Hiroşima Miti: ABD askeri tarihinin savaş suçları ve yalanları

Hiroşima Miti: ABD askeri tarihinin savaş suçları ve yalanları
General Dwight D. Eisenhower ise, bombalamadan birkaç hafta önce Başkan Truman'a yaptığı kişisel bir ziyarette ondan atom bombalarını kullanmamasını istedi. Eisenhower 1963 yılında Newsweek'e verdiği bir röportajda şunları söylemişti: “Onları o korkunç şeyle vurmak gerekli değildi. Müzakereler için çaba bile göstermeden atom bombası kullanmak, sivilleri öldürmek ve terörize etmek, çifte suçtu.”

 

 

Gary G. Kohls 

 

Global Research

 

6 Ağustos 2013 günü Hiroşima'nın bombalanmasının 68. yıldönümü. Bu olay hakkındaki tüm gerçekler, savaş yorgunu Amerikalıların 10 gün sonra Japonya'ya karşı zafer gününü kutlamasından bu yana ağır bir şekilde sansürlendi ve mitleştirildi.

Sönük/sıkıcı tarih öğretmenleri (ki çoğu İskoçyalıdır) tarafından anlatılan zavallıca tarih dersleri, İngiliz ve ABD ordusunun savaş sırasında yaptığı her şeyin onurlu ve fedakârca, onların düşmanlarının yaptığı her şeyi de barbarca olarak betimleyen vatansever ve hayli sansürlenmiş kitaplardan geliyor. Benimle aynı sınıfta okuyan herkes, tarih kitaplarımızdaki savaş sonrası propagandaya kanardı. Japonlara karşı savaşın “şanlı” sonunu bu kitaplardan öğrendik.

Elbette şimdi bana, başta General Douglas MacArthur olmak üzere savaşı meşrulaştıran militaristler (ve muhtelif aşırı vatansever tarihçiler) tarafından şekillendirilen sahte bilgiler verildiğini biliyorum. MacArthur, Sıfır Noktası'nda gerçekte olanlar üzerine tam bir sansür getirmeyi başarmıştı. Japonya naibi olarak göreve geldikten sonra ilk yaptığı şeylerden biri, Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılmasının korkunç sonuçlarını belgeleyen bütün fotoğraf kanıtlarına el koymak ve/veya onları yok etmek olmuştu.

1995 yılında Smithsonian Enstitüsü, atom bombalarıyla ilgili dürüst, tarihsel doğruluğu olan bir sergi açarak, 50 yıllık bazı sözde vatansever mitleri düzeltmeye hazırlanıyordu. Sağcı savaş gazisi grupları ve diğer vatansever gruplardan (Enstitü'ye yapılan federal finansmanı durdurma tehdidinde bulunan Newt Gingrich'in GOP hakimiyetindeki kongresi dâhil) gelen öfkeli, organize, gerici tepkilerin ardından Smithsonian, hikayenin tatsız fakat içerik bakımından önemli kısımlarının hepsini sansürlemek zorunda kaldı. Yani bir kez daha, siyasi motivasyonlarla hareket eden grupların gerçek hikayeyi büyük ölçüde değiştirdiklerini görüyorduk, çünkü ortalama Amerikalıların liderlerimize olan güvenlerini sarsacak, “vatanseverce olmayan” tarihsel gerçeklerin ortaya çıkmasından korkuyorlardı. Tıpkı 11 Eylül 2011'de Dünya Ticaret Merkezi'nin üç binasının, binlerce masum insanın ölümüne neden olacak ve savaş köpeklerini Afganistan'a salacak şekilde kontrollü yıkımı hakkında uygulanan topyekun denebilecek medya sansürü gibi. (bu iddiaya dair belgeler için  www.ae911truth.org sitesine bakınız).

Elbette Smithsonian tarihçilerinin başına silah dayanmıştı, ancak arbedede şirket kontrollü ana akım medya – ve dolayısıyla kamuoyu – şu önemli tarihsel noktayı öğrenemedi: Savaş 1945 ilkbaharında, yazın atılan atom bombaları olmadan bitebilirdi; dolayısıyla binlerce Amerikan deniz piyadesi ve askeri için Okinawa kan banyosu olmayabilirdi. Aynı zamanda Amerika'nın Japonya'ya kara müdahalesi gerçekleştirmesine – bu, uluslararası savaş suçu ve insanlığa karşı suç tanımına denk gelecek şekilde savunmasız sivil nüfusa karşı atom bombalarının kullanılmasını meşrulaştıran propaganda kampanyasının temelidir – gerek olmazdı.

Amerikan istihbaratı, Truman'ın Hiroşima'yı yakıp küle çevirme emrini vermesinden aylar önce Japonların onurlu bir şekilde teslim olma yolları aradığını biliyordu ve bu, Başkan Truman yönetiminin de tam bilgisi dâhilindeydi.

1980'lerde ortaya çıkarılan istihbarat verileri, geniş çaplı bir ABD işgali için (ki bu en geç 1 Kasım 1945 tarihi için planlanıyordu) beklenmedik durum planlarının gereksiz olacağını gösteriyordu. Japonya, Nisan 1945 gibi erken bir tarihten itibaren Moskova büyükelçisi üzerinden barış müzakereleri için çabalıyordu. Truman bu gelişmeleri biliyordu, zira ABD Japon kodunu yıllar önce kırmıştı ve Japonya'nın askeri ve diplomatik mesajlarının tümü engelleniyordu. 13 Temmuz 1945 tarihinde Dışişleri Bakanı Togo, “Koşulsuz teslim olma (bütün egemenlikten feragat etme, özellikle İmparator'un tahttan indirilmesi) barışın önündeki tek engeldir” demişti.

Truman ve danışmanları bu çabaları biliyordu ve savaş, basit bir şekilde, Japonya'da bir ilah gibi görülen imparator Hirohito'nun konumu için savaş sonrasında bir sembolik yönetici konumu ödününün verilmesiyle, diplomasi yoluyla bitirilebilirdi. Bu makul taviz – görünüşte mantıksız bir şekilde – başlangıçta Roosevelt ve Churchill arasındaki 1943 Casablanca Konferansı'nda ve daha sonra da Truman, Churchill ve Stalin arasındaki Potsdam Konferansı'nda koşulsuz teslimiyet isteyen ABD tarafından reddedildi. Japonlar hâlâ, müzakereler yoluyla onurlu bir barış aramaya devam ediyordu.

Savaş Bakanı Henry Stimson bile şunları söylemişti: “esas soru, bomba kullanılmadan teslim olmanın sağlanıp sağlanamayacağı değil, farklı bir diplomatik ve askeri yolun daha erken tarihte teslim olmayı sağlamasının mümkün olup olmadığıydı. 1945 baharında Japon kabinesinin büyük bir kısmı, nihai olarak üzerinde anlaşılan koşulları gerçekten kabul etmeye hazırdı.” Bir başka deyişle Stimson, ABD'nin savaşı gereksiz yere uzattığını düşünüyordu.  

Japonya teslim olduktan sonra MacArthur, imparatorun Japonya'nın ruhani lideri olarak yerinde kalmasına izin verdi; bu, Japon liderliğinin aşağılayıcı “koşulsuz teslimiyet” şartlarını reddetmesine neden olan yegane koşuldu.  

Şu halde, sahne arkasında neler olduğunu anlamamız için iki temel soruya cevap verilmesi gerekiyor:

1) ABD neden Japonya'nın teslim olmayla ilgili tek talebini (imparatorun kalması) kabul etmedi?

2) Pasifik'te zafer zaten kesinken neden atom bombaları kullanıldı?

İkinci Dünya Savaşı'ndan kısa süre sonra askeri analist Hanson Baldwin şunları yazmıştı:

“Japonlar, askeri bakımdan, 26 Temmuz 1945'te Potsdam Deklarasyonu (Japonya'nın koşulsuz teslim olmasında ısrar eden deklarasyon) yayınlandığı zaman umutsuz bir askeri durumdalardı.”

Başkan Truman'ın baş askeri yardımcısı Ammiral William Leahy ise, “Oradaydım” başlıklı hatıralarında şunları söylüyordu:   

“Benim kanaatimce Hiroşima ve Nagazaki'de bu barbarca silahın kullanılmasının Japonya'ya karşı savaşımızda hiçbir maddi desteği yoktu. Japonlar zaten yenilmişti ve etkili deniz ablukası ve konvansiyonel silahlarla yapılan başarılı bombalamalar nedeniyle teslim olmaya hazırlardı. Kişisel fikrime göre biz bu silahı ilk kullananlar olarak, Karanlık Çağlar'ın barbarlarında olan etik standardı benimsedik.” 

General Dwight D. Eisenhower ise, bombalamadan birkaç hafta önce Başkan Truman'a yaptığı kişisel bir ziyarette ondan atom bombalarını kullanmamasını istedi. Eisenhower  (1963 yılında Newsweek'e verdiği bir röportajda) şunları söylemişti:

“Onları o korkunç şeyle vurmak gerekli değildi… [müzakereler için] çaba bile göstermeden atom bombası kullanmak, sivilleri öldürmek ve terörize etmek, çifte suçtu.”

Truman yönetimini bombaları kullanma kararı almasına katkıda bulunan bir dizi faktör vardır.

1) ABD üç bomba üretmek için devasa zamansal, zihinsel ve parasal yatırım (1940'ta iki milyar dolar) yapmıştı ve ivmeyi durduracak hiçbir eğilim – ve hiçbir cesaret – yoktu.

2) ABD'nin askeri ve siyasi liderliği – pek çok sıradan Amerikalının yaptığı gibi – Pearl Harbor nedeniyle inanılmaz büyük bir intikam arzusu taşıyordu. ABD ordusunun veya savaş taraftarı kitlenin zihniyetinde merhamet duygusu yoktu ve Hiroşima ve Nagazaki'ye karşı girişilen eylemler, olayların sadece sterilize edilmiş ulusal güvenlik versiyonunu bilen bu insanlar tarafından kabul edildi – hiçbir soru sorulmadı.

3) Hiroşima bombasındaki parçalanabilir madde uranyumdu. Nagazaki bombası ise plütonyum bombasıydı. Bilimsel merak, projeyi tamamlanmaya iten belirgin bir faktördü. Manhattan Projesinin bilim insanları (ve ABD ordusunun proje müdürü General Leslie Groves) “eğer bütün bir şehir tek bir uranyum bombasıyla hedef alınırsa ne olur?” “Peki ya plütonyum bombası?” sorularının cevabını merak ediyordu.

Her iki bombayı da kullanma kararı, Ağustos 1945'ten önce verilmişti. Eğer bilimsel deneyimin devam etmesi gerekiyorsa, Japonya'nın teslim olmasını kabul etmek bir seçenek olamazdı. Elbette iki bomba arasındaki üç günlük aralık, eğer Hiroşima bombasının amacı derhal teslim olmayı dayatmak ise, insafsız denebilecek kadar kısaydı. Japonya'nın iletişim ve ulaşım kapasiteleri darmadağın haldeydi ve hiç kimse, hatta ABD ordusu ve elbette Japon yüksek komutanlığı da Hiroşima'da neler olduğunu tam olarak anlamamıştı. (Manhattan Projesi o denli gizliydi ki, bütün bir Pasifik sahnesine komuta eden General Douglas MacArthur bile Hiroşima'dan beş gün öncesine kadar çemberin dışında tutulmuştu.)  

4) Ruslar, Avrupa'da Zafer Günü'nden (8 Mayıs) 90 gün sonra Japonya'ya savaşa gitme niyetlerini ilan etmişlerdi ki bu tarih 8 Ağustos'a, yani Hiroşima'nın bombalanmasından iki gün sonrasına denk gelecekti. Gerçekten de Rusya 8 Ağustos'ta Japonya'ya karşı savaş ilan etti ve Nagazaki yanıp kül olduğunda Mançurya'ya doğru ilerliyordu. ABD, Japonya'nın Rusya'ya teslim olmasını veya savaş ganimetlerinin paylaşılmasını istemedi.

Rusya yakın bir gelecekte ABD dışındaki tek süper güç – ve geleceğin düşmanı – olacaktı; bu yüzden de Soğuk Savaş'ın ilk nükleer tehdit “mesajları” verildi. Rusya gerçekten de öngördüğünden çok daha az savaş ganimeti elde etti ve iki süper güç hemen, el yakıcı nükleer silah yarışına ve insan ırkının toptan yok olması ihtimaline yol açacak şekilde, Soğuk Savaş ikilemine battı. Bundan sonra meydana gelen şey, askeri çılgınlıkla geçecek iki nesil boyunca her iki ülkede de karşılıklı ahlaki ve mali iflas yaşanması oldu.

Hiroşima bombasında tahminlere göre 80 bin masum sivil ve 20 bin silahsız genç Japon asker hemen hayatını kaybetti. Yüzbinlerce kişi de, acı verici yanıklar, radyasyon hastalığı, kan kanseri, anemi nedeniyle ağır ağır öldü ve tedavi edilemez enfeksiyonlar kalanların da ömrünü kısalttı. Hayatta kalanların çocuklarının nesli de korkunç radyasyon kaynaklı hastalıklardan, kanserden ve erken ölümlerden etkilendi ve bu, günümüzde bile devam ediyor.

Üzeri örtülen bir diğer utanç verici gerçeklik, varlığı ABD komutanlığı tarafından gayet iyi bilinen 12 Amerikalı deniz yüzbaşısının, kader belirleyici günde Hiroşima hapishanesinde kül olduğudur.

Dolayısıyla Pasifik savaşının bitişine dair resmi Savaş Bakanlığı onaylı versiyon, şirketlerden, ordudan, siyasetten ve medyadan kanaat önderlerimizin Amerikalılara devamlı olarak anlattığı, savaşın iğrençliğinin sürecin övülmesine dönüştürüldüğü uzun mitler listesinin arasında yerini bulan yeni bir mitler dizisi içermiştir. Sansürlenen diğer gerçekliklerin arasında, Kuzey Kore, İran, Vietnam, Laos, Kamboçya, Lübnan, Granada, Panama, Filipinler, Şili, El Salvador, Nikaragua, Guatemala, Honduras, Haiti, Kolombiya, Kuveyt, Irak, Afganistan, vs, vs'de gerçekleşen Amerikan askeri müdahaleleri ve işgallerinde gerçekte olanlar da vardır. Bu listeye 150 ülkesinde Amerikan askeri üslerinin bulunduğu (bunun için izinler rüşvet veya ekonomik yaptırım tehditleriyle elde edilir) dünyanın geri kalanındaki sayısız gizli Pentagon/CIA örtülü operasyonları ve suikast komploları da eklenebilir.

Fakat hâlâ çoğumuz, savaşlardan kâr sağlayan multimilyarder şirket elitlerinin (ve onların politikacılarının, askeri liderlerinin ve onlar tarafından istihdam edilen medya liderlerinin) yalnızca barış, adalet, eşitlik, özgürlük için çalıştıklarını ve talancı kapitalizm için “dünyayı güvenli hale getirdiklerini” söyleyen, kendisini sevimli gösterecek şekilde oluşturulan mitlere inanmamızı bekleyen, dayanıksız, “öyle ya da böyle benim ülkem” vatanseverliğine bağlıyız.

ABD ordusunun ara ara görülen despotu ölü ve (vücut, akıl ve ruh olarak) yaralı Amerikan askerleri ve gazileriyle bedel ödeyerek yenilgiye uğrattığı doğru olsa da, çoğu zaman savaşa gitmenin gerekçesi “inançsız komünistlerin”, Amerikan karşıtı “isyancıların” ve biz Yankee'lerin ait olduğumuz eve dönmemizi isteyen “özgürlük savaşçılarının” söylediği gerekçelerle aynıdır.

6 ve 9 Ağustos 1945, her zaman için, gerçekliğin üzerini örtecek şekilde “sivil zaiyat” veya “dost ateşi” diye yaftalanan katliamların kaçınılmaz bir şekilde eşlik ettiği tüm “topyekun savaş” siyasi gündemlerinde kendini gösteren beyin yıkamanın sadece iki örneğidir.

Eskiden bildiğimiz ve sevdiğimiz, insancıl, barış yapıcı Amerika'yı kurtarmak ve hayata döndürmek için şimdiden çok geç olmuş olabilir. Amerika'da liberal demokrasinin şirketler tarafından kaçırılmasına etkili bir şekilde karşı çıkmak için çok geç olabilir. Dünyamızı bencil bir şekilde yıkımımıza doğru sürükleyen kibirli ve açgözlü yönetici elitleri başarılı bir şekilde alt etmek için çok geç olabilir. Benim “Dostane Amerikan Faşizmi” olarak adlandırdığım silindir gibi ezen darbe, şimdiden amaçlarına ulaşmış olabilir.

Fakat hâlâ biraz umut olabilir. Halkın bilincinin, savaş kışkırtıcılarının gezegen çapında (Pentagon'un, silah endüstrisinin ve onların Kongre'deki fino köpeklerinin çok istekli desteğiyle) provoke ettikleri savaşlar karşısında sessiz kalmak yerine, gerçekliklerin artık inkâr edilemeyeceği gün hissedeceğimiz rahatsızlığa (bilişsel uyumsuzluğa) rağmen tarihin bütün gerçeklerini öğrenmeye başlaması gerekir. 

İşe, Amerika'nın bizim adımıza gerçekleştirdiği sayısız savaş suçunu itiraf ederek başlamamız gerekir. Arkasından da sokaklara çıkmamız, Amerika'yı, Nazi Almanya'sına ve Faşist Japonya'ya olanlara benzer bir şekilde, sınırlarımızın dışında acı çeken milyarlarca kurban tarafından yıkılmak üzere hedef alınması muhtemel suçlu bir haydut devlete dönüştürenlerle işbirliği yapılmasını açıkça protesto etmemiz ve cesur bir şekilde reddetmemiz gerekir.

Aşırı imtiyazlı, aşırı tüketime dayalı ve sürdürülemez nitelikteki Amerikan yaşam tarzını devam ettirmek yerine bütün insanlık adına değişim için doğru olanı yapmak, gerçek onur, gerçek vatanseverlik ve gerçek barışa yönelik bir başlangıç olacaktır.

 

Çeviri: Selim Sezer

 

Medya Şafak