"Suud Hanedanı’nın Çözülmesi"

"Suud Hanedanı’nın Çözülmesi"
"Zengin petrol kaynakları ve dolayısıyla para kaynakları nedeniyle Ortadoğu’ya ve bir ölçüde dünyaya baskı uygulamaya çalışan Suud Hanedanı, içinden geldiği çöle hızla geri dönüyor olabilir."

 

 

Catherine Shakdam

 

Press TV

 

Zengin petrol kaynakları ve dolayısıyla para kaynakları nedeniyle Ortadoğu'ya ve bir ölçüde dünyaya baskı uygulamaya çalışan Suud Hanedanı, içinden geldiği çöle hızla geri dönüyor olabilir.


Bir zamanlar Doğu Hicaz'daki bir Bedevi aşireti olan El Suud, iktidara gelişini ve servetini, amaçları mutedil İslam'ı yok etmek ve korku ve şantaj yoluyla İslam dünyasına hükmetmek olan, kendini açıkça ortaya koyan İslami radikaller grubu olan Vehhabilerle olan sıradışı ittifakına borçludur. Ortadoğu'da Batı çıkarlarına hizmet etmek üzere İngiliz ajanları tarafından yaratılan ve geliştirilen Vehhabiliğin temel amacı her zaman için İslam'ı lekelemek ve her iki mezhebin – Şiiler ve Sünniler – bir birine hasım halde kalmasını sağlamak olmuştur.


Batılı güçler çok uzun zaman önce, eğer dünya üzerinde kontrol ve egemenlik kurmak istiyorlarsa, emsalsiz zenginlikleri ve el değmemiş doğal kaynakları bulunan Ortadoğu'nun, dolayısıyla da Arapların ve İslam'ın boyunduruk altına alınması gerektiğini anladılar.


İşte bu amaçla, Vehhabiliğin kurucusu ve iyi bilinen bir İngiliz ajanı olan Muhammed ibn Abdülvehhab 18. yüzyılda El Suud aşiretiyle kalıcı bir ittifakı konuşmak üzere oraya çıktı. El Suud İslam dünyasına yıkım getirmeden önce iki güç, Osmanlılar ve Farslar bölgenin kadiri mutlak yöneticileriydi. Sırasıyla Sünni ve Şii İslam'ın koruyucusu olan bu eski imparatorlukların her ikisi de, horgörüyle baktıkları güçlerin – Batı'nın – çabasıyla, hatalı bir güvenlik hissiyle kör olarak, siyasi ve dini kayıtsızlıklarının kurbanı oldular. Alçak güçlerin, başka bir yükselişi, Batı'nın ellerine düşecek ve İslam dünyasını terazinin dışına itecek bir gücün yükselişini sağlamak için onların imparatorluklarını yıkmaya çalıştığını pek anlayamadılar.


Fakat herşeyde olduğu gibi, yükselen şey bir noktada düşmelidir.


Yalanlar, aldatmacalar, komplolar ve kan gölleriyle geçen asırların ardından El Suud zalimleri şimdi, onların kendi koşullarının üstüne çıkmalarına yardım eden güçlerin elinde kendi çözülmeleriyle karşı karşıyalar.


ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt'in 14 Şubat 1945 tarihinde dönemin Suudi Kralı İbn Suud'la Süveyş Kanalı'ndaki Büyük Acı Göl'de USS Quincy gemisinde ittifak anlaşması imzalamasındana bu yana ilk defa ABD ve Suudi Arabistan, Ortadoğu planları konusunda bölünmüş halde, yelpazenin karşı taraflarında duruyorlar.


Washington İran İslam Cumhuriyeti'ne giderek yakınlaşırken, Suudi Arabistan kendisini dışlanmış hissetmeye terk edildi. İlginç bir şekilde Washington'un İran'la yakınlaşması, Suudi petrolüne daha az bağımlı olmasıyla çakışıyor. Eski bir Amerikalı diplomat olan John Graham, bu faktörün Ortadoğu'daki güç dengelerinin değişmesinde büyük bir rol oynayacağını söylüyor ve durum şu anda bu yönde ilerliyor.


John Graham, kısa süre önce RT'ye verdiği bir röportajda, “Suudiler her zaman ABD'nin cepte olduğunu düşündü, fakat Washington, Suriye muhalefetine giden yardımı askıya alarak Suudilere ‘hayır' dedi ve bunu tek nedeni, onların petrolüne olan bağımlılıklarının azalması.”

 
Gerçekten de Washington-Riyad ittifak zırhında açık çatlaklar görülüyor.


Bütün bölgenin istikrarını tehlikeye atabilecek şekilde, militanların kitle imha silahlarına – kimyasal silahlara – erişiminin sağlanması ve Suudi Arabistan'ın Suriye'de Başkan Beşar Esad'a karşı yürüttüğü savaşı finanse etmek üzere devasa para kaynaklarının onlara aktarılması fikrinden ürken ABD Başkanı Barack Obama, düşünülemeyecek olan şeyi yaptı: Riyad'a karşı çıktı ve ‘HAYIR' dedi.  İki yıldır Suriye savaşının içinde olan Washington, Suudi Arabistan'ın Tekfirci militanlarının bölgeyi ancak kana bulayıp harabeye çevireceğini anlayarak askeri desteğini çekti.


Bu, ABD'nin nihayet aklının başına geldiği ve İsrail'in gölgesinden çıktığı anlamına mı geliyor? Bu pek muhtemel değil; bunun anlamı sadece, Washingon'un Suudi Arabistan'a karşı olan sabrının giderek zayıfladığı ve bölgedeki öteki güçler, temel olarak da İran'a bir fırsat penceresi açtığıdır.


Peki bu değişiklik gerçekte Suudi Arabistan için ne anlama geliyor? Öncelikle, bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak için bölgesel sadakatler satın almada kullandığı çek defterine paralel olarak Amerika'nın askeri gücüne dayanan Suudi Arabistan, şimdi kendisini rahatsız bir konumda buluyor. Eğer Washington, Suudi Arabistan'ın stratejik üstünlük noktasında gereğinden uzun süre kaldığına karar verirse, Riyad, sınırlarını veya tahtını koruyacak bir ordu olmaksızın, uzun bir düşmanlar listesinin karşısında tek başına kalacaktır. Suudi halkının çoğunluğunun kraliyet ailesinden tiksindiği ve liderlikte değişim görmek istediği akılda tutulduğunda, Suud Hanedanı'nın yakında hesap vermeyle karşı karşıya kalması mümkündür.


Graham'in belirttiği gibi, “Suudi Arabistan kraliyet ailesi, Amerikan desteğine ihtiyaç duyuyor. Eğer gerçekten bağımsız olursak, onlara Yemen gibi muamele etmeye başlarız. İşte bu yüzden bize kızgınlar ve durumdan rahatsızlar.”


Suudi Arabistan sallanma emarelerini şimdiden yakın bölgede – Yarımada'da – göstermeye başladı: ülkeler, siyasi ittifaklarını gözden geçirmeye, Riyad'ın yaklaşan fırtınaya göğüs gerip geremeyeceğini sorgulamaya başladılar.

 
Yemen'de yeni gelen siyasi güçler, adlarını vermek gerekirse Husiler ve Güney ayrılıkçı hareketi, Suudi Arabistan'ın zorba ve baskıcı gölgesinden çıkmaya kararlılar.


Riyad'ın bu yoksullaştırılmış olan ülke üzerindeki zayıflatıcı etkisine birinci elden tanık olmuş olan bu grupların ikisi de, kaybettikleri bağımsızlıklarını geri kazanmayı herşeyin önüne koydular. Ancak ve ancak siyasi ve ekonomik kölelik diye adlandırılabilecek şeyle geçen on yılların ardından Yemenliler, El Suud'a bir cevap vermek zorunda kalmaksızın kendi geleceklerini ellerine almak ve yeniden önde gelen bir güç oyuncusu haline gelmek istiyorlar. Şu ana kadar yalnızca bu iki grup Riyad'a meydana okumaya cüret etmişse de, El Suud'un Yemen üzerindeki hakimiyeti erimeye başlamıştır.


Dahası, El Suud muhtemelen Washington-Tahran nükleer anlaşmasından ve beraberinde iki ülke arasında meydana gelen siyasi yakınlaşmadan kurtulamayacaktır. Siyasi hegemonyasına kimsenin meydan okumamasıyla geçen on yılların ardından Suudi Arabistan, doyumsuzluğu, kibiri ve halkına karşı apaçık horgörüsü sonucunda alanı, başka bölgesel güçlerin lehine olacak şekilde kaybediyor.


George Santayana'nın dediği gibi, “Zalimler ender olarak özgürdür; zalimliklerinin gereksinimleri ve araçları onları da köleleştirir.” Bu örnekte El Suud, hanedanını ihanet üzerinden tanımlayarak ve inşa ederek, kendi yıkılışının tohumlarını ekmiştir.

 

Çev: Selim Sezer

 

medyasafak.com