Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (8)

Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (8)
Resûlullah’ın (s.a.a.) vasiyeti de onlara (Ehl-i Beyt’e) aittir. ‘‘Hak şimdi ehline döndü’’ ifadesi de Osman’dan sonraki döneme yöneliktir. Artık ne diyeceğimi bilemiyorum. Müminlerin Emiri daha ne desin?

 

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salât ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyorum. Bu gecenin sorularına geçmeden önce bu programa giriş kabilinden birtakım açıklamaların yapılması gerekiyor. Saygıdeğer Seyyid buyurunuz lütfen. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Giriş kabilinden işaret edeceğimiz bu hususlar ve açıklamaların ileride ele alacağımız Cemel ve Sıffîn Savaşlarıyla kuvvetli bir bağı bulunmaktadır. Bu savaşların etkileri günümüze kadar sürmüştür. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu savaşları -tenzil savaşının mukabili olarak- ‘‘tevil üzere savaş'' olarak isimlendirmiştir. Bu savaşlar tevil savaşlarıdır.

 

Giriş kabilinden ele almak istediğim konular aşağıdaki gibidir.

 

İlk konu: Aziz dostlar, bu konuları tahkik etmek isteyen kimseler olabilir. ‘‘Tevil üzere savaş'' demek Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin zannettiği gibi savaşan tarafların ‘‘tevil ederek savaşmaları'' anlamında değildir. Yani ‘‘Aişe, Talha, Zübeyr ve onlarla hareket edenler tevilde-yorumda bulunarak İmam Ali (a.s.) ile savaşmaları gerektiği sonucuna vardılar'', ‘‘Muâviye ve Amr b. el-Âs tevile başvurarak Sıffîn'de İmam Ali ile savaşmak zorunda oldukları neticesine ulaştılar'' anlamına gelmemektedir. Hâricîler için de aynı durum söz konusu. ‘‘Onlar da tevil ederek Ali ile savaştılar'' diyemeyiz. Hakeza ‘‘İmam Ali'ye (a.s.) biat etmekten geri duran Abdullah b. Ömer gibileri de tevil ederek İmam Ali'ye biat etmemeleri gerektiği sonucuna ulaştılar'' gibi bir anlam çıkmaz.  Ancak aynı İbn Ömer, Benî Ümeyyeoğullarına biat etmekte bir beis görmedi. Peki neden böyle bir yorum yaptılar? Çünkü tevil konusuna giriş yaptıklarında ardından ictihâd gelecektir. İctihâd eden de hakka isabet edebildiği gibi yanıla da bilir. Hata edecek olursa kendisine bir sevap verilir. Bu okul ve özellikle de Emevî İslamı'nın teorisyenleri ‘‘İmam Ali ile savaşanlar her ne kadar doğruya ulaşma sevabına erişmemişlerse de ictihâd mükâfatını elde etmişlerdir'' derler. Öyleyse İmam Ali (a.s.) ictihâd etmiştir ve bunda da isabet ettiğinden -biri ictihâd diğeri de doğruya ulaşmak olmak üzere- iki sevap alacaktır. Muâviye'ye gelince en iyimser olasılıkla ictihâd edip hata ettiğinden bir sevap alır. Bazıları da Muâviye'yi hakka daha yakın görmektedir! İmam Ali (a.s.) savaşa başladığından Ali haksız, Muâviye de haklıdır. Bu konu ileride gelecektir.  İşte günümüze kadar bize hâkim olan bakış açısı ve mantık budur. Bunlar hadiste geçen tevili dini ‘‘tevil etme'' olarak yorumlamışlardır. Hâlbuki vakıa böyle değildir. Yani tevil diye adlandırdığınız şey ‘‘tevil'' değildir.

 

Hangi karineye dayanarak böyle bir şeyi söylüyorsunuz, diye sorarsanız ‘‘bu hususta Hz. Resûlullah ‘Tenzil üzere sizinle savaşıldığı gibi' buyuruyor'' deriz. Hz. Resûlullah (s.a.a.) kelime-i şehâdeti ikrar üzere onlarla savaşmaktaydı ki bu da tenzildi. Mukabele karinesi gereği Hz. Ali (a.s.) onlarla onların tevili üzere değil de dinin tevili üzere savaşmaktaydı. Yani onlar dinden saptıklarından ve fitne ashabı olduklarından ötürü İmam Ali (a.s.) onlarla savaştı. Ancak onlar Mushafları kaldırdılar. Azizlerim, konuyu mukaddime kabilinden ele aldığımız için uzatmadan ve özetle ilk hususu söyleyelim.

 

“O sizinle tevil üzere savaşacak” ifadesi sizin tevil ettiğiniz şey üzere sizinle savaşacak anlamında değildir. O, onlarla dinin tevili üzere savaşacaktır, demektir. Dinin nasıl ki zâhiri hidayet ise bâtını da hidayet olmalıdır. Ancak zâhiri Müslüman olduğu halde, bâtını tuzak ve dalavere ise…

 

Nitekim önceki programda da işaret ettiğimiz üzere Müminlerin Emiri manen ‘‘Bunlar sizinle zâhiri ve bâtını bambaşka bir şekilde olan bir şey üzere savaşıyorlar. Bu işin zâhiri Mushafların kaldırılması, bâtını ise hile ve tuzaktır'' diyordu. Müminlerin Emiri'nin Nehcü'l-Belâga'da bir öncekinden daha açık bir ifadesinin olduğunu görüyoruz. Müminlerin Emiri (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

 

Müminlerin Emiri bu hutbede ilmini, faziletini ve Ümeyyeoğulları fitnesini beyan etmektedir.

 

Allah'a hamd ve senalar olsun. Ey insanlar, fitnenin gözünü ben kör ettim, dalgalar halinde yayılan karanlığına, azgınlaşan kudurganlığına (benden başka) kimse dalamazdı. O halde beni kaybetmeden önce bana sorun. Nefsim (kudret) elinde olana and olsun, bugünden Kıyamet'e kadar olacakları ve yüz kişiye hidayet edecek ve yüz kişiyi de saptıracak grubu; çağıranları, öncülük edenleri, sevk edenleri, yüklerini nereden alıp indirdikleri, onlardan kimin katledi­leceği, kimin eceliyle öleceği ile bildiririm.[i]

 

Yani birinci, ikinci ve üçüncü halife, fitnenin gözünü kör edemediler. Aslında bu görevi yerine getirmeye güçleri de yetmedi. İşte bizim ‘‘özel görevlerin insanı'' dediğimiz şey tam da budur. Müminlerin Emiri ‘‘neden ‘fitnenin gözünü kör ettim' ifadesini kullanmaktadır'' sorusuna ise mealen ‘‘Çünkü yirmi beş yıllık sürede bu şüpheler ve bu fitneler birikti. Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki sapma, kayma ve yoldan çıkmalar bir çığ halini aldı'' diye cevap veriyor.  

 

Muhammed Abduh dipnotta şöyle diyor:

 

الغيهب الظلمة وموجها شمولها وامتداداها / Gayheb, zulmet demektir. Gayhebin dalgaları ifadesi ise zulmet dalgalarının toplumu içine alacak kadar genişlemesi ve uzamasıdır.”[ii]

 

اشتد كلبها” Metinde geçen “الكلب (keleb)” sözcüğü ise köpeklere isabet eden meşhur kuduz hastalığıdır. Bu hastalık köpek hastalığı ola bilinmektedir. Köpek kimi ısırırsa o şahıs delirip ölür. Ali (a.s.) fitnenin şiddetinden ve bu fitneye kapılan her kim varsa helak olmalarından ötürü böyle bir benzetmeye gitmiştir.[iii]

 

Fitne o derece büyük ki günümüze kadar devam etmiş ve hâlâ da sürmektedir. Öyleyse İmam Ali (a.s.), zulmeti yayılıp her tarafı kapsayan ve kudurganlığı şiddetli olan bir fitne hususunda onlarla savaşıyor.

 

İkinci husus: Aziz dostlarım, birileri ‘‘Seyyidim bu olay tarihten bir kesittir. Neden bu kadar eşeliyorsunuz? Biz bugünümüze bakmalıyız'' diyerek itiraz edebilir. Azizlerim, tarih felsefesine girmek istemiyorum. Ancak özet olarak tarih felsefesine ilişkin bazı kanaatlerimi dile getirmek istiyorum. Milletler ve özellikle de İslam ümmeti… Özellikle de İslam ümmeti dememizin gerekçesi şudur: Çünkü İslam ümmeti coğrafya, toprak ve dil aracılığıyla oluşan bir ümmet değildir. İslam ümmeti Kur'ân aracılığıyla oluşmuştur. Çünkü İslam ümmetini oluşturan değerler ve dokular düşünsel, inançsal ve ideolojiktir. Durum böyle olduğuna göre bu ümmetin dününü ve Sadr-ı İslam'a ilişkin meseleleri anlayamazsak doğru bir okuma yapamayız. Nesillerin en hayırlısı olarak ifade edilen bu kuşağın tarihini iyice okumalıyız. İlginç olan şu ki Emevî İslamı bu dönemi bütün işlerde uyulması gereken bir örnek olarak takdim ediyor. Meydana gelen onca fitneye rağmen bu döneme nasıl uyulacak ki?

 

Sunucu: Hz. Resûlullah (s.a.a.) dönemine de vurgu yapılmamaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Asla! Onlar Benî Ümeyye ile bağlantılı olan nesli temel almaktadırlar. Yani ilk nesil. Bununla kasıtları da Benî Ümeyye yönetimidir. Yoksa halifelerin yönetimi yirmi beş yılı geçmemektedir. Çünkü hadiste ‘‘Benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonrası ise ısırıcı melikliktir'' deniyor. Bunlar ise yetmiş yılı nesillerin ve dönemlerin en hayırlısı olarak takdim etmektedir. Muâviye, Mervân, Abdülmelik b. Mervân ve Abdülmelik'in oğullarının hâkim olduğu dönem için ‘‘nesillerin en hayırlısı bu yıllarda yaşadı'' diyorlar. Lütfen, ümmetin benimsediği ve şu anda içinde bulunduğu bu uğursuz mantığa bir bakınız! Azizlerim, Emevî Hanedanının İslam Ümmetinin başına çöreklenmesine neden olan bu önemli zaman dilimini anlayamadığımız müddetçe bugünümüzü anlayamaz ve geleceğimizi de şekillendiremeyiz. Bir kimse ‘‘geçmiş, şimdi ve geleceği neden bir kefeye koydunuz'' diye itiraz edebilir. Azizlerim, bu konunun felsefi boyutuna girmek istemiyorum. Burada yeri gelmişken Hikmet-i Müteâliye ve Molla Sadrâ nazarında ‘‘hareket-i cevheriyye'' olarak bilinen meşhur nazariyeye özetle değinmek istiyorum.

 

Hareket-i cevheriyye, insanın anne karnına nutfe olarak düştüğü andan başlayıp cennete veya cehenneme girdiği ana kadar meydana gelen bütün gelişim ve tekâmülünü tek bir parça ve varlık olarak görür. İnsan tek bir varlıktır, ancak olumlu veya olumsuz yönde gelişim gösterir. Yani ya cennetin derecelerinde bulunur veya cehennemin en alt tabakalarında yer alır. Tek bir varlık olarak gelişim göstermektedir. Azizlerim, ben bu cevherî hareketin ümmet için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani ümmet bir nutfe ve tohum olarak başladı ve gelişimini sürdürmektedir. Ümmetin gelişimi ya olumlu ya da olumsuz yönde olacaktır. Bu kavram örfi kavramlardandır. Yani ahlaki tekâmül (gelişim) olumlu gelişimdir. Ancak felsefi anlamda tekâmül dediğimiz zaman hem olumlu hem de olumsuz yönde gelişimi içine alır. Örneğin ben sana ‘‘şu tavuğu öldür'' dediğimde “Vallahi kalbim ve aklım öldürmeye el vermiyor” dersin. Ancak sen, aynı anda bir tek ameliyle yarım milyon insanı öldürecek ve bundan zevk alacak birisini de görebilirsin. Bu da bir tekâmüldür. Ancak suçlarda tekâmüldür. İşte ben de zaten bundan dolayı ‘‘cennetin derecelerinde tekâmül'' veya ‘‘cehennemin alt tabakalarında tekâmüle doğru yol almak'' ifadelerini kullandım. Bu tekâmül, varlıksal bir tekâmüldür. Varlıkta bir dereceye ulaşmıştır. Her halükârda ümmetlerde de aynı durum söz konusudur. Cevherî hareket milletler ve ümmetlerde de bulunmaktadır. Durum böyle olduğuna göre hangi ümmet olursa olsun -özellikle de İslam ümmeti- cevherî hareket nazariyesi gereği bir noktadan başlar, gelişerek bugününe gelir, bugününden hareketle de yarınına doğru yol alır.

 

Sunucu: Bu aynı zamanda Kur'ân'ın da mantığıdır. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Allah mükâfatınızı versin.

 

Şimdi bu nazariyeyi açıklamak istemiyorum. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

“İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz ama bunların hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamaz.”[iv]

 

Örneğin çocuğu ele alalım. Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: “Bedbaht kimse annesinin karnında bedbahttır; said ise annesinin karnında saiddir.” Ey Allah'ın Resûlü neden böyle söylüyorsunuz? Hz. Resûlullah (s.a.a.) atılan ilk tohumu temel alarak bu sözü söylüyor. Bu tohum insandan ayrılmaz. Ancak atılan bu tohum insan iradesini de devre dışı bırakmaz. Ben Marksizm'in ileri sürdüğü anlamda tarihsel determinizme inanmıyorum. Ben cevherî harekete inanmaktayım. Kur'ân-ı Kerim bunu “Allah'ın sünnetinde herhangi bir değişiklik göremezsin.” şeklinde ifade etmektedir.

 

Aziz dostlarım, tarihi sadece tarih olması yönüyle okumamalıyız. Biz tarihi ibret almak için okuruz. Tarihi, Kur'ân'ın mantığı ile okuruz.  Kur'ân'a bakınız! Kur'ân'ın otuza yakın kıssayla dolu olduğunu görürsünüz. Kur'ân-ı Kerim “Biz bu Kur'ân'ı sana vahiy etmekle (başka konular yanında) en güzel kıssayı da anlatıyoruz”[v] buyurmaktadır.

 

Soru: Peki, Kur'ân-ı Kerim kıssa kitabı mıdır?

 

Kur'ân'ın kendisi bizzat bu soruya aynı sûrede şu cevabı vermektedir.

 

“And olsun onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.”[vi]

 

Bundan dolayıdır ki Kur'ân Hz. Yusuf'un ne zaman doğduğuna ve ne zaman vefat ettiğine asla değinmez. Kur'ân ibret ve öğütlerin kavranabilmesi için kıssaların özünü sunmaktadır.  Allah aşkına, ilk halifenin ne zaman dünyaya geldiği benim için o kadar da önemli değildir. Önemli olan benim bu tarihî kesiti çok iyi okumamdır. Ben tarihin bu kesitini dakik ve iyi bir şekilde okumazsam bu yanlış yorum bugünümü, bugünüm de yarınımı şekillendirecektir.

 

Sunucu: Evet, benim bugünüme yansıyacak ancak ben onu da anlamayacağım.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben anlayamayacak ve bilemeyeceğim. Çeşitli mahfillerde ve meclislerde itiraz mahiyetinde ‘‘Madem İslam beşeriyeti idare edebilecek güce, izzete ve saygınlığa sahip neden günümüzde bir buçuk milyarı aşkın Müslüman sahip oldukları onca olanağa rağmen Siyonist grupların zilleti altında yaşıyor? Problem nerede?'' sorularıyla karşılaşacağım. İşte problem, tarih felsefesini anlamamakta yatıyor. Buradan hareketle felsefi araştırma ve innî burhan konusuna girmek istemiyorum. Nitekim mantıkta denildiği üzere malulden illete (sonuçtan sebebe) geçiş yapabilirsin, yani ümmet bunca imkâna rağmen izzet ve saygınlığa erişemiyor, Filistin halkını bu zulmün altından kurtaramıyorsa bu durum bize hakikî İslam'ı taşımadığımızı gösterir. Bütün bunlar, nazarî olarak benimsediğimiz inanç ve kanaatlerde birtakım eksikliklerin olduğunu haykırıyor. Bugün Irak'ta, Mısır'da ve Tunus'ta gördüğümüz manzaralar oldukça ilginç. Bu beldelerin birçoğunda “Arap Baharı” adı altında özgürlük sancağının dalgalandığını görüyoruz. Bugün İslam sancağını taşıyanların yarın başkalarının kucaklarında yer aldıklarını görüyoruz! Ey kardeşim, İslami ilkeler nerede kaldı? İslami ilke ve prensipler hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Hiçbir ülkeyi de istisna ediyor değilim. Kimsenin aklına Tunus'u kastedip Irak'ı kastetmediğim gelmesin. Ben Sünnî olsun Şiî olsun İslami hareketten bahsediyorum.

 

Aziz dostlarım, İmam Ali'nin hilafet makamına geçmesine kadarki süre çeyrek asırdır. Hz. Resûlullah'tan sonraki çeyrek asırlık dönemde neler meydana geldi ki İmam Ali (a.s.) ‘‘böyle bir ortam oluştu'' diyor? Bu birinci husus. İkinci husus ise İmam Ali (a.s.) ümmet bu haldeyken hilafeti niçin kabul etti? 

 

Azizlerim, lütfen dikkat ediniz. Bunların tümü birer mukaddime türündendir. Bu mukaddimeyi bitirmek için bunları zikrediyorum. 

 

İmam Ali'nin (a.s.) bu dönemi üçüncü halife ile Muâviye'nin halifeliği dönemi arasında bir kesinti anlamına gelmektedir. Yani O'nun halifelik dönemi öncesi ve sonrasıyla hiç uyumlu değildir. Sanki bambaşka bir döneme geçiş yapılmaktadır. Sanki Hz. Resûlullah'ın dönemine benzer bir dönem yaşanmaktadır. İnşallah ileride buna ilişkin pasajları okuyacağız. Sanki bu dört beş yıllık süre Hz. Resûlullah'ın asrı gibidir. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisi bu dönemi tevil dönemi olarak isimlendirmektedir. Osman'a kadar ki süreç, Osman'ın halifeliği, sonraki dört beş yıllık dönem ve ardından da Ümeyyeoğullarının halifeliği ele geçirmeleri… Bu dönemi öncesi ve sonrası ile mukayese ettiğimizde onlara benzemediğini görüyoruz. Buradan hareketle ‘‘Emevî İslamı var gücüyle İmam Ali'nin halifelik döneminin meşru olmadığını ispatlamaya çalışmıştır'' diyebiliriz. Esasında bu dönem hilafet dönemi değildir, şerî ve İslami bir dönem değildir derler. Müslümanlar arasında ihtilaf ve savaşlar dönemdir. Buradan hareketle Nâsıbîler, dördüncü halifenin İmam Ali (a.s.) değil de Muâviye olduğunu ispata çalışmaktadırlar. Muâviye de aynı stratejiyi ve aynı bakış açısını takip etmiş ve İslam'ın içini boşaltmaya çalışmıştır.

 

Bedr Avvâd'ın en-Nasb ve'n-Navâsıb adlı eserine bir bakalım. Bu eser yeni piyasaya çıktı.

 

FAS'TA NÂSIBÎLİK (BAŞLIK)

 

Endülüs Emevilerinin birçoğunun ve hatiplerinin dördüncü halife olarak Ali b. Ebî Tâlib'i değil de Muâviye'yi kabul ettikleri aktarılmıştır… Her halükârda Ali'nin halifeliğinin inkârı Nâsıbîliğin meşhur görüşlerindendir… Ancak İbn Teymiyye…[vii]

 

Nedeni bellidir. Çünkü tarihî bağlama baktığında Muâviye'nin üçüncü halife ile uyum içinde olduğunu görürsün. Yani onlar şerî halifelik sıfatını Muâviye'ye verir ve İmam Ali'nin hilafetinden yüz çevirirler. İbn Teymiyye'ye gelince ise o bu meseleyi temellendirmeye çalışır. Emevilerin Nâsıbî olduğunu ispata ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü Endülüs Emevîlerinin geneli Nâsıbîdir. İbn Teymiyye'ye niçin dördüncü halifenin Muâviye olması gerektiğini temellendirmeye çalışıyor? O mealen ‘‘Endülüs Emevîleri aslında Ali'ye buğzeden kimseler değildir'' der. Çünkü o da biliyor ki bunların Hz. Ali'ye buğzettiğini söyleyecek olursa nifaklarını da kabul etmesi gerekecek. Onlar da İmam Ali'yi seviyorlar, ancak İmam Ali (a.s.) karşısında Muâviye'nin haklı olduğu kanaatindedirler. ‘‘Peki neden Muâviye haklıdır'' sorusuna ise ‘‘Çünkü Ali b. Ebî Tâlib'in halifeliği hakkında icma gerçekleşmedi. Ümmet ihtilafa düştü. Hatta ümmetin çoğunluğu O'na biat etmedi'' cevabını verirler. Lütfen dikkat ediniz! ‘‘Çoğunluk'' diyor. Çoğunluk biat etmediğine göre ‘‘azınlık biat etti'' oluyor. Böylece zihinlere biat edenlerin azınlık olduğu algısını yerleştirmeye çalışıyor!

 

Azizlerim, gerçekten oldukça garip. Bunlar şeytani düşüncelerdir. Hatta şeytana dahi akıl hocalığı yapıyor. Bütün bunlarla Talha, Zübeyr, Aişe, Muâviye ve Amr b. el-Âs gibilerinin İmam Ali'ye karşı çıkışlarının meşru olduğunu söylemeye çalışıyor. İmam Ali'nin halifeliğinin meşruiyeti sabit olursa O'na karşı çıkmak ve isyan etmek nasıl caiz olacak ki? Bazıları hemen ‘‘Hayır, İbn Teymiyye Hz. Ali'nin halifeliğinin meşruluğuna inanmaktaydı'' diyerek itiraz edeceklerdir. Evet, o elbette İmam Ali'nin hilafetinin meşru olduğunu söylüyor, ancak başka bir yolla, zımnen meşru olmadığını da söylüyor!

 

İbn Teymiyye onlar için ‘‘İctihâd ettiler ve yanıldılar'' ifadesini kullanır. İmam Ali için ‘‘Hakka daha yakındı'' der. Yani onlar da haklıydı ancak hakka biraz daha uzak idiler! Örneğin Ali (a.s.) yüzde atmış haklı, diğerleri ise yüzde kırk haklıydı.

 

Geliniz, İbn Teymiyye'nin Minhâcü's-Sünne'sine bir bakalım. Lütfen, ibarelere dikkat ediniz. Okuyup üzerinde fazla değerlendirmelerde bulunmayacağım:

 

Bir grup da şöyle derler: O (Ali) Muâviye'den daha faziletli olsa da Muâviye ile savaşında haklı değildi. Bunlar sayı itibariyle çoktur. Hatta birçoğu Muâviye'nin yanında yer alıp Ali ile savaştılar. Bunların çoğunluğu ‘‘Ali itaat edilmesi farz olan imam değildir. Çünkü halifeliği nas ve icma ile gerçekleşmemiştir” derler.[viii]

 

Pasaja göre birinci, ikinci ve üçüncü halifenin halifeliği nas ve icma ile sabit olmuştur!

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bu görüşü İmam Ali'nin Muâviye'den daha faziletli olduğuna inanan ve Muâviye ile savaşında hakka daha yakın olduğu görüşünü benimseyen başka bir grup da söylemiştir. Bunlar şöyle derler: Muâviye, Ali ile savaşında haklı değildi. Ancak bununla birlikte o dönem fitne ve ihtilaf dönemiydi. O dönemde ne bir cemaatin imamı vardı ne de bir halife… (Lütfen dikkat ediniz! Seyyid Kemal Haydarî) Basra, Şam, Endülüs ve diğer yerlerin Ehl-i Hadis âlimlerinden birçoğu bu görüştedir. Endülüs'te bulunan Emevî hanedanından birçok kişi de bu görüştedir. Bunlar Ali hakkında ‘‘Allah rahmet eylesin'' ifadesini de kullanır, O'nu överler. Ancak bunlar şöyle derler: Ali halife değildi. Çünkü halife insanların üzerinde birleştikleri kimsedir. Ali hakkında böyle bir icma gerçekleşmiş değildir. Bunların içinde cuma hutbesinde Muâviye'yi dördüncü halife olarak sayanlar vardır. İlk üç halifeyi zikrederler ve dördüncü olarak da Muâviye'yi zikreder, Ali'yi anmazlar. Bunlar insanların üzerinde birleşmelerini delil olarak getirerek Muâviye'yi dördüncü halife sayarlar.[ix]

 

Öyleyse Muâviye'ye yapılan biat meşrudur, demeye çalışıyorlar. İnsanlar onun üzerinde birleşmiş, İmam Ali hakkında ise ihtilafa düşmüşlerdir. Aynı şekilde Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Muâviye üzerinde de icma etmişlerdir. Dairenin dışında kalan bir tek İmam Ali'dir! Gerçekte de durum bu şekildedir. İmam Ali (a.s.) bu dörtlü çerçevenin, mantığın ve siyasetin dışındadır…

 

İbn Teymiyye'den ikinci bir pasaj aktaralım. Ben sadece ibarelere işaret edip geçeceğim:

 

Ali b. Ebî Tâlib dışında içlerinden hiçbiri hilafet makamına geçmemiştir. O'na da işler ağır gelmiş ve içinden çıkılmaz bir hâl almıştır. Ümmetin yarısı -ya da biraz fazlası- O'na biat etmemiştir. Hatta ümmetin çoğunluğu O'nunla savaşmıştır.[x]

 

استصعبت” ‘‘işler ağır gelmişti'' ifadesinde edilgen kip kullanarak İmam Ali'ye dokundurmada bulunmaya çalışmıştır. استصعبها المنافقون عليه” ‘‘münafıklar O'na zorluk çıkarmışlardır'' ifadesini kullanmıyor. Yani ‘‘Talha, Zübeyr ve Muâviye O'na zorluk çıkardılar'' değil de ‘‘İmam Ali bu işlerin içinden çıkamamıştı'' demeye getiriyor.

 

Şu ibareler de bu şekildedir:

 

“Ali dışında diğerlerinin imametinde Müslümanlar ittifak etmiştir.”[xi]

 

Yani Muâviye, Ebubekir, Ömer ve Osman'da herhangi bir ihtilaf ve problem söz konusu değildir. Asıl problem Hz. Ali'dedir!

 

Minhâcü's-Sünne'nin başka bir yerinde geçen şu ibareler oldukça kıymetlidir. Bunu da okuyup bu kadarıyla yetineceğim:

 

Bundan dolayı Osman'ın halifeliği hidayete erdirici, hidayete erdirilmiş ve sakin bir şekilde geçmekteydi. Ümmet de bu konuda ittifak halindeydi. Zaten Osman'ın halifeliğinin ilk altı yılında insanlar ona karşı çıkmadılar. Geriye kalan altı yıl içinde ise onun bazı şeylerine karşı çıktılar. Ona itiraz ettikleri şeyler Ali'nin yönetimi üstlendiğinde karşı çıktıkları şeylere nazaran oldukça önemsizdir. Beri taraftan Osman'a karşı çıkanlar toplumun ayak takımından bazı kimselerdiler. Ali'ye gelince ise ilk öncü tabakadan pek çok kimse O'na tâbi olmamış ve biat etmemiştir. Hatta sahâbe ve tâbiûndan birçoğu O'nunla savaşmıştır. Osman'ın hilafeti döneminde birçok şehir ve ülke fethedilmiş, kâfirler öldürülmüştür. Ali'nin halifeliği döneminde ise ne bir kâfir öldürülmüş ne de bir şehir fethedilmişti.[xii]

 

Yani ‘‘ümmet Osman'a karşı isyan etmemiş, kendisinin ve Ümeyyeoğullarının bozgunculuğu nedeniyle onu öldürmemişler'' gibi anlatıyor. Osman'a itiraz edilen konular, basit ve önemsiz şeylerdi demek istiyor! İmam Ali'ye (a.s.) karşı çıktıkları şeyler daha önemliydi, çünkü İmam Ali (a.s.) dini bozmaya başlamıştı! Hâlbuki Osman'a karşı çıkılan hususlar mali-ailevi meselelerden ibaretti ve Osman'a isyan edenler arasında sahâbe yoktu, demeye çalışıyor.

 

Pasaja göre Müslümanlar arasında fesadın yayılmasının nedeni nedir? İmam Ali'nin (a.s.) hilafeti! İşte İbn Teymiyye'nin mantığı!

 

Elimde oldukça değerli bir kitap var. Değerli dostlara bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. Ümmü Hâlid el-Mâlikî ile Hasan b. Ferhân el-Mâlikî'nin Beyatu Ali b. Ebî Tâlib adlı eseri.

 

Yazar girişte şöyle diyor:

 

Ali'ye yapılan biatte ihtilaf bulunduğunu, insanların fırkalara bölündüğünü, sahâbeden birçoğunun O'na biat etmediğini, O'nun halifeliği için herhangi bir şûranın gerçekleşmediğini, sahâbenin kendi iradesiyle yapılmadığı şeklinde iddialar gördüm. Onlar bu fasit düşünceleriyle ve sözleriyle İmam Ali'nin halifeliğinin şerîliği ve imametinin sahihliği hakkında kuşku oluşturmaya çalışıyorlar. Böylece İmam Ali'ye karşı çıkan Cemel ve Sıffîn ehlinin hatalarına bir mazeret üretmeyi istiyorlar.[xiii]

 

Yazar Suudî Arabistan'da yaşadığından ötürü İbn Teymiyye'nin ismini vermiyor. Çekiniyor olabilir.

 

Yazar eserin ilerleyen bölümlerinde bu amaçla hazırlanan sekiz akademik çalışmanın varlığına işaret eder.[xiv] Bu çalışmalarla bu meselenin teorik arka planını oluşturmaya çalışıyorlar. Çünkü onlar da biliyorlar ki, “Talha, Zübeyr ve Muâviye, zamanlarının imamına karşı çıkıp da bağilerden oldu” veya zamanının imamına karşı çıkanlar için “ictihâd etti, ancak ictihâdında yanıldı ve çabasının karşılığı olarak cennete gidecektir'' denecek olursa ortaya şu problem çıkar: ‘‘Kendi ülkesinin hâkimine ve emirine karşı çıkan kimse Müslümanların birliğini bozması yüzünden cehennem ateşine girecektir'' şeklinde düşünce ile bu düşünceyi uzlaştırmak mümkün değildir. Öyleyse doğrudan bu dönemin halifesinin hilafetinin meşru olmadığı ortaya konulmalıdır.

 

Sunucu: ‘‘Sahâbenin adaleti nazariyesi'' de bu sorunun altından çıkamaz gibi görünüyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, sahâbenin adaleti nazariyesi dahi Ümeyyeoğulları tarafından tesis edilmiştir. Emevîler sahâbenin adaleti nazariyesini tesis etmişlerdir ki Amr b. el-Âs, Muâviye ve Talha ve Zübeyr'in katili olan Mervân b. Hakem gibilerine bir eleştiri gelmesin. Zaten tarih de Mervân'ın Zübeyr ve Talha'yı öldürdüğünü gösteriyor.

 

Öyleyse aziz dostların bunu incelemelerini isterim. Çünkü bu konuyu da ele alacak olursak vaktimiz yetmeyebilir.

 

Yazar açık ve net bir şekilde şöyle diyor:

 

Talha ve Zübeyr dışında diğer insanlar gönül hoşnutluğu ve kendi özgür iradeleriyle biat ettiler. Talha ve Zübeyr ise baskı altında biat etti. Biatin gerçekleşme şekline de rıza göstermemişlerdi. Şöyle kibiatın ehl-i hal ve'l-akdin katılımıyla veya şûra ile alınmadığını düşünüyorlardı.[xv]

 

Bu satırın sahibi Talha ve Zübeyr'in Cemel Savaşı'na çıkmalarına meşruiyet kazandırmak için bu yorumu yapıyor. Bu ibareler yukarıda okuduğumuz İbn Teymiyye'nin ifadelerinin ta kendisidir.

 

Yazar eserin bir başka yerinde şöyle diyor:

 

Muâviye, Şam ahalisi, Basra, Mısır ve Yemen ahalisinin çoğunluğu O'na biat etmemişlerdi.[xvi]

 

Bir başka yerinde ise şöyle diyor:

 

İbn Hazm, Ali'ye biat etmekten kaçınanların sayısının O'na biat edenler kadar olduğu görüşündedir. Yüz bin Müslümanın O'na biat etmediğini söyler.[xvii]

 

İbn Hazm Emevî meşrepli birisidir. Bu söz de İbn Teymiyye'nin sözünün aynısıdır.

 

Değerli izleyicilerin bu dört beş yılı anlayabilmeleri için bu giriş zorunluydu. Allah biliyor ki ben Şia'yı savunma derdinde değilim. Asla! Benim derdim İmam Ali'dir. Sizler de zaten İmam Ali'nin (a.s.) sahâbenin Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) en yakın ferdi olmasa da öncü sahâbeden biri olduğunu ikrar ediyorsunuz. İmam Ahmed b. Hanbel'in de belirttiği gibi İmam Ali (a.s.) hakkında aktarılan faziletler hiçbir kimse hakkında vârid olmamıştır. Bütün bunlar neden öyleyse?

 

Sunucu: İmam Ali'nin (a.s.) tevil üzere kendileriyle savaştığı kimselerin bilinmemesi ve Hz. Resûlullah'ın sözleri iptal edilsin diye. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, onlar ne zaman Resûlullah'a (s.a.a.) iman ettiler ki şimdi de Allah Resûlünü savunsunlar! Hz. Resûlullah'a iman etmiş olsalar dahi dünyevî menfaatlerini korumak için iman etmişlerdir. İmam Ali (a.s.) onlar hakkında “Sizler isteyerek İslam dinine girmediniz. Sizler istemeye istemeye İslam dinine girdiniz” buyurmaktadır. Bundan dolayı Ebû Bekir, Ömer, Osman, Muâviye ve Benî Ümeyye tarihinin hakkında onlarca çalışmanın yapıldığını görürsünüz. Ancak aralarında derin ve insaflı bir çalışma bulamazsınız.

 

Buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum. Bu çağrım ve davetim sadece Ehl-i Sünnet'in insaf, marifet ve tahkik erbabına yönelik değildir. Hatta Ehl-i Sünnet'ten önce Şiîlere yöneliktir. Lütfen Sadr-ı İslam'ın bu dönemini analitik bir gözle, tarih felsefesinin kuralları çerçevesinde bir okuyunuz. Neden iş bu tür savaşlara varmıştır? Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatının üzerinden yirmi beş yıllık bir süre geçmeden neden bu olaylar yaşandı? Oldukça kısa bir zaman. Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde yaşayan o kuşak hâlâ hayattaydı. Bunların tümü Hz. Resûlullah'ın ashabı, Hz. Resûlullah'ın hal ve'l-akd ashabıydı! Hepsi toplumun ileri gelenleri. Bunların tümü Hz. Resûlullah'ın etrafında olan ve O'nun terbiyesinden geçmiş kimselerdi. Ya Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) terbiye ve eğitiminden kuşku duyacaksınız yahut da bunların problemli olduğunu söyleyeceksiniz! Başka bir ifadeyle “O, gökten su indirdi; su, vadiler dolusunca sel olup aktı.”[xviii] Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) asla ve kat'a ümmetin eğitim ve öğretimi için cimrilikle bulunmadı ve elinden gelen bütün çabayı gösterdi ancak bundan herkes kendi kapasitesince yararlandı. Bu olumsuz düşüncelerini Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) hayatında izhar etmeye kadir olamadılar. Fakat birinci, ikinci ve üçüncü halife dönemlerinde bu ajandaya aykırı bir şey bulamadılar. Nihayet iş İmam Ali'ye (a.s.) varınca bunların bu ajandası İmam Ali ile çatışmak zorunda kaldı. İmam Ali'nin (a.s.) “Fitnenin gözünü çıkardım” dediği husus tam da buydu.

 

Programın başında okuduğum hutbeyi bir kez daha hatırlatmak istiyorum:

 

Ey insanlar, fitnenin gözünü ben kör ettim, benden başka kimse ona dalamazdı.[xix]

 

Neden ey Müminlerin Emiri! Birinci, ikinci ve üçüncü halifeler ne yapıyorlardı? İnşallah okuyacağımız Nehcü'l-Belâga'nın hutbeleri sana yeterli gelecektir.

 

İmam Ali (a.s.) Şıkşıkiyye Hutbesi'nde şöyle buyurmaktadır:

 

Onunla babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah'ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler. Sonunda onun da ipleri çözüldü. Amelleri işini bitirdi. Karnının dolgunluğu, onu yere serdi. Derken halk sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan etrafıma üşüştüler, neredeyse izdihamdan Hasan ve Hüseyin ayaklar altında kalacaktı. [xx]

 

İmam Ali gibi bütün insanların kendisini istediği bir hâkim tarihte görülmemiştir!

 

İmam Ali (a.s.) az önce okuduğumuz hutbenin devamında şöyle buyuruyor:

 

Dalgalar halinde yayılan karanlığına, azgınlaşan kudurganlığına (benden başka) kimse dalamazdı. O halde beni kaybetmeden önce bana sorun. Nefsim (kudret) elinde olana and olsun, bugünden kıyamete kadar olacakları ve yüz kişiye hidayet edecek ve yüz kişiyi de saptıracak grubu; çağıranları, öncülük edenleri, sevk edenleri, yüklerini nereden alıp indirdikleri, onlardan kimin katledileceğini, kimin eceliyle öleceğini bildiririm. Ama beni yitirdiğinizde ve başınıza hoş olmayan sıkıntı ve zorluklar gelip çatınca, soranlardan çoğu başını önüne eğecek, sorulanlar da cevap veremeyip acze düşecektir. [xxi]

 

Kimsenin zihnine benim ictihâd ettiğim düşüncesi gelmesin.

 

Bu hutbeye göre İmam Ali (a.s.) istikbalin Benî Ümeyye'ye ait olduğunu biliyordu. Öncekilerin onlar için zemin hazırladıklarını ve Cemel'de neler yapacaklarını biliyordu. Onlar nihayet İmam Ali'yi zayıf düşürdüler. Muaviye de yapacağını yaptı ve tahkim olayında da hileye başvurdu.

 

İmam Ali (a.s.) devamında şöyle buyuruyor:

 

Bilin ki uğrayacağınız fitneler içinde en çok korktuğum, Ümeyyeoğullarının fitnesidir. Çünkü bu kör ve karanlık bir fitnedir, hâkimiyeti yayılır, belası (iyi insanlara) özgüdür. Görenler bu fitnenin belasından zarar görür, görmeyen insanlardan ise bu bela uzaklaşır. Allah'a and olsun, Ümeyyeoğulları benden sonra size musallat olacak kötü buyruk sahipleridir.[xxii]

 

İmam (a.s.) devamında şöyle buyuruyor:

 

Size gelip çatacak olan Ümeyyeoğulları fitnesi çirkin ve korkunç bir yüze sahiptir. Yaptıkları Câhiliye devrinin işleridir; onda ne bir hidayet meşalesi ne de (kurtuluş) bayrağı görülür. Biz, Ehl-i Beyt, o fitnelerden kurtulmuşuz, halka o zaman davetçi olamayacağız.[xxiii]

 

Öyleyse Müminlerin Emiri sadece kendisinden önce yapılan yanlışlıkları düzeltmek istemiyor, dahası bu tür bâtıl isteklere ve fitnelere zemin hazırlamak isteyenlerle de savaşıyor. Hatta Kıyamet Gününe kadar sürecek bir ders veriyor ve bir sancağı yükseltiyor.

 

İmam Ali (a.s.) bu birkaç gün diplomatik bir dil kullanıp menfaat eksenli bir politika izleseydi, Muâviye karşısında sussaydı ve siyasi ve kabilevî tavizler verseydi -Allah aşkına- İslam'dan geriye Benî Ümeyye'nin sapık metodundan başka ne kalırdı?   

  

Sunucu: İmam Ali (a.s.) Muâviye gibi midir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece Muâviye gibi de değildir. O ne Muâviye ve Osmân ne Talha ve Zübeyr ne de Amr b. el-Âs gibidir!

 

Aziz dostlarım, her ne kadar bu mukaddime uzun olduysa da bize yeni ufuklar açacaktır. İlk olarak tarihi bir defa daha okuyacağız. İkinci olarak bugünümüzü anlayacağız. Üçüncü olarak da geleceğimize hazırlık yapacağız. 

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid! Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra İmam Ali'nin tavrı hakkında sorular soruluyor. İmam Ali (a.s.) kendisini haklı görüyor muydu? Bu soruyu da ‘‘Eğer İmam Ali (a.s.) kendisini haklı görüyor idiyse neden hakkını almak için bir şeyler yapmadı da susmayı yeğledi?'' sorusu takip ediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu soruyu birçok kişi soruyor. Ali (a.s.) kendisinin haklı olduğuna inanıyor idiyse neden biat etti ve sustu? Neden hiçbir şey söylemedi? Niçin işleri terk etti de bütün bu olayların yaşanmasına neden oldu?

 

Sunucu: Hatta bazıları işin bu hale dönüşmesinde İmam Ali'yi de pay sahibi görüyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bazıları O'nun ikinci halifenin müsteşarı olduğunu söylemekte ve İslam tarihinin uğursuz ve acı döneminde meydana gelen şeylerde pay sahibi olduğuna inanıyor. İmam Ali'nin kendisi bu dönemi en acı dönem olarak nitelendirmekte ve ‘‘gözümde diken, boğazımda kemik vardı'' demektedir. Bazıları bu tür soruları sorarak demagoji yapmaya ve hakikatlerin üstünü örtmeye çalışmaktadırlar.

 

Üstad Ala, müsaade ederseniz buna biraz değineyim.

 

İlk olarak ‘‘Eğer İmam Ali (a.s.) haklı idiyse neden ‘ben haklıyım ve hak sahibiyim' demedi?'' sorusunu soruyorlar. Haklı olan kişi bunu açıkça dile getirmelidir.

 

İkinci soru: Ümmetin çöküşe doğru hareket ettiğini ve zifirî karanlığa doğru yol aldığını gördüğünde neden sustu ve hiçbir şey söylemedi? Bu soru da oldukça yerindedir.

 

Üçüncü soru: Neden onların bu yanlışlıklarına ortak oldu? Hatta onlara fikir verdi. Dördüncü, beşinci ve altıncı sorular da böyle uzayıp gidiyor.

 

Neden sustu, cihad edip Allah yolunda savaşmadı? O Ali ki İbn Teymiyye dışında herkes O'nun Resûlullah'ın en cesur sahâbîsi olduğunu itiraf etmektedir. O cesaretine rağmen neden susmayı tercih etti?

 

Ben bu akşam İslam tarihini doğru anlama noktasında takip edilecek metoda işaret ettim. Aziz dostlarım, ben şu an Ehl-i Beyt Okulunun görüşü olan nas nazariyesini veya bu işin ümmete bırakıldığını ispat sadedinde değilim. Lütfen, tarihsel demagojiyi görüyor musunuz? Nitekim günümüzde de benzer bir durum söz konusu. İnsan hakları adı altında milletler katlediliyor. Aynı mantık bu meselede de mevcut. Soruyu ‘‘nas nazariyesi mi yoksa şûra nazariyesi mi daha doğrudur'' diye soruyorlar? Allah aşkına, akıllı bir insan ne der? Şûra nazariyesi Kur'ânî temelleri olan, insanın saygınlığını göz önüne alan ve insan iradesini devre dışı bırakmayan bir nazariyedir, diyecek ve şûra nazariyesinin daha mantıklı olduğunu kabul edecektir. Hâlbuki Hz. Resûlullah (s.a.a.) kendisinden sonrasına şûra nazariyesini bırakmadı ki! Onların görüşlerini doğru okuyacak olursak “Ümmetin ihmal edilmesi nazariyesi” demeliyiz. Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) onları başıboş bir şekilde bırakmıştır! Şûra iddiasında bulunanlar lütfen bize şûranın kaidelerini söylesinler! Hz. Resûlullah (s.a.a.) namaz, hac, oruç gibi ibadetlerde hadis kitaplarının bize belirttiği üzere namazın detaylarını söylemiştir. Hâlbuki namaz bireysel bir ibadettir. Allah aşkına, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ümmetine şûrayı bırakıp da şûranın hakikati, kuralları, ehl-i hal ve'l-akdin sayısı, temelleri hakkında hiçbir söz söylememiş olması mantıklı bir şey midir?

 

Tarihsel demagojilerden bir diğeri şudur. Kimileri yönlendirmelerle ‘‘Şia nas nazariyesine, karşısında bulunanlar ise şûra nazariyesine inanmaktadırlar'' diyorlar. Toplumsal zevk sahibi olan bir kimse tabiatıyla şûra nazariyesini önceleyecektir.

 

Gerçi ben şu an Ehl-i Beyt Okulunun benimsediği ‘‘nas nazariyesi'' hakkında konuşmak istemiyorum. Ümmetin komutansız bir şekilde başıboş bırakıldığı nazariyesini de ele almak istemiyorum. Ancak konu konuyu açıyor. Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin ‘‘Ridde Savaşları'' dedikleri savaşları nereye koyacağım, bilemiyorum. Osman döneminde vuku bulan sapmaları ne yapacağım? İmam Ali'nin (a.s.) savaşları sonrasında yönetimin Muâviye'nin ve Benî Ümeyye'nin eline geçmesini nasıl açıklayacağım? İşte bütün bunlar ümmetin komutansız ve lidersiz bir şekilde bırakılması görüşünün neticeleridir. 

 

Sunucu: İlginç olan şudur ki Hz. Resûlullah'ın ümmeti başıboş bıraktığını savunuyor, beri taraftan bazı sahâbîlerin şûra teşkil ettiğini kabul ediyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Benî Ümeyye'nin başa geçmesi için çare düşünüyorlar. Tavizlerle, kabilevî yollarla… Aslında hakiki anlamıyla ortada ne bir şûra var ne de bir ehl-i hal ve'l-akd bulunmaktadır. Sahâbenin büyüklerinden gelen “Rabbinin huzuruna vardığında sana ne yaptın, diye sorulduğunda Ömer'i onların başına bıraktım dersin” şeklindeki sahih rivayetlerin de delalet ettiği gibi birinci halifeye eleştirilerin yapıldığını onların en önemli kitaplarında okumaktayız. 

 

Aziz dostlarım, ben ne nas nazariyesi ne de ihmal nazariyesi hakkında konuşmak istiyorum. Ama bu Hz. Resûlullah'a bir taandır. Bir taraftan Hz. Resûlullah'ın geleceğe yönelik hiçbir öngörüsünün olmadığını söyleyeceksiniz, ama beri taraftan birinci, ikinci, üçüncü halifelerin ve Muâviye'nin kendisinden sonrası için yönetici atadıklarını söyleyeceksiniz. Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) geldiğinde O'nun ümmeti başıboş bıraktığını söyleyeceksiniz! Sonrasında da fitneler çıkacak ve nihayetinde yönetimin dizginleri Benî Ümeyye'nin eline geçecek.

 

Her neyse ben falancanın müsteşarı olduğu söylenen Ali b. Ebî Tâlib hakkında konuşmak istiyorum. Esasında O, bu hakkı talep etti mi? İmamın, masum ve halife olması hasebiyle değil de bir sahabî olması cihetinden konuşuyorum. Bu makama kendisinin daha layık olduğunu düşünüyor muydu? Sahâbenin içinde hilafete kendisinden daha layık bir kişinin olduğunu mu yoksa bu hakkın sadece kendisine mi ait olduğunu düşünüyordu? Bu konu hakkında bazı pasajları sunmak istiyorum.

 

İlk okuyacağım pasaj Nehcü'l-Belâga'nın ikinci hutbesi.

 

İmam şöyle buyurmaktadır:

 

Hz. Ali Sıffin'den dönerken okuduğu bu hutbesinde insanların bisetten önceki hali…

 

Allah'ın sırrının yeri, emrinin sığınağı, ilminin kaynağı, hükümlerinin merkezi, kitaplarının barınağı, dininin dağları Ehl-i Beyt'tir. Dinin beli büküldüğünde onlar ile doğ­rulur ve titremesi onlar sayesinde gider, dincelir.[xxiv]

 

Pasaja göre konuşacak olursak din eğilip büküldüğünde kiminle doğrulacak ve kiminle istikamete erişecek? Ehl-i Beyt ile. Bu dinin eğilmesi, tevilî nifak ile dinin eğilmesi anlamındadır.

 

İmam devamında şöyle buyuruyor:

 

(Münafıklar) Kötülük tohumları ektiler, onu aldanışla suladılar, helak ve azap biçtiler.[xxv]

 

Bu satırlar aslında Hz. Resûlullah'tan sonraki sürecin özetidir. Onlar Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra kötülük tohumlarını ektiler, nihayetinde bu tohumlar Muâviye'nin halifeliğini doğurdu. Osman'ın hilafeti döneminde de İslami ayaklanmaya neden oldu. Evet, Mısır, Irak ve Hicaz halkları isyan ettiler. Ancak bunlar Benî Ümeyye'nin saygınlığını korumak amacıyla, kıyam eden halkı ayak takımı, çapulcular, teröristler ve dış güçlerin ajanları olarak nitelediler.

 

Ey Müminlerin Emiri, peki bunlarla Ehl-i Beyt'i karşılaştıracak olursan ne şeklindeki takdiri soruya da şöyle cevap veriyor:  

 

Bu ümmetten hiç kimse Muhammed'in (s.a.a.) Ehl-i Beyt'iyle mukayese edilemez. Hiçbir zaman (Ehl-i Beyt'in) nimetlerinin üzerine aktığı kimseyle (Ehl-i Beyt) bir sayılmaz. Onlar dinin esası, yakinin direğidir. İleri gidip aşırıya kaçanlar döner, onlara katılır. Geri ka­lan gelir onlara uyar (orta yol onlardır.) Velayet hakkının özellikleri sadece onlarındır. Vasiyet ve veraset de onlar­dadır. Hak şimdi ehline döndü ve intikal etmesi gereken yere intikal etti. [xxvi]

 

“Velayet hakkının özellikleri sadece onlara aittir” ifadesine lütfen dikkat ediniz. Bu ifadeler ‘‘diğerleri de hak sahibi olmakla birlikte biz daha çok haklıyız'' anlamına gelmemektedir. Hayır, ‘‘hak sadece onlara aittir'' anlamına gelmektedir. 

 

Resûlullah'ın (s.a.a.) vasiyeti de onlara (Ehl-i Beyt'e) aittir.

 

‘‘Hak şimdi ehline döndü'' ifadesi de Osman'dan sonraki döneme yöneliktir. Artık ne diyeceğimi bilemiyorum. Müminlerin Emiri daha ne desin?

 

Sunucu: Seyyid Kemâl Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[i] Nehcü'l-Belâga, s. 159, Hutbe No: 93.

[ii] A.g.e., a.g.y.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] Ankebût, 43.

[v] Yûsuf, 3.

[vi] Yûsuf, 111

[vii] Bedr el-Avvâd, en-Nasbu ve'n-Navâsıb, Dirasetun Tarihiyyetun Akadiyyetun, s. 182, 1. Baskı, Dârü'l-Minhâc, 1433.

[viii] Minhâcü's-Sünne, c. 3, s. 86.

[ix] A.g.e., c. 3, s. 86-87.

[x] A.g.e., c. 2, s. 587.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] A.g.e., c. 4, s. 516.

[xiii] Ümm-ü Mâlik el-Hâlidî ve Hasan b. Ferhân el-Mâlikî, Beyatu Ali b. Ebî Talib fi Davi'r-Rivâyeti's-Sahiha mea Nakdi'd-Dirâsâti'l-Camiiyyeti fi'l-Mevdu, s. 15, Mektebetu Tevbe, Suudi Arabistan.

[xiv] A.g.e., s. 259.

[xv] A.g.e., s. 265 Tabii yazar bu cümleleri Doktor Umerî'den alıyor. Yoksa bu görüşler muhterem yazarın görüşleri değildir. O bu görüşleri eleştiri bağlamında zikrediyor. (çev.) 

[xvi] A.g.e., s. 272.

[xvii] A.g.e., s. 273.

[xviii] Rad, 17.

[xix] Nehcü'l-Belâga, s. 159, Hutbe No: 93.

[xx] Nehcü'l-Belâga, s. 37, Hutbe No: 3.

[xxi] Nehcü'l-Belâga, s. 159, Hutbe No: 93.

[xxii] A.g.e., a.g.y.

[xxiii] A.g.e., a.g.y.

[xxiv] Nehcü'l-Belâga, Hutbe No: 2.

[xxv] A.g.e., a.g.y.

[xxvi] A.g.e., a.g.y.