İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (14): Ölüm yokluk değil varlıksal bir mertebedir

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (14): Ölüm yokluk değil varlıksal bir mertebedir
Bakınız insan, kendini yaratmalıdır. Büyük insanlar, yani Allah’ın velîleri, nebîleri, ârifler, marifet ve hikmet ehli kimseler kendilerini yaratabilmiş kimselerdir. Eğer kendilerini bıraksalardı, “hekîm” ve “ârif” olamazlardı. Kendiniz, kendi kendinizin yaratıcısı olmalısınız. İnsan nasıl kendi kendisinin yaratıcısı olur? Bilinçle. İnsanın, kendisini tekrar yaratabilmesinin tek yolu bilinçtir.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

 

Tüm aziz izleyicilerimizi ve Marifet programının âşıklarını selâm ve taziye dileklerimizle selâmlıyoruz. Matemlerinizin ve tevessüllerinizin Şehitlerin Efendisi İmam Hüseyin’in (a.s.) muttaki yarenlerinin ve Hz. Hakk’ın dergâhında makbul olmasını ümit ediyoruz.

 

Üstadın huzurunda çok güzel bir konudan bahsediyorduk: Şeyhü’r-Reîs’in ölüm hakkındaki hikmetli düşüncesinden…

 

Bir önceki programımızda bahsettiğimiz üzere o, insanın tüm makûl suretleri kuşatabileceğini, ancak buna bedeninin mani olduğunu söylemektedir. Akıl bir şeyle meşgul olduğunda, başka bir şeyin idrakinden geri kalmaktadır. Bu örtüyü ve engeli ortadan kaldıracak olan şey, ölümdür. Böylece insan makûl suretlerin [tamamını] kuşatabilecektir. O, buradan ölümün, vücûdî/varlıksal bir olgu ve hikmetin hedefi olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Konuyla ilgili olarak, Hikmetü-l Mevt [Ölümün Hikmeti] adlı küçük bir risalesi de mevcuttur. Bu oldukça küçük ve zarif bir risaledir ve ilginç hususlara değinmektedir. Behmenyâr burada söz konusu esere işaret etmekte ve şöyle söylemektedir: “Hayatla birlikte ölümü de vücûdî/varlıksal bir olgu olarak kabul etmemiz gerekir.” Burada, “O, ölümü ve hayatı yaratandır”[1] âyetine de istinat etmektedir. [Âyetteki] “halk: yaratma” ve “halaka: yarattı” tabirlerinden yola çıkarak, ölümü de hayata mukabil olarak varlıksal bir olgu olarak görmektedir.

 

Üstad, onun bu sözleriyle ne kastettiği sorusuna geçmeden önce, burada felsefî bir sorunun gündeme geldiğine değinmek istiyorum: Ölüm ve hayat gibi iki varlıksal olgu, Yüce Allah’ın, O, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarandır[2] âyetiyle birlikte, Şeyhü’r-Reîs’in [ölüm hakkındaki] düşüncesini ne ölçüde/derecede doğrulayabilir?

 

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

 

Evet. Bu da oldukça derin ve temel bir meseledir. Tıpkı sizin de Kur’ân âyetleriyle delillendirdiğiniz üzere, ölüm ve hayat, mahlûktur (yaratılmış şeylerdir). Eğer ölüm, yokluk/hiçlik olsaydı, [varlıksal bir olgu olamazdı]… Hiçlik/yokluk, mahlûk (yaratılmış) değildir. Yokluk, yoktur ve yaratılabilecek bir şey değildir. Yokluğu yaratmanın da bir anlamı yoktur. Oysa Kur’ân, ölümü mahlûk olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla ölüm, tıpkı bir önceki programda da söylediğimiz gibi, bir son ve yokluk değildir; sınırdır. Bir dünyadan, diğer bir dünyaya, başka bir deyişle mülk âleminden melekût âlemine ve dünyadan ukbâya geçiren/ulaştıran bir sınırdır. Buradaki sözcükleri anlam bakımından bir inceleyelim: İçinde yaşadığımız bu dünya, Kur’ân-ı Kerîm’de “dünya” (“İnnema’d-dünyâ), âhiret âlemi ise “ukbâ” olarak adlandırılmıştır. Biz Farsçada da “dünya” sözcüğünü kullanırız, ancak bu sözcük Arapça olup, “dünüvv” ve “denâ” kökünden türetilmiştir. “Denî,” yani “aşağı, aşağılık.” “Dânî” (aşağı), “âlî” (yüksek, yüce) sözcüğünün karşıtıdır. “Dünya” sözcüğü, “denî” sözcüğünün ism-i tafdîlidir. “Âlî” sözcüğünün  ism-i tafdîli de “ulyâ”dır. “A‘lâ,” “ednâ”nın karşıtıdır. “A‘lâ,” “en yüksek;” “ednâ” ise “en aşağı” demektir. “Dünya” da (aşağı) “ulyâ”nın (yüce) zıddıdır. O halde içinde yaşadığımız bu dünya, maddîdir.

 

Lâricânî: Aynı zamanda “denî” isminin [ism-i tafdîl kalıbındaki anlamıyla], “en aşağı”dır.

 

Dînânî: Yani, varlığın “çatışma, madde ve maddiyât” denilen “en aşağı, en alt” derecesidir ve bizler [bu] en aşağı âlemde yaşıyoruz. “Aşağı” dendiği zaman, bu durum, içinde bulunduğumuz dünyayı “aşağı” bilmemiz gerektiği anlamına gelmez. Bu dünya, kendi mertebesi içinde, varlığın bir derecesini temsil eder ve yüce âlemlere nispetle, aşağıdır. Yoksa o da bir âlemdir. Dolayısıyla bu âlemden ayrılmak yüce bir âleme gitmek ve bu aşağı dünyanın sınırından geçmek demektir. Yani ukbâya, âkıbete ve bâki olan âleme… Bu ikisine fânî ve bâkî, dânî ve âlî, mülk ve melekût âlemleri de denir. Mülk melekûtun, fe‘alût veznindeki ism-i mübâlaasıdır. Yani melekût âlemi, “fazlasıyla mülk”tür ve ebedîdir. Burası ise ebedî değildir. Bunların tamamı, Kur’ân’da ve hadîslerde geçen ifadelerdir.

 

Her hâlükârda, insan bu dünyadan ayrılıp ebedî olan ve ukbâ veya âhiret olarak adlandırılan âleme gittiğinde, maddenin dar/sıkıştıran sınırları ortadan kalkar. Ancak gerçekte inişin/nüzûlün en son ve en aşağı derecesi olan bu âlemden yani dünyadan daha aşağısı yoktur. Daha yukarısı için Sıfatlar, Ahadiyyet ve Zât âlemlerine kadar tüm âlemleri sayabilirsiniz. Ancak bu âlemden daha aşağısı nedir? Burası artık en aşağı derecedir. Dolayısıyla ölüm, daha aşağı olana değil, daha yukarı olana gitmektir. İlk olarak Yüce Allah’ın, ölüm için “halk, halaka” sözcüğünü kullanması, yani ölümü yaratmış olması, üzerine çok şey söylenebilecek bir konudur. Daha önce de söylediğim gibi, adem: yokluk, yaratılmış bir şey değildir; yalnızca “mevcut [olan şey]” “yaratılmış”tır/yaratılmış demektir. Sizin söylediğiniz, “Diriden ölüyü, ölüden de diriyi çıkarandır” âyeti dönüşümün bir diğer boyutunu ifade eder ve oldukça mühim bir meseledir. Yani Allah, âlemi yokluktan yaratmamıştır. Yokluk varlığa dönüşebilir mi? Bunun kesinlikle bir anlamı yoktur. Tıpkı varlığın yokluğa dönüşmemesinde olduğu gibi, yokluk da varlığa dönüşemez. Eğer böyle bir şey söz konusu olursa paradoks meydana gelir. Burada paradoks mümkün olacaksa, [o halde hiçbir varlığın] kendi yerinde olmaması gerekir. Aslında burada geçerli olan şey, dönüşümdür; yani varlıksal bir mertebeden başka bir varlıksal mertebeye dönüşmektir. Bizler ise dönüşümü, yokluk sanmaktayız. İnsanlar bir şeyin yok olduğunu sandıklarında, aslında olan, o şeyin başka bir şeye dönüştüğüdür. Bu dünyadaki örneklerden misal verecek olursak, bu âlemde şimdiye kadar yok olan bir şey olmuş mudur? Siz bir odunu yaktığınızda o yok mu olmaktadır, yoksa bir küle mi dönüşmektedir? Yine benzin yandığında ne oluşur? Yok mu olur, yoksa başka bir şeye mi dönüşür? Gerçekte bu âlem, bir dönüşüm âlemidir. Hiçbir şey yok olmaz, aynı zamanda var da olmaz. Hiçbir şey yokluktan gelmez, hiçbir varlık da yokluğa doğru gitmez. Dönüşümün örnekleri, alabildiğine çoktur. Âlemde düzenli olarak her şey dönüşür, yani her şey hareket halindedir. Bu, [aslında] zamanla ilgili bir konudur. Zaman, bir an dahi durmaksızın sürekli dönüşür. Zaman ve hareket iç içedir. Zaman mı hareket olmaksızın vardır yoksa hareket mi zaman olmaksızın? Her ikisi de dönüşümdür.

 

Lârîcânî: Feleğin çarkı dur durak bilmez, o halde acele et.

 

Dînânî: Bu âlem zaman ve hareketten müteşekkildir. Zaman ve hareket bu âlemin esasıdır/temelidir. Ve bu zaman, ister hızlı ister kesintili olsun, sürekli bir dönüşüm halindedir. Elbette bizim algımıza göre hızlı veya kesintilidir; yoksa [gerçekte] sürekli bir şekilde akmaktadır. Hareket de aynı şekildedir. Bu âlem harekettir. Molla Sadrâ’nın cevherî hareket nazariyesi yeni bir şey değildir. Tabii ki o bu önemli düşünceye/konuya bir nizam vermiş ve sistematik bir hale getirmiştir. Yoksa başkaları da bu âlemin sürekli bir şekilde hareket halinde olduğunu biliyordu. Biz başka bir dersimizde dağın dahi hareket ettiğini söylemiştik: “Sen dağları görürsün de yerlerinde sabit sanırsın; hâlbuki onlar bulutların yürümesi gibi geçer gider.”[3] Âlem tıpkı dalgalı bir deniz gibi hareket halindedir. Dolayısıyla, “Diriden ölüyü, ölüden diriyi çıkarandır” âyeti, işte bu dönüşümü ifade etmektedir. Yani sürekli olarak bir dönüşüm vardır; yok olma yoktur.

 

Lârîcânî:Diriden ölünün, ölünden de dirinin” çıkmasının, yani dönüşümün ne şekilde olduğu konusunda, Mevlânâ da bu âyete istinaden güzel bir beyit terennüm etmiştir:

 

Ölü ol da Samed olan, ölüden diriler çıkaran Allah

Şu ölüden de bir diri çıkarsın

Kış olursan baharın neler çıkardığını

Gece olursan, gündüzün [gecenin içinden] nasıl çıktığını görürsün

 

Bu, kışın baharı, gecenin de gündüzü [ve tam tersi] doğurduğu anlamına gelir. Hayatımızın bağrından, yani içinde yaşadığımız hayattan ölümümüz dışarıya çekilmektedir. Burada İbn Sînâ oldukça zarif bir noktaya değinmiştir:

 

Dînânî: Sizin Mevlânâ’dan az önce okuduğunuz şiir de çok güzeldi. Bu beyitlerde söylenenler, İbn Sînâ’nın görüşlerine oldukça yakın; hatta birbirinin aynıydı. Ölüden dirinin, diriden de ölünün çıkmasının ne anlama geldiğiyle ilgili olarak şunu söylemek istiyorum: Bakınız, bizler bu bedeni, ölü kabul ediyoruz. Siz bu bedeninizle, “hayat”a ulaşabilirsiniz. Yani ebedî hayat, bu bedenin içinde gizlenmiş ve dürülmüştür. Şu an sizin nefsiniz bedeninizle bir ittihat/birlik halindedir ve onun içinde gizlenip dürülmüştür. Daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak, bedenle müttehittir. Beden olması bakımından beden, idrakleri [akıl, duyular…] ve nefsi göz ardı ettiğimizde, [aslında] ölü bir şeyden ibarettir. Bir insan öldüğü vakit, fiziğinden ve bedeninden bir şey mi eksilir yoksa sadece duyularını, aklını ve nefsini mi yitirmiş olur? Fiziksel açıdan kendisinden ne eksilir? Hiçbir şey eksilmez. Yalnızca hayatını [canlılığını] kaybeder. Burada “hayat” sözcüğünü de anlamlandırmamız lazım. Söz konusu olan bitkisel ya da hayvansal bir hayat değil, insanî bir hayattır. Yani idrak ve bilinçtir. Hayat bunlardır. Dolayısıyla ölümden [veya ölüden] hayatın çık[arıl]ması işte budur. Yani siz bu bedeni terk edip, ebedî hayata ulaşıyorsunuz. Mevlânâ’nın mezkûr şiiri de bu konuya işaret etmektedir. Sayın Lârîcânî, burada size bir şey açıklamak istiyorum. Âlemdeki tüm varlıklar, Allah’ın mahlûklarıdır. Mahlûk [yaratılmış] olmayan bir varlık yoktur. Mülkten melekûta, Akl-ı Evvel’den heyûlâya kadar her şey, Allah’ın mahlûkudur. Cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar, kargalar, güvercinler… Kısacası tüm varlıklar bir kez yaratılır. İnsan da - doğuncaya ve kendi doğal seyrini kat edinceye kadar nutfe, alaka, cenin gibi yaratılış evrelerini geçerek - tıpkı diğer varlıklar gibi bir kez yaratılır ve biter. İnsanın muhtelif evrelerdeki yaratılışı bu şekildedir: “O sizi aşama aşama yarattı.”[4] Ancak [diğer varlıklardan farklı olarak] insanın bir özelliği vardır: Bir kez yaratılmış olmasından ayrı olarak, [aynı zamanda] kendisini de yaratmaktadır. İlginç bir şey söylemiyorum, lütfen şaşırmayınız. İnsan, mahlûk olmakla birlikte, aynı zamanda kendi kendini yaratan da olmalıdır.

 

Lârîcânî: Çok güzel bir noktaya değindiniz.

 

Dînânî: Burada boş bir şey söylemiyorum. Hâlık olan Allah’tır. O, insanı da diğer tüm canlıları da yaratandır. Duvar, hayvanlar, dağ, deniz, bunların tamamı [sadece] mahlûktur; insan da mahlûktur. Ancak [insan] aynı zamanda yaratandır da. Neyi yaratmalı? Kendini. Peki kendi kendini nasıl yaratacak? Yani tekrar doğmalıdır. Hz. Hatmî Mertebet’ten (s.a.a.) nakledilen hadîslerde “cihâd-ı ekber” olarak adlandırılan – ki o, “Sizler küçük cihattan döndünüz, şimdi sıra büyük cihatta” buyurmuştur – nefis mücadelesiyle… O kanlı savaştan yenilgiyle dönmüşlerdi ve Allah Rasûlü’ne (s.a.a.), Ya Rasûlullah, biz zaten büyük bir savaştan döndük, artık hangi savaş bundan daha büyük olabilir?” diye sormuşlardı. O da, “Nefisle cihad” diye buyurmuştu. Nefisle cihad etmek, ciddi bir söz müdür, yoksa şakaya mı alınmalıdır? Nefisle cihad ne demektir? Bunu şakaya almamak gerekir. İnsan daima kendisiyle savaşmalıdır. O kendisiyle her daim ya savaş ya da barış halindedir. Buraya dikkat ediniz. İnsan kendi kendisinin kötülüğünü istememesine rağmen yine de kendisiyle savaşmaktadır ve savaşmalıdır da. Neyle savaşmalıdır? Nefsanî uygunsuzluklarla, makûl olmayan heveslerle, kirli düşüncelerle ve hurafe vehimlerle… İnsan hurafenin ve vehmin karşısında duramamaktadır. Hemen vehimlere kapılmakta ve tüm kapıları kendisine kapatmaktadır. Vehimlere kapılmak suretiyle kendisini etrafa kapatmakta ve hiçbir sözü dinlememektedir. Eğer kendisiyle savaşmazsa bir ömür boyu bu vehimlere saplanıp kalacaktır. En tehlikeli hapishane, zihin hapishanesidir. Eğer bir zihin donuk, kapalı ve dar olursa, tehlikeli bir ev haline gelir ve sonsuza dek hurafeci bir düşünceye mahpus kalır. Hurafecileri mutlaka görmüşsünüzdür, görüyorsunuzdur. Her zaman vardılar, vardırlar ve var olmaya da devam edecekler. Hurafeci bir kimse hiçbir şeye kulak asmaz, kâmil hakikate ulaştığını zanneder ve bu hurafeciliğinde ebediyen kalır. Bu kimse, kendini yaratamaz; hâlbuki kendisini yaratmalıdır. Kendisini yarattığında işe ilk olarak hurafeleriyle savaşmaktan başlamalıdır. Nefsanî şeylerle ve rengârenk şehevânî isteklerle… Zira bunlar birkaç taneyle ve/ya yüzlerle sınırlı değildir. Dur durak bilmeyen sınırsız makamperestliklerle ve sonsuz isteklerle savaşılmalıdır. Bu, kanlı bir savaştır. Bu savaşta kendini/nefsini öldürmeli ve nefsanî isteklerini yenilgiye uğratmalıdır. Bunları yendiği vakit, kendisini yaratmış olacaktır. Yani insan kendi kendisini meydana getirmeli/gerçekleştirmelidir. Eğer kendisini bırakırsa, [kendisini] yaratmış olur mu? Allah, insanı yarattı diyelim… [Bu aşamadan sonra] insan kendini bırakır, yani nefsiyle mücadele etmez ve bu içsel savaşı yapmazsa, böyle bir tavır doğru olur mu? Bu muhakkak tehlikeli olur. O halde, Allah tarafından yaratıldıktan sonra kendinizi [bir kez daha] yaratın.

 

Lârîcânî: Bu çok zarif bir nokta.

 

Dînânî: Kendiniz, kendi kendinizin yaratıcısı olmalısınız. İnsan nasıl kendi kendisinin yaratıcısı olur? Bilinçle. İnsanın, kendisini tekrar yaratabilmesinin tek yolu bilinçtir. Büyük insanlar, kendilerini yaratmışlardır.

 

Lârîcânî: İnsan ne kadar da yaratıcı olabilmektedir! [İnsanın yaratıcılığı ne boyutlara varabilmektedir]… O, kendi hulkiyâtını [ahlâkını ve ahlâkî niteliklerini] yaratmaktadır.

 

Dînânî: Zaten “hulk,” “halk”ın [yaratmanın] kendisidir. Bunların her ikisi de birbirine bağlıdır. Eğer “halk”ı [yaratmayı] yalnızca fiziksel anlamıyla özetlemek isterseniz, eksik kalır [“hulk” dışarıda kalır]; ancak tüm istidatlar ve fiiller için de kullanırsanız, bunların hepsi “halk”ın [yaratmanın] içine girer; çünkü bunların hepsi mahlûktur. “Hulk” da “halk” ile aynı kökten gelmektedir. “Halkun mâ yukâf: Durmaksızın yaratmak/yaratılış,” işte budur. “Hulk,” yeniden yaratmak demektir. Ancak vezni itibariyle farklı olduğundan daha çok “halk” sözcüğü kullanılmaktadır. Oysa gerçekte aynı kökten gelirler.

 

Bakınız insan, kendini yaratmalıdır. Büyük insanlar, yani Allah’ın velîleri, nebîleri, ârifler, marifet ve hikmet ehli kimseler kendilerini yaratabilmiş kimselerdir. Eğer kendilerini bıraksalardı, “hekîm” ve “ârif” olamazlardı. Bir söz vardır, şöyle denir: “Dâhi, yani yüce bir hekîm, diğer insanlar gibi değildir.” Hayır, bu doğru değil. Her dâhi, her büyük şahsiyet, hekîm, velî, hatta peygamber tıpkı diğer insanlar gibidir. Çünkü âyette, “Ben de sizin gibi bir beşerim”[5] buyrulmuştur. Ancak insanlar onlar gibi değildirler. Çünkü bu kimseler kendilerini yaratmışlardır. Peygamber, bizzat Kur’ân’ın buyruğuna göre tıpkı diğer insanlar gibidir. Bundan hiç kimse şüphe edemez. İbn Sînâ, tıpkı zamanının diğer insanları gibiydi; ancak zamanının insanları onun gibi miydiler? Değildiler; çünkü kendilerini yaratmamışlardı. İnsan kendini yeniden yaratmalı ve bunu bilinçle yapmalıdır.  

 

Lârîcânî: Üstad, çok güzel ve zarif noktalara değindiniz. İnsan gerçekte kendini tekrar yaratmalı ve deyim yerindeyse yeniden doğmalıdır.

 

Dînânî: İnsan hem yaratılmıştır hem de yaratıcıdır.

 

Lârîcânî: O halde ölüm, insan için bir tür doğuştur, yani onun yeniden doğmasıdır. Tıpkı Mevlânâ’nın da söylediği gibi;

 

Beden bir annenin “can” çocuğuna hamileliğidir

Ölüm ise bir doğum sancısı ve sarsıntısıdır

 

Dolayısıyla ölüm, bir doğumdur. Sokrates’in öğrencilerinden biri ona, “Ölüm nedir?” diye sormuş, o da cevaben, “Sen nasıl yaşıyorsan [sen her nasılsan] ben de sana ölümü o şekilde tarif edeyim!” demiştir. Yani gerçekte ölümümüzün mahiyeti de hayatımıza şekil veren/hayatımızın doğası ve mahiyeti olan şeydir. Bu durumda “halk” ve “hulk,” hayatımızın da mahiyeti midir? 

 

Dînânî: Evet, aynen öyledir. “Halk” ve “hulk” gerçekte hayatın mahiyetidir: Her şey kendi yaratılışına/mahiyetine göre hareket eder.[6] O marifet makamına ulaşan Sokrates’e ölüm esnasında öğrencileri, “Seni nereye defnedelim?” diye sordular. O da öğrencisine gülümsedi ve şöyle cevap verdi: “Hiçbir yere. Eğer beni bulabilirsen istediğin yere göm!” Yani, ‘artık siz beni bulamazsınız ve ben bu bedenden ibaret değilim’ demek istemiştir.

 

Lârîcânî: Şu cümle de çok ilginç, okuyabilir miyim?

 

Dînânî: Tabi., buyrun.

 

Lârîcânî: Kitabın bir bölümünde Behmenyâr bir soru soruyor: “Zira şöyle bir şüphenin meydana gelmesi mümkündür: İnsan mücerred olup tüm aklî suretleri kuşatırsa bu durumda insanın tecerrüdü ile Hakk Teâlâ’nın tecerrüdü arasında ne gibi bir fark kalır?” Bu çok yerinde bir soru. O, burada Şeyhü’r-Reîs’in, Hikmetü’l-Mevt adlı risalesinden faydalanıyor ve şöyle diyor: “İnsanın doğumu, zuhuru yani doğası/mahiyeti farklıdır. Bu durum, insanın, [dünya] hayatında fiiliyete kavuşturduğu istidatlarına/potansiyellerine bağlıdır.” Yani sizin de belirttiğiniz gibi, ölçüt bilinç ve akılcılıktır. Yani bu âlemde elde ettiği/ulaştığı bilincin ölçüsü ve [bu bilince dayanarak kendinden] ortaya çıkardığı istidatları kadardır.

 

Bu arada ben, mezkûr risalede şöyle bir bilgiye rastladım: Bu büyük hekîm Şeyhür’r-Reîs Ebû Ali Sînâ, tıpkı Makâmâtü’l-Ârifîn’de dereceleri âbid, zâhid ve ârif olarak [üçe] ayırdığı gibi burada da aynısını yapmıştır: “Bazıları Allah ile bir alışveriş yaparlar: “Allah onlardan canları ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.”[7] Yani satar ve satın alırlar. Bir kısmı Rabbleri katında rızıklandırılmaktadır.[8] Yani Rahmanî bir sofraya oturmak ve bu sofrada rızıklandırılmak istemektedirler. Diğer bir kısmı ise “Allah katında öldürülenlere ‘ölü’ demeyiniz, bilakis onlar diridirler. Ancak siz bilmezsiniz”[9] [âyetinin mısdakıdırlar], kimsesizler mezarlığına defnedilirler ve bulunamazlar.

 

Dînânî: Tıpkı Sokrates’in “eğer beni bulursanız” dediği gibi…

 

Lârîcânî: Sokrates, Kur’ân’ı görmedi ancak…

 

Dînânî: Ancak hikmete erişti. Hikmet, budur. O, hikmeti idrak etmişti.

 

Lârîcânî: Çok güzel bir nokta. Bu kimseler, Yâr’in mezarlığında/dergâhında defnedilmişlerdir.

 

Dînânî: Kesinlikle öyle. Bakınız Sayın Lârîcânî, ‘insan yaratılmış olduğu kadar, aynı zaman da yaratandır’ demiştik. Ben bir meseleye daha değinmek istiyorum. Her ne kadar içinde bazı güzellikler olsa da bu değineceğim meselenin şiirsel bir boyutu yoktur; bu bir hakikattir. Bu âlemde, örneğin bir bağa gittiğinizde gördüğünüz bitkileri veya bir gül bahçesinde gördüğünüz bir gülü ele alalım. Bu gül, zamanı gelince açmaktadır. Bir müddet gonca iken daha sonra açar. Bu sırada gonca halindeyken derununda gizlediği güzel renkler, açtığı zaman ortaya çıkar. Eğer bu gonca açmaz ve gonca olarak kalırsa, siz gülün rengini görebilir misiniz? Her hâlükârda bir müddet sonra uygun şartlarda bu gonca açıverir, gülün rengi âşikâr olur ve güzelliği görünür hale gelir. İnsan da tıpkı bir çiçek gibi açar. İlkin bir goncadır. Doğduğunda hiçbir şeyi bilmemektedir: “Siz hiçbir şey bilmez bir haldeyken, Allah sizi annelerinizin karınlarından çıkardı.”[10] Sıfır kilometre… Saf bir zihni vardır, zihninde hiçbir suret yoktur. Burada insanın durumunu bir goncaya benzetebiliriz. O, uygun koşullarda açar. Açmak ne demek? Bedeninin gelişmesi mi? Hayır bu, açmak değildir. Ağaç da [fiziksel bakımdan] gelişmekte, hayvan da… Ben bunu gelişmek olarak algılamıyorum. İnfitâh/açılmak nedir? İdrak kanallarının, yani ilk olarak beş duyu organının dünyaya açılmasıdır. Bu duyular sürekli olarak almakta/kabul etmekte ve açılmaktadır. Bu kanallar artık âleme açıktır. Daha sonra yavaş yavaş hayal ve akıl âlemine ulaşmaktadır. Yani akıl âlemine açılmakta ve bu âlemden almaya başlamaktadır. Bu açılma, yani idrak kanallarının açıklığı ne kadar fazla olursa, insan, hakikatleri bir o kadar fazla alır. Hakikatleri aldığı zaman, “hekîm” olur ve kendisini yeniden yaratabilir. Aynı zamanda “hâlık” da olabilir. Yani kendini sürekli olarak yaratmakta olduğu bu aşamalı açılmada, kendini hakikate açmak suretiyle yaratmaktadır. Neye açılmalıdır? Hakikate. Hakikat nerededir? Hakikat her yerdedir, onun olmadığı hiçbir yer yoktur. Hakikat muayyen bir mekânda mıdır?

 

Lârîcânî: Nereye bakarsan bak, Tanrı’nın yüzünü görürsün.

 

Dînânî: Hakikat ne bir yerde uyuyakalmıştır ne de belli bir zamanı ve mekânı vardır. Eğer siz hakikate açık olursanız, hakikat de size gelmeye başlar. Hakikate açılmak ne şekilde olur? Bunun iki şartı vardır: Birincisi, meraklı olmalısınız ve hakikati sevmelisiniz. İkincisi ise sadık olmalısınız. Önceki programlarda sadık olmak konusundan çok söz ettik. Yani kendinizi hakikate, sadık bir şekilde açmalısınız. Bana, ‘sadık olmak ne demek?’ gibi bir soru sorabilirsiniz: Cevap, kendinize karşı samimi olmanızdır. Kendimize karşı samimi olmak ne demek? Yani hakikatle tuzak kurmaya kalkmamalısınız. Bazen insan, hakikatle tuzak kurmaya kalkar. Bunu ne zaman yapar? Bir fikre, hurafeye, yanlış bir inanca ya da sevdiği bir şeye bağlandığı zaman. Nefsanî temâyülleri de onun bu fikre bağlı kalması gerektiğine hükmetmektedir. Bir çevrede, toplumda, partide, ülkede ve bir inanç biçiminde kendisine bir fikir empoze edilmiştir; o da bunu sevip, alışmıştır ve nihayetinde kaybetmek istememektedir. Bu kimse, hakikate sadık değildir. Hakikat vardır, ancak sadık olmadığından hakikate izin vermez. Bu insan öncelikle sadık olmalı ve kendini hakikate açmalıdır. Oysa kendini bir fikre hapseden kimse artık ona alışmıştır. İnsanın bilincine hakikatlerin girmesine mani olan en korkunç şeylerden biri de alışkanlıktır. Bakınız, alışkanlık bazı durumlarda kötü değildir. Yani sizin iyi bir şeye alışmış olmanızda bir sakınca yoktur. Ancak alışkanlıklar, kişinin elini kolunu bağlar. İşlerimizin yüzde ellisi, belki de yetmişi, alışkanlık üzerine icra edilmektedir. Herhangi bir fikre alıştığımız ve onunla ünsiyet kurduğumuzda artık onu kaybetmek istemeyiz. Oysa sizin daima düşünce hakkında tefekkür etmeniz gerekir. Düşüncenin kendisini ve kendi düşüncelerinizi sürekli düşünmelisiniz. Hakikate açık olmalı ve göğsünüzü açmalısınız. Eğer sadık ve meraklı bir kimse olursanız, her yerde olan bu hakikat size gelecektir. Önünü alır ve ona engel olursanız, o da size veda eder ve gider. Hakikat alıngandır/çabuk küser. Eğer ona ilgi duymazsanız, alınacak ve çekip gidecektir.

 

Lârîcânî:

 

Kimin canı heveslerden arınmışsa

O, arı duru dergâhı ve eyvânı hemen görür

Muhammed bu ateşten ve dumandan arındığı için

Yüzünü nereye çevirse, orada Allah’ın cemâli vardı

 

Burada haktan/hakikatten bahsediliyor. Hz. Ali’nin (a.s.) bu sözü bize İmam Hüseyin’in (a.s.) sözünü hatırlattı. O şöyle buyurmuştu: Hakk ile amel edilmediğini ve bâtıla engel olunmadığını görmüyor musunuz? İşte böyle bir durumda mü’min, Hakk olan ve kendisinin de bir hakkı olan Allah’a kavuşmayı dilemelidir. Yani mü’min, hak olana gitmelidir ve bu aynı zamanda onun bir hakkıdır. Ne kadar da güzel söylemiş. Bu söz ne kadar da hikmetli Üstad.

 

Dînânî: Çünkü İmam’ın sözüdür ve mekmen-i gayptendir.

 

Lârîcânî: Eğer hakikat olmayacaksa insan niçin yaşasın ki? Yine o, şöyle buyuruyor: “Zalimlerle yaşamaktansa, [böyle bir ortamda] ölümü bir saadet görürüm.” Böyle bir ortamda ölüm insanın imdadına yetişiyor ve mü’min için yolu açıyor.

 

Dînânî: Evet, hak yolunda bir ölüm… Eğer bir kimse hakkın anlamını bilmez ve hakikati talep etmezse hayatın ne anlamı olur? Hayat anlamsız olduğunda, bu yaşantı bir hayvanın yaşantısından dahi daha aşağı olur. Çünkü hayvan en azından içgüdülerine göre yaşamaktadır. Ancak bir insan hakikatin anlamına erişmez ve bunu araştırmazsa, bu hayat bir hayvanın yaşantısından daha aşağı bir dereceye dönüşür/düşer. Hayvana kendi içgüdüleri yeterli gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm de böyle buyurmaktadır: “Onlar tıpkı hayvanlar gibidirler, hatta onlardan da aşağıdırlar.”[11] Hakikate ve manaya talip olmayan, ulaşamayan ve sıradan, hatta müptezel bir şekilde yaşayan kimse hayvanlardan da aşağıdır. Âyet ilk olarak “tıpkı hayvanlar gibi” demekte, sonrasında ise “onlardan da beter olduğunu” söylemektedir. Neden daha aşağıdır? Bunun bir nedeni var: Çünkü hayvanların hakikate ve manaya ulaşma istidatları yoktur. Hayvan, mana talep edebilecek bir varlık değildir. Onlarla mana hakkında konuşulamaz. Onların yalnızca içgüdüleri doyuma ulaşmalıdır. İçgüdülerinin tatmin olması onlar için yeterlidir. Hiçbir hayvan hakikatin peşinde değildir, o sadece içgüdülerini tatmin etmeyi amaçlar. İçgüdülerin tatmini, manadan ayrı bir şeydir. Manaya, içgüdüleri tatmin yoluyla mı ulaşılır? İnsan mananın peşindedir. Neden hayvandan daha aşağıdır? Çünkü hayvanın mana talep edebilecek bir potansiyeli yoktur. Ancak insanın vardır ve o, bu istidadını yitirmiştir. Bu durumda insan mı daha aşağıdır, hayvan mı?

 

Lârîcânî: Onlar gafillerin ta kendisidirler.[12]

 

Dînânî: “Bel hum edall”dirler [hayvanlardan da aşağıdırlar]. İster gaflet ister alışkanlık isterse tembellik sebebiyle olsun fark etmez. Kendisine bir set çekmiş, gözlerini hakikate kapatmış ve mana âleminden gafil kalmıştır. İnsan, hayatının anlamını, yani o gerçek anlamı bulamaz ve birtakım başıboşluklara/şaşkınlıklara duçâr olursa, bu hayattan bir anlık bile olsa bir şey elde edememiş demektir. Ve ömrü bu hâl üzere sona erer.

 

Lârîcânî:

 

Hakikate doğru ölümle bir yol açanlar

Ancak gönül ehli kimselerdir

 

Dînânî: Onlar kendilerini yaratmaktadırlar.

 

Lârîcânî: Ve üçüncü tür, - Sokrates’in de “Eğer beni bulursan, bende fâni ol” şeklindeki sözünde geçtiği üzere – şehadettir. Şehadet, yeniden bir doğuş olmakla birlikte aynı zamanda meçhul bir yerde defnedilmektir.

 

Dînânî: “Eğer beni bulursanız” demek, ‘Ben zamansal ve mekânsal değilim ki, beni dünyanın dört bir yanında arayıp bulabilesiniz. Ben bu dünyada değilim. Benim, sizin bulamayacağınız bir dünyam var’ demektir. Evet, doğru söylüyor.

 

Lârîcânî: İşte şehadet bu yüzden çok güzel. Burada da güzel bir cümle var: “Ölüm, insanın zamandan, mekândan ve maddî özelliklerden çıkarılmış/arındırılmış zatî hasletlerinin bir uzantısıdır/imtidâdıdır.” Ne kadar da güzel.

 

Dînânî: Maddeyi yitiriyor; kesbettiği ve mana âlemine ulaştığı hasletleri kendisiyle birlikte götürüyor.

 

Lârîcânî: Gerçekte cennet bizim içimizde karar kılınmış.

 

Dînânî: Evet, aynen öyle. Yani cennete bizim içimizden/derunumuzdan ulaşılmaktadır.

 

Lârîcânî:

 

Cennet de cehennem de sendedir

Onları niçin dışarıda ararsın?

 

Dînânî: Evet, cennete içimizden gidilir ve oranın kapısı içeriden [bizim içimizden] açılmaktadır. Dışarıdan olmaz. Tüm âlemi gezseniz, bir iki galaksiye de gitseniz -yalancı cennetler dışında - cenneti bulamazsınız. Onu içeride/içinizde aramalısınız. Dışarıda ancak yalancı cennetleri bulabilirsiniz. Yalancı cennetler de oldukça fazladır. Önceki zamanlarda, komünistler, komünizmin dünyadaki cennet olduğunu sanmışlardı. Bunu daha önce de söylemiştim. Dünyanın cenneti, [bu kimselere göre] komünizm ve Marksizm idi. Ancak sonradan gördük ki, [bu akımlar] cennet değilmiş ve çabucak dağılıp yok olmuştur.

 

Lârîcânî: Evet, oldukça ilginç. Bu ifadeyle birlikte, mezkûr istidada göre insan için üç tür geleceğin olduğu öngörülmektedir: Birincisi, [Allah ile] bir alışveriş/ticaret yapan insanın durumudur. Bu insan Allah’a kulluk etmiş olduğundan, onun cennete tamah etmesinde pek de bir sakınca yoktur ve Allah ona bunu verecektir. Bir grup da cennetin nimetlerini hedeflemektedir. Diğer bir grup ise fenâyı [Allah’ta fâni olmayı] istemektedir.

 

Dînânî: Yani Hakk’a likâyı, kavuşmayı istemektedirler. Bu talep, her şeyden üstündür.

 

Lârîcânî: Şehadet de budur. Bu ifadeler oldukça güzeldir. Nitekim Hz. Zeynep de (a.s.) şehadetlerdeki bu güzelliği görmüştür. Ubeydullah ibn Ziyâd, ona, “Allah’ın, Kerbelâ’da kardeşine ne yaptığını gördün mü?” diye sorduğunda, o, “Ben güzellikten başka bir şey görmedim. Bu, Allah’ın onlar için önceden yazdığı/takdir ettiği şeydi. Onlar da isteyerek kendi alınyazılarına koştular” şeklinde çok güzel bir istidlâlde bulunmuştur. Şehadet insan için en güzel sondur. Kerbelâ esirlerinin esaret altına alındıkları sırada Hz. Zeynep de o esirlerden biriydi. Bu olayla birlikte Âşûrâ’nın en trajik ve üzüntü verici hâdiselerinden biri meydana gelmiştir. Sizin de bir önceki dersimizde belirttiğiniz gibi bu hem manevî hem de tarihî açıdan ilginç bir hadisedir. Eğer hadiseyi doğal bir şekilde değerlendirecek olursak, bunun, tarihteki hiçbir savaşın sahip olmadığı özellikleri taşıdığını görürüz.

 

Dînânî: Siz, “esirlerin esir alındıkları zaman” şeklinde bir ifade kullandınız. Ben burada İmam Hüseyin’in (a.s.) ashabının hiçbir zaman esir olmadığını söylemeyi tercih ediyorum. Hz. Zeynep (a.s.) hiçbir zaman esir değildi. Karşısındakiler esirdiler. Kerbelâ’dakileri esir aldıklarını zannedenler, gerçekte kendi vehimlerinin ve cehâletlerinin esiriydiler. Bir şekilde alınıp götürülmüş olmaları bu durumu değiştirmez. Bilinçli bir insan hapiste de olsa zincire de vurulsa esir değildir. Zincire vurulmuş olsa da aslan yine aslandır.

 

Lârîcânî: Bu açıklamalarınızla birlikte konuyu bir hayli irfanîleştirmiş oldunuz.

 

Dînânî: Hayır, bunlar gerçektir. Hz. Zeynep (a.s.) esir olmadığı gibi kendisini de esir bilmemiştir.

 

Lârîcânî: Evet. Hz. Zeynep (a.s.) hiçbir zaman esarete boyun eğmedi.

Ben kimyadan başka bir yolla kırılamayacak olan (Ben Allah’tan başkasına eğilmeyen)

O çetin bakırın kölesiyim (O kemâl tâlibi kulun kölesiyim)

O, yenilgiyi asla kabul etmedi.

 

Dînânî: Onlar neyin esiri olsunlar ki? Mutlak özgürlük ve mutlak bilincin…

 

Yezîd gayrı meşru isteklerinin, çocukça heveslerinin ve aynı zamanda ahmaklığının esiriydi.

 

Lârîcânî: O, bunu aynen Yezîd’e söylemiştir:

 

Onun nâmı tarih boyunca yayılacaktır…

Kavrulan/kaynayan her gönlün sâkisi Hüseyin’imdir

Onun inkılâbı, kıyâmete dek bâkidir

 

İnkılap ve hakikat gönülde coşan/kaynayan şeydir.

 

Dînânî: İnkılap, hakikati idrak etmektir. Bir kimsenin hakikati idrak etmesi inkılaptır. Hakikati anlamadığı müddetçe, inkılâbîlikten [devrimcilikten] ne kadar dem vuracak olursa olsun, [gerçekte] inkılâbî değildir.

 

Lârîcânî: Kalp, hakikati idrak etmedikçe münkalib de olmaz [dönüşmez].

 

Dînânî: Gerçekte, hakikatin kendisi inkılaptır. Hakikatin dışında, istediğiniz kadar feryat edin ve gösteri yapın, yine de inkılâbî değilsinizdir. Hakikate erişmek şartıyla inkılâbî olursunuz.

 

Lârîcânî: Gerçekten de öyle. Bu konuda İmam Hüseyin (a.s) de şöyle buyuruyor: “Seni olanın neyi eksiktir, Seni olmayanın ise neyi vardır?” Yani, “Benim tüm varlığım Sen’sin” diyor.

 

Dînânî: Buradan yola çıkarak şunu belirtmek istiyorum: İnsanlar sadece İmam Hüseyin’i (a.s.) inkılâbî bilmektedirler. İmam Hasan (a.s.) inkılâbî değil miydi? O da inkılâbî idi ve hakikati idrak etmişti. Benim yaptığım bu tanıma (“İnkılâp, hakikati idrak etmektir”) göre, İmam Hasan (a.s.) da inkılâbîdir.

 

Lârîcânî: Yalnızca hakikatin zuhur biçimi birbirinden farklıdır.

 

Dînânî: Bir hakikati olmayanın inkılâbî olması da mümkün değildir.

 

Lârîcânî: Yani bunun kökenini kalbimizde aramalıyız.

 

Dînânî: Kendisini hakikatle değiştirmeyen bir kimse, hiçbir şeyi değiştiremez. Âlemin kendimiz değişmeksizin değiş[tiril]mesi [veya değiştirileceğinin sanılması] mevhum bir anlama sahiptir.

 

Lârîcânî: “Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmez.”[13]

 

Dînânî: Kesinlikle. Ne kadar da konuya uygun bir âyet okudunuz! Bir kimse kendini değiştirmeyip, âlemi değiştireceğinden söz ediyorsa gerçekte mevhum bir şeyden bahsediyor demektir. Âlemi değiştirmek, kendini değiştirmek iledir.

 

Lârîcânî: Evet. Oldukça istifade ettik ve konu da fazlasıyla güzeldi. Özellikle de Şeyhü’r-Reîs’in insanın kalbine dokunan hikmetli sözleri… Bizler ölüm hakkında pek çok kitap ve makale mütâlâa ettik, yazdık ve konuşmalar yaptık. Ancak bu hakir için, gerek elimizdeki kitaptan ve Hz. Ali’nin (a.s.) sözünden ve gerekse bu aziz filozofun Hikmetü’l-Mevt adlı risalesinden istifade ederek ele aldığımız bugünkü konu oldukça kilit bir noktaya işaret etmekteydi. O, bu hususta ölümü ne kadar da güzel sınıflandırmıştır. Özellikle şehadeti… Bu sebeple şehâdetin mısdâkını, likâullaha [Allah’a kavuşmaya] âşık olan kimseler oluşturur. Şehâdet, likâullahta hâzır olmaktır. Kalbin inkılâbı, derunun inşası, sadakatin mihenk kılınması, - hakk ile hile yapılmaması – Hz. Ali’nin (a.s.) sözlerinin özeti bunlar idi. Bu değerler hekîmlerimizden ve bilhassa da İmam Hüseyin (a.s)’in Âşûrâ’sından almamız gereken dersler ve ibretlerdir. Zira Âşûrâ’da tek zerre sadakatsizliğe rastlayamayız.

 

Dînânî: Saf ihlâs.

 

Lârîcânî: Ne kadar da güzel bir şekilde ifade ettiniz. Saf ihlâs. İnşallah hepimiz içinde bulunduğumuz bu anlamlı günlerde, bu kirlenmiş/pas tutmuş canlarımızı bu sonsuz okyanusta pak kılabilenlerden oluruz.

 

Zeynep, hakkı âşikâr olarak görendir

Geçmişin esrarını apaçık görendir,

Hatta kanlı bir şehadete gözleriyle şahitlik etse de

Bunu Hüseyin’i hakkında güzel görendir

 

Bir sonraki programda görüşmek üzere, aziz üstadımızla birlikte siz kıymetli izleyicilerimize veda ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhu.

 

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=S-_wvRJ3ZOE

 

 

 

 

 

 

 



[1] Mülk Sûresi, 2. âyet.

[2] Rûm Sûresi, 19. âyet.

[3] Neml Sûresi, 88. âyet.

[4] Nûh Sûresi, 71. âyet.

[5] Fussilet Sûresi, 6. âyet.

[6] İsrâ Sûresi, 84. ayet.

[7] Tevbe Sûresi, 111. âyet.

[8] Âl-i İmrân Sûresi, 169. âyet.

[9] Bakara Sûresi, 154. âyet.

[10] Nahl Sûresi, 78. âyet.

[11] Furkân Sûresi, 44. âyet.

[12] Nahl Sûresi, 108. âyet.

[13] Ra‘d Sûresi, 11. âyet.