Kurân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (2)

Kurân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (2)
Hz. Resûlullah (s.a.a.) kendisinden sonra bu işi yerine getirecek kimsenin onlar arasında yer aldığı müjdesini haber veriyor. Çünkü “كما قوتلتم / Sizinle savaşıldığı gibi” buyurmaktadır. Yani Kur’ân’ın kendisi, tenzili üzere Resûlullah (s.a.a.) onlarla kendi hayatında savaşmıştır, tevil üzere savaş ise O’nun vefatından sonra olacaktır.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Muhammed'e (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Saygıdeğer Seyyid önceki programda tenzil ve tevil kavramlarından bahsettiniz. Bu programa ise şu soru ile başlamak istiyoruz: Bu nebevi hadisten elde edilecek en önemli hakikatler nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman ve Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Aziz dostlarım, bu konu vurguladığımız gibi Sadr-ı İslam'da cereyan eden olayların hakikatlerini anlamak için hayati bir önemdedir.

 

Biz önceki programda bu hadisin sahih, açık ve üzerinde icma edilen hadislerden olduğuna değinmiştik. Bu rivayet hem Ehl-i Sünnet hem de Ehl-i Beyt Okulu kaynakları tarafından nakledilmiştir. Bu esasa göre bu hadisin Resûlullah (s.a.a.) tarafından söylendiğinde bizde tam bir kanaat ve yakîn oluşmuştur. Defalarca belirttiğimiz gibi “Ümmetim dalalet üzere birleşmez” ve “Ümmetim hata üzere birleşmez” ve önceki programda da işaret ettiğimiz üzere bu hadis her iki ekol tarafından değişik kanallardan ve farklı isnad zincirleriyle rivayet edilmiştir.

 

Sunucu: Yani bir kanıt teşkil eder.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki herkes -hem onlar hem bizim- için bir hüccettir. İlzamî yani tek taraf için geçerli olan bir hüccet değildir. Aksine hem biz hem de onlar için kanıttır. Bu ilk husustu.

 

İkinci husus; bu hadisin en önemli özelliklerinden birisi lafzının iki ekol arasında müşterek olmasıdır. Bu husus, bu hadisin özel imtiyaz ve hususiyetlerindendir. Yani hadis bu açıdan “Senin bana nazaran konumun Hz. Hârûn'un Hz. Mûsâ'ya (a.s.) konumu gibidir” hadisi gibidir. Bu kelime grubu âlimlerin teliflerinde farklı isnad ve tariklerle aktarılmışsa da aynı lafızlarla bizim kanallarımızdan da aktarılmıştır. Bu da gösteriyor ki bu hadis, mana ve içerik olarak değil de ‘‘lafzen'' nakledilmiştir. “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisi gibi.  Bu sözlerin nebevî nas ve lafızlar olduğu hususunda hiçbir kuşku yoktur. Bu sözler kendisine özlü söz söyleme yeteneği verilen Nebiyy-i Ekrem'in lafızlarıdır. Ufak tefek bazı farklılıklar olsa da hadisin lafızlarının aslı korunmuştur.

 

Aziz dostlar hatırlayacaklardır bizler, önceki programda bu hadisin en önemli kaynaklardan biri olan İbn Ebî Şeybe'nin (h. 159-235) el-Musannef'inde geçtiğini belirtmiştik. Bu oldukça önemlidir. Müellifin doğumu İmam Sâdık ile İmam Kâzım (a.s.) dönemlerine yakındır, vefat tarihi ise İmam Hâdî ile İmam Askerî (a.s.) dönemlerine denk gelmektedir. Hz. Peygamber'den (s.a.a.) aktarılan naslara dönem itibariyle daha yakındır. Yani hadis yazımı yasağının kaldırılmasının ve bu hadis mecmualarının yazılmaya başlanmasının üzerinden bir nesil veya bir nesilden daha az bir süre geçmiştir, kaleme alınan ilk eserlerdendir. Eserin tahkikini, meşhur muhakkiklerden Muhammed Avvâme yapmıştır.

 

O, hadisi naklettikten sonra şöyle der:

 

Hadisin isnadı sahihtir. Bu hadisi İmam Ahmed, İmam Nesâî, Ebû Ya'lâ, İbn Hibbân ve Hâkim tahric etmişlerdir. Hâkim, bu hadisin Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu belirtir. Zehebî de onun bu yargısına muvafakat eder.[i]

 

Yani İmam Zehebî de Hâkim en-Nîsâbûrî'nin görüşünü teyit ediyor.

 

Daha sonra bu hadisi kimlerin rivayet ettiğini söyler. Her ne ise uzatmadan hadise geçelim.

 

Hadis şöyledir:

 

Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir: Bizler mescitte oturuyorduk. Hz. Resûlullah çıkıp yanımıza geldi. Sanki başlarımızın üstünde kuş varmış gibiydik. İçimizden hiç kimse konuşmuyordu. Hz. Resûlullah ‘‘Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden bir adam da Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır'' buyurdular. Bunun üzerine Ebû Bekir ayağa kalkarak ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır'' buyurdu. Ömer ayağa kalkarak ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır. O ancak hücrede ayakkabıyı onarandır'' buyurdu. Ali, elinde Resûlullah'ın onardığı ayakkabısı olduğu halde hücreden çıkıp geldi.

 

Bu hadisin isnadı sahihtir.[ii]

 

Hadisin sahâbî râvisi olan Ebû Saîd el-Hudrî, Hz. Resûlullah'ın büyük ve önemli sahâbîlerindendir.

 

Yeri gelmişken kısaca bir hakikati beyan etmek istiyorum. Konunun detayını ise inşallah başka bir yerde açıklarız.

 

Eğer konu dinî marifet açısından birincil derecede önemli ve temel bir konuysa Hz. Resûlullah (s.a.a.) bizzat kendisi konuyu açıp Müslümanlara açıklamaya ve beyan etmeye başlamaktadır. Hiçbir kimse sormamış olsa dahi. İkincil dereceden konulara gelince ise Hz. Resûlullah (s.a.a.) bir soru varsa cevaplandırır ve o konuya değinir, yok eğer o konu çerçevesinde herhangi bir soru sorulmamışsa cevaplamaz.

 

Öyleyse Hz. Resûlullah (s.a.a.) burada da dinî maarifin en önemli hakikatlerinden birini açıklamak istiyor.

 

Tabiatıyla bunun en üstün makam olduğu çıkarımı yapılmasaydı “O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?” diye sormazlardı.

 

Çünkü Hz. Resûlullah (s.a.a.) kendisinden sonra bu işi yerine getirecek kimsenin onlar arasında yer aldığı müjdesini haber veriyor. Tabiatıyla bu kişinin O'ndan sonra mevcut olması gerekiyor. Çünkü كما قوتلتم / Sizinle savaşıldığı gibi” buyurmaktadır. Yani Kur'ân'ın kendisi, tenzili üzere Resûlullah (s.a.a.) onlarla kendi hayatında savaşmıştır, tevil üzere savaş ise O'nun vefatından sonra olacaktır.

 

Bu hadisten çıkarılabilecek en önemli hakikatler nelerdir?

 

İlk hakikat: İslam dininde yapılmış olan savaşlar iki kısma ayrılır: Kur'ân'ın tenzili ve tevili için yapılan savaşlar.

 

Resûlullah'ın beyanı ile bu net bir şekilde anlaşılmaktadır: “Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden bir kişi de Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır.”

 

Bu da bize şunu gösteriyor: Savaşları dinî bir boyut ve perspektif açısından değerlendirmek istiyorsak bu savaş ya Kur'ân'ın tenzili ya da tevili üzere olmalıdır. Bu iki amaç dışında başka bir amaçla gerçekleştirilen savaşları İslam sancağı altına yerleştirmemiz mümkün gözükmüyor. İşaret ettiğimiz bu sahih hadisten bu husus açıkça anlaşılıyor.

 

Sunucu: Birinci kısım savaşlar…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu hususun açıklamasına detaylı bir şekilde girmek istemiyorum. Şu anda özet bir şekilde konuyu açıklamak istiyorum. Emin olunuz, ilerleyen bölümlerde tenzilden de tevilden de muradın ne olduğu ortaya çıkacaktır.

 

İkinci hakikat: Bu da en önemli hakikatlerdendir. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) savaşlarının tümü tenzil içindi. “Nasıl ki tenzili üzere savaştıysam” veya “Nasıl ki sizinle tenzili üzere savaşıldıysa”. Öyleyse Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Medine dönemindeki bütün savaşları tenzil dairesi içine girer.

 

Tenzilden muradın ne olduğunu birazdan açıklayacak ve tanımını sunacağız.

 

Bundan daha önemlisi ise şudur: Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) imameti ve halifeliği döneminde yaptığı savaşların tümü tevil savaşlarıdır. Bu sözü de nereden çıkardınız veya böyle bir sözü neye dayanarak söylüyorsunuz, şeklinde bir soru gelebilir.

 

Hemen cevaplandıralım. İslam âlimlerinin tesis ettiği bir kural vardır: “Taksim; ortaklığı kesip atmaktadır.” Bu kuralın anlamı şudur: Bir kimse “Kelime isim veya fiildir” diyecek olursa ismin fiil, fiilin de isim olması hiç makul olur mu? Yani bir kelime isim ise artık fiil, fiil ise artık isim olması imkânsızdır. Bir kelime aynı anda hem fiil hem isim olamaz.

 

Biz “Su soğuk veya sıcaktır” deriz. Bu, suyun aynı anda hem sıcak hem de soğuk olmasının makul olmadığı anlamına gelmektedir.

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a.) “Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden Kur'ân'ın tevili üzere insanlarla savaşan bir şahıs çıkacaktır” veya “Ben nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere ile savaştıysam içinizde Kur'ân'ın tevili üzere sizinle savaşacak birisi vardır” buyrukları şu anlama gelmektedir: Yani benim içinde bulunduğum savaşlar tenzil savaşlarıdır, Ali'nin (a.s.) yapacağı savaşlar ise tevil savaşları olacaktır. Dolayısıyla İmam Ali'nin Cemel, Sıffîn ve Nehrevân Savaşları tevil savaşlarıdır.

 

Bu konu ile ilgili ileride ele alacağımız bir başka konu vardır. Acaba Hz. Resûlullah'ın bu sözleri bir vaad mıdır yoksa bir vaid midir? Şimdi bir kimse ‘‘bu araştırma konusunun semeresi nedir ki'' diye sorabilir.

 

El-cevap: Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu sözleri bir vaid (tehdit) ise vaidler gerçekleşe de bilir gerçekleşmeye de bilir!

 

Başka bir ibareyle bu haber verme ve ihbar, ümmetin yararına mı yoksa zararına mı? Bu noktada üzerinde durulması gereken bir diğer husus şudur:

 

Eğer bu bir vaad ise yani ümmetin yararına ise -ki tenzil de ümmetin yararına idi- muhakkak gerçekleşecektir. Yok eğer bir vaid ise -nitekim bazıları bunu fitne savaşları olarak göstermeye çalışmaktadırlar- ümmetin zararına olacaktır.

 

Bundan dolayıdır ki Emevîci din anlayışına sahip bazı kimseler şöyle demeye çalışmaktadırlar: “Hz. Ali onlarla savaşmasaydı kuşkusuz daha iyi olurdu.” Bu ise hadisin nassına aykırıdır. İnşallah İmam Ali b. Ebî Tâlib'in hilafetini ve savaşlarını ele alırken bu konu üzerinde duracağız.   

 

Sunucu: Esasında bu bir tehdit olsaydı bu görevi üstlenmek için sahâbe boyunlarını uzatmazlardı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu zaten ileride gelecektir.

 

Üçüncü hakikat: Hz. Resûlullah (s.a.a.) şunu açıkça beyan ediyor: Ali'nin (a.s.) tevil üzere kendileriyle savaştığı kimseler, Hz. Resûlullah'ın kendileriyle tenzil üzere savaştıkları kimselerdir. 

 

Sunucu: Bu da son derece önemli.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette oldukça önemli. Bir kimse ‘‘bu hakikatin delili nedir'' diye sorabilir.

 

El-cevap: Bu hakikati ispat eden üç karine bulunmaktadır.

 

İlk karine; “Tenzili üzere sizinle savaşıldığı gibi”, buradaki zamir orada oturanlara yöneliktir. Peki, Hz. Resûlullah'ın karşısında oturanlar kimlerdir? Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sahâbesi, yani aslında o toplumun ileri gelenleri. Emin olunuz ki o toplulukta Ehl-i Sünnet inancına göre cennetle müjdelenen kimseler de bulunmaktadır.

 

İkinci karine tarihî şahitlerdir. Ali b. Ebî Tâlib, Cemel, Sıffin ve Nehrevân Savaşlarında kimlerle savaştı? Özellikle de Cemel ve Sıffîn'da… Karşısında bulunan orduda kimler bulunmaktaydı? Talha ve Zübeyr, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sahâbesindendi. Sıffin Savaşı'nda karşısında kimler bulunmaktaydı? Muâviye, Amr b. el-Âs vd. Öyleyse tarihî şahitler iddia ettiğimiz şeyi ispatlamaktadır. Bu savaş her ne kadar İslam dairesinin dışında olmasa da birinci ve ikinci halifeler ile diğerlerinin İslam topraklarını genişletmek gayesiyle yaptığı savaşlar türünden değildir. Zira İmam Ali'nin (a.s.) savaşları İslam için yapılan savaşlardır.

 

Deyim yerindeyse iç savaşlardır. Bundan dolayı bazıları bu savaşların fitne savaşları olduğunu söylemektedir. Bu da ikinci karine.

 

Üçüncü karineye Allâme Albânî işaret ediyor. Bu açıdan doğru söylemektedir.

 

O, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha'da şöyle der:

 

Söz konusu mezkûr Şiî, el-Müracaat adlı eserinin dipnotunda sahâbeye laf dokundurmak ve taan etmek için hadisi tahrif ederek ‘‘Nasıl ki sizinle tenzili üzere savaşıldıysa'' şeklinde nakletmiştir.[iii]

 

Mezkûr Şiî'den kastı Allâme Şerefüddîn'dir.

 

Biz geçen programda bu soruya cevap verdik. Evet, Resûlullah “Sizinle savaşıldıysa” demişse bununla sahâbeyi kastetmektedir. Bu ise bir taan değildir. Çünkü bu hadis bu şekliyle Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılmıştır. Allâme Şerefüddîn'in naklettiği rivayet Musannef'te geçen sahih isnad zincirli bir hadistir.

 

Sunucu: Vakıa da bunu ispat etmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Dördüncü hakikat: Bu hakikatin de detaylarına girmek istemiyorum. Oldukça önemli. Sizler de biliyorsunuz ki Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra birtakım savaşlar meydana geldi. Bu savaşlara istediğiniz adı vermekte özgürsünüz. Bu savaşlara riddet savaşları da diyebilirsiniz. Yahut da Hz. Resûlullah'ın Gadîr-i Hum'da Allah Resûlü'nün İmam Ali'yi atadığını görünce başa geçen Ebû Bekir'in halifeliğini kabul etmekten kaçınanların ve muhaliflerin savaşı da diyebilirsiniz.

 

Sunucu: Zekât savaşları da diyebilirsiniz. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: İstediğiniz adı takabilirsiniz. Konumuz bu savaşların isimleri değil. Ancak ben parantez arası bir şey söylemek istiyorum. Bu tür isimlendirmeler ülkelerde çıkan “hâricî terörü”, “piyon” ve “dış güçlerin oyunları” ifadeleri cinsindendir. Bu ayrı bir konu.

 

Soru: Biz bu savaşları nereye koyacağız?

 

Bizler yukarıda dedik ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) savaşları tenzil ve tevil savaşları olmak üzere ikiye ayırıyordu.

 

Birinci, ikinci ve üçüncü halife dönemlerinde vuku bulan savaşların tevil üzere savaş olmadığı hususunda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Hadise göre birinci halife kalkıp “O ben miyim?” diye sordu ve Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Hayır” dedi. Hâlbuki Hz. Resûlullah (s.a.a.) kendisinden sonra savaşın çıkacağını biliyordu. Eğer Ebû Bekir döneminde yapılan savaşlar tevil savaşları olsaydı ve bu kapsama girseydi Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Evet, o sensin” derdi.

 

Sunucu: Yahut da “Sen ve ayakkabıyı onaran” derdi!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah mükâfatınızı versin! İkinci halifenin yaptığı savaşlar da tevilin kapsamına mı girmektedir? Hayır, tevil savaşları kapsamında değildir, rivayetin ifadesi açık.

 

Ebû Bekir ve Ömer'in savaşları bu kategoriye girmiyorsa Osman'ınki evleviyetle girmez. Geriye onların savaşlarının tenzil üzere savaşlar olduğu olasılığı kaldı.

 

El-cevap: Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu savaşların tenzil savaşları olduğuna dair yakından uzaktan bir işarette bulunmamıştır. En azından Hz. Resûlullah (s.a.a.) tam yeri olduğundan şöyle derdi: “Hayır ey Ebû Bekir, ben nasıl ki tenzil üzere savaştıysam sen de tenzil üzere savaşacaksın.” Tam da sırası değil miydi? Zira konu savaşlardı.

 

Sunucu: Hz. Resûlullah (s.a.a.) böyle bir ibare kullanmadığına göre buraya soru işareti koymak gerekiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: En azından bu şüphe ve soru işareti hâlâ yerindedir. Zaten Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) konusu kendisinden sonraki savaşlar idi. Bazen bir konu için “yeri değildi ki” diye bir itiraz gelebilir. Ancak Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bizzat kendisi savaşları konu edinmiş. Kendisi konuyu açmış “Ali benden sonra sizinle Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır” buyurmuştur. Özellikle de birinci halife kendisinin bu kapsama girdiğini düşünüyor ve soruyor. Ancak Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Hayır, sen tevil üzere savaşacak değilsin. Ancak senin döneminde vuku bulacak savaşlar tenzil üzere yapılacaktır” ya da “Hayır, ancak senin amelin benim amelime benzemektedir” diyebilirdi. Nitekim O, Ali (a.s.) için “Ben tenzil üzere savaştıysam Ali de tevil üzere savaşacaktır” buyurmuştur.

 

Sunucu: Yani Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) görevi hakikatleri açıklamak ve açık bir tablo ortaya koymaktır. Çünkü hakikatin nakıs olması mantıkla çelişmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Burada akla şu soru geliyor: Öyleyse Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan rivayete göre birinci, ikinci ve üçüncü halife dönemlerinde meydana gelen savaşları nereye koyacağız ve nasıl değerlendireceğiz?

 

Esasında bu mesele bağımsız bir incelemeye muhtaçtır. Bu savaşların arkasındaki etmen ve hedeflerini bilmeliyiz. Hatta bu savaşlar meşru mudur, değil midir? Kimse bana “Seyyid Haydarî İslam tarihinde büyük bir kuşku oluşturuyor?” demesin. Hayır, hayır, asla! Ben hakikat, tahkik ehli ve erbabı için bir ufuk açmak istiyorum. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu hadisi, savaşları tenzil ve tevil olmak üzere ikiye ayırıyor. İlk üç halife döneminde meydana gelen savaşların açık bir şekilde tevil savaşlarının kapsamında bulunmadığını söylüyor. İşaretle olsa dahi bu savaşların tenzil kapsamına girdiğini belirtmiyor.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla şu ana noktaya ulaşıyoruz: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) savaşları tenzil içindi. İmam Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) kendi halifeliği dönemindeki savaşları ise tevil savaşlarıydı.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey tenzil ve tevil savaşlarınına işaret ettiniz.  Hz. Resûlullah'ın kendisinin tenzil üzere insanlarla savaştığını söylemesi ne anlama geliyor? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam Ali'nin (a.s.) tevil üzere savaşmasından muradın ne olduğunu anlayabilmemiz için tenzilin ne anlama geldiğini bilmemiz gerekiyor. Tenzil üzere savaş ne demek?

 

Bir başka ifadeyle marifet kanallarının en önemlilerinden birisi -kendi özel yerinde de ele alındığı üzere- eşyanın zıddıyla bilindiğidir. Sen beyazı siyah ile tanırsın. Tenzilin manasını anlarsak tevilin manasına da vakıf olabiliriz.

 

Öyleyse ilk etapta Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Tenzil üzere savaştıysam” veya “Sizinle tenzil üzere savaşıldığı gibi” sözünden muradının ne olduğunu anlamamız gerekiyor.

 

Bu konu vuzuha kavuşursa karşımızda duran birçok mesele de aydınlanır. İlk olarak bir hakikati açıklayacak, daha sonra bu hakikatin anlaşılmasının sonuçlarına işaret edeceğim.

 

Sözü uzatmadan konuya geçiş yapayım. Hz. Resûlullah (s.a.a.) tek bir cümleyle açık bir şekilde şunu diyor: Yaşadığım süre boyunca benim sorumluluğum ve vazifem “Lâ ilâhe illallah” deyinceye kadar insanlarla savaşmaktır. Lütfen ibareye dikkat ediniz: “İnsanlar lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.” Tevhide inanıncaya kadar onlarla savaşmakla emrolundum buyurmuyor!

 

Hz. Resûlullah'ın hadisinin metnini okuyalım. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sözünün yorumuna daha sonra işaret edeceğim. Geliniz Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı esere bakalım. Ben bu hadisleri sahih hatta bir bölümü mütevatir olan hadislerden aktaracağım. Bundan dolayı bu hadis için onlarca kaynağa ihtiyacımız bulunmamaktadır. Çünkü âlimler bir hadise mütevatir deyince o hadisin sened açısından incelenmesine gerek kalmaz.

 

Allame Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı eserinde şöyle diyor:

 

İnsanlar lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim, lâ ilâhe illallah derse, canını ve malını meşru gerekçeler müstesna benden korur, hesabı Allah'a kalmıştır.''

 

Hadis mütevatirdir. [iv]

 

“Nasıl ki tenzili üzere savaştıysam…” Yani savaş ne üzere? İnsanların lâ ilâhe illallah sözünü söylemeleri üzere savaştım. Yani bu hadis diğer hadiste geçen tenzilin manasını açıklamaktadır. Tenzil nedir? İnsanların lâ ilâhe illallah sözünü söylemeleridir. Ey Allah'ın Resûlü! İnsanlar ‘‘Lâ ilâhe illallah'' diyecek olurlarsa ne olur? ‘‘Kim, lâ ilâhe illallah derse, canını ve malını meşru gerekçeler müstesna benden korur.''

 

Lütfen dikkat ediniz. “Ona iman ederek mi söylemesi gerekiyor?” sorusunun cevabı şudur: “İman ederek söylemesi zorunlu değildir. İster kalbinde iman taşıyarak söylesin isterse kalbinde böyle bir şey bulunmasın.”

 

Bir kimse Seyyidim “lâ ilâhe illallah deyinceye kadar”ın anlamı “lâ ilâhe illallah'a iman edinceye kadardır'' diyebilir.

 

El-cevap: Hadisin sonunda bir karine var ki bu böyle bir olasılığı kaldırıyor: “Hesabı Allah'a kalmıştır.”   

           

İman, bâtın, kalbin inanıp inanmaması merhalesi, kalbe imanın dahil olup olmaması konularında Hz. Resûlullah “Ben bu merhaleden sorumlu değilim” diyor. Bu konu ile ilgili hadisler çoktur.

 

Bir başka hadisi sunalım. Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular:

 

“Ben insanlar Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü olduğuna tanıklık edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Eğer bunu yerine getirecek olurlarsa meşru gerekçeler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları da Allah'a kalmıştır.” [v]

 

Seyyidim “bu hadiste ‘teşhedu / şehadet edinceye kadar' ifadesi geçmektedir. Dolayısıyla bu imanî boyutla bağlantılıdır. Kalbî boyutla alakalıdır'' diyerek itiraz edebilir. Ben buna kendim cevap vermek istemiyorum ve bir âyeti kanıt olarak kullanacağım.

 

اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۢ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُۜ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَكَاذِبُونَۚ / Münafıklar sana geldiklerinde, ‘‘Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah'ın elçisisin'' derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler. [vi]

 

Münafıkların söyledikleri “Senin Allah Resûlü olduğuna tanıklık ederiz” şeklindeki sözleri doğrudur. Âyetin sonunda “yeşhedu” (tanıklık eder) kelimesi geçiyor. Demek ki bir kimsenin “eşhedu en lâ ilâhe ilallah” diye tanıklıkta bulunması bu şehadetinin onun imanına delalet etmesi zorunlu değildir.

 

Bazen münafık olduğu halde tanıklıkta bulunabilir. Ben bu sözü söyleyenlerin tümünü kastetmiyorum. Âyetin ifadeleri açık. Öyleyse kelime-i şehadeti söyleyen ve şehadet getiren bir kimsenin kalbinin iman etmesi gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Hatta küfrünü gizleyip Müslümanmış gibi görünebilir. Evet, kişi namaz kılabilir ama beri taraftan falan filan kötü şeyleri de yapabilir. Hesapları Allah'a kalmıştır. Yani ben onların bâtınlarından sorumlu değilim. Ben ancak zahirden, görünenden ve şehadet sözünü söylemelerinden mesulüm. Bu rivayeti Buhârî tahric etmiştir.

 

Üçüncü rivayet: Bu rivayet ise Müslim tarafından tahric edilmiştir.

 

Ben insanlar lâ ilâhe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Eğer lâ ilâhe illallah diyecek olurlarsa meşru gerekçeler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları da Allah'a kalmıştır.

 

Bütün hadisler bu şekilde bitmektedir. Yani iman iddiasında sadık mı yoksa yalancı mı bunu bilemem. Bana düşen İslam'ın zahirine göre hükmetmektir.

 

Sunucu: Yahut bilse dahi sorumluluğu…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Bu da önemli bir nükte. Hz. Resûlullah (s.a.a.) münafıkları tek tek bilmekteydi. Ancak onlara bâtınlarına ve hakikatlerine göre muamele etmezdi.

 

Sizler de gördüğünüz gibi Kur'ân-ı Kerim bu hakikati açık bir şekilde beyan etmektedir.  Her ne kadar geciktiysek de bu hakikat vuzuha kavuştu.

 

Geliniz bir başka âyete bakalım. Hucurât Sûresi'nin 14. âyeti.

 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ/ A'rab (bedevîler), ‘‘İman ettik'' dediler. Şunu söyle: "Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, biz Müslüman olduk deyiniz. Bununla beraber Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” [vii]

 

Âyette geçen “a'rab” kimlerdir? Allah'ın dinine bölük bölük giren kimselerdir. إذا جاء نصر الله والفتح ورأيت الناس يدخلون في دين الله أفواجا / Allah'ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde ve insanların akın akın Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde…”[viii] Bunlar inandık diyen kimselerdir. Kur'ân-ı Kerim, yüce edebiyle Resûlullah'a diyor ki onlara de ki “Henüz iman gönüllerinize yerleşmemiştir.” Tabii bu edep boyutlu bir ifadedir. Aslında bu ifade “Siz yalancısınız ve hangi delille bunu söylüyorsunuz?” demektir. Bakınız, aynı sûrenin 17. âyetinde Allah-u Teâlâ ne buyuruyor: بل الله يمن عليكم أن هداكم للإيمان إن كنتم صادقين / Eğer dürüst iseniz, asıl sizin için iman yolunu açarak O size lütufta bulunmuştur.”[ix] Yani bu iddianız…

 

Sunucu: Eğer sizler doğru kimselerseniz o sizlere lütufta bulundu. Öyleyse nasıl oluyor da yalan söylüyorsunuz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Dilinize sağlık. Sizler sadık insanlarsanız bu haliniz neyin nesi? Sizler sadık değilsiniz yani yalancısınız. Eğer sizler sadık insanlar olsaydınız başa kakmaya kalkışmazdınız. 

 

Sunucu: Tabii edebe riayet ederek…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kur'ân ‘‘sen yalancısın'' demiyor. İşte bu Kur'ân'ın edebi ve ahlakı! Ancakولكن قولوا أسلمنا / Biz Müslüman olduk deyiniz.” Bu İslam Allah katında makbul müdür, değil midir? Muhakkikler ve büyük müfessirlerden bir gruba göre bu İslam makbul değildir. Çünkü bu İslam makbul olsaydı Allah-u Teâlâ قولوا أسلمنا /Müslüman olduk deyiniz” yerine “أسلمتم / Müslüman oldunuz / boyun eğdiniz” derdi. En azından bu kadarında sadık olunuz, Müslüman olduğunuza dair bir iddianız var ve bu iddianızda sadık olunuz, derdi. “İman henüz kalbinize yerleşmedi.” Öyleyse iman ile İslam ayrı ayrı olgulardır. Hz. Resûlullah (s.a.a.) insanların İslam'ı kabul etmeleriyle memur idi. Bu ise iman edip etmemelerinden daha geneldir. Hiç kuşkusuz Muhacirler ve Ensar'dan teslim olan geniş bir kitlenin Müslümanlıklarının yanında iman edip imanda da üstün derecelere yükseldiği bir hakikattir. Hz. Resûlullah'ın yanındakiler Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn'de savaşan Muhacir ve Ensar'ın öncü grubuydu. Ancak Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) etrafında bulunanların tümü bu şekilde değildi. Bu hususu bu âyete dayanarak söylüyoruz.

 

Allâme Alûsî, Rûhu'l-Meânî adlı eserinde bu âyetin tefsirinde şöyle der:

 

De ki siz iman etmediniz, onların iman davalarını tekzib et. Bunun açıklaması şöyledir: Sözün bu şekilde sevk edilmesinin amacı, onların imanlarını başa kakmalarını kınamak içindir. Çünkü ilk olarak onlarda iman olgusu bulunmamaktadır. İkinci olarak da eğer doğru söylüyorlarsa onlar kendilerine lütfedilen kimselerdir.[x]

 

Diyor ki ilk olarak onları kına. Zira onların kalplerinde iman yoktur.

 

Sunucu: İddiacısı olduğunuz bu meta sahtedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İkinci olarak eğer kalbinizde iman varsa bu Allah'ın size lütfudur. Yani onlar lütufta bulunmuş değiller ve sadık da değiller.

 

Sunucu: Bunlar kesinlikle sahâbedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki. Bu söz Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) “onlara de ki” diyor.

 

Sunucu: Öyleyse bu da sahâbenin adaleti nazariyesini çürütmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sahâbenin tümünün adil ve en üst derecelerde olduğu ve hepsinin cennet ehli olduğu iddiasını çürütüyor. Bu, Kur'ân âyetlerinin sarih ifadesidir.

 

Sunucu: Bunların iman etmedikleri anlaşılıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İman etmedikleri. Bunlar asıl konuya giriş kabilinden bilgilerdir. Asıl kanıt ve tanıklar ileride gelecektir.

 

Allâme Alûsî konunun sonunda şöyle diyor:

 

Sanki şöyle denmiş gibidir: ‘‘De ki siz henüz iman etmediniz.'' Öyleyse yalan söylemeyin. Ancak Müslüman olduk deyin ki sözünüzde doğruluk makamına erişesiniz, her ne kadar iman ve tasdik makamlarını kaçırmışsanız da. [xi]

 

Yani en azından sözünüzde sadık kimseler olunuz.

 

Sunucu: Diyor ki “Ben kâfirim” de.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, hayır ben kâfirim deme. Ben Müslümanım de ki iddianızda doğru sözlü olasınız. Niçin her sözünüzde yalan söylüyorsunuz? Kendinize saygınız olsun. Ben müminim deme, ben Müslümanım deme, ki bu iddia doğrudur.

 

Sunucu: Çünkü gaybe iman etmiyorlar. Eğer gaybe iman etmiş olsalardı Allah kalplerin içindeki bildiğinden onları doğrulardı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Allah kalplerdekileri bilir ve Resûlüne haber verir.

 

Bu açıklama ile şu husus bütün çıplaklığı ile vuzuha kavuştu. Kur'ân âyetleri ve mütevatir rivayetler gereğince Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu merhaledeki görevi Müslüman olduğunu izhar eden kimsenin malını ve kanını koruma altına almak, İslam'ın hükümlerini izhar etmek ve kişinin hesabını Allah'a bırakmaktır.

 

İnşallah ileride şu konuyu ele alacağız. Ama şimdi icmalen değinmek istiyorum. İmam Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) döneminde on binlerce Müslüman neden İmam'ın karşısında durdular ve onunla savaştılar?

 

Sunucu: Kendi imamlarıyla savaştılar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmamlarıyla ve veliyy-i emirleriyle savaştılar. Hz. Resûlullah'ın O'nun savaşı benim savaşım, O'nun barışı benim barışımdır, dediği kimseyle savaştılar. “Kim Ali'yi (a.s.) severse beni sevmiş olur, kim Ali'ye (a.s.) buğzederse bana buğzetmiş olur. Ali ile savaşan benimle savaşmış olur, benimle savaşan ise Allah ile savaşmıştır.” dediği biriyle savaştılar. Böyle bir şey nasıl mümkün olur?

 

El-cevap: O Müslümanların birçoğu hakikatte imanın henüz kalplerine yerleşmediği kimseler idiler. Kim bundan istifade etmiştir? Bazı sahâbîler ve sahâbenin ileri gelenleri onları hakikat karşısında aldattılar. “Seyyidim onları aldattılar, ifadesi sizin ifadenizdir ve ağır kaçmaktadır.” diye bir itiraz gelebilir.

 

Ben diyorum ki Ehl-i Sünnet'in bazı büyük âlimlerinin ifadelerini aktaracağım. Muhammed Sıddık Hasan Han'ın er-Ravdatü'n-Nediyye adlı eserinden bir pasaj okuyacağım.

 

[ALİ İLE SAVAŞAN KİMSENİN HÜKMÜNÜN BEYANI]

 

Hz. Ali (kv.) ile savaşan kimse hakkındaki söze gelince, hiç kuşkusuz her zaman ve her yerde hak O'nun tarafındaydı. Talha, Zübeyr ve onların yanında yer alanlara gelince kuşkusuz bunlar başlangıçta Hz. Ali'ye biat etmiştiler. Sonra da haksızlık yaparak biatlerini bozdular ve Müslümanların ordusundan ayrıldılar. Ali'nin (a.s.) onlarla savaşması vacipti. Hâricîlerle savaşmasına gelince ise bu konuda da herhangi bir kuşku yoktur. Mütevatir hadisler onların dinden çıktıklarına açıkça delalet etmektedir.[xii]

 

Bu sözler bana ait değil.

 

Bu konu ileride etraflıca gelecektir. Ancak şu anda bir giriş kabilinden aktarıyorum.

 

Bir kimse ‘‘İmam Ali bütün yerlerde haklı idi'' sözüne, karşı tarafta Talha ve Zübeyr gibiler varken nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsun diye itirazda bulunabilir.

 

Sunucu: Müminlerin Annesi bulunuyorken…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hâricîler konusuna gelince, Hâricîler Allah'tan başka ilahın olduğuna ve Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna tanıklık etmiyorlar mıydı? Bunların içinden çıktıkları din neydi? Bunlar dinin zahirinden mi çıktılar yoksa dinin hakikatinden mi? Bunlar namaz, oruç, Kur'ân ezberi ve kıraati ehli idiler. İleride onlardan da bahsedeceğiz. 

 

Sunucu: Sayın Seyyid müsaadenizle bir şeyi ifade etmek istiyorum. Riyad'da basılan bu eserdeki ifadeleri Ehl-i Beyt Mezhebinin yazarlarından birisi söyleseydi ne olurdu?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Onu binlerce töhmetin altında bırakırlardı. Dahası var, devamında şöyle diyor:

 

Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıktılar. Sıffîn ehline gelince ise onların bağilikleri açıktır. Bu konuda hiçbir şey olmasa dahi Hz. Peygamber'in Ammâr'a söylediği ‘‘Ey Ammâr! Seni bağî bir topluluk öldürecektir'' buyruğu isteneni elde etmek için yeterlidir. Beri taraftan Muâviye Hz. Ali'ye muhalefet edecek ve O'nun karşısında durabilecek evsafta da değildir. Muâviye liderliği ve dünyayı talep etmişti. [xiii]

 

Sıffîn ehlinin başında vahiy kâtibi Muâviye b. Ebî Süfyân bulunmaktaydı. Onların ifadesine göre Müminlerin Emiri!

 

Muâviye ile İmam Ali, gökyüzündeki yıldız ile yerdeki toprak gibidir. Biri nerede diğeri nerede!

 

Muâviye'yi ileride ele alacağız. Muâviye böyle bir şeyi nasıl yapabildi? Karşısında ise Allah Resûlü'nün “Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğzeder” buyurduğu Ali b. Ebî Tâlib bulunmaktaydı.

 

Benim için asıl önemli olan yazarın şu cümlesidir:

 

“Onların arasında ne marufu bilen ne de bir münkere karşı çıkan, konuşmaktan dahi aciz bir topluluk da bulunmaktaydı. Muâviye, Osmân'ın kanını talep etme bahanesiyle bunları kandırmıştı.” [xiv]

 

Yani “henüz kalplerine iman yerleşmedi.” İşte bu, onun bu büyüklükte bir orduyu nasıl toplayabildiğini açıklamaktadır.

 

Sunucu: Muâviye ve Muâviye benzeri kimseler için verimli bir arazi…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Cemel, Sıffîn ve Nehrevân gibi olayların yaşanması için verimli bir zaman dilimiydi.

 

İşte “müminlerin emiri ve vahiy kâtibi” (!) onları aldatmış! Bu aldatma sözü bana ait değildir.

 

Devamında şöyle diyordu:

 

Onların kanlarını ve mallarını kendisi için harcıyordu. Onlar da ona karşı o derece bağlıydılar ki Hz. Ali Irak ehline şöyle demek zorunda kalmıştı: “Sizlerden onunu verip Şam ehlinden bir kişiyi almaya razıyım!” Şam'ın avam halkının böyle bir tavır göstermesine şaşırmamak gerekir. Asıl ilginç olan nokta dindar, basiret ehli olan bazı kimselerin ve hatta sahâbenin ve bazı faziletli tâbiîlerin ona meyletmeleriydi. [xv]

 

Sunucu: Tabii günümüzdeki Şam halkına karşı saygımız sonsuzdur. Sözlerimiz Muâviye'nin ordusunda bulunanlar içindir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki. O dönemden günümüze gelinceye kadar Muâviye'yi “Müminlerin Emiri” diyerek savunanlara şaşırmak gerekir.

 

Devamında şöyle der:

 

‘‘Ah keşke bir bilebilseydim! Bu meselede size ne karmakarışık geldi ki bâtıl ehline yardımcı oldunuz da hak ehlini yardımsız bıraktınız. Allah-u Teâlâ'nın “Eğer müminlerden iki grup birbiriyle savaşırsa hemen aralarını düzeltin; ikisinden biri diğerinin hakkına tecavüz etmiş olursa -Allah'ın emrine geri dönünceye kadar- haksızlığa sapanlara karşı savaşın; dönerlerse aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayın ve herkese hakkını verin.”[xvi] buyruğunu da dinlemişlerdi oysa![xvii]

 

Sunucu: Bu da onlar hakkında hüsnüzan besleyenlerdendir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Eserin mualliki ise İbn Teymiyye'nin metoduna bağlıdır. Bakınız, bu cümlelere nasıl not düşüyor. Defalarca belirttiğimiz gibi Ehl-i Sünnet Okulu ile Emevîci din anlayışı veya Vehhabîlik birbirinden farklıdır.

 

Sunucu: Lütfen muhakkik ve muallikin ismini tekrar eder misiniz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Eseri tahkik eden Muhammed Subhî b. Hasan Hallâk'tır. Bu eser Riyad'da basılmıştır.

 

Sunucu: Şimdi okunacak açıklama muhakkike aittir.

 

Seyyid Kemal Haydarî:Şârih içinden çıkamayacağı bir çıkmaza düşmüştür. Sahâbeden ne istiyorsun?” [xviii]

 

Sunucu: Yani sahâbe unvanı geçiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Mukaddes bir unvan. Yani biz İmamlar, İmam Ali ve çocuklarının ismini anınca bunlar diyorlar ki onları niçin takdis ediyor ve yüceltiyorsunuz? Ama konu sahâbe olunca hiç kimsenin eleştiri yapma hakkı kalmaz!

 

Ortada tarihî, kesin bir olay var. Ama hiç kimsenin bu konuda herhangi bir söz söyleme yetkisi yok. Yazar ‘‘Ey kardeşim bir tahkik yazmak istiyorum ve bu neticeye ulaşıyorum'' diyor. Muhakkik ise ‘‘Hayır, asla! Burası dinî maarif manzumesinde aşılması mümkün olmayan kırmızıçizgidir'' diyor. Bizim Okulumuzda Ehl-i Beyt'in bereketiyle dinî maarifte herhangi bir kırmızıçizgi bulunmamaktadır.

 

Eserin muhakkiki devamında şöyle der:

 

Allah kendi nefsinin takdirini bilen kimseye rahmet eylesin. Hazır olan bir kimse orada bulunmayan bir kimsenin görmediğini görür. Bunlar öyle fitnelerdir ki halim bir insan dahi kendi kendisini kaybeder. Akıllı insan ne yapacağını bilemez. Muâviye ile birlikte olanların mazeretinin ne olduğunu bilemiyoruz. İnsaf ehlini basit, hor ve hakir gören Şiî acemlere galebe çalan şey bu şârihe (yazara) de galebe çalmıştır. Eldeki kanıtlar Ali'nin haklı olduğunu göstermektedir. [xix]

 

Bu insan, kendi sınırlarını aşmaz. Muhakkik, mazeretler ve bahaneler üretmeye başlar.

 

Yani bu olaylar fitnedir. Hz. Ali de fitne ashabıdır. En azından fitnenin bir tarafında yer almaktadır.  Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisine yüklediği sorumluluğu yani tevil üzere savaş sorumluluğunu yerine getiren Hz. Ali'yi fitnenin bir tarafı görmek!

 

Muâviye'nin, Talha, Zübeyr, Ömer ve Ebû Bekir'in saygınlığının korunması için Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) soru işareti koymak! “Tulekâ”dan olan Muâviye'ye varıncaya kadar hepsinin saygınlığını korumak adına Hz. Resûlullah'ı zan altında bırakmak istemek!

 

Sunucu: Amr b. el-Âs'a dek…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Muhakkike göre Muâviye'nin muhakkak bir mazereti vardı.

 

Lütfen dikkat ediniz. Hak ve hakikati savunan bir kimseyi, bir televizyon kanalını veya bir yazarı gördüğüklerinde…

 

Sunucu: Hemen Fars ve Acem oluyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İlk olarak Fars ve Acem, ikinci olarak da Râfızî ve Şiî oluyor.

 

Muhakkik bütün bu açıklamalar için adres olarak İbn Teymiyye'nin Akîdetü'l-Vâsıtiyye'sini (s. 25) veriyor. Öyleyse bu açıklamalar da aslında muhakkikin değil İbn Teymiyye'nin sözleridir.

 

Başka bir eserde de bu hakikat daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Söz konusu eserden iki üç cümle okuyacağım.

 

Bu mübarek âyet ve Hz. Resûlullah'ın bu sözü İslam dairesini genişletmektedir. Bunların kalplerine imanın yerleşip yerleşmediğini göz ardı etmek istiyorum. Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) yerine getirdiği bu sorumluluğun tashih edilmesi gerekiyor.

 

Ebü'l-Fûtuh et-Telidî'nin, el-Envârü'l-Bâhire adlı eserinden bir pasaj aktarmak istiyorum.

 

Nevevî Şerhü Müslim'de şöyle der:

 

Âlimler derler ki bu hadis Hz. Ali'nin hak üzere ve diğer grubun bağiler olduğuna dair açık bir kanıttır. Ancak karşı taraf müçtehittir ve onlar için herhangi bir günah söz konusu değildir. [xx]

 

Nevevî'nin söz konusu ettiği hadis ‘‘Seni bağî bir topluluk öldürecektir!'' rivayetidir. Ancak Nevevî'ye göre Muâviye ve taraftarları birer hüccettir.

 

Bakınız, Ehl-i Sünnet âlimlerinden et-Telidî buna nasıl not düşüyor:

 

Ben derim ki durum O'nun (Nevevî) dediği gibidir. Ancak iman ehlinin ve hak taliplerinin kalplerini oldukça meşgul eden ve çözülmesi gereken bir problem vardır ki Ehl-i Sünnet nezdinde bu soruna bir çözüm bulamadım. Şöyle ki bir grup bağî bir topluluk olduğu halde nasıl olur da onlar için ictihad ecri bulunacak ve bu yaptıklarından dolayı günahları olmayacak? Hem de tüm bunlar Ali'nin haklılığının, onların da Ammâr'ı öldürmeleri nedeniyle hata ve bağîliklerinin açığa çıkmış olmasına rağmen gerçekleşecek! [xxi]

 

Yani Muâviye ve taraftarları bağîdir.

 

Yani diyor ki bizim cevaplandırılması gereken bir sorumuz var. Gerçekten bu soru oldukça yerinde bir sorudur. Şöyle ki bunlar bağî iseler bunlara müçtehid payesini vermek Allah Resûlü'ne taandır. 

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) “bağî” ifadesi yerine “bu grup ictihad etmiş ve ictihadında yanılmıştır” diyebilirdi. Resûlullah (s.a.a.) bunları bağî olarak nitelendirmekte, ancak bu yorumu yapanlar Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) ve bu mütevatir hadise taan etmektedirler. İnşallah bu konu da ileride gelecektir. Bunlar Amr b. el-Âs'ın, Muâviye'nin, birçok kirli işlere bulaşan ve Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sünnetine muhalefet eden bu insanların saygınlığını korumak adına Hz. Resûlullah'a (a.s.) taan etmektedirler.

 

Bakınız eserin bir başka yerinde ne söylemektedir:

 

Bunlara rağmen onların tümü Hz. Ali ve Ehl-i Beyt düşmanlığı hususunda ısrar etmiş, minberlerinde Ali'ye lanet etmişlerdir. Hatta bu lanet etme olayı O'nun vefatından sonra da devam etmiştir. Böyle bir şeyi ictihatla nasıl bağdaştıracağız? [xxii]

 

Yani yaptığı ictihad olsaydı böyle davranmazlardı. Sistematik bir şekilde İmam Ali (a.s.) düşmanlığını devam ettirmişlerdir. Bu hususta bütün araç ve unsurları da kullanmışlardır.  

 

Sunucu: Eğer ictihad olup hata olsaydı bu sadece bir vakıa ile sınırlı olurdu. Yetmiş sene devam etmezdi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Devamında şöyle diyor:

 

Ehl-i ilmin ve hak ehlinin bu probleme zorlamaya gitmeyerek, tarafgirlikle hareket etmeden net bir çözüm getirmesini ve bu soruya bir cevap bulmalarını ümit ediyoruz. Hepimiz Ehl-i Sünnet'teniz ve hak talibiyiz. Râfızî ve Gulat-ı Şia'dan değiliz.[xxiii]

 

Yazarın bahis konusu ettiği sorun şudur: İctihad ettiler, yanıldılar ve ecre nail oldular problemi. 

 

Sunucu: Bana daha fazlasını yüklemeyin.

 

Seyyid Kemal Haydarî: “Bu sözü söylemekle sen doğrudan Acem, Râfızî ve Şiî oldun!” itirazına cevap vermeye çalışıyor.

 

Defalarca belirttik. Ehl-i Sünnet'in metodu ve mantığını ve onların Ehl-i Beyt sevgisini birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Biz şu mantığa karşıyız: Bazı televizyon kanalları, internet siteleri ve bazı cahiller bütün Müslümanları aynı kefeye koyup hepsini Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) düşmanı gibi görmektedirler. Bizler işte bu mantığa karşıyız ve bu mantıkla problemliyiz. Böyle bir bakış açısının temeli de bulunmamaktadır. Ehl-i Sünnet'in geneli Hz. Ali'yi ve Ehl-i Beyt'i sever. Bu eser de bunun delilidir. Bizim asıl problemimiz Emevîci din anlayışı ve tekfirci cenah iledir… Sıffin'de yapacaklarını yapan, ondan sonra onlarca yıl Ali'ye (a.s.) lanet eden kimselerledir. 

 

Şimdi son sorumu sorayım. Bütün bunlar nasıl gerçekleşti? Âyet-i kerime şöyle buyuruyor:

 

A'rab (bedevîler), "İman ettik" dediler. Şunu söyle: "Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, biz Müslüman olduk-teslim olduk deyin.'' [xxiv]

 

Bunların tümünün münafık olduğunu iddia etmiyorum. Hayır, kastımız şudur: İman bunların kalplerinde tam yer etmedi ve onlar bir şey de biliyor değillerdi. Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ “Boyun eğmelerini sana bir iyilik yapmış gibi gösteriyorlar. Onlara şöyle de: Teslim olmanızı bana yapılmış bir iyilik saymayın!” [xxv] buyurmaktadır.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Siz değerli izleyicilere de teşekkürlerimizi takdim ediyoruz. Bir sonraki programda görüşmek üzere. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 17, s. 105, Hadis No: 32745, Tahkik: Muhammed Avvâme, Müessesetü Ulûmi'l-Kur'an.

[ii] A.g.e., a.g.y.

[iii] Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 5, s. 641.

[iv] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 1, s. 764, Hadis No: 407.

[v] A.g.e., c. 1, s. 767, Hadis No: 408.

[vi] Münâfıkûn, 1.

[vii] Hucurât, 14.

[viii] Nasr, 1-2.

[ix] Hucurât, 17.

[x] Alûsî, Ruhu'l-Meânî, c. 25, s. 403.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] Muhammed Sıddık Hasan Han el-Kanucî el-Buhâri, er-Ravdatü'n-Nediyye Şerhü'd-Düreri'l-Behiyye, c. 2, s. 726, Tahkik: Muhammed Subhî Hasan Hallak, Mektebetü'l-Kevsser, Riyad.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] A.g.e., a.g.y.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] Hucurât, 9.

[xvii] A.g.e., a.g.y.

[xviii] A.g.e., a.g.y.

[xix] A.g.e., a.g.y.

[xx] Ebü'l-Fûtuh et-Telîdî, el-Envârü'l-Behiyye bi Fadâili Ehli'l-Beyti'n-Nebeviyy ve'z-Zürriyeti't-Tâhire, s. 71, Mektebetü'l-İmâm eş-Şâfiî, Dârü İbn Hazm.

[xxi] A.g.e., a.g.y.

[xxii] A.g.e., s. 72.

[xxiii] A.g.e., a.g.y.

[xxiv] Hucurât, 14.

[xxv] Hucurât, 17.