Kurân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (7)

Kurân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (7)
Lütfen, Müminlerin Emiri’nin “Bana ait olan iş (hilafet) için karşımda birleştiler” sözüne dikkat ediniz. Kimileri Müminlerin Emiri “Ben hilafete diğerlerinden daha çok hak sahibiyim” ifadesini nerede kullanmış ve hilafeti talep ettiğine dair bir sözü ne zaman söylemiştir, diye itiraz etmektedirler.

 

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. “Mutârahâtun fi'l-Akîde” programımızın yeni bir bölümüyle huzurlarınızdayız. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyorum. Saygıdeğer Seyyid önceki programda tenzil ve tevil çerçevesinde konuştunuz. Bu programda önceki programın bir özetini sunmanız mümkün mü?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda tevil dönemi münafıklarının gerçekleştirmek istedikleri hedefler üzerinde duracağımızı belirtmiş, tevil dönemi münafıklarının amaçlarının mahiyet olarak tenzil dönemi münafıklarının hedeflerinden farklı olduğunu açıklamıştık.

 

Tevil dönemi nifak hareketlerinin en önemli hedeflerinden biri -Müminlerin Emiri'nin Nehcü'l-Belâga'daki sözleriyle ifade edecek olursak- dalalet öncülerine yaklaşarak yönetim ve siyasi erk mevkilerine nüfuz etmek ve bundan sonra da dinin sahip olduğu değer yargılarının, inanç ve ahlaki ilkelerinin içini boşaltmaktır.

 

Tevil dönemi münafıklarını bu şekilde yorumlayan sadece bizler değiliz. Önceki bölümde de işaret ettiğimiz üzere Doktor Humeydî'nin el-Münâfıkûn fi'l-Kur'âni'l-Kerim adlı eserinde de açık bir şekilde böyle geçmektedir. O, şöyle diyor:

 

Yönetim ve hükümet merkezlerine ulaşmak için nifakı bir araç olarak kullanmak ya bazılarının müptela olduğu liderlik arzusunu tatmin etmek… yahut da çirkin ve habis emellerini gerçekleştirmek için…[i]

 

İşte bunların tehlikesi budur. Bizler tenzil döneminin münafıklarından bahsederken o dönemin münafıklarının hedefinin İslam'ın kökleşerek yayılmasının önünde durmak olduğundan bahsetmiştik. Ve sonra da din kisvesi adı altında hükümet, siyasi erk ve yönetim merkezlerini ellerinde tutmak... Asıl tehlike de budur zaten. Eğer dinî bir iddiaları olmaksızın yönetimi ele geçirselerdi problem o kadar da büyük olmazdı.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Müptela oldukları liderlik arzusunu gidermek için yahut da yıkıcı ilkelere sahip olduklarından bu kötü emellerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Bunlar İslam yurdunda yaşadıklarından nifaksız bir şekilde buna ulaşmaları mümkün görünmüyordu.

 

Hayır, muhterem yazar! Bunlar daha çok Câhiliye ashabından ve tulekâdan idiler. Açıktır ki içinde yaşadıkları toplum İslam toplumuydu. Kimsenin İslami olmayan bir unvan ve adla sultayı eline geçirmesi mümkün değildi. Arap toplumlarında insanların görüşlerini İslami ilkelere nasıl yamamaya çalıştıklarını günümüzde de görmektesiniz.

 

Buna terettüp eden sonuç nedir peki?

 

Bu olgunun yani nifak olgusunun tevil dönemindeki tehlike ve fesadı tenzil döneminin nifakından daha şiddetliydi. Çünkü tenzil döneminin nifakının karşısında durmak mümkündü. Nitekim Hz. Resûlullah (s.a.a.) buna karşı koymuştu. Ancak tevil döneminin nifakı ümmetin yönetim ve hükümet merkezlerine nüfuz ederek kavramlarını, inancını, ahlaki ilkelerini ve hükümlerini değiştirmiştir. Günümüze kadar da bu etkiler devam etmektedir. Buradan hareketle bu olgunun tehlikesini anlayabiliyoruz.

 

Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu hakikate vurgu yaptığını görebilmekteyiz.

 

Bu konu çerçevesinde kıymetli bir rivayeti aktarmak istiyorum. Ancak bu rivayet bizim kaynaklarımızda geçmektedir. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin naslarında geçip geçmediğini bilmiyorum.

 

Rivayet Kuleynî'nin Kâfî'sinden:

 

İnsanlar Ebû Cafer el-Bâkır'ın huzurunda tartışmaya başladılar. Bir bölümü ‘‘Ali'nin (a.s.) savaşları Hz. Resûlullah'ın savaşlarından daha şerliydi'', bir bölümü ise ‘‘Hz. Resûlullah'ın savaşları Ali'nin (a.s.) savaşlarından daha şerliydi'' dediler. Ebû Cafer el-Bâkır (a.s.) onların bu sözlerini işitince ‘‘Ne diyorsunuz?'' diye sordu. Onlar ‘‘Allah seni ıslah eylesin! Hz. Resûlullah'ın savaşları ile İmam Ali'nin savaşları hakkında tartışıyoruz. Kimimiz Ali'nin (a.s.) savaşlarının Hz. Resûlullah'ın savaşlarından daha şerli olduğunu söylerken kimimiz de Hz. Resûlullah'ın savaşlarının Ali'nin (a.s.) savaşlarından daha şerli olduğunu söylüyor'' dediler. Bunun üzerine Ebû Cafer el-Bâkır ‘‘Hayır, Ali'nin savaşları Hz. Resûlullah'ın savaşlarından daha şerliydi'' buyurdu.

 

Râvi der ki: ‘‘Size feda olayım! Ali'nin savaşları Hz. Resûlullah'ın savaşlarından daha mı şerliydi?'' dedim.  İmam Bâkır ‘‘Evet, sana bu konu hakkında açıklamada bulunacağım. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) savaşları İslam'ı ikrar etmeyenlerleydi. İmam Ali'nin savaşları ise başlangıçta İslam'ı ikrar edip sonradan inkâr edenlerleydi” buyurdu. [ii]

 

Hadiste geçen ‘‘şerlilik'' daha bozguncu ve kötü etkilere sahip olmak anlamındadır. Yoksa -hâşâ- ‘‘İmam Ali'nin savaşları Resûlullah'ın (s.a.a.) savaşlarından daha önemlidir'' anlamına gelmemektedir. Yani bu değerlendirme, savaşların etkileri ve sonuçları göz önüne alınarak yapılan bir değerlendirmedir. 

 

Râvinin sorusu taaccüp içerikli bir sorudur. İmam Bâkır'ın (a.s.) cevabına izleyicilerin dikkat etmelerini istiyorum. Aslında İmam Bâkır'ın cevabı, bir bakıma niçin bu tür programlar yaptığımızın da cevabıdır. Çünkü kimileri bu savaşların artık tarihin bir parçası haline geldiğini, bunları eşelemenin fazla da bir anlamı olmadığına inanmaktadır. Hayır, ey azizim! Eğer bu savaşlar tarihin bir parçası olarak kalsaydı Besus Harbi gibi cahiliye savaşlarına gitmemizin herhangi bir anlamı kalmazdı. Çünkü bu savaşların hayatımızda hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Ancak İmam Ali'nin savaşlarının etkisi günümüze dek sürmüştür.

 

Pasaja göre Hz. Resûlullah (s.a.a.) İslam'a muhalefet edenlerle, İmam Ali (a.s.) ise İslam'ın içini boşaltmak isteyenlerle savaşmıştır.

 

Sunucu: Pratik olarak oldukça zor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hem de kaç kat daha zor. Sadece etkileri devam etmekle kalmamış insanların geneline sirayet etmiştir. أقروا بالإسلام / İslam'ı ikrar edenler” yani zahiren İslam'ı ikrar eden, şehâdeteyni söyleyen ve ‘‘Biz İslam'ı savunuyoruz'' diyen, fetihler yapan, ancak bâtınen, tevilen ve hakikaten İslam'ı inkâr eden ve İslam'ın bütün içeriğini boşaltanlarladır. İşte Benî Ümeyye'nin tesis ettiği Emevî İslamı ve bu İslam'ın ilkeleri dediğimiz şey tam olarak da budur.

 

Öyleyse biz ilk olarak tenzil dönemi ile tevil döneminin nifak olgusunu birbirinden ayırt etmeliyiz. Bu iki olgunun asıl amaçlarını tanımalı ve kavramalıyız.

 

İkinci nokta da şudur, önceki programda veya programlarda İbn Ebî Şeybe'nin el-Musannef'inde geçen rivayeti okumuştuk.

 

Hz. Resûlullah şöyle buyurmaktadırlar: “Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden bir kişi de sizinle Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır.”[iii]

 

Önceki programlarda şunu belirttik. İmam Ali'nin (a.s.) Kur'ân'ın tevili üzere kendileriyle savaştığı bu kimseler Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Kur'ân'ın tenzili üzere kendileriyle savaştığı kimselerin bizzat kendileriydi. Bunlar kelime-i şehâdeti söyleyen, İslam izharında bulunan vb. kimselerdiler. Ancak işte bu kimseler İmam Ali'ye karşı sancağı yükseltenlerdi. İşte Ali b. Ebî Tâlib bunlarla savaştı. Ancak bunlarla savaşı tenzil üzere değildi. Nihayetinde bunlar Müslüman idiler, İmam Ali (a.s.) onlarla tevil üzere savaştı.

 

Peki biz كما قوتلتم على تنزيله / sizinle tenzili üzere savaşıldığı gibi” ifadesinden hangi hususlar konusunda yararlanabiliriz? Hadiste geçen teşbih ve benzetme edatı olan “kâf” harfi neyi ifade etmektedir?

 

Önceki programda Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu buyruğundan şu dört maddeyi çıkardığımızı belirtmiştik.

 

İlk madde: Nasıl ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) tenzili biliyorsa onlarla savaşan İmam Ali de (a.s.) tevili bilmekteydi ve onlarla tevil üzere savaşmaktaydı. Değilse yani tevili bilmiyorsa bu karşılaştırma ve benzetmenin hiçbir anlamı olmaz ve bu benzetme yanlış olurdu.

 

İkinci madde: Nasıl ki Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ilmi hakikate bütünüyle muvafık, gerçek bir bilgi idiyse ve bazen doğruya isabet eden ve bazen de yanılan ictihâd türünden değildiyse, İmam Ali'nin (a.s.) tevil ilmi de isabet edenin iki ve yanılanınsa bir sevap alacağı içtihadî bilgi türünden olmayıp hakikate bütünüyle uygun bir bilgiydi.

 

Aksi halde Hz. Resûlullah “Sizinle savaşıldığı gibi” demezdi. Yani önceki savaşla aynı konumdadır. Dolayısıyla O'nun tevil bilgisi Hz. Resûlullah'ın tenzil bilgisi mesabesindedir.

 

Üçüncü madde: Hz. Resûlullah (s.a.a.) nasıl ki bütün savaş, gaza ve amellerinde hak üzere idiyse İmam Ali de girişmiş olduğu Cemel, Sıffîn ve Nehrevân Savaşlarında hak ve hakikat üzere idi.

 

Dördüncü madde: En önemlisi budur. Tenzil üzere Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile savaşanlar hususunda Resûlullah'ın hak, karşı tarafın bâtıl üzere olduğunu söylüyoruz. Resûlullah'ın karşısındaki tarafın ictihâd edip sevap aldıklarını söylemiyor ve Resûlullah (s.a.a.) ile savaşanın Allah'ın azabını hak ettiğini doğruluyorsak aynı şekilde Cemel, Sıffîn ve Nehrevan Savaşlarında İmam Ali'nin (a.s.) karşısında yer alanların da cezayı hak ettiğini söyleyebiliriz.

 

Bunlar, tenzil ve tevil hadisinden elde ettiğimiz dört temel sonuçtur.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid! Pek çok kişi son madde üzerinde duraksayacaktır. Siz İmam Ali (a.s.) ile savaşan kimsenin cehennem ateşini hak ettiğini belirttiniz. Bu meselede kanıt üzere olabilmemiz için konuyu biraz daha detaylandırmanızı istirham ediyorum.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Azizlerim, bu mesele Sadr-ı İslam'da cereyan eden olayların anlaşılması için çok önemlidir. Biz Sadr-ı İslam'a ilişkin bu hakikati tam kavramadığımız müddetçe günümüzde varlığını sürdüren yöneliş, mezhep ve meşrepleri de anlayamayız. Öyleyse ‘‘tarihi yeni baştan okumamız ve Sadr-ı İslam'ı yeniden değerlendirmemiz gerekiyor'' dediğimizde şu an çevremde olup bitenleri anlamayı kastetmekteyim. 

 

Dün “Utruhâtü'l-Mehdeviyye” programına bağlanan arkadaşlardan birisi açık ve net bir şekilde…

 

Sunucu: “Emevîler tekrar Suriye'ye gelecekler” dedi…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ümeyyeoğulları bir defa daha Şam'a dönecekler. Bir başka ifadeyle bana ve benim gibilerine ‘‘Sıffîn'de Ali ile savaşanlar bir defa daha üzerinize geleceklerdir'' mesajını vermek istedi. Verdiği mesaj açıktı. Birçok delil sunmamıza gerek yok. Buradan hareketle de ‘‘Sadr-ı İslam'da cereyan eden olayları öğrenmemiz gerekiyor'' diyorum.

 

Sunucu: Zira tarih tekerrürden ibarettir. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Şimdi de tarih tekerrür ediyor. Tabii ki yeni elbiseler ve tarzlarla devam ediyor. Yoksa günümüzdeki tarihî olaylar Sadr-ı İslam'daki olayların aynısıdır.

 

Sunucu: Büyük siyasi teorisyenlerden ve düşünürlerden biri ‘‘Tarihini okumayan milletler onu yeni baştan yaşamak zorunda kalırlar'' diyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah mükâfatınızı versin!

 

Aziz dostlarım, bu gece konuyu oldukça özet geçmeye çalışacağım. Bir önceki programda olduğu gibi sonunu getiremeyeceğiz.

 

Müminlerin Emiri'nin Nehcü'l-Belâga'daki bazı açıklamalarının üzerinde durmak istiyorum. İmam Ali (a.s.) bu savaşlar hakkında genel bir perspektif verecek tarzda neler buyurmuştur?

 

Azizlerim, Nehcü'l-Belâga'daki sabit hakikatlerden biri şudur: Hz. Ali (a.s.) işlediği bütün fiillerde hak üzere olduğunu açıkça dile getirmektedir. İşte bu yukarıda söylediğimiz dört maddenin üçüncü ve dördüncü şıkkıdır. Müminlerin Emiri bunu Nehcü'l-Belâga'da açık bir şekilde dile getirmektedir. Bu ele alacağımız meselelerin ilkidir.

 

İkinci mesele: Müminlerin Emiri Nehcü'l-Belâga'da açık bir şekilde kendisinin karşısında kaldırılan bayrakların tümünü ‘‘dalalet sancağı'' olarak nitelemiştir. Nehcü'l-Belâga'da geçen ibareleri okuyacak ve metinleri değerli izleyicilerin huzuruna takdim edeceğiz.

 

Üçüncü mesele: Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde kaldırılan sancakların kendisine has hedefleri vardır. Bana karşı kaldırılan bu sancakların ise kendisine has hedefleri vardır.

 

Dördüncü nokta -ki bu en önemli noktalardandır- şöyledir: Müminlerin Emiri bu savaşlarda karşısında duran kişileri tek tek muhatap almamıştır. O bu insanları savaş meydanına sürükleyenleri muhatap almıştır. Örneğin Cemel Savaşı'nda Talha, Zübeyr ve Hz. Peygamber'in eşi Aişe'yi muhatap alarak onları kınamıştır. Sözlerini bu kişilere yöneltmiştir. Çünkü insanlar bunları Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sahâbîleri olmaları dolayısıyla sevmiş ve bu itibarla onlara saygı göstermiştir.  

 

Sunucu: Nitekim günümüzde de aynı durum söz konusudur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel, yerinde bir tespit. İnsanlar meliklerinin dini üzeredir, demek istemiyorum ancak âlimlerinin ve kendilerine müracaat ettikleri kimselerin dini üzeredirler. Bu da ele alınması gereken bir diğer meseleydi.

 

Bundan dolayı Müminlerin Emiri'ni Sıffîn Savaşı'nda Amr b. el-Âs ve Muâviye'ye hitap ederken görmekteyiz. İnsanları ve grupları savaşlara sürükleyenler bu kişilerdir.

 

Müminlerin Emiri Nehcü'l-Belâga'da kanların akıtılmasındaki birinci dereceli sorumluluğu insanların geneline yüklemez. Bu savaşa getirilen insanlar belki de aldanmışlardı. Savaş meydanına getirilenler, bile bile inkâr eden ve hakkı gördüğü ve hakka vâkıf olduğu halde karşı çıkan kimseler gibi değildir. Ama İmam Ali'yi (a.s.) tanıyanlar ve Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile yaşayanlar İmam Ali'nin neyi murat ettiğini ve ne için savaştığını bilmekteydiler.

 

Bu gece gücüm yettiğince yukarıda işaret ettiğimiz bu noktaların bilinmesi için Nehcü'l-Belâga'daki bazı pasajları okuyacağım.

 

Geliniz, Muhammed Abduh'un Nehcü'l-Belâga Şerhi'ne bir bakalım. Lütfen değerli izleyiciler Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib'in bu cümlesini iyice belleyiniz. Bakalım O, Sıffîn'de karşısında duranlar ile Nehrevân'dakileri birbirinden nasıl ayırt ediyor? Bu oldukça önemli bir husustur. Sonra da yönetim ve seçkinler tabakasını ele alarak onlarla konuşuyor.

 

İmam Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

 

Hz. Ali bu hutbesinde Hâricîler hakkında şöyle buyurmuştur:

 

Benden sonra Hâricîleri öldürmeyin, zira hakkı elde etmek isteyen, ama hata eden (Hâricî) kimse, asla bâtılı isteyip elde edene (Muâviye ve taraftarlarına) benzemez.[iv]

 

İmam Ali bu metinde sadece Hâricîleri değerlendirmekte, Sıffîn'deki Benî Ümeyye'yi değil. Çünkü Benî Ümeyye ile yapılan savaşlar tarih boyunca devam etmiştir.

 

Sunucu: Tam olarak bunları birbirinden ayırt ediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aralarındaki farkı tam bir şekilde ortaya koyuyor. Bu farka dikkat etmezseniz hepsine aynı hükmü vermek zorunda kalırsınız. Bundan dolayı Muhammed Abduh dipnotta şöyle diyor:

 

Hâricîler Ali'den (a.s.) sonra O'nun hakkında kötü bir inanca sahip idiler. Bu hususta onların sapmalarının nedeni, nefislerinde yer eden bir şüphedir. Onlar İmam Ali'nin taatinden çıkmanın gerekliliğine inanmaktaydılar. Onlar hakkı talep ettiler ve şer‘an hakkı ortaya koymak istedilerse de doğruya ulaşma noktasında hataya düştüler.[v]

 

Muhammed Abduh devamında şöyle diyor:

 

Ancak onlar Ali'den sonra… hilafeti bâtıl şekilde talep edip de ehil olmadıkları halde onu ele geçirenlerin hilafınadır. Buna göre Hâricîler Sıffîn'de İmam Ali'ye karşı çıkan Muâviye'den daha iyi bir konumdadırlar.[vi]

 

Lütfen bu ilkeye dikkat ediniz!

 

Bundan dolayıdır ki Emevîci din anlayışının yani İbn Teymiyye ve bağlılarının daima Hâricîleri Muâviye'den daha kötü bir konuma oturtmaya çalıştıklarını görürüz. Hâlbuki Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Nehcü'l-Belâga'da denklemi tam tersine kurmuştu.

 

Sunucu: Maalesef bu durum kültürün bir parçası haline dönüştü.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İslami kültürün. Hâlbuki Müminlerin Emiri böyle bir şey söylemiyor. Hâricîler hakkı talep etmekte ancak hakkı teşhis etme noktasında yanılmaktadırlar. Muâviye'nin durumu ise bunun tam aksidir. O ise bile bile bâtıl üzeredir. İmam Ali'nin (a.s.) haklı olduğunu bile bile bunu yapmaktadır.

 

İkinci pasaja geçelim:

 

Hz. Ali, Hakemeyn Olayına itiraz eden Hâricîlerin yanına gelerek ‘‘Hepiniz, Sıffin'de bizimle birlikte miydiniz?'' buyurdu. ‘‘Olan da var olmayan da var'' dediler. Şöyle buyurdu: ‘‘İki kısma ayrılın; Sıffin'de bulunanlar bir yanda, bulunmayanlar da diğer yanda toplansın da her gruba kendine uygun olanı diyeyim.''

 

Ardından halkı çağırdı ve şöyle buyurdu:

 

Konuşmanızı kesin, sözlerimi dinleyin, can kulağıyla dinleyin; şahitlik yapmanızı istediğimde herkes o konuda bildiğini söylesin.[vii]

 

Lütfen dikkatlice dinleyiniz, değerli izleyiciler! Her ne kadar konu uzasa da, üzerinde durulmayı hak edecek kadar önemlidir.

 

Pasaja göre Hâricîler ikiye ayrılıyor.

 

Sunucu: İnsanlara muameledeki dakikliğe bir bakınız!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette insanlara farklılıkları göz önüne alınarak hitap edilmelidir. İmam Ali (a.s.) sözlerinin doğruluğuna onları tanık tutmak istemektedir. Eğer sözlerim bâtılsa bâtıldır, deyin.  Haksa hak olduğunu itiraf edin.

 

Devamında şöyle buyuruyor:

 

Sonra onlara uzun bir konuşma yaptı. Şöyle buyurdu:

 

Onlar hile, aldatma, kandırma ve düzenle Mushafları mızraklarının ucuna taktıkları zaman; ‘‘Bunlar da dindaş ve kardeşlerimizdir, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın Kitabına sığınarak geçmiş hatalarını bağışlamamızı diliyorlar. O halde onları kabul edelim ve kalplerinden hüznü uzaklaştıralım'' demediniz mi? Size, ‘‘Bu işin dış yüzü iman, iç yüzü düşmanlıktır; evveli merhamet, sonu ise pişmanlıktır. İşinize sarılın, yolunuzda yürüyün, dişinizi sıkın, savaşa devam edin. Uyulduğunda insanı sapıklığa götürecek, uyulmadığında zillete düşürecek çağmanın çağrısına iltifat etmeyin'' dedim. [viii]

 

Lütfen Sıffîn'deki probleme bir bakın! İşte tevil budur! Muâviye ordusunun Mushafları kaldırmaları, görüntüde Kur'ân'ı hakem edinmek istemeleri anlamına gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim'den kim yüz çevirebilir?

 

Sunucu: ‘‘Allah'ın Kitabı bize yeter'' nazariyesi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet. Karşıt noktada ne bulunmaktadır? “Hile, aldatma, kandırma ve düzenle…” Lütfen dikkat ediniz! Bazı televizyon kanalları burada bir oynamaya gitmektedirler. Metinde geçen “Bunlar da dindaş ve kardeşlerimizdir…” ifadesinde de bir oynama bulunmaktadır. Bu sözler görüldüğü gibi Müminlerin Emiri'nin sözü değildir. Müminlerin Emiri Hâricîlerin sözünü nakletmektedir. Ancak bazı söz cambazları televizyon kanallarına çıkıp bu sözleri Müminlerin Emiri'ne nispet etmektedir. Durumu, Müminlerin Emiri, Muâviye hakkında “Bunlar da dindaş ve kardeşlerimizdir…” demiştir gibi göstermeye çalışıyorlar. Ancak Müminlerin Emiri Hâricîlerin kelamını aktarmaktadır. “O halde onları kabul edelim ve kalplerinden hüznü uzaklaştıralım” demediniz mi? فقلت لكم / Ben de bunun üzerine sizlere şöyle demedim mi” ifadesinden itibaren artık Müminlerin Emiri'nin sözü başlıyor. Yukarıda takdim ettiğimiz tenzil ve tevil şeklindeki nazariyemizi Müminlerin Emiri'nin bu sözleri desteklemiyor mu?

 

“Bu işin dış yüzü iman, iç yüzü düşmanlıktır, dedim.” Yani bu Mushafları kaldırma işi hakkında sizlere bunları söylemedim mi? Biz ne demiştik? Yani Müslüman olduklarını ilan eden, İslam'ı ikrar eden ve Kur'ân'ın hakemliğini isteyen bu şahısların bâtınları İslam'a düşmanlık üzerine kuruludur.

 

Sunucu: Buradaki manası küfürdür.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam Ali (a.s.) bu sancağı kaldıranların işi hakkında başı merhamet olsa da sonunun pişmanlık olduğunu belirtiyor. Benimle hareket edin ve bu oyuna gelmeyin, diyor. Çünkü bunlar sizinle aynı dil ile savaşmakta ve tenzil döneminin nifakından farklı bir münafıklıkla size karşı durmaktadırlar.

 

Müminlerin Emiri neticede onları ikna ediyor ve onlara karşı kanıt da gösteriyor.

 

Devamında şöyle buyuruyor:

 

Resûlullah'la birlikteyken öldürmek sadece babaların, oğulların, kardeşlerin, yakınların arasında dönerdi; her musibet ve güçlük ancak imanımızı daha fazla artırırdı; hak üzere sebat ederek, emre uyarak, yaraların acısına dayanırdık. Fakat İslam'da kardeşler olduğumuz halde, İslam'a giren eğrilik, sapıklık, şüphe ve tevil yüzünden birbirimizle savaşmaktayız.[ix]

 

Müminlerin Emiri daha sonra onlara başka bir kanıt sunuyor. Bizler Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikteyken karşımızdakilerin babalarımız ve çocuklarımız olmasına aldırış etmezdik. İmam Ali (a.s.) zımnen ‘‘Bizler nasıl ki Hz. Resûlullah'ın tenzil üzere savaşında O'na teslim oluyor idiysek, sizin de tevil üzere savaşlarımda bana teslim olmanız gerekiyor'' diyor.

 

Lütfen şu cümleye dikkat ediniz: “Fakat İslam'da kardeşler olduğumuz halde.”

 

Sunucu: İslam imandan farklıdır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ey Müminlerin Emiri sen ‘‘İslam'da kardeşlerimiz olduğu halde'' dediğine göre onlarla neden savaşıyorsun!? Sen ‘‘onlar bizim İslam'daki kardeşlerimizdir'' demiyor musun? Bu soruya ‘‘onların İslam'a kattıkları eğrilik, sapıklık, şüphe ve tevil yüzünden onlarla savaşıyoruz'' diyerek cevap vermektedir.

 

Sunucu: Tevil savaşları…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben konunun açık olduğunu düşünüyorum. Ey Müminlerin Emiri senin savaşların siyasi midir, sorusuna da ‘‘hayır'' diyerek cevap veriyor. Senin savaşların iktidar savaşları mıdır? Ona da İmam ‘‘hayır'' cevabını veriyor. İşte okumak istediğimiz ikinci pasaj bu idi.

 

Üçüncü pasaja geçelim.

 

Nehcü'l-Belâga'ın 33. Hutbesi… Bu hutbe de oldukça ilginçtir. Lütfen iyice dinleyiniz. Müminlerin Emiri'nin sözlerini iyice tetkik ediniz.

 

Hz. Ali şöyle buyurdu: Allah'a yemin olsun ki bu ayakkabı bana sizlere baş olmaktan daha sevimlidir. Sadece bir hakkı ikame edeyim veya bir bâtılı yok edeyim diye sizlere baş olmayı kabul ettim.

 

Hz. Ali daha sonra dışarı çıkarak halka şöyle buyurdu:

 

Şüphesiz Allah Muhammed'i (s.a.a.) gönderdiği vakit Araplar içinde ne bir kitap okuyan vardı ne bir peygamberlik iddia eden. (Daha sonra) Peygamber onlara kılavuzluk etti. Onları yurtlarına yerleştirdi. Rahata, huzura erdirdi, çaresizlikten kurtardı. Böylece mızrakları doğruldu, (bağımsızlığa ve işlerinde düzene kavuştular). Onların oynak titrek taşı sükûnete / itminana ulaştı. (Emniyetsizlikten dolayı hâsıl olan ıstırapları yok oldu.) [x]

 

Müminlerin Emiri ve takva ehlinin İmam'ı yemin ederek ‘‘İşte benim Basra'ya yürüyüşüm o sancağın altındaki yürüyüşüm gibidir'' diyor.

 

Sunucu: Yani benim hareketim Hz. Resûlullah'ın hareketinin uzantısıdır. Saygıdeğer Seyyid müsaade ederseniz bir hususa değinmek istiyorum. İmam Ali (a.s.) bütün tavır ve tutumlarında Hz. Resûlullah'ı temsil ettiğini vurgulamaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani sahih tavrı ve metodu devam ettirmektedir. 

 

Sunucu: O, Hz. Resûlullah'ın yegâne uzantısıdır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Biz de zaten bunu vurgulamak istiyoruz. İmam şöyle buyuruyor:

 

‘‘Şüphesiz hak ortaya çıksın diye bâtılı yaracağım!”

 

Yani bunların önünde bâtıl bulunmaktadır. Muhammed Abduh şerhte şöyle diyor:

 

Bâtıl sözcüğüyle akla ilk gelen anlam vehimlerdir. Bu vehimler kişiyi haktan engellemekte ve hakikati görebilecek basirete mâni olmaktadır. Sanki hakka da müştemil olup onu örten ve hak ile bulunan şey gibi olmaktadır. Kelam, hak ile bir arada bulunan bâtılın halini ve İmam'ın hakkın üzerindeki bâtılı kaldırıp onu izhar etmesi için bir temsildir.[xi]

 

İmam devamında şöyle buyuruyor:

 

Benim Kureyş'le ne işim var? (Bu kadar bana düşmanlık etmelerinin nedeni nedir?) Allah'a and olsun onlar kâfirken de onlarla savaştım, şu anda fitne ve fesada düşüp hak yoldan sapınca da onlarla savaşacağım. Dün onlarla birlikteydim (direniş içindeydim), bugün de onlarla birlikteyim (direniş içindeyim). Allah'a and olsun ki Kureyş, sadece Allah bizi onlara tercih etti diye bizden intikam almaya kalkışmaktadır. Biz onları kendi zümremize kattık.[xii]

 

Defalarca belirttiğimiz gibi İmam'ın Kureyş'ten kastı Emevî Hanedanının liderleri ile onların etrafında yer alan kimselerdir.  

 

Sunucu: “Sizinle tenzili üzere savaşıldığı gibi tevili üzere de sizinle savaşacak birisini…”  

 

Seyyid Kemal Haydarî: “Allah üzerinize gönderecektir.” Bundan dolayı Müminlerin Emiri tümüyle Hz. Hâtem'in dilinden dökülen ilahî vaadi tatbik etmektedir. Aslında O, özel sorumlulukları yüklenen şahıstır. İmam “Onlar kâfirken de onlarla savaştım, şu anda fitne fesada düşüp hak yoldan sapınca da onlarla savaşacağım” diyor. İşte bu İmam Ali (a.s.) karşısında nerelere sapıyorsunuz? İmam Ali başka bir yerde de “Vallahi bir parmak kadar dahi olsa İslam'ın sünnetinin ve Kur'ân'ın hakikatinin çiğnenmeye çalışıldığını görecek olsam kuşkusuz karşısında dururdum” diyor. Haksızlıklar karşısında durdu da… Yoksa bütün bu olanlar bitenler karşısında susabilirdi. Onlara hisseler ve tavizler verebilirdi. Talha ve Zübeyr'e hisseler verirdi. İnşallah Cemel Savaşı'nda bu hususu açıklayacağız.

 

Sunucu: En azından üçüncü halifenin yaptığı gibi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Birinci, ikinci ve üçüncü halifelerin yaptığı gibi davranabilirdi. Nitekim Muâviye de aynı uygulamalarda bulundu ve siyasi erki elinde tuttu.

 

Sunucu: Onlara valilikler ve fetihler verdi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çeşitli rütbeler verdi. İslam, devlet ve vatanın maslahatı adı altında birçok şey yapabilirdi. Nitekim biz bu uğursuz rütbe ve payları birçok ülkede görebilmekteyiz. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki Irak da bu ülkelerdendir. Bu taviz ve sus payı bugün Irak'ta nelere yol açtı Üstad Ala? Altmış ölü, yüzlerce yaralı! Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. İmam Ali (a.s.) devamında şöyle buyuruyor:

 

Allah'a and olsun ki Kureyş, sadece Allah bizi onlara tercih etti diye bizden intikam almaya kalkışmaktadır. Biz onları kendi zümremize kattık.[xiii]

 

Evet, bizler İslam ve Kur'ân'ın kılıcıyla onları istemeye istemeye İslam dinine soktuk!

 

İmam Ali (a.s.) Nehcü'l-Belâga'nın bir başka yerinde şöyle buyuruyor:

 

Allah'a and olsun, yenilgiye uğratılıp geri püskürtülünceye kadar da bu ordunun öncüsüydüm, zaafa düşmedim, korkup ürkmedim. Ne ihanet ettim ne de gevşedim. Allah'a yemin olsun, bâtılın böğrünü deşip oradan hakkı çıkaracağım! [xiv]

 

Sunucu: Yani bununla diğerlerinin ihanet ettiklerini, zaafa düştüklerini kastediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bunların tümü gerçekleşti. Ele aldığımız bir önceki hutbede İmam Ali (a.s.) “لأنقبن الباطل /” diyordu, burada ise لأبقرنّ الباطل buyuruyor.

 

Bundan dolayı Muhammed Abduh bu temsil hakkında şöyle buyuruyor:

 

Bu temsil son derece latiftir.[xv]

 

Aynen belirttiği gibidir. Bâtıl kimdir? İmam Ali'nin karşısında bu isyan sancağını kaldıranlardır! İmam'ın karşısında kaldırılan bu sancak ‘‘ictihâd etti ancak ictihâdında yanıldı'' sancağı değildir! Osmân'ın kanı adı altında Mushaflarla sancak kaldıranlardır!

 

Müminlerin Emiri'nin çeşitli yerlerde bu sözü toplumun ileri gelenlerine söylediğini görüyoruz.

 

Müminlerin Emiri şöyle buyuruyor:

 

Allah'ım Kureyş'e ve ona yardım edenlere karşı bana yardım et, onlar akrabalık bağımı kestiler, büyük olan makamımı küçülttüler. Bana ait olan iş (hilafet) için karşımda birleştiler. Sonra, ‘‘hakkı alman da var, hakkı terk etmen de'' dediler. [xvi]

 

Lütfen, Müminlerin Emiri'nin “Bana ait olan iş (hilafet) için karşımda birleştiler” sözüne dikkat ediniz. Kimileri Müminlerin Emiri “Ben hilafete diğerlerinden daha çok hak sahibiyim” ifadesini nerede kullanmış ve hilafeti talep ettiğine dair bir sözü ne zaman söylemiştir, diye itiraz etmektedirler. İşte Nehcü'l-Belâga önümüzde. İmam Ali (a.s.) daha sonra Talha ve Zübeyr'e yönelik olarak şöyle buyurmaktadır:

 

Çıkıp Resûlullah'ın hürmetini sürüklediler; bir halayığı satın alıp götürür gibi onu alıp Basra'ya götürdüler.[xvii]

 

Yani zelil bir şekilde Aişe'yi götürdüler. Ümmetin arasını ıslah etmek ve Osmân'ın kanı adı altında onu kandırdılar. Bakınız, Hz. Resûlullah'ın hürmetini nasıl da çiğnediler! Eğer bunlar Hz. Resûlullah'ın saygınlığını gözetselerdi onu evinde oturturlardı.

 

“Evlerinizde oturun ve ilk cahiliyenin açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın.”

 

Evet, İmam Ali'nin bu sözleri Resûlullah'ın saygınlığının çiğnenmesinden acı duyan bir kişinin ifadeleridir.

 

Sunucu: İmam'ın vasfettiği nitelik…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette. Ümmü'l-Müminin Aişe ile birlikte savaşa gelenlere karşı acı duyuyor. Nasıl acı çektiğine bir bakınız! Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) saygınlığının çiğnenmesinden ve zevcesinden dolayı nasıl acı çekiyor! Ancak ne diyor:

 

“O ikisi kendi kadınlarını ise evde sakladılar. Resûlullah'ın (s.a.a) haremindeki zevcesini kendileri ve başkaları için meydana çıkardılar. İsteyerek ve zorlama olmaksızın bana biat etmiş bir ordu ile yollara düşürdüler.”

 

İmam Ali (a.s.) çoğul edatı kullanarak فحبسوا نسائهم في بيوتهم / Eşlerini kendi evlerinde sakladılar” demiyor. İkili edatı kullanarak Talha ve Zübeyr'e hitap ediyor. Müslümanların geneline hitap etmiyor, bu ikisine hitap ediyor! Çünkü fitnenin başı bunlar!

 

Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) hürmetine ve kerametine neden böyle davranıyorsunuz?

 

İmam devamında şöyle buyuruyor:

 

İsteyerek ve zorlama olmaksızın bana biat etmiş bir ordu ile yollara düşürdüler.

 

Yani Zamanlarının İmamı'na karşı çıktılar. Sizler de biliyorsunuz ki bunlar İmam Ali'ye biat etmişlerdi. Biat etmedikleri halde Ebû Bekir'e karşı çıkanları “irtidâd-dinden dönme” adı altında öldürdünüz! Hâlbuki onlar Ebû Bekir'e biat etmiş değillerdi! Tarih de bunu ispat etmektedir. Sizler “ridde” adı altında onlarla savaştınız. Hâlbuki Müminlerin Emiri kendisine karşı çıkanlar ve Hz. Resûlullah'ın saygınlığını çiğneyenlerle onlardan biat aldıktan sonra savaşmıştır.

 

Sunucu: Hakkın içini boşaltmak isteyenlerle…

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam'ın bu sözleri Talha ve Zübeyr'e yöneliktir.

 

Bir de İmam Ali'nin Hz. Peygamber'in eşi Aişe'ye yönelik sözlerine bir bakalım. Biz bunlara sadece işaret olarak değineceğiz:

 

“Basra halkına hitap etmekte ve gelecekten haber vermektedir… Ama o kadın ise… Gönlündeki kin boyuna kaynayan demirci kazanı gibi kaynamaktadır.” [xviii]

 

Bu Aişe'nin İmam Ali'ye karşı çıkma nedenlerinden biridir. İnşallah ilerleyen bölümlerde Ehl-i Sünnet âlimlerinin Aişe'nin Ali b. Ebî Tâlib karşısındaki tavrına ilişkin açıklamalarını etraflıca okuyacağız. Aişe'nin hem Hz. Resûlullah (s.a.a.) hem de İmam Ali'nin hilafeti dönemindeki tutumuna bakacağız.

 

Devamında İmam Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

 

Bana yaptığını bir başkasına yapması istense yapmazdı.[xix]

 

Yani kendisinden bana karşı yaptıklarını Hz. Resûlullah'ın benim dışındaki sahâbîlerinden herhangi birine karşı gerçekleştirmesini isteselerdi kesinlikle yapmazdı. Yani onun derdi Hz. Ali ile idi!

 

Lütfen, şu cümleye dikkat ediniz! Bu cümleden de Seyyid Haydarî'nin Resûlullah'ın eşlerine karşı tutumunun nasıl olduğunu da öğrenebilirsiniz.

 

İmam Ali şöyle buyurmaktadır:

 

Yine de ben ona önceki gibi hürmet ederim. Hesap, yüce Allah'a aittir.

 

Ey Müminlerin Emiri, selam olsun sana! Bütün bu yaptıklarına, bana karşı çıkmasına ve evinde oturması gerektiği halde oturmamasına rağmen Hz. Resûlullah'a saygımdan dolayı ona saygı gösteririm, diyor.

 

Sunucu: Hz. Resûlullah'ın zevcesi ve müminlerin annesi özelliği hâlâ devam etmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben ona saygı gösteririm. Evet. O, Hz. Resûlullah'ın eşidir. Zaten Ehl-i Beyt Okulunun âlimlerinin metodu da budur. Falanca şöyle diyor, filanca kanal şu açıklamalarda bulunuyor, diyorlar. Onlar şurada burada biten ayrık otları ve çalılardır! (Şirazi ekolündeki “İngiliz Şiileri” kastediliyor; Medya Şafak) Sizler de biliyorsunuz ki bir ağaç kuvvet kazandığında etrafında çalılıklar ve otlar biter. Bu tür açıklamalar ne Hz. Ali'nin ne de Ehl-i Beyt (a.s.) metoduna uygundur. Ehl-i Beyt Okulunun açıklamaları bellidir. Ancak defalarca vurgulasam değer ki, bu durum Aişe'nin tutum ve tavırlarına muvafakat ettiğimiz anlamına gelmemektedir. 

 

Sunucu: Tavır ve tutumlarının araştırılması ayrı bir olgu, saygınlığı ayrı bir olgudur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Saygınlığı ayrı, yapıp ettikleri ayrı bir olgudur. Bu sadece benim görüşüm de değil. İnşallah İslam âlimlerinin, Aişe'nin Cemel Savaşı'na çıkışı ve bundan dolayı günah işlediği, dahası tövbe etmemiş olması halinde cehennem ateşinini hak edeceği yönündeki açıklamalarını aktaracağız.

 

Sunucu: Bu Ali b. Ebî Tâlib'in metodudur. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu âlimlerin tamamı onun sadece hatalı bir ictihâd ettiği düşüncesini benimsemezler. Onlar, Aişe bu tavrıyla hata etmiş ve cezayı hak etmiştir, diyorlar. Ancak yine onlar, Aişe'nin ölmeden önce bu günahından tövbe ettiğine inanmaktadırlar. Eğer bu tövbe olayı sabit ise zaten Müminlerin Emiri de bu konuda şöyle diyor:

 

Yine de ben ona önceki gibi hürmet ederim. Hesap, yüce Allah'a aittir.[xx]

 

Yani ben onu hesaba çekmem. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.a.) saygınlığını gözetmek gerekiyor. Sözü fazla uzatmış olmaktan korkuyorum.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid, bir diğer soruya geçebilmek için bu maddenin özetine geçelim.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam Ali'nin (a.s.) mutlak hak üzere olduğunu söylediğimizde… ‘‘Mutlak hak'' ifadesini neden kullanıyoruz? Çünkü ileride de ortaya konulacağı üzere bazıları Hz. Ali'nin yüzde atmış veya yüzde kırk oranında haklı olduğunu falancanın ise yüzde yirmi oranında haklı olduğunu söylerler. Hakkın nasıl bölünebileceğini de anlayamıyorum gerçi…

 

Sunucu: Yüzdelik oranla!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, vallahi! İbn Teymiyye'nin Sıffîn Savaşı ve diğer savaşlara ilişkin ibarelerini sizlere okuyacağım. O “Ali (a.s.)  hakka daha yakındır” diyor. Yani diğerleri de hakka yakın olmakla birlikte Ali (a.s.) onlardan daha yakındır. Beş derece daha fazla hakka yakındır! Hayır, bu ne Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) mantığıdır ne de İmam Ali'nin! “Bâtılı deşeceğim” diyor İmam Ali. Yani İmam Ali'nin bu sözleri ‘‘ictihât etti ama yanıldı'' mantığıyla çatışıyor. Bu ilk husustu.

 

İmam Ali “Fitnenin gözünü çıkardım! Benden başkası da bunu yapamazdı!” diyor. Bu konu da ileride gelecektir. Bu bir giriş olsun. Detayını ileride sunacağım.

 

Öyleyse ilk nokta anlaşıldı: O'nun karşısında kim duruyorsa bâtıl üzeredir. O'nun karşısında yükseltilen her bir sancak dalalet sancağıdır. İmam Ali (a.s.) ise hak üzeredir. İmam Ali (a.s.) “Resûlullah (s.a.a.) ile bulunduğum andan beri hiçbir zaman haktan ayrılmadım” buyuruyor.

 

İmam Ali şöyle buyuruyor:

 

Ben kabul etseydim yine hak benimle olurdu ve bana itaat etmeniz gerekirdi. Kur'ân benimledir, sahip olduğumdan beri ondan ayrılmadım.[xxi]

 

Yani benim görüşlerim ictihâd değildir. Nasıl ki Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) emrine uyulması gerekiyorsa benim emrime de uyulmalıdır.

 

“Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.”[xxii]

 

Şunların kaldırdıkları Mushaflar, birer yapraktan başka bir şey değildir. Onun hakikati benim, ben! Ben “Kur'ân-ı Nâtık”ım. Kur'ân benimle birliktedir. İmam'ın bu sözleri Sekaleyn Hadisine işaret etmektedir. İnşallah Sekaleyn Hadisinin de üzerinde duracağız. “İkisi birbirinden asla ayrılmayacaklardır.”

 

Ali (a.s.) nerede Kur'ân'dan ayrılmadığını söylüyor, diyorlar. İşte burada söylüyor!

 

İşaret etmek istediğim ve üzerinde etraflıca durduğum diğer bir önemli husus da şudur: İmam Ali (a.s.), sorumluluğu, deyim yerindeyse toplumun ileri gelenlerinin ve seçkinlerinin üzerine atıyor. 

 

Sunucu: Hz. Peygamber (s.a.a.) de hadisinde toplumun ileri gelenlerine hitap etmişti.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bu seçkinlere hitap etmiş ve “Sizinle savaşıldığı gibi” demişti.

 

Sunucu: Müslümanların geneline hitap ederek ‘‘sizinle savaşacak'' dememişti.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu sahanın güzel kitaplarından biri olan Ravdatü'n-Nediyye adlı eserde şu ifadeler geçmektedir:

 

Ali (a.s.) ile savaşan kimseler hakkındaki kelama gelince bütün bu savaşlarda O'nun haklı olduğunda ne bir şüphe vardır ne de bir itiraz.[xxiii]

 

Yani Cemel, Sıffîn ve Nehrevân Savaşlarında.

 

Yazar ‘‘daha haklıdır'' demiyor. Haklıdır, diyor. Çünkü hakkın dışında sapıklıktan ve bâtıldan başka bir şey yoktur. Zaten âyet de “hakkın dışında dalaletten başka ne vardır ki!” buyuruyor. Öyleyse İmam Ali'nin karşısına çıkartılan her bir sancak dalalet sancağıdır, azgınlık sancağıdır. O sancak, sancağı taşıyanları ve onun altında toplananları cehennem ateşine sürükler.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Talha ve Zübeyr'e gelince onlar Hz. Ali'ye biat etmiş sonra da O'na haksızlık yaparak biatlerini bozmuşlardı. Müslümanlardan bir ordu oluşturarak savaşa çıkmışlardı. Dolayısıyla İmam Ali'nin onlara karşı savaşması vacipti. Hz. Ali'nin Hâricîlerle savaşına gelince ise bu konuda da kuşku bulunmamaktadır. Mütevatir hadisler okun yaydan çıktığı gibi Hâricîlerin de dinden çıkacaklarına delalet etmektedir. Sıffîn ehline gelince ise onların azgınlıkları açıktır… Muâviye, Hz. Ali'ye muhalefet edebilecek bir kimse değildir. Ancak o, marufu emretmeyen ve münkerden kaçınmayan, söz söyleme kabiliyeti dahi olmayan bir kavmi arkasına alarak dünyayı ve riyaseti talep etti. Muâviye, Osmân'ın kanını ileri sürerek onları aldattı ve onlara karşı münafıklık yaptı. Onlar da onun için kanlarını ve mallarını harcadılar, ona öyle içten ve candan bağlandılar ki Hz. Ali Irak ahalisine şöyle demek zorunda kaldı:

 

Dirhemlerin dinarlarla bozdurulması gibi sizden onunu verip onlardan birini almak isterdim.[xxiv]

 

İşte biz de zaten bunu diyoruz! O dönem halkın genel yapısı her çağrıya kulak veren kimselerden oluşmaktaydı. Muâviye hakkında ‘‘Hz. Resûlullah'ın sahâbîsi'' diyorlardı.

 

Sunucu: Nitekim günümüzde de öyle denilmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İçki içiyor, yalan söylüyor, zina ediyordu ama halk ‘‘Hz. Resûlullah'ın sahâbîsi'' diyordu. Nitekim Hâlid b. Velîd hakkında da ‘‘Allah'ın çekilmiş kılıcı ve Resûlullah'ın sahâbîsi'' diyorlardı. Bu mantık günümüze kadar gelmiştir.

 

Bizim için önemli olan yazarın şu cümlesidir:

 

Şam'ın avam halkına şaşırmamak gerekir. Asıl şaşılacak husus basiret ve din ehli olan bazı sahâbîlerin ve tâbiûn kuşağının bazı faziletli kişilerinin Muâviye'ye meyletmesidir.[xxv]

 

Cemel Savaşı'na katılan avama da şaşırmamak gerekir.

 

Sunucu: Evet, tarih tekerrür ediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, asıl problem Muâviye'ye destek veren sahâbededir. Tâbiûn ve günümüze kadar ona destek verenlerdedir.

 

Yazarın şu cümlesi karşısında söylenecek hiçbir şey kalmıyor:

 

Ah keşke bir bilebilseydim kendilerinin kafalarını ne karıştırdı ki bâtıl ehline yardım ederek hak ehlini yardımsız bıraktılar… Bunlar bir imamda açık bir küfür görülmediği müddetçe isyan etmenin haram oluşu konusundaki mütevatir hadisleri de işitmişlerdi.

 

Bu cümle ne bir Şiî ve Râfızî'ye, ne de bir Mecûsî'ye aittir!

 

Avam halkı söyleyecek olursanız haydi anlaşılır. Ama sizler Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte bulunmuş seçkin insanlarsınız. Sizler İmam Ali'yi tanıyan ve Gadir-i Hum'da Resûlullah'ın O'nun hakkındaki “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır, Ali'yi seven beni sevmiş, Ali'ye (a.s.) buğzeden bana buğzetmiştir. Ali (a.s.) ile barışan benimle barışmıştır, O'nun barışı benim barışım, O'nun savaşı benim savaşımdır” sözlerini işittiğiniz halde nasıl karşısında durdunuz? O'nun karşısında nasıl isyan bayrağını yükseltirsiniz?  

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid asıl problem bu seçkin tabakadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bunlar Hz. Ali'nin açık bir küfrünü mü görmüşlerdi ki O'nunla savaştılar?

 

Devamında şöyle diyor:

 

Hz. Peygamber'in Ammâr için söylediği ‘‘Seni azgın bir topluluk öldürecektir'' sözünü işitmişlerdi.[xxvi]

 

Şimdi okuyacağımız cümleye lütfen dikkat ediniz. Yazar genel akımın dışına çıkmak istemiyor. Ancak şu cümleleri söylemekten de kendisini alamıyor:

 

Sahâbenin makamının yüceliği, erdemli oluşları ve nesillerinin en hayırlısı oluşu gibi hususlar olmasaydı kuşkusuz şeref ve mal sevgisinden ötürü savaştıklarını söylerdim. Bu ümmetin halefi bununla sınandığı gibi selefi de bununla sınanmıştır. Allah'ım senden bağışlanma diliyoruz.[xxvii]

 

Evet bunlarınki mal, makam, liderlik kavgalarıydı. Nitekim bu imtihan günümüze kadar devam etmiştir.

 

Allah'ım, sahâbeye ilişkin değerlendirmelerimiz hususunda bizi affet, diyor yazar. Ancak tarihin gerçeklikleri ve söyledikleri şeyler var. Tarihin yasalarını nereye koyacağız.

 

“Allah'ın sünnetinde herhangi bir değişme göremezsin.” 

 

Sunucu: Garip olan şudur ki üzerinden bunca asır geçmesine rağmen kimileri hâlâ bu meseleleri eğip bükmeye çalışıyorlar. Gerçi öyle meseleler oluyor ki bunlar hakkın bâtıl karşısındaki mantığının doğruluğunu teyit ediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tevilî nifak karşısında İmam Ali'nin mantığı…

 

Sunucu: 2011 yılının Mısır'ında bir Cemel olayı daha gerçekleşiyor! Rejim güçleri, Mısır'da protestocuların üzerine develerle saldırıyorlar. Sanki bir defa daha Cemel Olayı yaşanıyor. Ancak yeni yüzüyle ve yeni giysiler giyinmiş olarak. Hakka ve protestoculara develerle saldırıyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Subhanallah! Her halükârda bu açıklamalar inşallah söz konusu bu üç savaşı ele almak için bir giriş olsun.

 

Sunucu: Sayın Seyyid özellikle de Cemel Savaşı. Ben Cemel Savaşı'nın bir ayrım noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu savaş Muâviye'ye şer'î açıdan karşı çıkma iznini vermiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sıffîn Savaşı'na zemin hazırlamıştır. Allah mükâfatınızı versin. Zaten Müminlerin Emiri de bunu söylüyor.

 

Sunucu: Cemel Savaşı açıklanmaya muhtaç olarak duruyor. Cemel, Sıffîn ve Nehrevân Savaşlarına muhatap olmamak için bunu yapmak zorundayız. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir Kerbelâ'nın daha yaşanmaması için…

 

Sunucu: Çünkü bunların tümü Kerbelâ'ya ve Kerbelâ'dan sonra yaşananlar için bir giriş idi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Benî Ümeyye ve Benî Abbâs dönemlerinden günümüze kadar yaşananlar…

 

İlginç olan Benî Ümeyye'nin eylemleri ve amelleri değerlendirilirken ‘‘fetihler'' deniyor ama İmam Ali'nin (a.s.) amellerine gelince ise ‘‘fitneler'' ifadesi kullanılıyor. Yorumu ve değerlendirmeyi görüyor musunuz? İmam Ali (a.s.) ve amellerini ele almak istediğinde ‘‘fitneler'' diyor, o dönemi ‘‘fitneler dönemi'' diye adlandırıyor. Osmân, Muâviye ve Abdülmelik b. Mervân dönemlerini ele almaya başlayınca ‘‘İslami fetihler'' diyor. Başlıklarla doğrudan İmam Ali dönemine taan edilmeye çalışılıyor.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Siz değerli izleyicilere de programımıza katkılarınızdan dolayı şükranlarımızı sunuyoruz. Bir sonraki programda görüşmek üzere. Allah'a emanet olunuz. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun…

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[i] Doktor el-Humaydi, el-Münafıkun fi'l-Kur'ân-ı Kerim, s. 23.

[ii] Kuleynî, er-Ravdatü mine'l-Kâfî, c. 15, s.  570, Hadis No: 15168, Tahkik: Kısmu İhyai't-Türas, Darü'l-Hadis.

[iii] İbn Ebî Şeybe (h. 235), Ebûbekir Abdullah b. Muhammed, el-Absî el-Kûfî, el-Musannef, c. 17, s. 105, Hadis No: 32745, Tahkik: Muhammed Avvâme.

[iv] Nehcü'l-Belâga, s. 108, Hutbe No: 61 Şerh: Muhammed Abduh, Naşir: Müessesetü't-Târihi'l-Arabî.

[v] A.g.e., a.g.y.

[vi] A.g.e., a.g.y.

[vii] Nehcü'l-Belâga, c. 1, s. 203, 122. Hutbe.

[viii] A.g.e., a.g.y.

[ix] A.g.e., a.g.y.

[x] Nehcü'l-Belâga, s. 75, Hutbe No: 33.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] A.g.e., a.g.y.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] Nehcü'l-Belâga, s. 173, 104. Hutbe.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] Nehcü'l-Belâga, s. 273, Hutbe No: 171.

[xvii] A.g.e., a.g.y.

[xviii] Nehcü'l-Belâga, s. 245, Hutbe No: 155.

[xix] A.g.e., a.g.y.

[xx] A.g.e., a.g.y.

[xxi] Nehcü'l-Belâga, Hutbe No: 122.

[xxii] Haşr, 7.

[xxiii] Muhammed Sıddîk Hasan el-Han el-Kanûcî el-Buhârî, er-Ravdatü'n-Nediyye Şerhü'd-Düreri'l-Behiyye, c. 2, s. 726, Dârü'l-Kevser, Riyad.

[xxiv] A.g.e., c. 2, s. 727.

[xxv] A.g.e., a.g.y.

[xxvi] A.g.e., a.g.y.

[xxvii] A.g.e., a.g.y.