Ahmed el-Kâtib’e reddiye (4): Zürâre, Zamanının İmamı’nı tanımadan mı öldü?

Ahmed el-Kâtib’e reddiye (4): Zürâre, Zamanının İmamı’nı tanımadan mı öldü?
Ahmed el-Kâtib’in Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi - Şûrâdan Velâyet-i Fakîhe (Tatavvuru'l-Fikri's-Siyâsîyyi'ş-Şîî mine'ş-Şûrâ ilâ Velâyeti'l-Fekîh) kitabına karşı Seyyid Sâmî Bedrî tarafından yazılmış reddiyenin (Şübehât ve Rudûd) (Şüpheler ve Yanıtlar) tam çevirisini yayımlamayı sürdürüyoruz.

 

 

Seyyid Sâmî el-Bedrî

 

 

Ahmed el-Kâtib şöyle diyor: “Şia’nın fakihi olan Zürâre, İmam Sâdık’ın halifesini tanımadan vefat etmiştir.”

 

 

Ben derim ki İmam Rızâ’nın (a.s.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

 

Zürâre babamın durumunu ve babasının kendisi hakkındaki nassını biliyordu. Ancak o, İmam Kâzım’ın (a.s.) imametini izhar etmek için takiyyeyi ortadan kaldırmasının kendisi için caiz olup olmadığını babamdan öğrenmek için oğlunu gönderdi. Oğlu gecikti ve babam hakkındaki sözü izhar etmesi kendisinden istenince, O’nun emri olmaksızın adım atmak istemediğinden Mushaf’ı kaldırarak ‘‘Allah’ım, şahit ol! Ben bu Kitabın, Cafer b. Muhammed’in çocuklarından imametini sabit kıldığı kişinin imametini kabul ediyorum!’’ dedi.

 

 

Şüphe:

 

Zürâre, İmam Bâkır ve İmam Sâdık’ın (a.s.) en büyük öğrencilerindendi. Ancak o da İmam Sâdık’ın (a.s.) halifesini tanıyamamış, oğlu Ubeydullah’ı kendisi için yeni imamı araştırması için Medine’ye göndermiş, fakat oğlu geri dönmeden önce imamın kim olduğunu öğrenemeden vefat etmiştir. Zira ölümü esnasında Mushaf’ı göğsünün üstüne koyarak “Allah’ım! Ben bu Mushaf’ın imametini ispat ettiği kişinin imametini kabul ediyorum” demiştir.[1]

 

 

Şüphenin Reddi:

 

Bu şüpheye şu şekilde cevap veririz:

 

Bu şüphenin de Zeydiyye’nin şüphesi olduğu açıktır. Onlar, On İki İmam haberi karşısında şüphe oluşturmaya çalışmış ve şöyle demişlerdir:

 

On İki İmam haberleri sahih olsaydı insanlar İmam Cafer b. Muhammed es-Sâdık’tan (a.s.) sonra kuşkuya düşmezlerdi. Hâlbuki Şia’nın fakihi Zürâre, Mushaf’ı göğsünün üzerine koyarak ‘‘Allah’ım! ...’’ diyerek ölmüştür.

 

Şeyh Sadûk (r.a.) bu şüpheye şu sözlerle cevap vermiştir:

 

Bunların hepsi aldatma ve sözü yalanlarla süslemektir. Çünkü bizim ‘‘o devirdeki bütün Şiîlerin On İki İmamı isimleriyle tanıdıkları” şeklinde bir iddiamız zaten yoktur. Aksine biz şöyle diyoruz: Allah’ın elçisi kendisinden sonra İmamların on iki kişi olduğunu, bunların kendisinin halifeleri olduğunu bildirmiştir. Şiî âlimler bu hadisi İmamların isimleriyle rivayet etmişlerdir. Halk arasında bu hadisi duymayan bir-iki kişi ya da biraz daha çok insan bulunduğunu da inkâr etmiyoruz.

 

 

Ama Zürâre b. Ayen’a[2] gelince o, İmam Cafer-i Sâdık’tan (a.s.) sonraki imam hakkında bilgi edinsin diye birini göndermişti. O, yolladığı kişi geri dönmeden önce vefat etti ve mazereti ortadan kaldıracak tarzda bir yakînle İmam Musa el-Kâzım’a (a.s.) dair bir şey duymadığı için Kur’ân’ı göğsünün üzerine koyup şöyle dedi: ‘‘Allah’ım! Ben bu Kur’ân’ın imamlığını sabit kıldığı kişiyi imam biliyorum.’’

 

Peki, dinde derin kavrayış sahibi ve takva sahibi bir şahıs, imamette fikir ayrılığı olması durumunda Zürâre’ninkinin dışında bir davranışta mı bulunur? Bunun yanı sıra şöyle de denmiştir: Zürâre, İmam Musa el-Kâzım’ın (a.s.) meselesinden ve O’nun imam oluşundan haberdardı. O, oğlu Ubeyd’i sadece, Musa b. Cafer’in imameti bilgisini yaymak caiz midir yoksa bunu gizleyip takiyye mi edilmelidir, öğrenmek için gönderdi.

 

عن إبراهيم بن محمد الهمداني - رضي الله عنه - قال: قلت للرضا عليه السلام: يا ابن رسول الله أخبرني عن زرارة هل كان يعرف حق أبيك عليه السلام؟ فقال: نعم، فقلت له: فلم بعث ابنه عبيدا ليتعرف الخبر إلى من أوصى الصادق جعفر بن محمد عليهما السلام؟ فقال: إن زرارة كان يعرف أمر أبي عليه السلام ونص أبيه عليه وإنما بعث ابنه ليتعرف من أبي عليه السلام هل يجوز له أن يرفع التقية في إظهار أمره ونص أبيه عليه وأنه لما أبطأ عنه ابنه طولب باظهار قوله في أبي عليه السلام فلم يحب أن يقدم على ذلك دون أمره فرفع المصحف وقال: اللهم إن إمامي من أثبت هذا المصحف إمامته من ولد جعفر بن محمد عليهما السلام.”

 

Bize Ahmed b. Ziyâd b. Cafer el-Hemedânî rivayet etti ve dedi ki, bize Ali b. İbrâhîm b. Hâşim rivayet etti ve dedi ki, bana Muhammed b. İsâ b. Ubeyd, İbrâhîm b. Muhammed el-Hemedânî’den şöyle rivayet etti:

 

İmam’a (a.s.) şöyle dedim: ‘‘Ey Allah Resûlünün oğlu! Bana Zürâre’nin durumundan haber ver. Acaba o, babanın hakkını tanıyor muydu?’’ İmam ‘‘evet’’ diye buyurdu. Ben de ‘‘Peki, oğlu Ubeyd’i niçin gönderdi? Cafer b. Muhammed es-Sâdık’ın (a.s.) kendisinden sonra kimi vasi tayin ettiğinden haberdar olsun diye mi?’’ diye sordum. İmam cevaben şöyle buyurdu:

 

Zürâre, babamın (a.s.) imamlığını tanıyor, O’nun imamlığı hakkındaki nassı biliyordu. Ancak o oğlunu, imamet meselesini ve ona dair nassı açıklama meselesinde kendisi için takiyyenin caiz olup olmadığını babamdan haber alsın diye gönderdi. Öte yandan oğlu gecikince ve kendisinden de babam hakkındaki durumu izhar etmesi istenince İmamın emri olmadan söz söylemeyi dilemedi. Kur’ân’ı kaldırıp şöyle dedi: ‘‘Allah’ım! Ben bu Mushaf’ın imamlığını ispat ettiği kişiyi, Cafer b. Muhammed’in oğlunu imam olarak kabul ediyorum.” (Bihâru’l-Envâr, c. 47, s. 338)

 

Zeydiyye’nin kanıt olarak kullanmak istediği hadiste, ‘‘Zürâre, İmam Musa Kâzım’ın (a.s.) imametini bilmiyordu’’ denmiyor. Aksine ‘‘oğlu Ubeyd’i haber alsın diye gönderdi’’ deniyor.

 

عن محمد بن عبد الله بن زرارة، عن أبيه قال: لما بعث زرارة عبيدا ابنه إلى المدينة ليسأل عن الخبر بعد مضي أبي عبد الله فلما اشتد به الامر اخذ المصحف وقال من اثبت إمامته هذا المصحف فهو إمامي

 

Müellif der ki; bize babam rivayet etti ve dedi ki; Muhammed b. Yahya el-Attâr, Muhammed b. Ahmed b. Yahya b. İmrân el-Eşarî’den, o Ahmed b. Hilâl’den, o Muhammed b. Abdullah b. Zürâre’den, o da babasından şöyle rivayet etmektedir:

 

Zürâre, oğlu Ubeyd’i Ebû Abdullah es-Sâdık’ın (a.s.) vefatından sonra haber alması için Medine’ye gönderdi. Durum kendisi için ağır bir hâl alınca Kur’ân’ı alıp şöyle dedi:

 

Bu Kur’ân’ın imametini ispat ettiği kimse benim imamımdır. (Bihâru’l-Envâr, c. 47, s. 339)

 

Bu hadis “O, imamı tanımıyordu” şeklindeki bir yargıyı doğrulamıyor. Beri taraftan hadisin râvisi Ahmed b. Hilâl, meşayihimiz (r.a.) nezdinde mecruh[3] birkimsedir.

 

Yine Şeyh Sadûk, Muhammed b. Hasan b. Ahmed b. Velîd’den şöyle rivayet etmektedir:

 

Sa’d b. Abdullah’ın şöyle dediğini işittim: Ahmed b. Hilâl müstesna Şiîlikten Nâsibîliğe[4] dönen bir kimseyi ne gördük ne de işittik. Âlimlerimiz şöyle derlerdi: Sadece Ahmed b. Hilâl’ın naklettiği rivayetlerle amel etmek caiz değildir. (Kemâlu’d-Din, s. 75-76)

 

Ben derim ki; bütün bunlardan sonra Ahmed el-Kâtib’in “Bundan dolayı da Zeydiyye İmâmiyye’ye itiraz etmiş ve şöyle demiştir: İmamların 12 kişi olduğuna dair rivayet İmamiyye’nin çok sonraları uydurduğu bir görüş olup, bu konuda aslı olmayan yalan hadisler de üretmişlerdir… Şeyh Sadûk da ne bu suçlamaları reddetmekte ne de onlara cevap vermektedir.” ve “Zürâre’nin bu hadisi bilmesine rağmen takiyye gereği gizlemiş olması ihtimalinden söz etmiş, ancak bu olasılıktan da dönüş yaparak…” şeklindeki sözleri hiç doğru olabilir mi?

 

Şeyh Sadûk’un Zürâre hakkındaki sözleri son derece açıktır. O, Zürâre’nin oğlu Ubeyd’i, İmam Musa b. Cafer’in (a.s.) imametine ilişkin bilgisini izhar etmesinin kendisi için caiz olup olmadığını öğrenmesi için gönderdiğini ifade eden hadisi rivayet etmiştir. Rivayetten sonra da şöyle demiştir:

 

Bu hadis, Zürâre b. Ayen’in faziletine daha uygun düşmekte ve marifetine daha çok yakışmaktadır.

 

Öyleyse Şeyh Sadûk, Zürâre’nin durumuna ilişkin bu haberi tercih etmekte ve öylesine bir hadismiş gibi arz etmemektedir.

 

 

Özet:

 

Ahmed el-Kâtib, Zeydiyye’nin Zürâre’nin vefatı, ölüm döşeğindeyken kendisine sorulan soruya cevap vermeyip İmam Kâzım’ın (a.s.) imametini ilan etmemesi ve böylece zamanının imamını tanımadan vefat ettiği, ‘‘eğer önceden belirlenmiş On İki İmamın isimlerinin olduğu bir liste olsaydı kuşkusuz Şia’nın fakihi olan Zürâre gibi bir şahsiyet bunu bilirdi’’ şeklindeki şüphesini kanıt olarak kullanmaya çalışmaktadır.

 

Ayrıca Ahmed el-Kâtib, Şeyh Sadûk’un bu şüpheye cevap vermediğini iddia etmektedir. Hâlbuki inceleme sonucu Şeyh Sadûk’un bu iddiayı herhangi bir belirsizlik ve kapalılık kalmayacak şekilde cevaplandırdığı görülmektedir. Şeyh Sadûk, Zürâre’nin İmam Kâzım’ın (a.s.) imametini tanıyarak vefat ettiğini, kendisine ölüm döşeğindeyken bu sorulduğunda ise İmam Kâzım’ın (a.s.) imametinin ilk günlerinin takiyyeyi zorunlu kılan siyasî atmosferi yüzünden O’nun imametini açıkça belirtmediğini vurgulamaktadır.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[1] Şûra Dergisi, 10. Sayı, s. 11.

[2] Zürâre: İsmi Abdürabbih, künyesi Ebü’l-Hasan ve Ebû Ali, lakabı Zürâre’dir. Necâşî şöyle der: Zürâre yaşadığı dönemde ashabımızın şeyhi ve öncülerinden olup kari, fakih, mütekellim, şair ve edipti. Fazilet ve dindarlık hasletlerini şahsında toplamıştır. Rivayetlerinde de sâdık bir râvîdir. Hicrî 150 yılında vefat etti.

İmam Sâdık’tan (a.s.) şöyle rivayet edilmiştir:

ما أحد أحيا ذكرنا وأحاديث أبي إلا زرارة وأبو بصير ليث المرادي ومحمد بن مسلم وبريد بن معاوية العجلي ولولا هؤلاء ما كان أحد يستنبط هذا، هؤلاء حفاظ الدين وأمناء ابي عليه السلام على حلال الله وحرامه وهم السابقون إلينا في الدنيا والسابقون إلينا في الاخرة

“Bizim adımızı ve babamın hadislerini Zürâre, Ebû Basîr Leys el-Murâdî, Muhammed b. Müslim, Berîd b. Muâviye el-İclî’den başka hiç kimse ihyâ etmemiştir. Onlar olmasaydı kimse bunu istinbat edemezdi. Onlar dinin hafızları, Allah’ın helal ve haramları konusunda babamın güvendiği kimselerdi. Bunlar dünyada ve ahirette bize yakınlıkta en önde bulunan kimselerdir.”

Yine O’ndan (a.s.) şöyle de rivayet edilmiştir:

هم نجوم شيعتي أحياء وأمواتا يحيون ذكر أبي (عليه السلام) بهم يكشف الله كل بدعة ينفون عن هذا الدين انتحال المبطلين وتأويل الغالين

“Onlar diri ve ölüyken Şiîlerimin yıldızları, babamın zikrini ihyâ edenlerdir. Allah onlarla bütün bidatleri, bâtıl ehlinin bu dindeki istismarını ve aşırıya kaçanların tevillerini açığa çıkardı.”

Yine O’ndan (a.s.) şöyle de rivayet edilmiştir:

رحم الله زرارة بن أعين لولا زرارة ونظراؤه لاندرست أحاديث أبي” 

“Allah Zürâre b. Ayen’e merhamet eylesin. O ve benzerleri olmasaydı kuşkusuz babamın hadisleri kaybolup giderdi.”

قال ابن أبي عمير قلت لجميل بن دراج ما احسن محضرك وازين مجلسك قال أي والله ما كنا حول زرارة بن أعين إلا بمنزلة الصبيان في الكتاب حول المعلم

İbn Ebî Umeyr şöyle der: Ben Cemîl b. Derrâc’a ‘‘Bulunduğun yer ne kadar güzel, meclisin ne kadar süslü!’’ deyince “Evet, vallahi bizler Zürâre b. Ayen’in yanında, bir kitabı mütalaa eden öğretmenin etrafındaki çocuklar konumundaydık.’” diye cevap verdi.

Ben derim ki; İmam Sâdık’tan (a.s.) Zürâre’yi yeren, ona lanet eden birtakım rivayetler de aktarılmıştır. İmam’dan sadır olan bu sözler Zürâre’yi Mansur döneminin Abbasî sultasından korumak amacıyla takiyye niyetiyle söylenmiştir. Mansûr, İmam Sâdık’ı (a.s.) baskı altına almaya ve Şiîlerini araştırıp koğuşturmaya başlamıştı.

Abdullah b. Zürâre dedi ki; Ebû Abdullah (a.s.) bana şöyle buyurdular: Babana benim selamımı ilet ve ona de ki; ‘‘Ben seni savunmak için seni ayıpladım. Çünkü insanlar ve düşmanlarımız kendimize yakın tuttuğumuz ve övdüğümüz herkese derhal eziyet etmeye, işini bitirmeye ve öldürmeye çalışıyorlar. Bizim kınadığımız her kim varsa da onu da övüyorlar. Ben seni ayıplayıp kınadım. Çünkü sen bizimle ve bize karşı eğiliminle şöhret bulmuştun. Bundan dolayı insanlar katında yerilmekteydin, bize duyduğun sevgiden ötürü de övülebilecek bir tesire de sahip değildin. Ben, insanların seni din konusunda övmeleri için kusurlu göstermek ve bununla da onların şerrini senden gidermek istedim. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu delerek kusurlu hale getirmek istedim. (Çünkü) onların gideceği yerde her (sağlam) gemiyi gasp etmekte olan bir kral vardı.” (Kehf, 79)

Vallahi, salih kul gemiyi ancak kralın elinden kurtarsın ve kendi elleriyle helak olmasın diye kusurlu göstermişti. Bu örneği anla! Allah sana merhamet eylesin. Kuşkusuz sen vallahi insanların bana en sevimli geleni, babamın ashabının vefat edenleri ve hayatta olanları içinde bana en sevimli olanısın…

Ebû Gâlib ez-Zerârî şöyle der: Zürâre’nin yakışıklı, iri yapılı, beyaz tenli olduğu rivayet edilmiştir. O başında siyah bir kalın sarık, gözlerinin önünde bir seccade, elinde asa ile cuma namazına giderdi. İnsanlar da onu görmek için iki yanda durur, güzel görünümünden dolayı ona bakarlardı. O, ilmî münazaralarda da çetin ve kuvvetliydi. Kimse onun kanıtı karşısında kanıt ortaya koyamazdı. Münazaralarda rakibini susturan kesin deliller sunardı. Onu konuşmaktan meşgul eden yegâne şey ibadetti. Şiî mütekellimler onun öğrencileriydiler.

Doksan yıl yaşadığı söylenmiştir.

[3] Mecruh: Rivayeti kabul edilmeyen, sika olmayan râvi.

[4] Nâsıbîlik: İmam Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) düşmanlığı anlamına gelen bir kavram. (çev.)