İsrail ve Suudilerin Suriye’deki öncelikleri: Örtülü militarizm ve “Lübnanlaştırma stratejisi”

İsrail ve Suudilerin Suriye’deki öncelikleri: Örtülü militarizm ve “Lübnanlaştırma stratejisi”
Direniş ekseninin parçalanması, Ortadoğu’daki ABD politikasını yönlendiren en yüksek önceliktir; ABD ve müttefiklerinin başlangıçta yarattığı ve zaman zaman desteklediği militan köktenci militanların getirdiği varsayılan “tehdit”, olsa olsa bundan sonra düşünülecek bir şeydir.

İsrail ve Suudi Arabistan'ın Suriye'deki öncelikleri: Örtülü militarizm ve “Lübnanlaştırma stratejisi”

 

Phil Greaves

 

Global Research

 

 

Suriye'nin içinde ve dışında yaşanmakta olan gelişmeler, aşırıcıların hakim olduğu isyanın başlıca destekçilerinin – isim vermek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Birleşik Krallık, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, İsrail ve Türkiye – yenilgiyi kabul etmeye pek de hazır olmadıklarını gösteriyor.

 

Eğer bir kişi Obama yönetiminin, Ağustos ayında savaş nedeni olarak görülen kimyasal silah meselesi üzerinden müdahale teşvikinin başarısız olması üzerine rejim değişikliği politikasını terk etme kararı aldığına inanıyorsa, bu kişi mazur görülebilir. Fakat sert gerçeklik şu ki, yukarıda sözü edilen ittifak, isyancıların büyük çoğunluğunun mezhepçi bir gündeme sahip dinci köktenciler olduğunu ve demokrasinin veya siyasi çoğulculuğun her türlüsüne şiddetle karşı olduklarını tamamen bilerek, isyana şu veya bu biçim altında, örtülü askeri destek vermeye devam ediyor.

 

Temel olarak, süregiden destek, Amerikan İmparatorluğu'nun, yıkım ve ekonomik ve askeri saldırganlık yoluyla yer kürenin kaynak zengini ve stratejik konumdaki bölgeleri üzerinde Tam Kapsamlı Hakimiyet kurma yönündeki geniş çaplı stratejisinin parçasıdır; ABD'ye tam tabi olmayı reddeden herhangi bir devlete, çeşitli düzeylerde dayatılan bir politikadır bu. ABD'nin bu saldırgan duruşu hiçbir bakımdan, yüksek tansiyon veya kriz dönemleriyle sınırlı değildir; Makyavelci oportünizm üzerinden şiddetin doruk noktasına ulaşmış kalıcı bir duruştur. Suriye örneğinde, Arap ayaklanmaları Amerika Birleşik Devletleri'ne ve müttefiklerine, en azından 2006'dan beri üzerinde çalıştıkları yıkıcı planı hayata geçirmek için mükemmel bir açılış sundu. Amerikan-İsrail diktasına boyun eğmeyi reddeden bir hükümeti ortadan kaldırma olanağı, kaçırılamayacak kadar iyi bir şanstı. Buna uygun bir şekilde ABD, en ilk aşamalardan itibaren, Suriye'deki şiddet yanlısı unsurların önünü açma ve onları destekleme girişimlerinde bulundu.

 

ABD'nin militan unsurları destekleme, genişletme ve alevlendirme yönündeki tipik pervasız kararından bu yana politikaları, alçaltıcı bir başarısızlık yaşadı. Açıkça görülüyor ki, Batılı diplomatların ve propagandacıların desteklediği tondan ve durmadan tekrarlanan “Esad'ın günleri sayılı” sloganından hareketle rejim değişikliği gerçekleşmesini bekliyorlardı. Bu arzular geniş ölçüde, Amerikan kibrine ve Libya'daki uçuşa yasak böölge senaryosunun BM Güvenlik Konseyi'nden geçeceği umuduna dayanıyordu.

 

Bu arzulara ters düşecek şekilde, Rusya'nın ve Çin'in NATO'nun Libya'yı yıkmasına ve Kaddafi'nin öldürülmesine duyduğu öfke, Suriye'yle ilgili getirilecek benzer karar tasarılarını hemen veto edecekleri anlamına geliyordu. Bu, Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri arasındaki modern ilişkilerde bir dönüm noktası olduğunu kanıtlamıştır ve bu durum daha ileride dallanıp budaklanacaktır. Dahası, Suriye krizinin kendisinde de bir dönüm noktası olduğunu kanıtlamıştır, zira Rusya ve Çin'in NATO'ya ikinci defa El Kaide'nin hava kuvvetleri işlevi verecek her tür girişimi bloke edeceğini bilen ABD, terörizm ve vahşi bir yıpratma savaşı yoluyla Suriye ordusunu alt edebilecekleri umuduyla bir kez daha örtülü militarizmi arttırma, Körfez çapındaki Selefi-Vehhabi din adamlarının desteklediği mezhepçi kışkırtma kampanyalarına paralel olarak isyancılara giden para ve silahları arttırma yolunu seçmiştir.

 

Esad'ı devirme veya Suriye hükümetini ve aygıtını yok etme hedefinin başarısız olmasının bir sonucu olarak, açık saldırganlık eylemlerine girişmeye gönülsüz ve bunu yapamayacak haldeki Obama yönetimi, bir reelpolitik stratejisi izliyor: Kongre'deki yeni-muhafazakâr şahinlerin ve Riyad'dan ve Tel Aviv'den gelen daha tutkulu bölgesel etkilerin arzularını tatmin etmek için temel olarak örtülü militarizmi kullanırken, yeni bir açık müdahaleye sürüklenme olasılığından kaçınıyor.

 

Diğer yandan bu iki uçlu strateji, Amerikan İmparatorluğu'nun kamuoyunda var olan, sözde pragmatistlerin ve neo-liberal propagandacıların onaylamaya çok hevesli oldukları ve ABD'nin İmparatorluk inşasında çok temel bir önemde olan şu sahte algıyı da besliyor:  küresel hakem rolü oynayan, egemen ülkelerin işlerine gönülsüz olarak, bütün insanlığın iyiliği için müdahale eden, bu ülkeleri bu yüzden bombalayan ve yıkan, doğası itibariyle fedakar bir güç. Bu sahte algı desteklendiği müddetçe, ABD reelpolitiğinin gülünç saçmalığının keskin ucu – örtülü militarizm ve devlet destekli terörizm – dinmek bilmeden devam ediyor. Açıktır ki ABD İmparatorluğu, Suriye'deki kan gölünü durdurmak için hiç de telaş içinde değil ve öncelikleri, 2011'deki başlangıçtan beri olduğu gibi, sivil nüfus üzerindeki sonuçları ne olursa olsun Suriye hükümetini ve devletini yıkmak veya en azından büyük ölçüde güçten düşürmek ve kötürümleştirmek.

 

Obama yönetimi, isyanın devlet finansmanını, silah akışını ve dolayısıyla gücünü ve kapasitelerini kontrol etmek yoluyla, şu andaki müzakere aşamasında Suriye hükümetini ABD'nin taleplerine kabul etmeye ve egemenliğinden vazgeçmeye zorlayacak manasız havuç-sopa taktikleri kullandı – oysa hem ABD liderliğindeki ittifak, hem de Suriye ve uluslararası müttefikleri, temel olarak da Rusya ve İran, isyancıların tek başına Esad'ı devirecek veya Suriye ordusunu yenilgiye uğratacak iç desteğe de, insan gücüne de sahip olmadıklarını biliyor. Son haberler, ABD demokrasisinin son gezisinin sopa olarak, isyancılara gidecek ve içinde MANPADS silahlarının da olduğu varsayılan “yeni” ve gelişkin silahların tedariğini içerdiğini ileri sürüyor. Bu, başarısızlığa mahkum Cenevre “barış” görüşmelerinin arkasından geliyor ve Washington'un, amaçlarını kabul ettirmede başarısız olmasının doğrudan sonucu olarak yorumlanabilir: bu politikada sopa, devlet terörizminin kesintisiz olarak desteklenmesi, havuç musluğun kapatılmasıdır.

 

“Yeni” silah sevkıyatlarının isyancıların Suriye hükümetinde tahribat yaratma kapasitelerini arttırıp arttırmayacağını zaman gösterecek ve bu şu aşamada pek mümkün de değil, zira Suriye ordusu, isyancıların elinde bulunan Yabrud kasabasını özgürleştirmek ve böylelikle Lübnan'dan gelen hayati önemdeki transit geçiş ve lojistik yollarını emniyete almak üzere Kalamun dağlarına doğru ilerliyor. ABD'nin kışkırttığı militarizasyonun her aşamasında kanıtlandığı üzere güneydeki isyancılara giden silah akışının artmasının muhtemel sonucu, aynı yıkıcı sonuçların yinelenmesi olacaktır: zaten kritik düzeye ulaşmış olan mülteci krizini büyütecek şekilde daha fazla sivil göçü, gıda ve kamu hizmetlerinde daha fazla kısıntıya yol açacak şekilde isyancıların sivil altyapıyı daha fazla yıkması, ve çok daha fazla insanın hayatını kaybetmesi.

 

Rejim değişikliğinin yedeği olarak “Lübnanlaştırma” mı?

 

Durumun gösterdiği üzere, eğer Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri Suriye hükümetini, halkın giderek daha az desteklediği bir Batılı askeri müdahale olmadan, vekil güçler yoluyla ortadan kaldıramıyorsa, Esad'ın konumu ve ülke içindeki desteği güçlü kalıyorsa, bir Lübnanlaştırma stratejisi ABD ve müttefiklerinin aradığı yedek “optimum senaryo” olabilir.

 

Araplar arasında bölünmenin teşvik edilmesi, körüklenmesi ve kışkırtılması, sömürgecilerin 1948 yılında Filistin toprağını çalmasından beri Siyonist varlık için uzun vadeli bir strateji olmuş, mezhepçi çizgiler üzerinde çatışmalar alevlemek için özel çabalar sarfedilmiştir. Bölme stratejisi, Siyonist taleplere boyun eğmeyen bütün Arap devletlerine veya hükümetlerine yönelik olmuştur. İsrailli stratejist Oded Yinon'un şimdi kötü bir şöhret kazanmış, Yinon Planı diye de anılan “1980′ler İsrail'i için bir strateji” başlıklı planı belki de, İsrail'in Arap komşularına yönelik niyetlerini en iyi ortaya koyan metindir:  

 

“Lübnan'ın beş bölgesel hükümete bölünmesi, bütün Arap dünyası için bir örnektir… Lübnan örneğinin ardından Suriye'nin, arkasından Irak'ın etnik ve dini azınlık bölgelerine ayrılması, İsrail'in Doğu cephesindeki temel hedefidir. Bu devletlerin mevcut askeri varlıklarının zayıflatılması, kısa vadeli hedeftir… Sonuç olarak bir Şii-Alevi devleti olacak, Halep vilayeti bir Sünni devleti olacak, Şam vilayeti kuzeydekine düşman olan başka bir devlet olacaktır. Dürziler – hatta Golan'dakiler bile – Havran'da ve Kuzey Ürdün'de bir devlet kurmalıdır… Petrol zengini, fakat iç bölünmelerin ve kavgaların halim olduğu Irak kesinlikle İsrail'in amaçlarını yerine getirmeye adaydır… Araplar arası her tür çatışma… en yüksek hedefin, yani Irak, Suriye ve Lübnan'ın parçalanması hedefinin gerçekleştirilmesini hızlandıracaktır.”

 

Bu bağlamdan bakıldığı zaman, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin umutsuz bir şekilde Filistin Yönetimi'yle bir oldubitti meydana getirmeye çalışması tesadüf değildir.

 

Medyada mide bulandırıcı bir şekilde ABD'nin tarafsız bir barış aracısı olarak sunulmasına karşın Kerry'nin tam bu anda bir “anlaşma” peşinde koşması, Suriye çatışmasının ve bu çatışmanın direniş kampı içinde meydana getirdiği bölünmelerin doğrudan sonucudur. ABD ve İsrail şimdi, yozlaşmış Filistin Yönetimi'yle, hem başarısız olacağı, hem de Filistinlilerin çıkarlarına aykırı olacağı açık olan bir İsrail yönelimli “barış anlaşması” için çabalıyor. Filistin direnişinin sıkı müttefikleri, şu anda Suriye'de El Kaide ideologlarıyla mücadele etmeye ve Dahiye'de bombalı araçları engellemeye yoğunlaştıklarından ve İsrail'e karşı onlara tam ihtiyaç duydukları anda Filistinlileri destekleyebilecek durumda olmadıklarından, ABD ve İsrail Filistin direnişini onu destekleyen az sayıda Arap devletinden ve aktörden tecrit etmenin önemini gayet iyi kavrıyor. Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, son konuşmasında dinleyicilerine, bu çok hayati meseleyi hatırlattı:

 

“ABD Yönetimi Siyonist Yönetimle birlikte Filistin davasına son vermeye çalışıyor ve şimdi, Arap ve İslam dünyalarının ilgilenememesi, her ülkenin kendi sorunlarıyla meşgul olması nedeniyle en iyi zaman olduğunu düşünüyor.”

 

Benzer bir şekilde ABD, Suriye çatışmasını nükleer müzakerelerde İran'a karşı kaldıraç olarak kullandı. Washington'un uzun süredir bağımsız bir İran'ı pasifize etme ve kendine tabi kılma çabaları şüphesiz ABD'nin Suriye politikasında temel bir rol, belki de belirleyici rolü oynadı. Sonuç olarak İsrail ve ABD ile olan Filistin ve İran çatışmaları şimdi, her zaman ABD hesaplarında bir düzeyde olduğu gibi, Suriye krizinin çözülmesine ayrılmaz bir şekilde bağlı.

 

Beklenildiği üzere, İsrail'in Suriye'deki yıkım karşısında açıkça sevinç duyması ve açıkça, getireceği yıkımla birlikte Esad'ın ve Suriye hükümetinin gitmesini tercih etmesi, gizlenmesi zor bir gerçek olarak kendini ortaya koydu. Biraz daha açmak gerekirse, (İsrail'in “temas kurduğu” isyancıları hatalı bir şekilde “ılımlı” olarak betimleyen) National'ın, yüzlerce isyancının İsrail hapishanelerinde tedavi gördükten sonra 1000 dolara kadar varan parayla Suriye'ye geri gönderildiği şeklindeki son haberi, İsrail'le isyancılar arasındaki gizli anlaşmanın örneklerinden yalnızca biridir. İsrail, köktencilik seviyelerine bakmaksızın güneydeki isyancılarla temaslarını sağlamlaştırmak için çabalar yürüttü ve İsrail'in Lazkiye ve Şam'a gerçekleştirdiği bombalamalar sırasında isyancı gruplarla işbirliği yaptı.

 

İsrailli propagandacılar, bu muvazaalı durumu aklama yönündeki soluk bir çabayla yoğun bir şekilde, İsrail'in Güney Suriye'de Dürzi cemaatine yardım ettiği şeklinde dezenformasyon yayıyor; oysa Dürzi cemaati Suriye hükümetine sıkı sıkıya bağlıdır. Gerçekte, İsrail'in güneydeki isyancılarla ve cemaatlerle ilişki kurma girişimleri, Siyonistlerin toprak çalma üzerine kurulu yayılmacı arzularını ilerletecek şekilde, işgal altındaki Golan Tepeleri çevresinde güçlendirilmiş “güvenli bölgeler” yaratma girşimleri olarak okunmalıdır.

 

Buna paralel bir şekilde, İsrail'in tarafsızlığın sahteliği, kendi çıkarlarını karşılayacak şekilde isyancılarla kurduğu muvazaa ve Suriye ordusuna karşı gerçekleştirdiği açık saldırganlık eylemleriyle tamamen ifşa olmuştur.

 

ABD müttefiklerinin önde gelen unsurlarının, en öncelikli olarak da İsrail'in bir bölünme sonucunu tercih ve teşvik ettiğine dair çok sayıda başka gösterge de bulunuyor, ancak basit mantık bile İsrail'in bölgedeki en yaşamsal öneme sahip müttefiki ve ABD'nin müttefikleri arasında köktencileri ve terörizmi desteklemek için en fazla maddi nüfuza ve siyasi iradeye sahip ülke olan Suudi Arabistan'ın da, bunun temel olarak “Şii yayılmasına” karşı bir darbe olacağını düşünerek, Suriye devletinin parçalanmasını onaylayacağını gösterecektir. Suudilerin ve Körfez ülkelerinin temelde siyasi yönelimli çatışmaları gizlemek üzere mezhep temaları üzerine yoğunlaşması aynı zamanda kasıtlı olarak çoketnisiteli, dini bakımdan çoğulcu toplumları bölme stratejisini yoğunlaştırmak üzere inşa edilmiştir: bu, gerçekten de köktenci Körfez vekillerinin ortaya salındığı bütün ülkelerde, en son olarak da Libya'da görülmüştür.

 

Ancak Suudilerin kendi kapasiteleri ve karar alma yetileri henüz sınırlı olduğu için son kertede ABD'nin askeri gücüne ve korumasına güveniyorlar ve bu yüzden bıçak kemiğe dayanırsa terörist ağları kullanacaklardır. Bu nedenle Suudilerin El Kaide'den ve Suriye'de savaşan çeşitli aşırıcı gruplardan ayrışma yönündeki son girişimleri büyük ölçüde makyaj amaçlı ve kamuoyu tüketimine yönelik olarak görülebilir. Gerçekte Suudi liderliği El Kaide'yi ve onun aşırıcı meslektaşlarını, kendilerine gerçek bir tehdit sunmayan yönlendirilebilir vekiller olarak görmekte, eş zamanlı olarak Suudi dış politikasının ve örtülü saldırganlığın temel bileşenlerinden birini inşa etmektedir.

 

Hem İsrail'in hem de Suudi Arabistan'ın bölgedeki birleşen çıkarları bakımdan çok daha önemli olan ve ABD'nin hesaplarında da kritik bir rol oynayan, köktenci vekillerin halen aldıkları destekle savaş yürütmeye yöneldikleri ülkelerdir; yani isim vermek gerekirse İran, Suriye ve Hizbullah'tır. Direniş ekseninin parçalanması, Ortadoğu'daki ABD politikasını yönlendiren en yüksek önceliktir; ABD ve müttefiklerinin başlangıçta yarattığı ve zaman zaman desteklediği militan köktenci militanların getirdiği varsayılan “tehdit”, olsa olsa bundan sonra düşünülecek bir şeydir.

 

ABD İmparatorluğu, bu denli stratejik ve petrol zengini bir bölgeyi kuşatma ve böylelikle tahakküm ve kontrol altına alma çabalarında, birleşik bir Ortadoğu'nun sahip olabileceği kaçınılmaz gücü yıkmak, bölmek ve parçalara ayırmak için gerekli çatışmayı teşvik etmek üzere, gerici ve mezhepçi müşterilerine izin vermekten büyük memnuniyet duyacaktır - eğer Ortadoğu'nun birliği ve ilerici tutkuları, Siyonist işgal ve imal edilmiş antagonizmalar tarafından devamlı surette “kösteklenmeye” yetmeyecekse.

 

Çev: Selim Sezer

 

medyasafak.com