deyim yerindeyse Hz. Hızır'ın bâtın ilimlerini daha iyi bildiğine dair bir delil söz konusu.

 

El-cevap: Sahih ve sarih rivayetler bu manayı ve bu hakikatleri ispat etmektedir. Lütfen dikkat buyurunuz.

 

Sahîhü'l-Buhârî. İlk önce Allah'ın Hz. Musa'yı kendisinden daha bilgili birisine göndermesine neden olan olayın menşeine bir bakalım.

 

Rivayet şöyle:

 

Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullarına bir hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine ‘‘insanların en bilgilisi kimdir'' diye soruldu. O da ‘‘Benim'' dedi. İlmi, Allah'a havale etmediği için yüce Allah O'na sitem etti…

 

Musa O'na selâm verdi. Hızır da Musa'ya ‘‘bu senin bulunduğun yerde ‘selâm' nereden?'' dedi. O da ‘‘Ben Musa'yım'' dedi. Hızır ‘‘İsrâîloğulları'nın Musa'sı mı'' diye sordu. O ‘‘Evet, ben sana, sana öğretilmiş olan rüşd ve hidâyetten bana da bir şey öğretmen için geldim'' dedi.

 

Hızır ‘‘Doğrusu sen benim beraberimde asla sabredemezsin ey Musa! Ben, Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzerindeyim ki, onu sen bilemezsin, sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği öyle bir ilim üzerindesin ki, onu da ben bilemem'' dedi.[xi] 

 

Sunucu: Demek ki ayrım noktası burası.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani bir yerde birleşiyorlar ve bir yerde de ayrılıyorlar. Hz. Musa kendisinin daha iyi bildiği hususlarda Hızır'ın imamıdır. Hz. Hızır'ın ise daha iyi bildiği konularda imam, Hz. Hızır'dır. Bu ilk rivayet.

 

İkinci rivayete geçelim. İkinci rivayet Sahîhü Müslim'den. Aynı rivayet Sahîhü Müslim'de de geçmektedir.

 

Rivayetin hemen ilgili bölümünü okuyalım:

 

Doğrusu sen benim beraberimde asla sabredemezsin ey Musa! Ben, Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzerindeyim ki, onu sen bilemezsin, sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği öyle bir ilim üzerindesin ki, onu da ben bilemem, dedi.[xii]

 

Aynı rivayet en-Nesâî'nin es-Sünenü'l-Kübrâ'sında da geçmektedir. Rivayetin ilgili bölümü şöyle:

 

Ey Musa! Sen Allah'ın sana öğrettiği bir ilim üzeresin. Ben de senin bilmediğin Allah'ın bana öğrettiği bir ilim üzereyim.[xiii]

 

Dikkat buyurunuz, Hz. Musa (a.s.) ve bu Salih Kul meselesinde şu sonuca ulaşıyoruz: Salih Kul'un (a.s.) sahip olduğu bütün kemâllere Hz. Musa'nın (a.s.) da sahip olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildir. Her ne kadar Hz. Musa (a.s.) bu Salih Kul'dan daha faziletli olsa da böyle bir zorunluluk bulunmamaktadır. Bir başka ifadeyle Hz. Musa'nın (a.s.) bütün yönlerden bu kuldan üstün olduğu kesin değildir. Bazı yönlerden O'ndan üstündür, bütün boyutlardan değil. Ancak bizim meselemize gelecek olursak bizler Hz. Fâtıma'nın bir yönden değil bütün boyutlardan Hz. Meryem'den daha üstün ve kâmil olduğunu ispat ettik. Bu husustaki delilimiz de Hz. Fâtıma'nın cennet ehli kadınların seyyidesi ve âlemlerin kadınlarının hanımefendisi olmasıdır. Öyleyse Hz. Fâtıma'nın Hz. Meryem'den üstünlüğü sadece bazı yönlerden değil, bütün boyutlardandır. Dolayısıyla bir açıdan Hz. Meryem'in bir açıdan da Hz. Fâtıma'nın üstün sayılmasını varsaymak mümkün görünmemektedir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Meryem (a.s.) için sabit olan bütün kemâllerin ve faziletlerin Hz. Fâtıma için de sabit olduğunu kabul etmeliyiz. Hz. Fâtıma'nın mutlak üstünlüğü ise sahih hadislerle ortaya konulmuştur.  Buna göre Kur'ân'ın Hz. Meryem'in için ortaya koyduğu makamların tümüne Hz. Fâtıma (a.s.) da sahiptir. Yoksa Hz. Fâtıma (a.s.) mutlak olarak ve bütün yönlerden üstün olmamış olur.   

 

Sizin kanaatinize göre soruyoruz: Zahir ve batın ilimlerinde nebiler ve resûllerden en bilgili olanı kimdir? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Buraya kadar yapılan açıklamalarla şu hususlar vuzuha kavuştu. Kur'ân-ı Kerim'in sarih ve açık ifadelerine göre Peygamberler arasında da derece farkı bulunmaktadır. “تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ / O resûllerin kimini kiminden üstün kıldık” (Bakara, 253) “وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّينَ عَلَى بَعْضٍ / Doğrusu biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık” (İsrâ, 55) Bu üstünlük ve derecenin sadece zahirî ilimlerde olması gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Tevil ve bâtın ilimlerinde de bir üstünlük ve derece farkı bulunabilir.

 

Yukarıda geçen âyetlerle de net bir şekilde ortaya konulduğu gibi kendisine ledünnî ilim verilen ve öğretilen bu kul, Hz. Musa'ya “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin” (Kehf, 67) demektedir. Çünkü sen tevil ilmine sahip değilsin. En azından bu sahada benim sahip olduğum bilgiye sen sahip değilsin.

 

Buna göre zahirî ilimlerde, şeriat, helal ve harama taalluk eden konularda kemâle ermiş olan Ulu'l-Azm nebilerden biri tevil ve bâtın ilimlerinde diğerlerinden daha bilgili olmayabilir. Hatta bu alanda kendisinden daha bilgili birisi bulunabilir.

 

Soru: Acaba zahirî ilimlerde ve bâtınî ilimlerde kemâle ulaşan herhangi bir nebi bulunmakta mıdır? Yani bu her iki alanda da en üst seviyeye çıkan ve kendisinden daha bilgilisi bulunmayan bir kimse var mıdır? Peygamberler arasında böyle bir şahıs var mıdır, yok mudur? Şu ana kadar yapılan açıklamalarla Hz. Musa (a.s.) ile Hz. İsa'nın ve diğer Peygamberlerin böyle olmadıkları ve bu seviyeye ulaşamadıkları açığa çıktı.  Mutlak olarak Peygamberler arasında zahir ve bâtın ilimlerinde en bilgili olan bir şahıs var mı?

 

Sorunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Azizlerim Sünnî olsun Şiî olsun âlimlerin açıklamalarına göre bunun sadece tek bir örneği vardır, O da Hâtemü'l-Enbiyâ ve'l-Mürselîn Hz. Muhammed Mustafa'dır. Hem de çeşitli yönelişlere sahip bütün Şiîler ve değişik yönelişlere sahip bütün Sünnî âlimler tarafından bu görüş ortak olarak paylaşılmaktadır. Şiî mütekellimler, muhaddisler, felsefeciler, düşünürler, ârifler, Eş'arî ve Mutezilî âlimler, sufîler, Sünnî filozoflar hepsi bu hususta aynı noktada buluşmaktadırlar.

 

Muhalif olan bir kimse var mı? Evet var. O da sadece İbn Teymiyye! İbn Teymiyye bunu nerede söylüyor, diye soracak olursanız size bir söz verelim ve yeri geldiğinde açıklayalım. İnşallah Ramazan ayında yapacağımız Hz. Peygamber'in (s.a.a.) makamları ile ilgili programda İbn Teymiyye'nin açıklamalarını sunacağız. Onun açıklamalarını sizlere aktaracağız.

 

Şimdi bu görüşe mensup olan büyük âlimlerden Allâme Alûsî'nin açıklamalarına bir bakalım. O şöyle diyor:

 

Celâlüddîn es-Suyûtî gibi şahısların hakikat ve şeriat ancak bizim peygamberimizde toplanmıştır sözlerinin ise … yorumlanması gerekir.[xiv]

 

Yani tenzil ve tevilin bütün mertebeleri Hz. Peygamber'de bulunmaktadır. Allâme Suyûtî, Hz. Peygamber'in bu iki hususu kendisinde topladığını söylüyor. Ancak önceki Peygamberler bu ikisini kendisinde toplayamamıştır. Onun muradı “Onlarda sadece zahir ilmi veya sadece bâtın ilmi vardır” şeklinde anlaşılmamalıdır. O sadece Peygamberlerin ister tenzil olsun ister bâtın/tevil olsun bu mertebeleri kendisinde kemâl derecesinde bir arada bulundurmadıklarını murat etmektedir. Bâtın ve tevilin kemâli Hâtemü'l-Enbiyâ'nın nezdindedir.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Peygamberler için ise bu iki ilimden ancak biri bulunmaktadır. Şöyle ki en kâmil veçhiyle bu sadece Hz. Peygamber'de bir araya gelmiştir. Ayrıca onun sözü tevil ilminin tebliğ ile emredilmesi ancak Peygamberimizde bir arada toplanmıştır, şeklinde yorumlanmalıdır.[xv]

 

Bu son cümle oldukça önemlidir. Allâme Alûsî'yi gerçekten ben önemsiyorum. O müfessirler, mütekellimlerini, âriflerin ve sufilerin büyük âlimlerindendir. Bu zat mealen şöyle diyor: Hz. Resûlullah'da (s.a.a.) zahir ve bâtın ilminin bir arada bulunması sadece zahir ilimlerin beyanıyla memur olduğu anlamına gelmemektedir. Aksine O, zahiri ilmini beyan ettiği gibi bâtın ilmini de tebliğ ediyordu.

 

Buradan hareketle akla şu soru geliyor: Zahir ve bâtın ilmi Hz. Peygamber'den (s.a.a.) kime geçmiştir?

 

Şia açısından mesele ve problem çözülmüştür. Çünkü Şia Sekaleyn Hadisi gereği Kur'ân ile Ehl-i Beyt İmamlarının birbirinden ayrılmadığına inanıyor. Kur'ân'ın nasıl ki zahiri varsa bâtını da vardır. Nasıl ki tenzili varsa tevili de bulunmaktadır. Öyleyse Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) tenzil ve tevil ilmini atalarından miras almışlardır. Dolayısıyla da Şia açısından mesele halledilmiştir.

 

Ama size gelince soralım, bâtın ilmi kime intikal etmiştir?

 

Allâme Alûsî'nin ibaresine bakalım:

 

Çünkü O (s.a.a.) şeriatı tebliğ etmekle memur olduğu gibi hakikati tebliğ etmekle de memurdur.[xvi]

 

Azizlerim, iki sorum olacak. Bu insana terminolojide ne isim verilmektedir? Ârifler buna insan-ı kâmil veya kâmil-i mutlak demektedirler. Yani hakikat ve şeriat ilmini en mükemmel şekilde kendisinde barındıran şahıs. 

 

Soru: Yeryüzünün bir saat dahi olsa insan-ı kâmilden yoksun olması düşünebilir mi ve bu mümkün müdür?

 

Bize göre yeryüzü bir an dahi olsun hüccetsiz yaşayamaz, kalamaz. Bizim açımızdan sorun çözülmüştür. Siz ey âlimler, bu hususta ne diyorsunuz?  Allâme Alûsî'ye bir defa daha dönelim. O tefsirinin bir başka yerinde şöyle diyor:

 

Kıyamete kadar ve saatin kıyametine kadar yeryüzünde sürekli olarak muhakkak surette insan-ı kâmil bulunmalıdır.  Dahası bu insan dünyadan ayrılacak olursa âlem de ölür.[xvii]

 

Üstad Ala, Allâme Alûsî'nin bu ibaresi oldukça ilginç. Allâme Alûsî bu ifadeleri Bakara Sûresi'nin “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyetinin tefsirinde söylüyor. 

 

Sunucu: Hz. Resûlullah (s.a.a.) irtihal ettiğine göre günümüzde insan-ı kâmil kimdir? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: ‘‘Soru: Bu insan-ı kâmilin âleme oranla ve sorumluluğu rolü nedir?'' Bu sözleri söyleyen ben değilim, Allâme Alûsî'dir.

 

Bu insanın ölmesiyle âlem de ölür.

 

Sunucu: Yani bütün mevcudat.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Varlığın vasıtası âlemin ruhudur. Nasıl ki benim bedenim ruh ve cesetten mürekkep ise ve ruhum, bedenimden ayrılınca nasıl ki ölüyorsam, aynı şekilde insan-ı kâmilin bu âleme nispeti ruhun bedene nispeti gibidir. Ruh bedenden ayrılınca bu âlem de ölecektir. Emin olunuz ki bu sadece Allah'ın Resûlü değildir. Çünkü Hz. Resûlullah (s.a.a.) vefat etti ve gitti. Öyleyse yerine geçen birisi olmalıdır. Ey Müslümanlar, kimdir bu? Bize göre bu şahıs Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve diğer İmamlardır...

 

Sunucu: O da cevap vermemiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, hayır o da cevabını vermiştir. Müsaade ediniz, açıklayayım. Nasıl sağa sola kaçıyor, çare bulmaya çalışıyor. O devamında şöyle diyor:

 

Çünkü o âlemin kendisiyle ayakta durduğu ruh konumundadır. O göğün manevi sütunudur. Şu dünya yurdu âlem bedeninin sanki organı gibidir.

 

Söz konusu insan ise onun ruhudur. Her iki varlığı da zatıyla kuşatabilme kabiliyetine sahip olan bu kapsayıcı isme hilafet makamının ve âleminin tedbirinin verilmesi sahihtir. Allah dilediğini yapar. Hakikatte de O'ndan başka fail yoktur. Bu konuda konuşmak için bir kısıtlama söz konusudur. Bunu inkâr edenler de çoktur. Bu konuda yegâne yardımcı Allah'tır.[xviii]

 

Üstad Ala, dikkat ediyor musunuz, ‘‘yeryüzü'' demiyor, ‘‘âlem'' diyor. Âlemin tümünün ruhu, insan-ı kâmildir.

 

Allâme diyor ki âlemin tümü âlemin organları mesabesindedir. İnsan-ı kâmil ise bu âlemin ruhudur. İnsan-ı kâmil Allah'ın izni ile müdebbirdir.

 

Bu ibareyi okuyan hemen şirk damgasını yapıştırır. Ancak Allâme Alûsî bir noktaya dikkat çekiyor. O ‘‘Allah emrini yerine getirir'' diyor. Yani O, ilahi feyzin vasıtasıdır. Allâme Alûsî daha sonra özür dileyerek ‘‘biz her şeyi söyleyemeyiz'' demeye çalışıyor.

 

Soru: Üstad Ala'nın dediği gibi kanaatimize göre insan-ı kâmil kimdir?

 

Geliniz, Allâme Alûsî'nin tefsirinin bir başka yerine müracaat edelim. Bu tefsir Allâme Tabâtabâî'nin el-Mîzan'ı gibi sürekli elimin altındadır. Emin olunuz ki bu tefsir esas tefsirlerdendir. Bu tefsirin her bir satırını ezbere biliyorum, demek istemiyorum. Ancak tamamına yakın yerlerini çok iyi bir şekilde biliyorum. O Tathir Âyeti'nin tefsirinde ‘‘insan-ı kâmil'' meselesini ele alıyor. Dikkat buyurunuz! Bu âyeti ‘‘Itret''e (Resulullah'ın nesli) yorumluyor. Yani insan-ı kâmilin Itret-i Tahire'den ve Hz. Fâtıma (a.s.) çocuklarından olmaktan başka bir çıkış yolu yoktur. Nereye gidiyorsunuz ve nasıl hükmediyorsunuz, ne oluyor size? Bu ifadeleri ne Kuleynî kullanıyor ne de Şeyh Sadûk! Bu ifadeler Allâme Alûsî'ye ait! Âyeti sunduktan sonra ‘‘her dönemde bir kutup olmalıdır'' diyor. İrfanî ve sufî tabirle insan-ı kâmil'e ‘‘kutup'' denir. Yani her şeyin etrafında döndüğü zat ve dairenin merkezi. Bu nokta, dairenin her yerine eşit uzaklıktadır.

 

O şöyle diyor:

 

Zann-ı galibime göre kutup Ehl-i Beyt dışında başkalarından olabilir. Ancak kutbu'l-aktab ancak Ehl-i Beyt'ten olabilir. Çünkü onlar asalet bakımından insanların en temizi, fazilet bakımından onların en kapsamlısıdır. Ehl-i Beyt'ten bu rütbeye erişenler ise ancak asalet yoluyla erişmişlerdir.[xix]

 

Geylânî, İbn Arabî gibi bütün arifler Leyla'ya ulaşma arzusundadırlar, ulaşmış da olabilirler. Bunlar kutub da olabilirler. Ancak bunların tümü cüzî kutupdurlar. Kutb-u küllî ve kutbu'l-aktab ancak Ehl-i Beyt'ten ve Itret'ten olmalıdır.

 

Pasaja göre diğer kutupların tümü ise kutupluk makamına niyabeten erişmişlerdir.  

 

Sunucu: Bundan dolayı olsa gerek ki irfanî ve sufî yönelimlerin tümü en nihayetinde gelip Ali b. Ebî Tâlib'e ve Ehl-i Beyt'e varmaktadırlar. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: ‘‘Soru: Senin kutbun kimdir ey Allâme Alûsî?''

 

Bakınız, bu soruya nasıl cevap veriyor. O ‘‘benim kanaatime göre kutub Seyyid Şeyh Abdülkâdir el-Geylânî'dir'' diyor.

 

Sunucu: Ancak o da ‘‘kutbu'l-aktab'' değil.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Zaten ‘‘kutbu'l-aktab'' olması da mümkün değil. Çünkü Kutbu'l-Aktab'ın bütün zamanlarda diri olması gerekir. Hâlbuki Abdülkâdir el-Geylânî bütün zamanlarda diri değildir. İşte Ehl-i Beyt Mektebi'nin imtiyazı budur.

 

Sunucu: Allâme Alûsî meseleyi bir noktaya kadar çözmüş. Ancak tümüyle değil. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tümüyle çözmesi de mümkün değil. Çünkü Ehl-i Beyt'e inanmıyor ki! Hâlbuki bizim açımızdan mesele çözülmüş. Çünkü bunlar Hz. Fâtıma (a.s.) çocuklarındandır. Fâtıma'nın (a.s.) evlatları, bu ilmi Hz. Resûlullah'tan (a.s.) veraset kanalıyla almışlardır. Bunun delili nedir, diye soracak olursanız inşallah bunu kendi özel konumunda inceleyeceğiz.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla şu hususlar açığa kavuştu:

 

Öncekilerin en kâmili Nebilerin ve Resûllerin sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa'dır. Şimdi bir kimse öncekilerin ilminin varisi olmuş, öncekilerin ve sonrakilerin en kâmili olmuş dahası Mübahale âyetinin ifadesiyle ‘‘Resûlullah'ın (s.a.a.) nefsinin ta kendisi olmuşsa'', َنفُسَنَا وأَنفُسَكُمْ/kendimizi ve kendinizi çağıralım” (Âl-i İmrân, 61) artık söylenecek kalmamıştır. Buna göre Hz. Ali (a.s.) sadece Resûlullah'ın (s.a.a.) varisi değil, aynı zamanda O'nun nefsidir.  Bizim kanallarımızdan da sabit olduğu üzere Hz. Fâtıma (a.s.) -“Fâtıma, benim iki yanımdaki ruhumdur”- Resûlullah'ın (s.a.a.) ruhudur. Bu ruh, âlemdeki en kâmil ruhtur. Rivayetler “Fâtıma (a.s.) benden bir parçadır” buyurmaktadır. Bize göre ise Hz. Fâtıma (a.s.) “Benim iki yanımdaki ruhumdur.” Bu ruh âlemin ruhu olduğuna göre Allah'ın selâmı O'nun üzerine olsun, Hz. Fâtıma âlemin ruhudur. 

 

 Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] İbn Hacer el-Askalânî, el-Metâlibü'l-Âliye bi-Zevâidi'l-Mesânidi's-Semâniyye, c. 16, s. 167, Hadis No: 3957, Tahkik: Muhammed b. Zafir b. Abdullah eş-Şehrî, Dârü'l-Asıme ve Dârü'l-Ğays.

[ii] A.g.e., a.g.y.

[iii] Sahîhü'l-Buhârî, c. 2, s 418, Hadis No: 2581, Kitâbü'l-Hibe, ‘‘Arkadaşına Bir şey Hediye Eden ve Onun Kadınlarından Bazısını Kasteden Kimse'' Babı, Tahkik: Allâme Şuayb el-Arnavût.

[iv] İmam İbnü'l-Cevzî, Keşfü'l-Müşkil min Hadîsi's-Sahîhayn, c. 4, s. 339, Tahkik: İbnü'l-Bevvâb.

[v] Sahîhü'l-Buhârî, c 3, s. 739, Kitâbü't-Tefsîr, Tahkik: Şuayb el-Arnavût.

[vi] Sahîhü Müslim, c. 2, s. 645, Hadis No: 2479.

[vii] İbnü'l-Useymîn, Muhammed b. Salih, Şerhü'l-Akîdeti'l-Vâsıtiyye, s. 614.

[viii] Er-Râzî, Fahrüddîn, Mefâtihü''l-Gayb, c. 21, s. 127-128.

[ix] Alûsî, Şihâbuddîn, Rûhu'l-Meânî, c. 15, s. 457-458.

[x] Rûhu'l-Meânî, c. 15, s. 460.

[xi] Sahîhü'l-Buhârî, c. 3, s. 599-600, Kitâbü't-Tefsîr, ‘‘Bir vakit Musa genç adamına, ta iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar yahut (bu yolda) senelerce yürümedikçe durup dinlenmeyeceğim, demişti'' âyeti babı, Hadis No: 4725, Tahkik: Allâme Şuayb el-Arnavût.

[xii] Sahîhü Müslim, c. 4, s. 186.

[xiii] Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ, c. 3, s. 1786.

[xiv] Rûhu'l-Meânî, c. 15, s. 462.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] A.g.e., a.g.y.

[xvii] Rûhu'l-Meânî, c. 2, s. 91, Tahkik: Mâhir Habûş.

[xviii] A.g.e., a.g.y.

[xix] Rûhu'l-Meânî, c. 21, 311.