Güney Lübnan'ın özgürleştirilmesi: Hiyam Hapishanesini hatırlamak

Güney Lübnan'ın özgürleştirilmesi: Hiyam Hapishanesini hatırlamak
Lübnanlılar Pazar günü, İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan çekilmesinin 14. yıldönümü olan Kurtuluş Günü’nü kutladılar. En fazla hatırlanan coşkulu sahnelerden biri 23 Mayıs 2000 günü 144 Lübnanlı tutuklunun İsrail’in kötü şöhretli Hiyam hapishanesinden kurtuluşuydu.

 

 

Rana Harbi

 

El Ahbar

 

 

Lübnanlılar Pazar günü, İsrail ordusunun Güney Lübnan'dan çekilmesinin 14. yıldönümü olan Kurtuluş Günü'nü kutladılar. En fazla hatırlanan coşkulu sahnelerden biri 23 Mayıs 2000 günü 144 Lübnanlı tutuklunun İsrail'in kötü şöhretli Hiyam hapishanesinden kurtuluşuydu.

 

22 Mayıs 2000 sabahı İsrail ordusu, yirmi yıldan uzun süren bir askeri işgalin sona erişini simgeleyecek şekilde Güney Lübnan'dan çıkmaya başladı. Üç gün içinde İsrail ordusu neredeyse bütün Lübnan topraklarından çıkmak zorunda kaldı ve Lübnan direniş hareketi Hizbullah, önceki direniş hareketlerinin 1978'de başlattığı şeyi tamamladı.

 

Ertesi gün 3 binden fazla köylü, kötü şöhretli Hiyam işkence hapishanesine saldırdı. Baltalar ve levyeler kullanan köylüler, kokuşmuş hücrelerin kilitlerini kırdı ve yaşananlara inanamayan tutsakları gün ışığına çıkardı.

 

1985 yılında İsrailliler tarafından Güney Lübnan'in Hiyam köyündeki bir tepe üzerinde kurulan Hiyam hapishanesi, Ortadoğu'daki en amansız tutuklama ve sorgu merkezlerinden biri olarak görülürdü. 67 hücresi ve 20'den fazla tecrit hücresi bulunan Hiyam hapishanesi İsrailliler tarafından yönetilse de, emirlerini yerine getirmek üzere Lübnan vatandaşlarından oluşturulmuş bir İsrail vekil milis gücü olan Güney Lübnan Ordusu'nu (GLO) da kullanıyorlardı. 

 

Lübnan Tutuklular ve Kurtarıcılar Derneği'ne (LAPL) göre hapishanede son yıllarda, giderek bozulan insanlık dışı koşullarda 5 binden fazla tutuklu bulunuyordu ve bunlardan bazıları 15 yıldan uzun zamandır mahkemeye çıkarılmadan tutuluyordu. İçlerinde kadınlar ve çocuklar da vardı. Bir dönem Hiyam'da 500'den fazla kadın tutuluyordu. En genç tutuklunun, sekiz ay tutuklu kalan 12 yaşındaki Rabi Şahrur olduğu söyleniyordu.

 

Çok sayıda tutuklu hapishane duvarları arasındaki vahşi işkence sonucunda hayatını kaybetti. LAPL'nin aktardığına göre 20'den fazla tutuklu işkence veya Hiyam hapishanesinde uygun tedavi görmeme nedeniyle yaşamını yitirdi.

 

22 Temmuz 2006 günü bir İsrail uçağı hapishaneyi, çeyrek tondan fazla patlayıcıyla bombaladı ve dört BM gözlemcisini öldürerek, bir zamanlar İsrail'in suçlarına tanıklık eden duvarları taş ve moloz yığınına dönüştürdü. Ancak yıkılan ve kısmen ayakta kalan hapishane binaları arasında, hatıralar halen canlı.

 

Aşağıda Hiyam'da tutuklu olarak kalmış üç Lübnanlının hikayeleri yer alıyor:

 

 

Degul Ebu Tass

 

1976 yılında, 16 yaşındayken, İşgal Altındaki Filistin'in bir köyünde ilk kez tutuklandım. İsraillilere sınırı yanlışlıkla geçtiğimi söyledim. Yalan söylediğimi biliyorlardı ama beni serbest bıraktılar. Ailem bavullarımı hazırladı ve beni ülkeyi terk etmeye zorladı. Daha sonra, İsrail güçleri tarafından tutuklanan ilk Lübnan vatandaşı olduğumu öğrendim.

 

İsrail'in Lübnan işgali sonrasında 1980'lerde Rmeyş'e [Güney Lübnan'daki bir sınır köyü] geri döndüm. Beyrut'ta iç savaş kızışıyordu, fakat güneyde farklı direniş hareketleri, Lübnan Komünist Partisi, Emel Hareketi, Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi ve pek çok başka grup İsraillilere karşı birleşmişti. Gelişimden birkaç ay sonra Güney Lübnan Ordusu ailemin kapısını çaldı. Bir kez daha ülkeyi terk etmem gerekiyordu.

 

Sefil haldeydim. Uzun süre uzakta kalamadım. 1990'ların başlarında Rmeyş'e geri döndüm. Bütün silahlı gruplar uzun süre önce gitmişti. Hizbullah direniş sahnesinin hakimi haline gelmişti. Eski milis gruplarının liderleriyle yeniden temas kurmaya çalıştım, fakat boşunaydı.

 

Bir gün karşıma arabasıyla eski bir çocukluk arkadaşım çıktı. “Bizimle birlikte savaşmak istiyor musun?” diye sordu. Emin olamamış şekilde baktım. “Biz… Hizbullah” diye ekledi. Arabasına atladım ve gittik. 1998 yılında komşularımdan biri beni ele verdi.

 

“Hizbullah'ta bir Hıristiyan, öyle mi? Bu önemli bir şey”. Beni sorgulayan İsrail askeri böyle dedi. “Sana ne kadar para veriyorlar? Biz sana iki katını, hayır üç katını öderiz. Fiyatın ne kadar? Bir şeyler yapabiliriz” diye devam etti. Sessiz kaldım. “Peki o zaman İsa, Hiyam hapishanesine hoş geldin.”

 

Hiyam hapishanesinde günde yüz kere ölüyorduk. İşkence yöntemlerinin arasında elektrik şoku, yazın yakıcı güneş, kışın da kar altında çıplak halde bir direğe bağlı tutmak, devamlı olarak kırbaçlamak ve metal çubuklarla, kablolarla ve coplarla dövmek de vardı.”  

 

Kafese atılmıştık ve bize hayvan muamelesi yapılıyordu. İnanın bana mesele acı değil, aşağılanmaydı.

 

23 Mayıs 2000 sabahı gardiyanlar her zaman olduğu gibi dışarıda dolaşıp konuşuyorlardı. Birdenbire tam bir sessizlik oldu. İğne düşse duyardınız. BM uçağının günlük uçuşunu duyduk, böylece saatin 9:30 olduğunu anladık. Bir tutuklu, “Nereye gittiler?” dedi. Hiçbir fikrimiz yoktu.

 

Sağımızdaki hücreden bir tutuklu “Bizi İşgal Altındaki Filistin'e götürüyorlar” diye bağırdı. İki hücre arkadaşımın omuzlarına basarak tavanın altındaki küçük pencereyi görebildim. “Hepimizi mi?” diye sordum. Başka bir tutuklu, “Yarımızı idam edip yarımızı götüreceklermiş… Ben öyle duydum” diye cevap verdi. Cevap vermeye fırsat bulamadan uzaklardan gelen bir ses duydum. Hiçbir şey göremiyordum. Sesler gitgide büyüdü.

 

Bir tutuklu, “Her zaman olduğu gibi ailelerimiz GLO ile çatışıyor gibi görünüyor” dedi. Bir diğeri “İddiaya girerim annem hâlâ bana yemek getirmeye çalışıyor” dedi. Arkasından silah sesleri duyduk. İnsanlar çığlık atıyordu. Daha da fazla silah sesi duyduk.

 

Korkmuş bir tutuklu, “Ailelerimize ateş ediyorlar!” dedi. Bir diğeri “Hayır, idamlar başladı. Hatırlayın, yarımızı idam edecekler!” cevabını verdi. Panik ataklar, endişe ve korku vardı.

 

Kulağımı kapıya yasladım. Zılgıtlar duydum. Dualar duydum. Kadın sesleri duydum, çocuk sesleri duydum. Birdenbire, genelde yemek verilen kapı kırılarak açıldı. “Kurtuldunuz, kurtuldunuz!” Dizlerimin üzerine çöktüm. Halüsinasyon gördüğümü düşünüyordum. Yumruğumu dışarı uzattım. İki adam yumruğumu kavradı. “Allahu ekber, Allahu ekber… Kurtuldunuz!” Bütün hücre arkadaşlarım yaşayananlara inanamaz halde yerde diz çöküyordu. Kilitler dışarıdan eziliyordu. Yüksek sesle bağırdım ve kapı kırılıp açıldı. Daha sonra ne olduğunu gerçekten hatırlamıyorum.

 

Ben kameraya çekilen ilk tutukluydum. Ailem Hiyam'ın özgürleştirilmesini televizyondna izledi çünkü o sırada Rmeyş halen işgal altındaydı. Ancak beni tanıyamadılar. Saçlarım ve sakallarım epey uzamış haldeydi ve ben de “Allahu ekber!” diye bağırıyordum.

 

On dört yıl sonra, karım ve çocuklarımla birlikte Rmeyş'ta yaşıyorum ve her sabah kahvemi, İşgal Altındaki Filistin'e bakarak içiyorum.

 

 

Adnan el-Emin

 

Kasım 1990'da Güney Lübnan'daki Marceyun şehrindeki bir mağazadan fotoğraflar seçerken tutuklandım. O tarihte 19 yaşındaydım.

 

Kafama dar siyah bir kılıf geçirdiler ve beni soydular. Bileklerimden metal bir direğe asılmış haldeyken, üzerime arka arkaya sıcak ve soğuk su dökülüyordu. Sıcak-soğuk, sıcak-soğuk… ben tamamen sırılsıklam hale gelinceye kadar bu böyle devam etti. Arkasından göğsüme ve vücudumun öteki hassas bölgelerine elektrotlar bağladılar ve defalarca elektrik verdiler.

 

70 günlük sorgu sürecim boyunca günde üç defa işkenceden geçiyordum. Zaman zaman bilincimi kaybeder, uyandığımda kendimi 180 santime 80 santimlik zifiri karanlık tecrit odasında tökezler halde bulurdum.

 

Acı çeker pozisyonlarda çıplak halde pencere ızgaralarına bağlanırdık ve soğuk kış gecelerinde üzerimize dondurucu su dökülürdü. Kırbaçlanıyor, dövülüyor, baş ve çenemizden tekmeleniyor, yakılıyor, elektrikleniyor, kulaklarımızın zarını patlatan vınlamalara maruz bırakılıyor, yemek ve uykudan yoksun bırakılıyorduk… Zordu, çok zordu. 

 

Acılara dayandım. Zamanla hissiz hale geldim. Tek bir kelime söylemeden hayatta kaldım. Kazandığımı düşünüyordum.

 

Bir sabah sorgu odasına sürüklendim. GLO askerlerinden biri, “kızkardeşinin güzel olduğunu söylememiştin” dedi. Bütün dünya başıma yıkıldı. Bir diğeri, “bir de annesini gör” dedi. Kelepçeli halde masanın üzerinden onun üstüne atladım. Bu bana, ekstra sert cezalandırma için kullanılan 90 santimetreküp büyüklüğündeki “tavuk kafesinde” geçen 14 saate mal oldu.

 

GLO tutukluların eşlerini, kızkardeşlerini ve kızlarını getirir, onlara adice muamele eder, örneğin başörtülerini çıkarır, onları taciz eder ve tecavüzle tehdit ederlerdi. Benim için bunun düşüncesi bile kabul edilemezdi. “Kızkardeşin yarın seni ziyaret edecek. Onu özledin değil mi?” dediler.

 

“Ben bir Hizbullah savaşçısıyım” diye itiraf ettim.

 

12'ye varan sayıda tutuklu olarak küçücük bir odaya tıkıştırılmıştık. Canlı canlı gömülüyorduk. Hücreler tabut gibiydi. Tavanın yakınındaki küçük, demir parmaklıklı pencerelerden ışık ve hava nadir olarak geçerdi.  Zorlukla nefes alıyorduk. Köşedeki siyah bir kovayla kendimizi ferahlatırdık. Ağır ter ve atık kokuları dayanılmazdı. Üç veya dört haftada bir duş alabiliyorduk. Ayda bir defa sadece 20 dakikalığına “güneş veya ışık odasına” girmemize izin verilirdi.

 

1991 yılında bir gece avluda işkence edilen bir tutuklunun kulakları sağır eden çığlıklarıyla uyandım. Ne kadar çok bağırırsa, o kadar çok sert vuruluyordu. Çığlıkları dayanılır gibi değildi, ben hayatımda böyle bir şey duymamıştım. Hücre arkadaşlarımdan biri “hayvanlar, öldürüyorsunuz onu” diye bağırdı.

 

Hücrenin kapısını yumruklamaya, ayaklarımızla vurmaya, bağırarak durmalarını istemeye başladık. Başka hücrelerden başka tutuklular da bize katıldı, fakat kamçılar inmeye devam etti ve çığlıklar sürdü. Arkasından da… sessizlik geldi. Sekiz çocuk babası Yusuf Ali Saad, o soğuk Ocak gecesinde işkenceden öldü. Bir ay sonra Esad Nemr Bazi tedaviden mahrum bırakıldığı için yaşamını yitirdi.

 

En kötü kısım neydi biliyor musunuz? Bize bunu yapan, bizim gibi Lübnanlı olan insanlardı. Hiyam'dan komşum olan Hüseyin Faur isimli bir adamın ellerinde neredeyse ölüyordum. Bir diğer işkenceci olan Ebu Berhan'ı Aytarun'dan hatırlıyorum. GLO üyelerinin hepsi Lübnanlı, genelde de güneydendi. Aile üyeleri, komşular, çocukluk arkadaşları, sınıf arkadaşları, öğretmenler… Para için topraklarını ve halklarını satmaya karar vermiş Lübnanlılardı bunlar.

 

Şimdi hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey yapmamışlar gibi aramızda yaşayan Lübnanlılar! Eski işkencecilerimizin cezadan bu kadar kolay kurtulmuş olmaları kalbimi incitiyor.

 

On dört yıl sonra, hâlâ adalet için bekliyorum.

 

 

Nazha Şerafeddin

 

1988 yılında El-Taybe'deki (Güney Lübnan'daki bir köy) eczanem için Beyrut'tan ilaç aldığım sırada, Hizbullah savaşçılarına silah gönderilmesindeki rolümü bilen GLO güçleri önce gelip bana baktılar. Bir hafta sonra evimize baskın düzenlediler, ancak annem onlara benim Bint Cubeyl'de olduğumu söyledi. Hakikat buydu, fakat ona inanmadılar. 

   

Öğleden sonra kapıyı açtığım zaman annemin orada beklediğini, kapının eşiğinde ağlayıp titrediğini hatırlarım. “Kızkardeşin ve üvey kardeşinle birlikte Hadi'yi  (beş aylık bebeğini) de götürdüler. Kızım, torunum!” diye bağırdı. Kıyafetlerimi giydim ve ön düzlükte GLO'yu beklemeye başladım. O tarihte kızkardeşim 20 yaşındaydı, ben ise 26 yaşındaydım. Annem kaçıp gitmem için yalvardı, ama ben kaçmadım. 

 

Annem GLO arabasının yanında yere yığıldı. Ben arka koltuğa oturdum ve beni götürdüler.

 

Sorgu odasına gözlerim bağlı halde götürüldüm. Yüzüme kaynar su dökülüyordu, parmaklarıma ve kulaklarıma da elektrik veriliyordu. Tek kelime konuşmadım. Bu bir ay devam etti.

 

Bir sabah İsrail askerlerinden biri “Hadi'nin hasta olduğunu duydum” dedi. Yalan söylemiyordu. Kızkardeşim enfeksiyon kapmıştı ve artık çocuğunu emzirmesi mümkün değildi. Psikolojik olatak büyük acı çekiyordum. Sadece beni hırpalamalarını isterdim. Mücadele ettim, fakat sessiz kaldım. İki ay sonra Hadi ve annesi, kızkardeşimle birlikte serbest bırakıldı. Artık İsraillilerin işine yaramayacaklardı.

 

Erkekler gibi kadın tutuklular da sert işkenceden geçiyorlardı. Biliyorsunuz, cinsiyet eşitliği her zaman iyi değildir [gülüyor]. Size işkencenin nasıl durduğunu anlatayım.

 

Tecrit hücresinde 15 gün geçirdikten sonra başka altı kadınla paylaştığım hücreye geri döndüm Buradaki tutuklu kadınlardan birinde aşırı derecede iğrenç bir cilt döküntüsü vardı. Onu muayene ettim ve bir eczacı olarak, döküntüsünün bulaşıcı olduğunu biliyordum. Beklenildiği üzere ben de enfeksiyon kaptım. Kısa süre sonra derim değişmeye başladı ve bir asit saldırısı kurbanı gibi görünmeye başladım.

 

Cildimdeki bozulmadan bariz bir şekilde iğrenen GLO gardiyanı, yeni bir işkence seansı için beni saçımdan sürükledi. Bir kadın olan işkenceci beni bekliyordu. Saçım hala gardiyanın ellerinin arasındayken beni dizlerimizin üstüne çökmeye zorladı. İşkencecinin yumruğu çeneme varamadan ona cildimdeki durumun bulaşıcı olduğunu söyledim. Gardiyan hemen saçımı bıraktı ve ikisi de bir adım geri gitti. İfadesiz bir yüzle durmaya çalıştım ama gülmeme mani olamadım. O günden sonra kimse bana el sürmedi.

 

On dört yıl sonra, geçmişimle barıştım. Hiyam'da geçen üç yılım çok zorluydu, ama şimdi kendimi huzurlu hissediyorum. Gerçekten öyle hissediyorum.

 

 

Çev: Selim Sezer

 

medyasafak.com