Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (5)

Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (5)
Hz. Nebiyy-i Ekrem’in (s.a.a.) bu yeryüzü âleminde dünyaya gelmesinden önce bir de semada viladeti söz konusudur. O bu dünya ve mülk âleminde Nebilerin ve Resûllerin sonuncusu ve Hâtem’i iken sema âleminde ilk yaratılan mahlûktur. Hz. Resûlullah “Ey Cabir! İlk yaratılan şey Peygamberinizin nurudur” buyurmaktadır.

 

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli konuğumuz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e de hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, diyorum. Saygıdeğer Seyyid, önceki bölümlerde Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan Tevil Hadisi çerçevesinde birçok konuya değindiniz. Acaba önceki dört programda değinilen konuların bir özetini sunmanız mümkün mü?  

      

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Ben de kendi payıma sadece İslam âlemi için değil bütün beşeriyet için Kur'ân-ı Kerim'in âlemlere rahmet olarak tanıttığı Zât'ın doğumunu tebrik ediyorum. Aslında ben bu akşam Hz. Resûl-u Azam'ın melekûtî viladetini ele almak istiyorum. Genellikle Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) mülkî viladetleri ele alınır. İşte Hz. Peygamber (s.a.a.) falanca tarihte, filanca günde dünyaya geldi, denilir. Ancak Hz. Nebiyy-i Ekrem'in (s.a.a.) bu yeryüzü âleminde dünyaya gelmesinden önce bir de semada viladeti söz konusudur. O bu dünya ve mülk âleminde Nebilerin ve Resûllerin sonuncusu ve Hâtem'i iken sema âleminde ilk yaratılan mahlûktur. Hz. Resûlullah “Ey Cabir! İlk yaratılan şey Peygamberinizin nurudur” buyurmaktadır. O âlemde hiçbir kimse O'ndan önce yaratılmış değildir. Sahih ve muteber rivayetlere göre Câbir, Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) “Ey Allah'ın Resûlü! Allah-u Teâlâ'nın ilk yarattığı şey nedir?” diye sorunca Resûlullah (s.a.a.) şöyle karşılık verdi: “Ey Cabir! Allah'ın ilk yarattığı şey Peygamberinizin nurudur. Sonra bütün hayırları da O'ndan yarattı.”

 

İmkân âleminin bütün unsurları O'nun nurundan yaratılmıştır. Tabii Hz. Resûlullah'ın maddi cesedinden veya unsurî varlığından değil. Çünkü O'nun maddi bedeni zaman bakımından mahlûkatın diğer birçok unsurundan sonra yaratılmıştır. “Allah-u Teâlâ her şeyi Peygamberinizin nurundan yaratmıştır.” Tabii bu âlem, madde âlemi değildir. Bu âlem; nur, envar, mana ve melekût âlemleridir. Dilediğiniz ismi kullanabilirsiniz. Kur'ân-ı Kerim Mülk Sûresi'nin hemen girişinde بيده الملك / Mülk O'nun elindedir” buyurmaktadır. Ancak Yâsîn Sûresi'nin sonunda ise سبحان الذي بيده ملكوت كل شيء / Her şeyin egemenliği kendi elinde olan Allah bütün eksikliklerden uzaktır”[i] buyurmaktadır. Öyleyse âlem; mülk ve melekût olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Âlemlerin bu iki yönünü, bu iki neşeti, Kur'ân-ı Kerim'in deyimi ile mülk ve melekût âlemlerini birbirinden ayırt edemezsek Hz. Resûlullah'ın mülki doğumu ile melekûti doğumlarını birbirinden ayırt edemeyiz. Dolayısıyla da hakikatler ve dinî maarif açısından birçok hata içerisine ve büyük yanılgılara düşeriz. Meseleleri de birbirinden ayırt edemez ve anlayamayız. Yani Hz. Resûlullah'ın melekût âleminde ilk yaratılan varlık olduğunu ispat edecek olursak tabiatı ile imkân âleminin her bir noktasında bir feyz vasıtası olduğunu da ortaya koymuş oluruz. Bu konu üzerinde gereğince durmayı ve bu hususta başarıya ulaşmayı Allah-u Teâlâ'dan istiyoruz. Bu durumda Hz. Peygamber için Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan ‘‘O Müslümanların ilkiydi'' ifadesi de vuzuha kavuşacaktır. Biz biliyoruz ki Kur'ân-ı Kerim diğer Nebiler ve Resûller hakkında “mine'l-müslimin / Müslümanlardan idi” ifadesini kullanmaktadır. Ancak Kur'ân-ı Kerim Hz. Resûlullah (s.a.a.) için bir veya iki yerde “evvelü'l-müslimin / Müslümanların ilki” ifadesini kullanmaktadır.

 

Soru: Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Resûlullah (s.a.a.) için ifade edilen bu evvellik ne türdendir? Açıktır ki bu ilklik kendi ümmeti arasındaki ilklik değildir. Çünkü her Peygamber kendi ümmeti arasında ilk Müslümandır. Bu ilklik zamansal açıdan da değildir. Çünkü Hz. Âdem de (a.s.) peygamber idi ve Allah'a teslim olmuştu. Öyleyse bu ilk Müslüman olan anlamında değildir. Hz. İbrahim örneği de aynı şekilde böyledir. Kur'ân-ı Kerim İbrahim'in (a.s.) diliyle “O sizi Müslüman olarak isimlendirdi.” demektedir. Hz. İbrahim (a.s.) hakkında dahi “İbrahim Müslümanlardan idi.” demektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, Hâtemü'l-Enbiya'ya gelince “Evvelü'l-müslimin / Müslümanların ilki” ifadesini kullanmaktadır. Bu ilklik, madde ve mülk âlemine göre değil de mana ve melekût âlemine göredir.

 

Bundan dolayı aziz dostlardan bu hakikatin üzerinde durabilmem ve bu iki varlığı yani Hz. Peygamber'in mülk ve melekûtî varlıkların hükümlerini gereğince anlatabilmem için bana dua etmelerini istiyorum. O'nun bu mülkî ve melekûtî varlığı nasıl oluyor da bütün nebi, vasî ve velilerin feyiz kaynağı olabiliyor? Yani bütün nebi, vasi ve veliler Allah'ın izniyle Hâtemü'l-Enbiya vasıtasıyla feyiz almaktadırlar. Aslında bu hâtemiyet konusu üzerinde çokça durmayı hak etmektedir. Ancak vaktimiz sınırlı olduğundan ve konuların birbirinden kopmalarını istemediğimden bu mevzuya giremeyeceğim.

 

Üstad Ala'nın sorusuna geçelim. Önceki programların bir özeti...

 

Aziz dostlarım, önceki programlarda şu hususlara ulaştık.

 

İlk nokta: Dinin tevil ve tenzil olmak üzere iki boyutu vardır. Bunda herhangi bir kuşku da bulunmamaktadır. Âl-i İmrân Sûresi'nin yedinci âyeti zaten bunu ispat etmektedir. Rivayetler de dinin bir tenzil ve tevil boyutunun olduğunu ispat etmektedir. Hangi delil ile? Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) كما يقاتلكم على تأويله كما قوتلتم على تنزيله / Sizinle Kur'ân'ın tenzili üzere savaşıldığı gibi O da sizinle Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır” buyruğu ile.

 

Öyleyse dinin iki boyutu vardır: tenzil ve tevil. Bu, Kur'ân ve rivayetler açısından sabittir.

 

İkinci nokta: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) dönemi tenzil dönemidir. O'ndan sonraki dönem ise tevil dönemidir. Önceki programlarda okuduğumuz rivayetler açısından da bu husus vuzuha kavuşmuştu.

 

Üçüncü nokta: Belki de bu konu programlarımızın mihverini oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.a.) Kureyş ile tenzil, İmam Ali de (a.s.) tevil üzere savaşmakla emrolunmuştu.

 

Şimdi bazı dostlar ‘‘Seyyidim bunu da nereden çıkardınız?'' diyebilir. Hemen cevabını verelim. Doktor Abdülazîz el-Hamidî'nin el-Münâfıkûn fi'l-Kur'ân adlı eserine bakalım.

 

Bu zat bizim önceki programlarda işaret ettiğimiz hususları eserin son iki veya üç sayfasında özetlemiştir. Bakınız ne diyor:

 

TENZİL ASRINDA YAŞAYAN MÜNAFIKLARIN AKIBETİ [ii]

 

Bu başlık size neyi çağrıştırıyor? Yani tevil çağında da münafıklar bulunmaktaydı.

 

Sunucu: Bir de tenzil ve tevil çağının olduğunu çağrıştırıyor. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Tenzil çağı, Hz. Peygamber'in çağıdır. Tevil çağı da Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki dönemdir.  Hz. Resûlullah (s.a.a.) nasıl ki onlarla tenzil üzere savaşmakla görevli idiyse İmam Ali de (a.s.) onlarla tevil üzere savaşmakla memurdu. İşte önceki programlarda bu konu üzerinde durmuştuk. Şu anda da bunu pekiştiriyoruz. Nasıl ki tenzil döneminde münafıkların varlığı bir hakikat ise aynı şekilde tevil döneminde de münafıkların varlığı bir hakikattir. İşte bu dönemde münafıklarla savaşmak İmam Ali'nin göreviydi. Bir başka boyutuyla tekrarlayalım: Nasıl ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) tenzil döneminde savaşmak, İslam'ı ortaya koymak ve münafıklardan İslam'ı korumakla görevli idiyse İmam Ali de (a.s.) tevil döneminde savaşmak ve İslam'ı münafıklardan korumakla görevliydi. İşte esas hakikat de budur. Ben öyle düşünüyorum ki artık konunun özüne yaklaşmış bulunuyoruz.

 

Sunucu: Bu bir iltifat değil.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Benim sözlerim de değil. Yazarın ibareleridir. Yani yazarın konuya attığı başlık bizlere şunu çağrıştırıyor. Tenzil dönemi nasıl ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) dönemi ise tevil dönemi de O'ndan sonraki dönemdir. Tenzil döneminde nasıl ki münafıkların bir türü ve grubu varsa tevil döneminde de münafıkların bir başka grubu bulunmaktadır.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) bunlarla ne üzere savaştı? Tenzil üzere savaştı. Öyleyse İmam Ali'nin (a.s.) de bunlarla tevil üzere savaşması gerekmektedir: “Sizinle nasıl tenzil üzere savaşıldıysa sizinle tevil üzere savaşacak olan…”

 

Yazar bu başlık altında şöyle diyor:

 

Yukarıda geçen açıklamalardan anladığımız üzere Medine'de münafıkların güçleri kırıldı. Medine'nin Yahudilerden temizlenmesinden sonra sayıları da giderek azaldı. Liderleri Abdullah b. Übeyy b. Selûl ölünceye kadar bu durum bu hal üzere devam etti. O ölünce onun yakmış olduğu ateş de söndü. [iii]

 

Bu zaten ilk söylenmesi gereken şeydir. Liderin ölmesi Kur'ân-ı Kerim'in yüzlerce âyet ile üzerinde durduğu söz konusu olgu ve düzenin ölmesi anlamına gelmemektedir.

 

Sunucu: Günümüz terminolojisi ile söyleyecek olursak hâlâ uyuyan hücreler bulunmaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bundan dolayıdır ki Müminlerin Emiri Ali (a.s.) şöyle diyor:

 

Bu topluluklar Hz. Resûlullah'ın vefatından sonra siyasi iktidara yaklaştılar. Siyasi iktidarda makamlar elde ettiler ve dalalet imamlarına yaklaştılar.

 

Müminlerin Emiri bunu Nehcü'l-Belâga'da açık bir şekilde beyan etmektedir.

 

Yazar devamında şöyle diyor:

 

Yukarıda da geçtiği üzere İbn Übeyy hicretin dokuzuncu yılında öldü. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra münafıkların kayda değer herhangi bir hareket ve aktivitesi olmadı.[iv]

 

Yani İbn Übeyy'in ölümünden sonra Hz. Resûlullah (s.a.a.) bir veya iki yıl yaşadı. Bir başka ifadeyle Hz. Resûlullah (s.a.a.) vefat ettiğinde İslam toplumunun derinlerinde nifak bulunmaktaydı.

 

Yazarın münafıkların aktivitelerinin olmadığına ilişkin yargısına katılamamaktayız. Aksine bir hareketleri mevcuttu, ancak bunu başka bir şekilde yürütmeye başlamışlardı. İşte ben buna tevil döneminin münafıkları diyorum. Bu dönemin nifak aktivitesi ve münafıkları tenzil dönemininkinden farklıdır.

 

Peki en önemli farklar nelerdir?

 

En önemli fark şudur: Tenzil döneminde münafıklar İslam'ın kökünü kazımak için İslam'ın karşısında duruyorlardı. Ancak tevil döneminin münafıkları İslam'ın karşısında durabilme gücüne sahip değildiler. Çünkü Kur'ân'ın da buyurduğu gibi insanlar Allah'ın dinine bölük bölük girmekte idiler. Öyleyse yapacakları şey, İslam'ın içini boşaltmaktı.

 

Sunucu: Yani yumuşak savaş.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Düşünsel, inançsal, siyasi ve ilkeler savaşı. Ta ilk günden bu konuları ele almaya başlarken şöyle demiştik: Sizlere Emevîci din anlayışının ilkelerini sunmaya çalışacağız. Emevîci İslam anlayışının en önemli ilkeleri nelerdir, bu konunun üzerinde duracağız. Önceki bölümlerde kısmen işaret etmiştik. İlerleyen bölümlerde bunu etraflıca ele alacağız. Bu İslam anlayışının en önemli öğretisi ve çabası, İslam'ın hakiki muhtevasının içini boşaltmaktır.

 

Sunucu: Cahilî değer yargılarına geri dönüş.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kur'ân-ı Kerim “Peygamber ölür veya öldürülürse topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz” buyuruyor. Bu ne tür bir inkılap, geri dönüştür? Bu asla irtidad değildir. İslam'ın zâhiri olduğu gibi ortadadır. İslam'dan geriye isim ve şekilden başka bir şey kalmadı. İçerik ve hakikatine gelince…

 

İşte buradan bakınca veraset, ısırıcı meliklik, Hz. Resûlullah'ın çocuklarının öldürülmesi, fesat, despotluk, ilahî değer yargılarının ortadan kaldırılmaya çalışılması, günahların açıktan işlenmesi meselelerini görüp anlamlandırabiliyoruz.

 

Sunucu: Kabile ve aile hâkimiyetini.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte bütün bunlar Hz. Resûlullah'ın vefatından sonra ortaya çıkan bu İslam anlayışı ile başladı. İlk tohumları o zaman atıldı. Ancak atılan bu tohumlar Emevilerin lideri Muâviye'nin eliyle kuvvet ve güç kazandı.

 

İşte İmam Ali'nin savaşlarının önemi buradan kaynaklanıyor. “İmam Ali'nin (a.s.) savaşları”, başlığımız bu olsun. Detaylarını ileride sunacağız. O'nun savaşları aslında İslam'ın içinin boşaltılmasını engelleme savaşıdır. O'nun görevi bu idi. Bu görevi de O'na Hz. Resûlullah (s.a.a.) vermişti. Resûlullah (s.a.a.) O'na “Sizinle tenzil üzere savaşıldığı gibi O sizinle tevil üzere savaşacaktır” buyurmuştu. Defalarca da belirttiğimiz gibi bu cümlenin geniş ve önemli anlamları bulunmaktadır.

 

Önceki programlarda işaret ettiğimiz dördüncü husus şuydu: Resûlullah'ın (s.a.a.) kendileriyle tenzil üzere savaştığı Kureyş ile İmam Ali de (a.s.) tevil üzere savaşacaktır.

 

Sunucu: Sizinle savaşıldığı gibi…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bunlar Müslüman, mümin ve hakiki sahâbî iseler ve İslam'a vefanın ve İslamî ilkelere bağlılığın en üst derecelerinde bulunmaktalarsa neden Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib bunlarla tevil üzere savaşmakla emrolunsun ki?

 

Önceki programlarda ele aldığımız konuların özetini tek bir cümle ile söyleyelim: Resûlullah'ın tenzil üzere savaştığı kimselerle İmam Ali (a.s.) tevil üzere savaşacaktır!   

 

Sunucu: Hz. Peygamber'in sözlerinde geçen tenzil ve tevilden murat nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben bu önsözün anlaşıldığı kanaatindeyim. Ancak bu sunduklarımıza yönelik delil sunmamız gerekiyor. Bu hakikatin delili nedir?

 

Azizlerim, bu hadiste geçen tevili anlamadığımız müddetçe Sadr-ı İslam'da meydana gelen olayları anlamamız da mümkün değildir.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid bu karışıklık ve problem günümüze kadar devam etmektedir. Dün programa bağlanan arkadaş onları, ‘‘kendi aralarında savaşan Allah'ın şehitleri'' olarak nitelendirdi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Kendi aralarında savaşıyorlardı. Bu savaşta on binlerce Müslüman öldürüldü. Bunlar Müslüman ve sahâbî idiler. Her iki ordunun başında da sahâbenin ileri gelenleri bulunmaktaydı. Bu tarafta Ali b. Ebî Tâlib, yüzlerce sahâbî, Bedir Savaşı'na katılanlar ve Rıdvan Biati'nde bulunanlar bulunmaktaydı. Beri tarafta ise Talha, Zübeyr ve Aişe yer alıyordu. Diğer savaşta da onların vahiy kâtibi diye isimlendirdiği Muâviye, Amr b. el-Âs ve Ebû Mûsâ el-Eşarî vb kimseler mevcuttu.

 

Sunucu: Yani bu bulmaca çözülmezse…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öyle hayretler, şaşkınlıklar ve belirsizlikler içinde kalırız ki... Birileri de ‘‘Bunlar iki siyasî grup arasındaki savaşları andırmaktadır, taraflar siyasî dürtülerle birbirleriyle savaşmışlardır'' derler.

 

Sunucu: Meseleyi basit gösterme uğraşı içine girerler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece meseleyi basit gösterme çabası da değil. Aynı zamanda sahâbeye taan da söz konusudur. Çünkü bu bakış açısına göre sahâbe dünyalık için savaşmış oluyor. Dünyevi bir şey için nasıl savaşırlar? Sizler ‘‘Onlar Allah'ın yeryüzündeki şahitleridir'' demiyor musunuz?

 

Sunucu: Tabii bu ifade telefona bağlanan kardeşe aitti.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Bu şahitler nasıl olur da yok olup gidecek dünyevî bir sulta ve iktidar için savaşır ve on binlerce insanı boğazlarlar? Bizler bugün kâfirlerin ve zalimlerin böyle davrandıklarını ve bu davranışlarının gayr-ı insani olduğunu söylemiyor muyuz?

 

Sunucu: Garip olan şu ki onların ne üzere ve niçin savaştıklarını ümmetin sorma hakkının bulunmadığını da söylüyor. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: İnşallah uygun bir zamanda bunu cevaplandıracağım.

 

Azizlerim, ben meselenin önemli olduğunu düşünüyorum. Değerli izleyicilere söz verelim. İnşallah uygun bir zamanda Ridde Savaşlarının da üzerinde duracağım. Bu savaşların hakikati nedir? Hakikatte bunlar İslam'dan mı dönmüşlerdir? Birinci halifeye bir imtiyaz tanıyorlar. Yoksa bu olayların başka boyutları mı bulunmaktadır?

 

Şimdi benim amacım ve önemsediğim husus şudur: Emevîci din anlayışı, İmam Ali (a.s.) ile diğerleri arasında vuku bulan Cemel ve Sıffin Savaşlarını sulta ve iktidar mücadelesi olarak gösterme çabası içindedir.

 

İşte Muâviye bunu tesis etmeye çalışmış ve bunun teorik temellerini de Emevî din anlayışının şeyhi İbn Teymiyye ortaya koymuştur.  Bilgiden yoksun olan bazı kimseler ise şu anda onlara tâbi olmaktadırlar. Hakikat talibi olan dostlara bizi takip etmelerini tavsiye ediyorum.

 

Azizlerim, kanaatimce hadiste de geçtiği üzere İmam Ali (a.s.) tevil üzere savaşmıştır. Tevilden murat nedir? İlk önce cevabı bir kelime ile söyleyip sonra da detayını sunalım.

 

El-cevap: İmam Ali (a.s.) insanlarla iman ve İslam'ın bâtını üzere savaşmakla emrolunmuştur. Nitekim Hz. Resûlullah (s.a.a.) insanlarla İslam'ın zâhiri üzere savaşmakla emrolunmuştu. İslam'ın bir zâhiri bir de bâtını bulunmaktadır. Seyyidim bu taksimi neye dayanarak yaptınız, diye sorabilirsiniz. Değerli izleyiciler bu taksim bana ait değildir. Bu mesele çerçevesinde konuşan herkes bu ayrıma gitmiştir.

 

İşte karşımızda İbn Kayyım el-Cevziyye'nin el-Fevâid adlı eseri. Yazar şöyle diyor:

 

İmanın hem zâhiri ve hem de bâtını bulunur. Zâhiri; dilin ikrarı ve azaların amel etmesidir. Bâtını ise kalbin tasdik etmesi, teslim olması ve sevmesidir. Bâtını olmayana zâhiri fayda vermez. Her ne kadar kişi, kanının akıtılmasından kurtulsa, malı ve zürriyeti korunsa da... [v]

 

İmanın zâhir ve bâtın olarak ayrımı ifadesi isabetli değildir. Doğru olan imanın değil, İslam'ın zâhir ve bâtın olarak ikiye ayrıldığıdır.

 

İslam'ın bir zâhiri vardır ki bu, kelime-i şehadet ve amel etmektir. ‘‘Bâtını olmayana zâhir fayda vermez'' şeklindeki ifade son derece doğru bir ifadedir.

 

Zâhirin kişinin mal ve onurunu koruduğu da doğrudur. Ancak bu zâhirin faydası kişinin zâhirin doğruluğuna inanması halinde etkisini gösterir. 

 

Pasajın da belirttiği gibi zâhiri olmayan bâtın da yeterli değildir. Yani namaz kılmayan, haccetmeyen kişinin ‘‘ben müminim'' demesi de yeterli değildir. Esasında böyle bir imanın kıymeti de bulunmamaktadır. 

 

Eserin bir başka yerinde ise şöyle der:

 

Dolayısıyla zâhiren işlenen her İslâmî şey, kişiyi bâtınen iman hakikatlerine götürecek değildir. Bâtınen imana kavuşmaması durumunda hâli iyi sayılmaz. Buna ek olarak, kişiyi zâhiren İslâm kanunlarına sokmayan her bâtınî hakikat de -ne olursa olsun- fayda vermez.. [vi]

 

Pasaja göre İslam'ın zâhiri imanın bâtını ile bir arada bulunmazsa hiçbir kıymete sahip olmaz. İbn Kayyım el-Cevziyye'nin ibarelerinden de anlaşıldığı üzere İslam'ın bir zâhiri bir de bâtını vardır. Zâhiri, kelime-i şehadet ve organlarla amel etmektir. Bâtını ise kalbin bir şeye inanmasıdır. Deyim yerindeyse bâtın, kalbin ikrarı ve kalbî imandır.

 

Burası kesin. Ben inanıyorum ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) İmam Ali'ye (a.s.) “Ben nasıl ki onlarla tenzil üzere savaştıysam veya onlarla tenzil üzere savaşıldıysa sen de onlarla tevil üzere savaşacaksın.” buyruğunda geçen tevilden murat, bâtındır.

 

Çok güzel. Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Sizinle tevil üzere savaşacaktır.” buyurdu.

 

Sunucu: Sizinle dediği kimseler o toplumun ileri gelenleriydi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kendi sahâbesi… “Sizinle tevil üzere savaşacak.” Yani İslam'ın bâtını ve İslam'ın hakiki muhtevası için sahte bir İslam'a karşı sizinle savaşacak.

 

‘‘Seyyidim, bu ictihâdlar mücadelesidir'' diyecek olursanız ben ‘‘asla'' derim. Onlar bunun bir sapma olduğunu bilmiyorlar mıydı? İşte Ali b. Ebî Tâlib'in belirttiği ve Hz. Resûlullah'ın açıklayıp vurguladığı husus budur.

 

Benim kanaatime göre buradaki tevil üzere savaştan murat, ‘‘İslam'ın bâtını üzere savaşmak''tır.

 

Ey kardeşim, şöyle bir soru sorma hakkına sahipsin ki bu aynı zamanda bu programımızın ana konusudur: Resûlullah'ın (s.a.a.) bu hadisinde geçen tevilden muradın bâtın olduğuna dair delil nedir? Hangi delile dayanarak böyle bir iddiada bulunuyorsunuz? Gerçekten bizim bu yorumumuz bir delile ihtiyaç duymaktadır.

 

Aziz kardeşlerim için Kur'ân'dan bir delil arz edeceğim. Kur'ânî delilden daha üstün delil mi olur?

 

Kur'ân âyetleri açık ve net bir şekilde Kıyamet Günü'nün, dinin tevil günü olduğunu söylemektedir. Yani Kur'ân dinin bir tevilinin olduğunu söylemektedir. Peki, bu tevil ne zaman tahakkuk edecektir? İşte o da Kıyamet Günü'nde. Her şey Kıyamet Günü'nde açığa çıkacaktır. Kur'ân'ın ifadesiyle “Sırların ortaya döküleceği gün”, yani bâtınların ortaya çıkacağı gün…

 

Kur'ân A'râf Sûresi'nin 53. âyetinde şöyle buyuruyor:

 

هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا تَأْو۪يلَهُۜ يَوْمَ يَأْت۪ي تَأْو۪يلُهُ يَقُولُ الَّذ۪ينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّۚ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَٓاءَ فَيَشْفَعُوا لَـنَٓا اَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ قَدْ خَسِرُٓوا اَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ۟

 

“Onun tevilinden başka bir şey mi bekliyorlar? Onun tevilinin geldiği gün, önceden onu yok sayanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiştir. Keşke bizim şefaatçilerimiz olsa da bize şefaat etseler veya (dünyaya) geri döndürülsek de yapmış olduğumuz amelleri başka türlü yapsak! Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de (putlar) kendilerinden uzaklaşıp kayboldu.”[vii]

 

Bu âyette geçen يَنْظُرُونَ / bakıyorlar mı” kelimesinin anlamı ينتظرون / bekliyorlar mı”dır.

 

يوم يأتي تأويله / onun tevilinin geldiği gün” bölümünde geçen onun kelimesindeki zamirin mercii bir önceki âyette geçen kitaptır.

 

Âyete göre bu kitabın tevili bir gün gelecektir. Evet, onlar o günü unutmuş gibi görünecek veya arkalarına atmış olacaklardır. Fakat o gün, hakikati bütün çıplaklığı ile göreceklerdir. Görüldüğü gibi bu âyet Kıyamet Günü'nü ‘‘tevil günü'' olarak isimlendirmektedir.

 

Bir kimse bana “Seyyidim bu, sizin âyeti tefsirinizdir” diyerek itirazda bulunabilir. Biz de hızlıca müfessirlere bir bakalım, onlar ne diyorlar?

 

Tefsîrü't-Taberî'ye bir bakalım. Taberî bu âyetin tefsirinde İbn Abbâs'tan şöyle nakleder:

 

“Onun tevilinin geldiği gün…” Tevilinin geldiği gün, yani Kıyamet Günü.[viii]

 

İkinci kaynağa geçelim. İbnü'l-Cevzî'nin Zâdü'l-Mesîr adlı tefsiri. Bu âyetin tefsirinde şöyle der:

 

İbn Abbâs, “Tevilinin geldiği gün, Kıyamet Günü'dür'' der. [ix]

 

Bu müfessirlerden birisi de Kurtubî'dir. Allâme Kurtubî el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde şöyle der:

 

‘‘Tevilinin geldiği gün” yani, Kıyamet Gününde bildirilen akıbetlerinin görülüp ortaya çıkacağı vakit, anlamındadır. [x]

 

Bu manaya en güzel ve açık bir şekilde işaret edenlerden birisi el-Mîzân'ın müellifi Allâme Tabâtabâî'dir. Ben her iki ekolün de müfessirlerine işaret etmek istiyorum.

 

“Yani Kıyamet Günü gerçek ortaya çıktığı zaman o günü hesap dışı bırakanlar, peygamberlerin getirdikleri ve uymalarını istedikleri hükümlerin gerçek olduğunu ve yeniden diriltilip yaptıkları işlerin karşılıklarını görecekleri yolundaki uyarılarının doğru olduğunu anlarlar.”[xi]

 

Öyleyse A'râf Sûresi'ndeki bu âyette geçen tevilden murat Kıyamet Günü'dür.

 

Kur'ân Kıyamet Günü'nü ‘‘tevil günü'' olarak isimlendirmektedir.

 

Bir başka âyete geçelim. Yunus Sûresi'nin 39. ‘âyeti:

 

بَلْ كَذَّبُوا بِمَا لَمْ يُح۪يطُوا بِعِلْمِه۪ وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْو۪يلُهُۜ كَذٰلِكَ كَذَّبَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِم۪ينَ / İşin gerçeği şu ki onlar, mahiyetini bilemedikleri ve henüz kendilerine tevili gelmemiş şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de işte böyle yalan saymışlardı; ama bak zalimlerin sonu nice oldu!”

 

Resûllleri ve Hz. Peygamber'i (s.a.a.) yalanlayanlar…

 

Sunucu: Öyleyse onlar âyeti hakiki anlamıyla anlamamış ve tevil etmemişlerdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Onun hakikatini ve hakiki muhtevasını anlamamışlar ve iman etmemişler.

 

Allâme Tabâtabâî, el-Mîzân tefsirinde şöyle der:

 

O hâlde, ‘‘Oysa onun (Kıyamet Günü'ndeki) tevili henüz kendilerine gelmemiştir'' ifadesi, şu âyetin de teyit ettiği gibi Kıyamet Günü'ne işaret ediyor: ‘‘Onlar, ille de onun somut yorumunu mu (tevilini) bekliyorlar? Onun somut yorumu ortaya çıktığı gün onu vaktiyle unutmuş olanlar, 'Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdi. Şimdi bize şefaat edecek aracılarımız var mı veya işlemiş olduğumuz kötülüklerden farklı işler yapmak üzere tekrar geri döndürülür müyüz?' derler. (A'râf, 53)''[xii]

 

Gerçi bu hususa bütün müfessirler işaret etmişlerdir.

 

Öyleyse Kur'ân âyetlerinin sarih ifadesi bize Kıyamet Günü'nün tevil günü olduğunu açıklıyor.

 

Bu açıklamalarla şu noktaya vardık: Bu konular matematik gibidir. Zincirin halkalarından birisini kaçırdıysanız konuyu anlamanız güçleşmektedir.

 

Kur'ân-ı Kerim, Kıyamet Günü'nü tevil günü olarak isimlendirmektedir. Kur'ân'a müracaat ettiğimizde Kıyamet Günü'nü bu âlemin bâtını olarak isimlendirdiğini görmekteyiz. Öyleyse bâtın nedir?

 

Sunucu: “Sırların ortaya saçıldığı gün.”

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kademe kademe ilerleyelim. Bu konuların matematik gibi olduğunu belirttik. Yani bu öncüller şu sonuçları doğurmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de baktığımızda Kıyamet Günü'nün tevil günü olarak tanımlandığını gördük. Bir başka yerde de Kıyamet gününü bu âlemin bâtını olarak isimlendirmektedir. Öyleyse tevil bâtının ta kendisidir. Bir denklem gibi.

 

Sunucu: Lütfen kimse bizi bâtınîlikle itham etmesin.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Asla. Kur'ân bizzat bu lafzı kullanmaktadır.

 

Seyyidim Kıyamet Günü'nün bâtın olduğuna hangi ayetler delalet etmektedir?

 

Uzatmadan sadece iki âyete işaret edeceğim. İlk âyet, Tarık Sûresi'nin 9. âyeti;

 

يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ / Bütün sırların ortaya döküleceği gün.” [xiii]

 

Bu âyetten önce Allah-u Teâlâ اِنَّهُ عَلٰى رَجْعِه۪ لَقَادِرٌۜ/ Şüphesiz Allah onu (öldükten sonra) tekrar yaratmaya elbette kadirdir” buyurmaktadır. Bu âyette geçen ‘‘rücu/dönüş'' Kıyamet Günü'ne dönüştür. Zaten Kur'ân-ı Kerim “Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz” buyurmaktadır. İşte bu rücuda (dönüşte) bütün sırlar zâhir olacaktır. Yani bu âlemde sır ve bâtın olan şey, o âlemde zâhir olacaktır. Öyleyse Kıyamet Günü bu dünya hayatına oranla bâtın günüdür. Sırlar günü ise zâhir gününün -ki bu dünya günüdür- mukabilidir.

 

Bu manaya bütün müfessirler işaret etmişlerdir. İbn Kesîr bunlardandır. O, bu âyetin tefsirinde şöyle der:

 

‘‘İkinci kavil ise şöyledir: Muhakkak ki Allah Teâlâ, bu atılıp dökülen sudan yaratılmış insanı yeniden döndürmeye kadirdir. Yani yeniden var edip âhiret diyarında diriltmeye kadirdir... ‘O gün, sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır.' Sırların denendiği, yoklanıp açığa çıktığı gizlinin açık, saklının görülür olduğu kıyamet gününde.”[xiv]

 

İbn Kayyım el-Cevziyye'nin et-Tibyân adlı tefsirinde şöyle dediğini görüyoruz:

 

Dördüncüsü; fiilin zarfla takyit edilmesidir. Bunun da örneği “يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ / Bütün sırların ortaya döküleceği gün” âyetidir. Bugün Kıyamet Günü'dür. Yani Allah-u Teâlâ o gün onu kendisine diri olarak döndürmeye kadirdir. [xv]

 

Eserin bir başka yerinde ise şöyle der:

 

والسرائر /es-Serair” serire/gizli kelimesinin çoğuludur. Bunlar da kul ile Allah arasında kulun zâhirinde ve bâtınında olan şeylerdir. İşte iman da kulun sırlarındandır.[xvi]

 

Yani Kıyamet Günü'nde müminse imanı zâhir olacaktır.

 

Bir kimse bize şöyle diyerek itirazda bulunabilir: Seyyidim sizin delil olarak ortaya koyduğunuz bu âyette Allah Kıyamet Günü'nü bâtın günü olarak isimlendirmektedir. Bâtın gününün tevil olduğu da açık değildir. Bu manaya daha açık bir şekilde işaret eden başka bir âyet var mı?

 

Aziz dostlarım, Rum Sûresi'nin 7. âyetine bir bakalım:

 

يَعْلَمُونَ ظَاهِراً مِنَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۚ وَهُمْ عَنِ الْاٰخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ / Onlar dünya hayatının zâhirini (sadece görünen yüzünü) kısmen bilirler, âhiret hakkında ise tamamen gaflet içindedirler.”[xvii]

 

Bu âyet görüldüğü gibi dünyayı zâhir olarak nitelendirmektedir. Bu zâhirin mukabilinde ise bâtın vardır. Öyleyse ahiret hayatı bâtındır.

 

Allâme Alûsî'nin de aralarında bulunduğu bir grup müfessir bu hususa işaret etmişlerdir.

 

Allâme Alûsî Rûhu'l-Meânî adlı tefsirinde şöyle der:

 

Her hâlükârda bu âyette geçen zâhirden murat bâtının mukabili olan zâhirdir.[xviii]

 

Her ne şekilde tefsir edersen et, âyete göre ahiret bâtındır. Öyleyse Kur'ân ahireti, bâtın olarak isimlendirmektedir.

 

Bu ibarelerden daha açığını arz edelim. Seyyid Tabâtabâî el-Mîzân adlı tefsirinde şöyle der:

 

“Zâhiren kelimesinin belirsiz olarak getirilmesi tahkir içindir. Dünya hayatının zâhiri dünya hayatının bâtınının mukabilidir.”[xix]

 

Dünya hayatın bâtını ise ahirettir.

 

Kur'ân-ı Kerim bir yerde Kıyamet Gününü tevil günü olarak isimlendirmektedir. Başka bir yerde ise bâtın günü olarak. Buna göre tevil bâtındır.

 

Sunucu: Öyleyse Kıyametin isimlerinden birisi bâtın ve tevildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani bâtın olan şeylerin ortaya çıkmasıdır.

 

Soru: يقاتلكم على تأويله / Sizinle tevili üzere savaşacaktır” bu dinin bâtını üzere sizinle savaşacaktır, demektir. Bu dinin bâtını demek de bu dinin ve imanın hakikati demektir.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) şeksiz şüphesiz Kureyş ile İslam'ın zâhiri üzere savaştı. İslam'ın bâtını üzere savaşma görevi de Müminlerin Emiri Ali'ye tevdi edildi.

 

‘‘Ben sizinle Kur'ân'ın tenzili üzere savaşıyorum'' sözü Kur'ân'ın zâhiri üzere savaşıyorum demektir. Haydi, Lâ ilâhe illallah deyin, demektir.

 

Müslüman olduktan sonra Kur'ân'a, Allah'ın ve Hz. Resûlullah'ın atadığı kişiye geliniz. O size Kur'ân'ın nasıl okunacağını gösterecek, bu dinin hakikatini açıklayacaktır. En azından bu dinin anlaşılması noktasında düşüncelerinizi O'na takdim edin. Bizler kesinlikle dinde içtihada karşı değiliz. Ancak Hz. Resûlullah'ın sözü karşısında bazı sahâbenin aykırı görüşler serdetmesi ve aykırı davranışlarda bulunması ictihâd değil tahriftir ve dinde bidattir.

 

Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) “gözümde diken, boğazımda kemik var” diyerek sabretmiştir. Ancak O, İslam'ın içinin boşaltıldığını ve hakiki muhtevasını yitirmeye başladığını görünce… 

 

Sunucu: Onların sonraki merhalelere geçtiğini görünce

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sapmanın ileri boyutlara vardığını görünce Emevîlerin ve bu günahkâr hanenin icra ettiği savaşlar… Emin olunuz ki İmam Ali'nin (a.s.) kılıcı olmasaydı İslam'dan geriye hiçbir şey kalmazdı. Çünkü Emevîler onca enformasyon, mal, kudret, yönetimle İslam'dan geriye sadece isim ve kabuktan başka bir şey bırakmazlardı. İşte Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra İmam Ali'nin omuzlarına yüklenen temel vazife budur.

 

Sunucu: Hz. Ali bir örneklik sundu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hakikaten bu örneklik olmasaydı biz hak örneğin ne olduğunu bilemezdik.

 

Açık, net ve tek bir cümle ile söylemeye çalışalım. Hz. Resûlullah (s.a.a.) insanlarla onlar İslam'a bölük bölük girinceye kadar savaştı. “Allah'ın yardım ve fetih geldiğinde insanları…” Ancak bu İslam dinine giren kimseler hakkında ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurdular:

 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ / Bedevîler), "İman ettik" dediler. Şunu söyle: "Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, biz Müslüman olduk deyiniz.”[xx]

 

İşte bunlar sapkın ve saptırıcı eğilimlere sahip olanların kendilerinden yararlanmaya çalıştıkları çobansız deve sürüsü gibi olan kimselerdir. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ‘‘O, onları cennete çağırır, onlar da onu cehennem ateşine çağırır'' ifadesinin ne anlama geldiğinin üzerinde duracağız.

 

Sunucu: Ammâr hadisi…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konuyu ileride ele alacağız.

 

Sunucu: Kureyş'e ve Ammâr'a ne oluyor? O onları cennete davet etmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bundan dolayıdır ki Ammâr şöyle diyor:

 

Ben sizinle Kur'ân'ın tevili üzere savaşıyorum.

 

Ammâr, Sıffin'de ne istediğini biliyordu. O temel bir meseleden dolayı savaştığını da biliyordu. Abdullah b. Ömer gibi gelgiti ilim ehli olduğu iddia edilen bazı gelgitli kimseler ‘‘Bu bir fitnedir, bize hak ve bâtılı birbirinden ayırt eden bir kılıç verin ki savaşalım”, diyorlardı. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Sizinle tenzil üzere savaşıldığı gibi O da Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır” sözü size yetmiyor mu? Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Kim Ali'ye itaat ederse bana itaat etmiş olur, Ali'ye isyan eden bana isyan etmiştir” demedi mi?

 

Sunucu: Ammâr'ın kılıcı hak ve bâtılı birbirinden ayırt edebiliyordu aslında!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ama Abdullah b. Ömer'in kılıcı bunu yapamıyordu. Bu öyle bir uğursuzluktur ki sonraları gidip Ümeyyeoğullarına biat edecektir.

 

Sunucu: Uzattıkları ayaklarına hem de!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, onun kıymeti bu kadar! Bundan dolayı pişman olmuştur. İleride aziz dostlara bazı pasajlar okuyacağız. Aişe, İmam Ali'ye (a.s.) karşı savaştığından dolayı pişman olmuş, deyim yerindeyse Cemel Savaşı'nın arkasında başka ellerin olduğunun farkına varmıştır.

 

Evet, görüntü itibariyle İmam Ali'nin (a.s.) karşısında Hz. Peygamber'in eşi bulunmaktadır. Kim Hz. Peygamber'in eşi ile savaşabilir ki? Gerçi bundan sonra pişman olmuş ama ne fayda! Sonuçta her iki taraftan da binlerce insan öldürülmüştür.

 

Bize şöyle bir soru yöneltilebilir. Seyyidim, ulaştığınız bu sonuca Müminlerin Emiri Nehcü'l-Belâga'da işaret etmiş midir?

 

Sunucu: Yerinde bir soru

 

Seyyid Kemal Haydarî: Siz bir analiz yaptınız.

 

Sunucu: İmam Ali'den (a.s.) bahsettiniz. Peki, İmam Ali'nin (a.s.) kendisi bu savaşlar hakkında ne diyor?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, İmam Ali'nin kendisi Cemel ve Sıffin Savaşları hakkında ne diyor? Azizlerim, bu savaşlarda İmam Ali'nin (a.s.) rolünün açığa çıkabilmesi için bu hadisler, tarihi eserler ve olaylardan hareketle bir okuma ve bir analiz yaptım. Bu savaşlar olmasaydı İslam'dan geriye hiçbir şey kalmayacaktı, dedim.

 

Bir kimse ‘‘Seyyidim birinci halifenin fetihleri nereye gitti?'' diyerek itirazda bulunabilir. Ben şu an İmam Ali dönemini ele alıyorum. İmam Ali'den önceki dönemi şu anlık rafa kaldıralım.

 

Sunucu: Esasında İmam Ali'nin görevi İslam'ın niteliğini ortaya koymaktır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Geliniz, Ali b. Ebî Tâlib'in Cemel ve Sıffin Savaşları hakkında neler söylediğine ve bu savaşları nasıl değerlendirdiğine bir bakalım. Çünkü bazı televizyon kanalları birkaç yıldır ‘‘Ali b. Ebî Tâlib, onların Müslüman ve mümin olduklarını ve aralarındaki ayrılığın siyasî bir ayrılık olduğunu kabul etmiştir'' demeye çalışıyorlar.

 

İşte önümüzde Nehcü'l-Belâga,  Hz. Ali Cemel Savaşı hakkında şöyle buyurmaktadır:

 

Bir kadının ordusu ve bir hayvanın tâbileri idiniz. Devesi öfkeyle bağırınca icabet ettiniz, boğazlanınca da kaçtınız.[xxi]

 

Sizin komutanınız bir deveydi. Komutanı deve olan bir ordunun ve askerlerin hali acaba nice olur!

 

Bakınız, Ezher'in büyük imamlarından Muhammed Abduh bu sözlerin şerhinde ne diyor:

 

Savaş şiddetlendi. Basralıların lideri bir deveydi. O deve için her iki taraftan da birçok insan öldürüldü. Onun dizginini Kureyş'ten yetmiş kişi tutmuştur. Bunlar hiçbirisi kurtulamadı. Savaş devenin boğazlanmasıyla Ali'nin lehine sona erdi. Bu savaşta Talha ve Zübeyr öldürüldü. Cemel Ashabından da on yedi bin kişi öldürüldü.[xxii]

 

Ne kadar büyük bir trajedi! Allah kalbine saadet versin ey Ali! Ey Müminlerin Emiri! Sen onların hakkı bilmediklerini görmekteydin. Ben onların tümünün hakkı tanıdıklarını sanmıyorum. Sadece baştakiler biliyordu.

 

İmam Ali (a.s.) devamında şöyle buyuruyor:

 

“Ahlakınız düşük, ahdiniz ayrılık, dininiz nifak…”[xxiii]

 

İmam ‘‘ahdiniz ayrılık'' demekle Talha ve Zübeyr'e ve onların biatlerine işaret ediyor.

 

Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib bunların İslam sancağını kaldırdıklarını biliyordu. Ancak bunların taşıdığı sancak İslam'ın bâtını mıydı?

 

Sunucu: Nifak seviyesine düşmüşlerdi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Lütfen dikkat ediniz. Kimse bize “Seyyidim sahâbî, cennetle müjdelenen ve Allah'ın şehidi olan bu kimseler…” diyerek itirazda bulunmasın. Biraz sabrediniz lütfen, bu konunun sonunda bunu da açıklayacağım.

 

Sunucu: Bu da sahâbî.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Azizlerim İmam Ali'nin Sıffîn Savaşı hakkındaki ifadeleri daha açık. Çünkü bu savaşta ortalık oldukça bulanıklaşmıştı. Cemel Savaşı'nda Emeviler ve gizli eller diğerlerini harekete geçirmiş ve onları kullanmıştı. Yani bir vekâlet savaşıydı. Temelinde ise Muâviye yer almaktaydı. Ancak vekâlet savaşının herhangi bir yararının olmadığını görünce doğrudan kendileri bu savaşın içine girdiler. Coğrafyamızda son yirmi, otuz yıl içinde mülahaza ettiğimiz savaşlar da bu türdendir.

 

Bakınız, Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Sıffîn Savaşı hakkında ne buyuruyor:

 

Sıffin ehliyle arasında geçen olayları içeren ve tüm beldelere yazıp gönderdiği mektup:

 

İlk işimiz Şam halkından bir toplulukla karşılaşmamız oldu. Zâhirde Rabbimiz, Nebimiz birdi, İslam'daki davetimiz de birdi. Biz onlardan Allah'a imanlarının ve Resûlullah'ı tasdiklerinin artmasını istemiyorduk, onlar da bizden böyle bir şey istemiyorlardı.[xxiv]

 

Hz. Resûlullah'ın sözleriyle İmam Ali'nin onlarla tevil üzere savaştığını ispat ettik.

 

Mektubun girişinde İmam Ali ‘‘Şam ehliyle aramızda birtakım çatışmalar oldu'' diyor. İnşallah Sıffîn Savaşı'nı ileride ele alırız. Lütfen, sabrediniz. Lütfen, İmam Ali'nin dakik ifadelerine dikkat ediniz. “والظاهر أن ربنا واحد / Zâhirde Rabbimiz bir idi!” Allah'ın selâmı senin üzerine olsun ey beyanın İmamı!

 

Sunucu: Ama bâtında Rabbimiz…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Asla, bunlar Allah Sübhanehu ve Teâla'ya iman etmemişlerdi. Müminlerin Emiri bu savaşın hakikatlerinden bir hakikati beyan ediyor. والظاهر أن ربنا واحدٌ ونبينا واحدٌ / Zâhirde Rabbimiz de Nebimiz de birdi.” Denildiği gibi “vav” atıf harfidir. Yani pasajdaki her cümlenin başına bir zâhir kelimesini getirmeniz gerekiyor.ودعوتنا في الإسلام واحدة / Zâhirde İslam'daki davetimiz de birdi.” Hakikatte ise farklıydı…

 

Aziz dostlar, Ortadoğu coğrafyasında gördüğümüz bu karmaşalar, adına “Arap Baharı” dediğimiz bu kaos ortamı da piyonlar ve gizli ellerle bağlantılıdır! Dikkat ediniz, her ne kadar oyuncular değişse de bölgeyi sürekli elleri altında tutmaya çalışıyorlar. İnsan hakları, özgürlük, insan hakları savunuculuğu, çağdaş toplumsal yasalar adı altında şu anda İslam coğrafyasında çatışma çıkartmaktadırlar.

 

لا نستزيدهم في الإيمان بالله والتصديق برسوله ولا يستزيدوننا / Biz onlardan Allah'a imanlarının ve Resûlullah'ı tasdiklerinin artmasını istemiyorduk, zâhirde onlar da bizden böyle bir şey istemiyorlardı.”  

 

Sunucu: Günümüzde bazıları bu pasajı okuyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, ama pasajın başındaki zâhir kelimesini unutuyorlar. İmam Ali'nin hakikaten onları mümin saydığını ifade etmeye çalışıyorlar. İşin ilginç tarafı bunu söyleyenlerin, kendilerini ilim, akademi ve ihtisas ehli olarak nitelendirmeleri. Bu sunduğumuz metni okumakta ve ilk kelime olan zâhiri unutmakta ve şöyle demekteler:

 

‘‘Biz onlardan Allah'a imanlarının ve Resûlullah'ı tasdiklerinin artmasını istemiyorduk, onlar da bizden böyle bir şey istemiyorlardı.” Yani bizler ve onlar iman konusunda eşittik. Öyleyse aramızdaki savaş hilafetle ilgili bir savaştı.

 

Sunucu: İmam Ali (a.s.) aslında bu yorumu eleştiriyor, birilerinin gelip böyle bir okumada bulunacağını ve böyle sözler söyleyeceğini biliyordu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öngörü sahibiydi ve geleceği görüyordu. Bizler her iki tarafın da aktardığı sahih hadislerden hareketle Hz. Ali (a.s.) hakkında daha fazlasına da inanmaktayız.

 

Devamında şöyle diyor:

 

“İlgimiz olmadığı halde Osman'ın kanı konusunda ihtilafa düşünceye kadar iş aynıydı.”[xxv]

 

İşte asıl mesele ve konu başlığı bu. Bu başlık, günümüzdeki hürriyet, özgürlük, halkların özgürlüğü, demokrasi gibi kavramlara ne kadar da benziyor!

 

Sunucu: Kanı durdurmak!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öldürme, baskı, bölünme; hep sihirli kavramlar!

 

Sunucu: Kullanılan yöntemler hep aynı. Günümüzde de aynı oyunların oynandığını görüyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öyleyse Müminlerin Emiri açık ve net bir şekilde bizim analizini sunduğumuz hakikate işaret etmektedir.

 

Müminlerin Emiri savaşmaktan, kılıcını çekmekten başka bir çıkar yol bulamadı. Başka bir çıkış yolu yoktu. Hastalıkları tedavi etmenin en son çaresi yarayı dağlamaktır. İşte İmam Ali de yarayı dağlamakla tedavi etmek zorundaydı. Zira karşısındaki bu zevat avam veya cahil kimseler değildi ki biz onlara doğruyu gösterelim, onları bilgilendirelim ve din kaidelerini onlara öğretelim…

  

Sunucu: Gizli ellerle hareket etmekteydiler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bir projeleri vardı. Önlerine bir yol haritası koymuşlardı. Şimdi de bu coğrafya için bir proje var. Ben öyle düşünüyorum ki coğrafyamız için ortaya konan bu projeyi görmemek için kör olmak gerekir.

 

Sunucu: Yeni bir düzen kurmaya niyetliler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu coğrafyayı yeni baştan tasarlamak istiyorlar. Irak'la başladılar. Suriye, Mısır, Tunus, Yemen, Suudî Arabistan ve İran ile devam etmek istiyorlar. Ancak bu zavallılar şu Arap atasözünü unutmuşa benziyorlar. “Beyaz öküzün yendiği gün bizi de yediler!” Bazıları da onlarla yürümeye ve yol almaya, onların piyonluğunu yapmaya çalışıyorlar.

 

Sunucu: Maalesef bazı İslami hareketler de buna teşne durumdalar!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konunun detaylarına girmek istemiyorum.

 

Tek bir cümle ile belirteyim. Resûlullah'ın (s.a.a.) aslî vazifesi insanlarla tenzil üzere savaşmaktı. Yani insanların kelime-i tevhidi söylemeleri için savaşmaktı. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu görevi öyle bir şekilde yerine getirdi ki Allah'a hamd olsun şu anda bir buçuk milyar Müslüman ‘‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah'' sözünü söylüyor. Yeryüzünde bu kuvvetin karşısında durabilecek hiçbir güç bulunmamaktadır. Ancak aynı zamanda yeryüzünde Câhiliye'nin ve Emevîlerin gizli elleri etkindir. Bunlar da İslam'ı tahrif etmek istiyorlar. İşte İmam Ali'nin (a.s.) sorumluluğu bu sapmanın karşısında durmaktır.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Siz değerli Kevser TV izleyici ve dinleyicilerine de şükranlarımızı arz ediyoruz. Bir sonraki programda görüşmek üzere. Sizleri Allah'a emanet ediyorum. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Yâsîn, 83.

[ii] Dr. Abdülaziz b. Abdullah el-Hamîdî, el-Münâfıkûn fi'l-Kur'ani'l-Kerim, s. 538, Dârü Kunûzi İşbiliyye.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Fevâid, s. 124, thk: Muhammed Uzeyr Şems, Darü Alemi'l-Fevâid.

[vi] A.g.e., s. 207.

[vii] A'râf, 53.

[viii] Tefsîrü't-Taberî, c. 10, s. 242, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî.

[ix] İbnü'l-Cevzî, İbn Ali b. Muhammed el-Cevzî el-Kureşî el-Bağdâdî, Zâdü'l-Mesîr fi İlmi't-Tefsir, c. 3, s. 210, el-Mektebü'l-İslami.

[x] el-Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, c. 9, s. 236, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî.

[xi] Tabâtabâî, el-Mîzân fî Tefsîri'l-Kur'ân, c. 8, s. 138.

[xii] A.g.e., c. 10, s. 66.

[xiii] Tarık, 9.

[xiv] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azîm, c. 7, s. 538.

[xv] İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Tibyân fî Eymâni'l-Kur'ân, s. 165, thk: Abdullah b. Salim el-Bettatî.

[xvi] A.g.e., a.g.y.

[xvii] Rum, 7.

[xviii] Alûsî, Rûhu'l-Meânî, c. 20, s. 413.

[xix] el-Mîzân fi Tefsîri'l-Kur'ân, c. 16, s. 157.

[xx] Hucurât, 14.

[xxi] Nehcü'l-Belâga, c. 1, s. 45, Şerh: Muhammed Abduh, Müessesetü't-Tarîhi'l-Arabî.

[xxii] A.g.e., a.g.y.

[xxiii] A.g.e., s. 46.

[xxiv] A.g.e., s 480, 58. Mektup.

[xxv] A.g.e., a.g.y.