DOSYA: Volgograd ve Avrasya’nın fethi: Suud Hanedanı, Stalingrad’ını gördü mü?

DOSYA: Volgograd ve Avrasya’nın fethi: Suud Hanedanı, Stalingrad’ını gördü mü?
1984 sadece bir roman değil, ileriyi gören Orwell’dan gelen bir ikazdır. Ancak o hiçbir zaman, Avrasya’sının Rusya, Çin ve İran’dan oluşan çekirdek bir üçlü ittifak ve koalisyon üzerinden Doğuasya ile işbirliğine gideceğini veya birleşeceğini tahayyül etmemişti. Avrasya, şu veya bu şekilde, Okyanusya’nın başlattığı şeyi bitirecektir. Bu esnada Suud Hanedanı ve Arap petrol şeyhliklerinin diğer yöneticileri süslü kuleler dikmek için birbiriyle yarışırken, Demokles’in Kılıcı başlarının üzerinde giderek ağırlaşıyor.

 

 

Mahdi Darius Nazemroaya

 

Global Research

 

 

Volgograd'daki olaylar, çok daha büyük bir olaylar bütününün ve ağırlıklı olarak Avrupa merkezli olan iki dünya savaşının sonucu olan “Soğuk Savaş sonrası bir soğuk savaşın” bir unsuru olarak, on yıllardır süregiden çok yönlü bir mücadelenin parçasıdır. George Orwell “1984” isimli kitabını yazdığı ve kurgusal Okyanusya ve Avrasya toplulukları arasındaki daimi bir savaştan bahsettiği zaman, süregiden olaylar hakkında zihninde genel bir fikir oluşturmuş veya sadece Sovyetler Birliği ile, iki büyük okyanus tarafından çevrilmiş olan Amerika Birleşik Devletleri arasındaki bir mücadeleyi düşünmüş olabilir.  

 

Peki, Volgograd'ın burada sunulan baş döndürücü nosyonla ne ilgisi var? Öncelikle, Volgograd'daki olayları Kuzey Kafkasya'daki çatışma veya Suriye'deki savaşla, yahut Suriye'yi Sovyet sonrası Kuzey Kafkasya'da on yıllardır devam eden savaşla ilişkilendirmek şizofrenikçe değildir. Suriye'deki ve Kuzey Kafkasya'daki savaş, Avrasya üzerinde egemenlik kurmak için sürdürülen daha geniş bir mücadelenin parçasıdır. Ortadoğu'daki çatışmalar, pek çok kişiye gündelik yaşamın gerçekliğine çok uzak gibi görünen bu çok büyük anlatının parçasıdır.

 

“Bender Bush” Rusya Ana'ya gidiyor

 

Böyle bir iddiayı temellendirmek amacıyla, Suudi rejiminin karanlık temsilcisinin Moskova'ya yaptığı, pek de sır olmayan ziyaretle başlamamız gerekiyor. Kötü şöhretli Suudi terörist kilit adamı ve Suud Hanedanı'nın sonradan istihbarat şefi olmuş eski Washington büyükelçisi Prens Bender bin Sultan bin Abdülaziz el-Suud, son olarak Aralık 2013 başlarında Rusya Federasyonu'nu ziyaret etti. Bender bin Sultan, Rusya hükümetinden Suriyelileri terk etmelerini rica etmek üzere Kral Abdullah tarafından gönderilmişti. Prens Bender'in amacı, Şam'ın 2011'den beri Şam kırsalından ve sınır bölgelerinden Suriye hükümet güçlerini kuşatan Suudi destekli tugaylar tarafından ele geçirilmesine izin verecek şekilde Kremlin'le bir anlaşma yapmaktı. Bender Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'le bir araya geldi ve ikili, Putin'in Novo-Ogaryovo'daki resmi konutunda hem Suriye hem de İran hakkında kapalı kapı tartışmaları gerçekleştirdi.

 

Bender'in Putin'le gerçekleştirdiği bir önceki görüşme birkaç ay önce, Temmuz 2013'te olmuştu. Bu buluşma da Rusya'da gerçekleşmişti. Prens Bender ve Başkan Putin arasındaki Temmuz görüşmelerine Rusya Federasyonu Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolai Patruşev de katılmıştı. Her iki ziyarette İran'la ilgili tartışmaların arttığı düşünülebilir, zira Bender'in Rusların, İranlı müttefikleriyle arasını bozmaya çalıştığı kesindir.

 

Bender'in Başkan Putin'le ilk görüşmesinden sonra yaygın bir şekilde, Suud Hanedanı'nın Rusya'yı satın almaya çalıştığı aktarıldı. Hem Agence France-Presse hem de Reuters, Arap petrol monarşilerinin isimsiz diplomatlarının, Lübnan'daki 14 Martçı uşaklarının ve Suriye muhalefetindeki kuklalarının, Suudi Arabistan'ın Moskova'ya kârlı bir silah anlaşması teklif ettiğini veya Suriye'yi Avrupa'ya giden bir doğalgaz boru hattı olarak kullanmayacağı garantisi verdiğini söylediklerini aktardı.

 

Rusya, Suud Hanedanı'yla iş yapmaktan daha iyisini biliyordu. Suudi rejimi çok daha erken bir tarihte, 2008'de, İran'ın aleyhine oalcak şekilde bazı kapı arkası tavizleri almak üzere onlara kârlı bir silah anlaşması önermişti. Moskova tavizleri verdikten sonra Suud Hanedanı anlaşmayı dondurdu. Eğer  AFP ve Reuters'taki medya sızıntıları taktik, yahut Suriye ve Rusya hükümetleri arasında gerilim yaratmak amacıyla atılmış yalanlar değilse, Suriye'ye ihanet etmesi için Rus yetkililerin kulağına devasa rüşvetler fısıldandı.

 

Suud Hanedanı ve Körfez İşbirliği Konseyi'ni (KİK) oluşturan Arap petrol monarşilerinin anti-demokratik kulübü, her zaman para hakkında geniş konuşmuştur. Kendini Arap Yarımadası'nın efendileri olarak gösteren bu kişilerin eylemleri ve sözleri hiçbir zaman birbirini tutmamıştır. Onlarla anlaşma yapan herkesin gözünde Suud Hanedanı ve şirketi, özellikle para konusunda hiçbir zaman tutmayacakları büyük sözler vermeleriyle bilinir. Para verildiği zaman bile söz verilen meblağın tamamı hiçbir zaman verilmez ve paranın çoğu, yolsuzluk içindeki ortakları ve dostları tarafından çalınır. Irak'ın eski CIA varlığı İyad Allavi'nin müdahil olmasıyla kolaylaştırılan, 2008'de Rusya'yla yapılmış olan yerine getirilmemiş silah anlaşmasından, Lübnan ve ve Filistin halklarına aşırı bol şekilde verilip hiçbir zaman yerine getirilmeyen mali ve lojistik yardım sözlerine kadar, Arap petrol şeyhleri büyük konuşmak ve propagandacılarına onların cömertlik ve ihtişamları hakkında makaleler yazdırmaktan başka hiçbir şey yapmamıştır. Bütün ihtişam ve parlamaların altında her zaman acziyet, güvensizlik ve boşluk olmuştur. 

 

Bender'le ilk görüşmeden bir hafta sonra Kremlin, Suudi Arabistan'ın rüşvet girişimi hakkındaki medya fısıltılarına yanıt verdi. Putin'in üst düzey yardımcılarından biri ve Rusya'nın eski ABD büyükelçisi Yuri Uşakov, Kremlin tarafından herhangi bir anlaşmanın kabul edildiği, hatta gündeme alındığı iddialarını kategorik olarak reddetti.  Uşakov, Suudiler ve Rusya arasında ikili işbirliğinin bile tartışılmadığını açıkça beyan etti. Kremlin yetkilisine göre, Bender ve Putin arasındaki görüşmeler sadece Moskova ve Riyad'ın Suriye politikaları ve İsviçre'nin Cenevre kentine Suriye için yapılması planlanan ikinci uluslararası barış konferansı hakkındaydı.

 

Daha fazla sızıntı: ateşe ateşle karşılık vermek mi?

 

Prens Bender'in hedefi Rusya'nın Suriye'yi terk etmesini sağlamak idiyse, Rusya'daki her iki görüşmeden de eli boş ayrıldığı söylenebilir. Ancak ziyareti, geride, bir dizi teyit edilmemiş haber ve spekülasyon bıraktı. Suriye hakkında, medyadaki bütün tarafların sürdürdüğü enformasyon savaşının parçası olan bu haberleri analiz ederken her zaman ihtiyatlı olmak gerekir. Suudi tarafından gelen, Rusları satın almaya çalışmakla ilgili imal hikaye, Rusya-Suudi görüşmelerinde neler olduğuna ilişkin yegane haber biçimi değildi. Aynı zamanda, muhtemelen Bender'in önerisi hakkındaki imal hikaye karşısında bir karşı adım olarak ortaya çıkan varsayımsal bir diplomatik sızıntı vardı. Bu sızıntı, Bender ve Putin arasındaki görüşme hakkında yeni bir sızıntının önünü açtı. 21 Ağustos 2013 tarihinde Lübnan gazetesi Es-Sefir'de yayınlanan ikinci sızıntıya göre tehditler savrulmuştu.

 

Lübnan gazetesine göre Prens Bender, Temmuz'daki ilk görüşmede KİK rejimlerinin Rusya'nın Avrupa'daki gaz tekelini tehdit etmeyeceğini söylediği gibi, Ruslara, Suriye'nin Akdeniz kıyısındaki deniz tesisini koruyabileceklerini ve Suud Hanedanı'nın Karadeniz'in doğu kıyısında, Kuzey Kafkasya'nın Soçi şehrinde yapılacak 2014 Kış Olimpiyatları'nı Suudi kontrolündeki Çeçen ayrılıkçı milislerden koruma garantisi verebileceğini söyledi. Sızıntıda söylendiğine göre, Moskova'nın Şam'a karşı Riyad ve Washington'la işbirliği yapması halinde Suriye'de hükümeti devirmek için savaşan Çeçen militanlara Suriye'nin siyasi geleceğinde bir rol verilmeyeceğini ifade etti.

 

Buna göre, Ruslar Suriyeli müttefiklerine ihanet etmeyi reddettiğinde Prens Bender Rusya'yı, Cenevre'de planlanan ikinci barış konferansının iptal edilmesi ve Suriye'ye karşı askeri seçeneğin ortaya çıkarılmasıyla tehdit etti.

 

Soçi'deki Kış Olimpiyatları'na saldırı niyetiyle ilgili örtülü bir Suudi tehdidini ifade eden bu sızıntı, ABD'nin Suriye'ye saldırı tehditlerinden ve İran'ın Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı Suriyeli müttefiklerinin yanında müdahil olma tehditlerinden kaynaklanan yüksek tansiyonun arasında, Ağustos 2013 sonlarına kadar uluslararası düzeyde bir spekülasyonlar taşmasına yol açtı. Lübnan'daki aynı siyasi bağlantılı medya çevresinden gelen, Rusya ordusunun Suriye'ye karşı bir savaşa yanıt olarak Suudi Arabistan'a saldırma hesapları yaptığına ilişkin haberler El-Ahed gazetesinde de yer almaya başladı ve spekülasyonlar zincirini daha da fazla besledi.

 

Suud Hanedanı'nın neo-con “yeni yönelim” temelinde dönüşü

 

Seymour Hersh 2007 yılında, İsrail'in 2006'da Lübnan'da aldığı yenilginin ardından, ABD hükümetinin “yeni yönelim” adı taşıyan yeni bir strateji oluşturduğunu yazdı. Hersh'e göre bu “yeni yönelim”, “Amerika Birleşik Devletleri'ni İran'la açık bir çatışmaya daha fazla yaklaştırdı ve onu Şii ve Sünni Müslümanlar arasında genişleyen bir mezhepçi çatışmaya doğru sevk etti.” ABD hükümeti, Suudi Arabistan'ın ve Afganistan'da Usame bin Ladin'in kariyerinin başlatılmasına yardımcı olan tüm aktörlerin işbirliğiyle, İran'ı ve müttefiki Suriye'yi hedefleyen yasadışı operasyonlarda yer almaya” başladı. Belirtilmesi gereken en önemli şey, Hersh'in bundan sonra söylediğidir: “Bu faaliyetlerin yan ürünü, İslam'ın militan bir yorumunu benimseyen, ABD'ye muhalif, El Kaide'ye sempati besleyen aşırılıkçı Sünni grupları desteklemekti.”

 

“Yeni yönelim” temelinde Suud Hanedanı'nın dönüşü başladı. Eğer Suud Hanedanı'nın iyi bildiği bir şey varsa o da, Suudi Arabistan'ın Washington'daki patronlarına hizmet etmek üzere fanatikleri toplamaktır. Bunu Afganistan'da yaptılar, bunu Bosna'da yaptılar, Rusya'nın Kuzey Kafkasya bölgesinde yaptılar, Libya'da yaptılar ve hem Lübnan hem de Suriye'de yapıyorlar.  Bu, İngiliz gazetesi The Independent'ınOrtadoğu'daki kitle katliamları, Suudi dostlarımız tarafından finanse ediliyor” başlıklı bir makale yayınlamasını da engellemedi.

 

Lübnan'daki terörist bombalamalar, Suriye'deki çatışmada yeni bir aşamaya, kendi evinde bir iç savaş çıkarmak suretiyle Hizbullah'ı Suriye'den çekilmeye zorlamayı amaçlayan bir aşamaya işaret ediyor.  Suud Hanedanı, 19 Kasım 2013'te Beyrut'taki İran Büyükelçiliği'ne yapılan terörist saldırıyla olan bağlantısıyla, bu yeni aşamayı ivmelendirdi. Saldırılar, Lübnan'da bir mezhepçi iç savaş çıkarma çabalarının parçası olarak Sayda şehrinde Lübnan ordusuna karşı gözü kara bir savaşa girişen meşhur Ahmed el-Esir'e bağlı kişiler tarafından gerçekleştirildi. 

 

Diğer yandan El-Esir'in yükselişi, Suud Hanedanı'ndan ve Lübnan'daki utanmaz yandaşları Hariri'den siyasi ve lojistik destek gördü. O da aynı “yeni yönelim” politikasının ve Fetih el-İslam'ı Lübnan'a getiren akımın parçasıdır. Bu nedenle Lübnan'da Hariri'nin Gelecek Partisi'nin bayrağının El-Kaide bayraklarıyla yan yana dalgalandığını görmek şaşırtıcı değildir. El-Esir, Lübnan'da iç savaş çıkarma girişimleri başarısız olduktan sonra saklandı ve hatta KİK büyükelçiliklerinden birine alındığı iddia ediliyor.

 

Suud Hanedanı'nın Lübnan'daki bombalamalardaki rolüyle ilişkili olarak Hizbullah, Beyrut'taki İran Büyükelçiliği'ne yapılan saldırının Suud Hanedanı'yla bağlantılı olduğunu teyit edecekti. Hizbullah liderliği, El Kaide bağlantılı olan ve bombalamaları gerçekleştiren Abdullah Azzam Tugayı'nın, doğrudan doğruya Suudi Arabistan istihbarat servislerine bağlı olduğunu belirtecekti.

 

İlave olarak, saldırıdan sorumlu olan Suudi ajanı Mecid el-Mecid, Aralık 2013 sonlarında Lübnan güvenlik güçleri tarafından yakalandı. El-Mecid, Suriye'de El Nusra ile çalıştıktan sonra Lübnan'a girmişti. İran medya kuruluşu Fars Haber Ajansı, 2 Ocak 2014 tarihinde, ismi belirtilmeyen Lübnanlı kaynakların da saldırının Prens Bender'le bağlantılı olduğunu ortaya çıkardıklarını teyit ettiğini yazdı.

 

Suud Hanedanı öfkesini mi saçtı?

 

Prens Bender ve Vladimir Putin arasında, sırasıyla Temmuz 2013 ve Aralık 2013 tarihlerinde gerçekleşen birinci ve ikinci görüşmelerden bu yana çok şey değişti. Suud Hanedanı Eylül ayında, ABD'li patronlarının Pentagon'u, Suriye'ye karşı konvansiyonel bir bombalama saldırısına taşımasını bekledi. Açık bir savaşa doğru tırmanış gibi görünen şeyin perde arkasında, ABD ve İran'ın Umman aracılığıyla gerçekleştirdiği gizli görüşmelerin içeriğinden Riyad'ın haberinin olmadığı, hemen hemen kesindir.

 

Bender'in, Suud Hanedanı'nın Washington'la olan bağlarını gözden geçirme tehdidi muhtemelen, ABD'nin Suriye'yi İran hükümetiyle müzakere aracı olarak kullanmasından Suud Hanedanı'nı haberdar etmemesinin doğrudan sonucudur. ABD'li yetkililer, İranlıları Suriye'ye karşı bir savaşı ve bir bölgesel savaşı önleyecek bir anlaşma yapmak üzere harekete geçirmek için Suud Hanedanı'nı, Suriye'ye karşı saldırılarını yoğunlaştırmaya teşvik etmiş olabilir. Dahası, ABD ve İran arasındaki durum değiştiği gibi, Rusya da nihai olarak Akdeniz'de Suriye doğalgazı için önemli bir enerji anlaşması imzalayacaktı. Suud Hanedanı pek çok yönden ağır darbeler aldı ve şimdi kendi vazgeçilebilirliğini değerlendirmeye başlıyor.

 

Eğer daha da derinlere gidilirse, Beyrut'taki İran Büyükelçiliği'ne yapılan saldırıyla Şam'daki Rus Büyükelçiliği'ne yapılan saldırının aynı türden olduğu görülebilir. Her iki terörist saldırı da İran ve Rusya'ya verilmiş mesajlardı ve İran ve Rusya'nın Suriye'yi rejim değişikliğinden ve yıkıcı bir savaştan koruma rollerine karşı misilleme işlevi görmüştü. Bununla birlikte, Suud Hanedanı'nın gerçekten İran ve Rusya'ya tepki mi gösterdiği, yoksa Washington'un Tahran, Moskova ve Şam'la yürütülen müzakerelerdeki amaçlarını ilerletmek üzere manipüle mi ediliyor olduğu, iyi ayırt edilmelidir.

 

Aynı şekilde Suud Hanedanı, Lübnan'da Hizbullah'ı sakatlamak yoluyla, Suriye'yi koruma rolü nedeniyle Hizbullah'a da cömertçe karşılık vermek istiyor. Riyad, İsrailliler gibi Lübnan'da büyük ölçekli bir savaş istemiyor olabilir, fakat Hizbullah'ı nötralize etmek ve Lübnan'ın siyasi manzarasından çıkarmak istiyor. Bu açıdan Suudi Arabistan, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman'ı ve Lübnan ordusunu Hizbullah'a ve destekçilerine karşı kendi tarafına çekmek için ısrarla çaba gösterdi.

 

Suudilerin Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne yaptığı üç milyar dolarlık bağış, sadece Suudi Arabistan'ın 2013'ten beri Lübnan Cumhuriyeti'ni pençesine almış terörist bombalamalardaki rolü nedeniyle verilmiş bir kan parası değildir; Suudi parası aynı zamanda Lübnan ordusunu Hizbullah'ı nötralize etmenin bir aracı olarak yeniden yapılandırmayı amaçlıyor. Suud Hanedanı'nın çabalarına ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin taahhütlerine paralel olarak, NATO ülkelerinin de Lübnan ordusuna para ve silah bağışı yapmayı planladığına ilişkin haberler ortaya çıktı.

 

Lübnan'daki terörist bombalamalara ve Şam'daki Rusya Büyükelçiliği'ne yapılan saldırıya ilave olarak, Rusya da saldırıya uğruyor. Suriye çatışmasının yoğunlaşması nedeniyle Rusya'nın Kuzey Kafkasya bölgesinde gerilim artıyor ve terörist saldırılar patlak veriyor. Rusya'da Müslümanların ve Hristiyanların bir arada yaşaması taraftarı ve ayrılıkçılık karşıtı görüşleriyle bilinen Müslüman din adamları katledildi. Volgograd'daki bombalamalar sadece en yeni örnekler ve Kuzey Kafkasya'da olanların Volga'ya doğru genişlemesidir, fakat bu saldırılar, Prens Bender'in, Moskova'nın Suriye'ye ihanet etmesi halinde “korunacağını” söylediği Kış Olimpiyatları'na rahatsız edici derecede yakın bir zamanda gerçekleşmiştir.

 

Suud Hanedanı kendi ayakları üzerinde durabilir mi?

 

Yaygın bir şekilde, Suudilerin yaptığı anlaşmaların arkasına bakıldığı zaman iplerin ABD ve İsraillilerin elinde olduğuna inanılır. Şimdi bu görüşe bir nebze de olsa meydan okuyan bir durum var. Suudi Arabistan'ın İngiltere Büyükelçisi Prens Muhammed bin Navaf bin Abdulaziz el-Suud, Aralık 2013'te yayınladığı bir makalesinde Suudi Arabistan'ın Suriye'ye ve İran'a tek başına karşı durması tehdidinde bulundu. Yazıda, tıpkı Suudilerin BM Güvenlik Konseyi'ndeki koltuğu reddetmesinde olduğu gibi, Suud Hanedanı'nın ABD dış politikasını yöneten gerçekçilere karşı duyduğu öfkenin kokusu duyuluyordu.

 

Aynı bağlamda, Suudi Arabistan'ın sıfır hareket özgürlüğüne sahip olduğunu düşünenlere, İsrail liderlerinin yıllardır Tel Aviv'in ABD'yi İran'a karşı manipüle etmek için Suudi Arabistan'la gizlice işbirliği yapması gerektiğini söylediğini belirtmek gerekir. İsrailli Tuğgeneral Oded Tira bu durumu şöyle özetliyor: “Onların da ABD'yi İran'ı vurmaya ikna etmesi için, Suudi Arabistan'la el altından işbirliği yapmalıyız.”

 

Benzeri bir nokta üzerinden Suudi Arabistan ve İsrail'in birlikte, Fransa'nın, Cenevre'de İranlılar ve P5+1 ülkeleri arasında geçici bir nükleer anlaşmaya varılmasını engellemesini sağladığı söylenebilir. Suud Hanedanı bunun için Paris'i, kârlı anlaşmalarla ödüllendirdi ve bu, Lübnan ordusuna yaptığı bağışın Fransız askeri teçhizatları için harcanmasını sağlamayı da içeriyor. Lübnan'daki bir numaralı Suudi yandaşı Saad Hariri, anlaşma bağlamında Suudi Arabistan'da François Hollande ve Fransız yetkililerle bir araya dahi geldi. Suud Hanedanı'nı ve İsrail'i sakinleştiren Fransız Cumhurbaşkanı Hollande, P5+1 ülkeleriyle İran arasındaki ara nükleer anlaşmanın geciktirilmesindeki performansını, Beşar Esad'ın iktidarda kalması halinde Suriye içinde hiçbir siyasi çözüm olamayacağını söyleyerek ve bu şekilde Cenevre'de yapılacak ikinci Suriye barış konferansına gölge düşürmeye çalışarak tekrar etti.  


Bununla birlikte bir kez daha şu soruyu sormak gerekiyor: Suudi Arabistan'ın öfkelenmesi, Suudilerin Tahran, Moskova ve Şam'a azami baskı yapmasını sağlamak ve böylelikle müzakerelerdeki kazanımlarını optimize etmek yönündeki ABD stratejisinin bir parçası olabilir mi?  Sonuç olarak, ABD'nin Cenevre'de Fransa'yla işbirliği içinde olduğu ve Fransa'nın İran'la anlaşmaya köstek koymasını, müzakereler sırasında İranlılardan daha fazla talepte bulunabilmek için kullandığı ortaya çıktı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD müzakere ekibinin Fransa'nın İran'dan talep ettiklerine yanıt olarak bir anlaşma metni taslağı dağıttığını ve diğer dünya güçlerinin bunu inceleme şansının bile olduğunu açığa çıkardı. Dışişleri Bakanı Lavrov, ABD ekibinin dağıttığı taslağın “gerçekten de son dakikada, Cenevre'den ayrılmak üzere oldukları zamanda” dağıtıldığını söyledi.

 

Suud Hanedanı'nın sahip olduğu bağımsızlık seviyesini tartışmak yerine, Suudi Arabistan'ın kendi başına hareket etmesinin mümkün olup olmadığını ve ne derecede bağımsız bir aktör gibi hareket edebileceğini sormak gerekir. Bu, cevaplaması çok daha kolay bir soru gibi görünüyor. Pek çok örnekte Suudi Arabistan'ın kendi başına hareket etmesi, hatta el değmemiş bir devlet olarak kalması pek de mümkün değildir. İşte bu nedenle İsrailli stratejistler, çok açık bir şekilde Suudi Arabistan'ın dağılmaya yazgılı olduğunu belirtiyorlar. İsrail'in Yinon Planı, “İç ve dış basınçlar nedeniyle bütün bir Arap Yarımadası dağılmaya adaydır ve bu, özellikle Suudi Arabistan için kaçınılmazdır” diye belirtir. Washington'daki stratejistler de bunu biliyorlar ve bu yüzden  parçalanmış bir Suudi Arabistan hakkında çoğaltılmış modellere sahipler. Buradan da bir başka önemli soru doğuyor: eğer ABD, Suudi Arabistan krallığının sürdürülebilir bir topluluk olmadığı değerlendirmesini yapıyorsa, onu bir alev gibi yanıp tutuşuncaya kadar kullanacak mı? Olan şey bu mu? Suudi Arabistan Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurban ediliyor, yahut “günah keçisi” haline mi getiriliyor?

 

Suud Hanedanı'nın arkasında kim saklanıyor?

 

Yeniden Lübnan'a bakacak olursak, uluslararası medya kuruluşlarının manşetleri üzerinden verdikleri mesaj, Lübnan'daki bombalamaların Lübnan'da ve bölgenin geri kalanında Suudi Arabistan ve Tahran arasındaki güç mücadelesini yansıttığı şeklinde. ABD, İsrail ve onların Avrupalı müttefiklerinin önemli rolleri hakkında hiçbir şey söyleyemeyen, Anne Barnard ve benzeri gazeteciler tarafından hazırlanan bu eksik haberler, gelişigüzel bir şekilde, Suriye ve Lübnan'daki herşey için Suudi Arabistan ve İran arasındaki rekabeti suçluyor, olanların arkasındaki bütün bir hikayeyi siliyor ve gelişigüzel bir şekilde, çatışmanın/çatışmaların arkasındaki bütün çıkarları halının altına süpürüyor. Bu, dürüst değildir ve katmerli bir Şarkiyatçı anlatı sunmaktadır.

 

Ortadoğu'daki bütün sorunların bir tür İran-Suudi rekabeti etrafında döndüğünün düşünülmesi için çabalayan medya kuruluşları, şu tür şeyler yazabiliyor: “Suudiler ve İranlılar İsrail'in Filistin işgalinin arkasındaki kaynaklardır; Irak'ta gerçekleşen ve en gelişmiş Arap ülkesini felç eden İngiliz-Amerikan işgalinin arkasındaki kaynaklardır; rekabetleri nedeniyle tıbbi ihtiyaçların Gazze'ye ulaşmasını engelleyenler, Libya üzerine uçuşa yasak bölgeyi getiren, Yemen'e katil insansız uçak saldırılarının yapılmasına neden olanlar, Washington ve Londra Irak'ı işgal edip maliyesini kontrol altına aldıktan sonra ülkenin hazinesinden milyarlarca doların kaybolmasından sorumlu olanlardır.” Bu medya kuruluşları ve onların haberleri, Washington, Tel Aviv, Paris, ve Londra gibi aktörlerin elindeki kanı zımnen temizliyorlar ve bunun için ya herşey için Tahran ve Riyad arasındaki bölgesel rekabeti suçlayan, ya da Sünni Müslümanlar ve Şii Müslümanların biyolojik olarak birbirine karşı savaşmaya programlandıklarından, birbirlerine karşı ebedi bir savaş içinde olduğunu iddia eden bir dizi sahte anlatı üretmeye çalışıyorlar.

 

Araplar ile İranlılar ve Şiiler ile Sünniler, okuyuculara zımnen, anlaşılamayacak olan insan dışı yaratıklar ve vahşiler olarak sunuluyor. The New York Times, namussuzca, Lübnan'daki Sünni Müslümanların ve Şii Müslümanların kısasa kısas saldırıları içinde birbirini öldürdüğünü dahi söyledi. Gazete, alçakça, Hizbullah'ın ve Lübnanlı rakiplerinin birbirini öldürdüğünü söylüyor. Gazetenin daha önce bahsedilen Lübnan muhabiri Bernard, bir meslektaşıyla birlikte, şunları yazıyor:

 

“Kısasa kısas saldırıları olarak görülecek şekilde bombalı araç saldırıları, Beyrut'un Hizbullah hakimiyetindeki güney mahallelerini ve kuzeydeki Trablusşam şehrindeki Sünni camilerini hedef aldı.

 

Cuma günü güçlü bir bombalı araç, Hizbullah'ın başlıca Sünni rakibi Gelecek bloğu içinde önemli bir figür olan eski Lübnan Maliye Bakanı Muhammed bin Şatah'ın ölümüne yol açtı.”

 

The New York Times açıkgöz bir şekilde, okuyucularına, Hizbullah'ın Şii-Sünni mezhep çatışmasının bir parçası olarak bombalamadan sorumlu olduğunu düşündürmeye çalışıyor. Bunun için, Lübnan'daki bombalamaların Hizbullah'ı destekleyen bölgeler ile Trablusşam'daki “Sünni camileri” arasında gerçekleşen “kısasa kısas saldırıları olarak görüldüğünü” söyledikten sonra, eski Lübnan Maliye Bakanı'nın “Hizbullah'ın başlıca Sünni rakibine” bağlı olduğunu anlatıyor.   

 

ABD ve İsrail, Lübnan'da ve Ortadoğu'nun geri kalanında bir Şii-Sünni mezhep çatışmasının başlamasını arzuluyor. Bunun için çalıştılar. Suudi Arabistan'ı mezhepçiliği kışkırtması için manipüle edenler onlardı. ABD ve İsrail, Suud Hanedanı'nı – ki onlar Sünni Müslümanları temsil etmek bir yana, işgalleri altındaki Suudi Arabistan halkını bile temsil etmiyorlar – İran'a karşı kışkırtırken, eş zamanlı olarak çatışmayı, Ortadoğu çapında mevcut olan “doğal” Şii-Sünni rekabetinin bir biçimi olarak göstermeye ve meşrulaştırmaya çalışıyorlardı.

 

Suud Hanedanı'nın iç meselesiyle ilgilenen kişiler, Prens Bender'in Suudi Arabistan'ın güvenlik ve dış politikasını yöneten üç El Suud prensinden biri olduğu değerlendirmesini yapıyorlar; diğer ikisi, anne tarafından Suriye'yle olan bağları nedeniyle Kral Abdullah'ın Suriye konusundaki öncülerinden biri olan, Suudi Dışişleri Bakan Yardımcısı Prens Abdülaziz bin Abdullah bin Abdülaziz El-Suud ve İçişleri Bakanı Prens Muhammed bin Nayef bin Abdülaziz El-Suud'dur. Bunların üçü de ABD ile, haleflerinin hepsinden daha fazla bağlantılıdır. Prens Bender'in kendisi, Amerika Birleşik Devletleri'yle yakın çalışmayla geçen uzun bir geçmişe sahip; yaygın bir şekilde kendisi için kullanılan “Bender Bush” lakabı da buradan geliyor. Suriye'nin Guta kasabasında gerçekleşen kimyasal silah saldırısıyla bağlantısına ilişkin haberler nedeniyle, lakapları listesine “Kimyasal Bender” de eklenebilir.

 

Bir ABD müşterisi olarak Suudi Arabistan bir istikrarsızlık kaynağıdır, çünkü Washington tarafından böyle koşullandırılmıştır. Terörist ve aşırıcı tehditle savaşmak şimdi ABD tarafından, Birleşmiş Milletler'e “Şiddete ve aşırıcılığa karşı bir dünya” önergesi veren İran'la yakınlaşma noktası olarak kullanılıyor. Gerçekte ise bölgesel sorunları ve istikrarsızlığı yaratan bizzat Washington olmuştur. Şimdi dış politikayı kendi kontrollerine almış olan gerçekçiler, ustalıkla, Amerikan-İran yakınlaşması için çabalıyor. ABD'nin eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski, bunun temelinde, Tahran ve Washington'un İran'ın “dengesiz bölgesel çevresini” güvence altına almak için birlikte çalışmasının olacağını söylüyordu. “[ABD ve İran hükümetleri arasındaki] olası bir uzlaşı, şu anda İran için çok dengesiz olan bir bölgesel çevreyi istikrarlı hale getirme doğrultusunda karşılıklı stratejik çıkarların kabul edilmesi üzerine kurulu olacaktır” demişti. Brzezinski'nin Sovyetler'i Afganistan'a askeri olarak girmek üzere kandıracak bir istihbarat operasyonu gerçekleştirdikten sonra Afgan mücahitleri Sovyetlere karşı silahlandırmak için Suudilerle birlikte çalışmasından bağımsız olarak, bu nokta dikkatten kaçırılmamalıdır.

 

Suud Hanedanı, Soğuk Savaş sırasında da Afganistan'da tek başına çalışmadı. Washington tarafından kesin bir şekilde destekleniyordu. ABD, çatışmaya giderek daha fazla dahil oldu. Suriye'de de durum aynı. Eğer Bender ve Putin arasındaki görüşmeye ilişkin diplomatik sızıntıya inanacak olursak, “Bender Bush”un Putin'e her tür “Suudi-Rus mutabakatı”nın aynı zamanda bir “Amerikan-Rus mutabakatı”nın parçası olduğunu söylediğini belirtmeye değer.

 

“Yeni yönelim” Stalingrad'ını gördü mü?

 

Volgograd'a Sovyet tarihinin bir döneminde, Gürcistan Cumhuriyeti'nin en ünlü evladı ve Sovyet lideri Jozef Stalin'in onuruna “Stalingrad” denildi. Almanların durdurulduğu ve Avrupa'da savaşın seyrinin Hitler ve Avrupa'daki Mihver müttefikleri aleyhine dönmeye başladığı yer, o tarihte Stalingrad denilen Volgograd'dı.  Naziler Stalingrad Savaşı'nda yenildi ve bundan sonra Sovyetler Birliği'nde ve Doğu Avrupa'da Almanlara karşı büyük mücadeleler yürütüldü. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların yenilmesi için en fazla şeyi yapanın Sovyetler — Rus, Kazak, Özbek, Tacik, Tatar, Gürcü, Ermeni, Ukraynalı, Beyaz Rus, Çeçen ve diğerleri — olduğunu söylemek hiçbir şekilde abartı olmaz.

 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in kararlı 2013 Yeni Yıl arefesi konuşmasında mahkum ettiği, Volgograd'daki terörist saldırılar, bir bakıma yeni bir Stalingrad Savaşı'nın ve Rusların terörizme karşı yeni bir savaşının başlangıcı olacaktır. Rusya'nın peşinden koştuğu teröristlerin çoğu Suriye'dedir ve Suud Hanedanı tarafından desteklenmektedir.

 

İran, Suriye, Hizbullah ve Filistinli direniş gruplarının oluşturduğu Direniş Bloğu'nun muarızları, Suriye'deki savaş sahalarını İran ve müttefiklerinin Stalingrad'ı olarak adlandırdı.  Suriye gerçekten de bir tür Stalingrad oldu, fakat Direniş Bloğu için değil. ABD, Britanya, Fransa, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye ve İsrail'in oluşturduğu ittifak, Suriye'de rejim değişikliğini zorlama çabalarında çözülmeye başladı. Son birkaç yıla, Avrasya kaynaşmasını önlemenin bir aracı olarak Rusya, Çin, İran ve Suriye gibi ülkelere karşı aşırıcılığı, ayrılıkçılığı ve terörizmi finanse edenler için yüz kızartıcı bir yenilginin başlangıcı damgasını vurdu. Aynı savaşın bir başka cephesi, Ukraynalıların Belarus, Rusya ve Kazakistan'la entegre olmasının bir parçası olarak, ABD ve AB tarafından, Ukrayna'da sürdürülüyor.

 

Volgograd ve Avrasya'nın fethi

 

Bu metinde spekükasyonlara ihtiyatla yaklaşıldıysa da, anlatılanların çoğu spekülasyon değildi. Suud Hanedanı, Rusya Federasyonu'nun istikrarsızlaştırılmasında ve Rusya içinde terörist saldırıların örgütlenmesinde rol oynadı. Kuzey Kafkasya'daki ayrılıkçı harekete ister destek versinler ister karşı çıksınlar, temel mesele, Suud Hanedanı ve Washington'un bu hareketlere oportünistçe yardım ettiği ve onları kullandığıdır. Bender'in Rusya'ya karşı tehditlerinin hakiki olup olmamasından bağımsız olarak, Volgograd Suriye'yle ilgilidir ve Suriye de Volgograd'la ilgilidir. Her ikisi de aynı mücadelenin parçası olarak gerçekleşiyor. ABD, Rusya'yı hedeflemenin ve Avrasya'nın kalbine daha da derinden girmenin bir aracı olarak, Suriye'ye tecavüz etmeyi denemeye devam ediyor.

 

George Orwell 1984 isimli romanını yazdığı zaman, dünyayı birbiriyle devamlı veya “ebedi” savaşlara girmiş birkaç topluluğa bölünmüş halde görmüştü. Onun kurmaca üst devletleri, polis diline başvurur, tam bir denetim kullanır ve halklarına bir fikir aşılamak ve onları aldatmak için kitle iletişim araçlarını en üst derecede manipüle eder. Kabaca söylemek gerekirse Orwell'ın Okyanusya'sı ABD ile onun Batı Yarıküre'deki, Monroe Doktrini'nin ABD sömürgesi ilan ettiği formel ve enformel toprakları ile, onlarla konfederasyon kurmuş olan Britanya ve eski Britanya İmparatorluğu'nun yerleşimci sömürgelerinden (Avustralya, Kanada, İrlanda, Yeni Zelanda ve Güney Afrika) müteşekkildir. Orwell'ın Avrasya konsepti, Sovyetler Birliği'nin kıta Avrupası ile bütünleşmesidir. Doğuasya topluluğu ise Çin etrafında kuruludur. Güneydoğu Asya, Hindistan ve Afrika'nın Okyanusya'ya bağlı Güney Afrika'nın nüfuzunda bulunmayan kısımları, üzerinde devamlı savaş yürütülen ihtilaflı topraklardır. Her ne kadar özel olarak belirtilmemişse de, Suriye'nin içinde bulunduğu Güneybatı Asya'nın veya parçalarının muhtemelen, Kuzey Afrika'yı da içine alan bu kurgusal ihtilaflı toprakların parçası olduğu sonucuna varılabilir.

 

Eğer Orwell'in terimlerini bugünkü küresel ilişkiler dizisine uyarlarsak, Okyanusya'nın (Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki) ihtilaflı toprakların kontrolü için Avrasya/Doğuasya'ya yöneldiğini söyleyebiliriz.

 

1984 sadece bir roman değil, ileriyi gören Orwell'dan gelen bir ikazdır. Ancak o hiçbir zaman, Avrasya'sının Rusya, Çin ve İran'dan oluşan çekirdek bir üçlü ittifak ve koalisyon üzerinden Doğuasya ile işbirliğine gideceğini veya birleşeceğini tahayyül etmemişti. Avrasya, şu veya bu şekilde, Okyanusya'nın başlattığı şeyi bitirecektir. Bu esnada Suud Hanedanı ve Arap petrol şeyhliklerinin diğer yöneticileri süslü kuleler dikmek için birbiriyle yarışırken, Demokles'in Kılıcı başlarının üzerinde giderek ağırlaşıyor.

 

Çev: Selim Sezer

 

medyasafak.com