"Suriye 'deki Ayaklanmanın Antropolojik Okuması / 3"

"Suriye 'deki Ayaklanmanın Antropolojik Okuması / 3"
"2003 yılındaki Amerikan işgaliyle birlikte Suriye, reformlara verdiği önceliği ABD’nin Irak’tan sonra Şam’ı da işgal edebileceği ihtimalinin yarattığı baskılar nedeniyle bırakmak zorunda kaldı. Ardından Suriye’nin 2005 yılında Hariri suikastıyla ilişkilendirilmesi ve suçlanması gelirken 2008 yılında bu suçlama geri çekildi."
Suriye aydını


Suriye toplumunun yapısı, birbiriyle bütünlük arz edecek şekilde toplumun tamamının aynı anda harekete geçtiği bir devrime asla izin vermez. Ancak buna karşın Suriye’deki siyasi kültür atmosferinin siyasi düşünceye açık bir zemin teşkil ettiğini, siyaset düşüncesine ilişkin tezlerin ortaya atılmasına müsait olduğunu düşünüyoruz. Burada ortaya çıkan soru, Suriyeli aydının topluma hizmetteki ve toplumun yaşadığı krizlere düşünsel çözümler üretmedeki rolüdür. Bu da bizi aydının entelektüelle ilişkisi hakkında geleneksel problemi yeniden ortaya koymaya götürür. Bu ise sadece Suriye’de değil aynı zamanda bütün Arap ülkelerinde istismara yatkın bir konudur. En önemlisi, mevcut toplumsal hareketlenmelerin arkasında gizli olan siyasi hedeflerle ilişkisi bulunmayan dini, etnik ve mezhebi saiklerin tahrikiyle ve ikircikli sloganlarla direnişinin bedelini Suriyeli aydına ödetmekte oluşlarıdır. 

Doğal olarak Suriyeli aydının, iktidara bağımlı, onun bir parçası haline gelmemesi gerekir. İlkelerini, düşüncelerini korumalı, rejime olan muhalefetini açıkça göstermelidir. Ancak ülkesinin güvenlik ve istikrarının tehdit edilmesi söz konusu olduğunda buna karşı göğüs germelidir.   

En azından Suriyeli aydından beklenen, ülkesinin Amerikan projesiyle Suriye rejimini devirmeye yarayan bir üsse dönüştürülmek istendiğini fark ettiğinde Suriye rejiminin yanında yer alan Lübnanlı aydını kendisine örnek almasıdır. Suriyeli aydın hiçbir zaman Lübnan ve Suriye yönetimlerinin hizmetinde olmadığı gibi ne yolsuzluklarda ne de makam mansıpta ortak olmamıştır. Bu ortaklık, bugün direnişe düşmanlığın kalesine dönüşen ve rejimin devrilmesi talebi için insanların kuyruğa girdikleri her iki ülkedeki yolsuzlukların başıyla sınırlıdır. Bunu yaparken de mevcut rejimin alternatifi noktasındaki felaketi düşünmeye bile yeltenmemektedirler.   

Bu noktadan hareketle, el Cezire kanalının Suriyeli düşünür Burhan Golyon’la yaptığı röportaja bakılabilir. Kendisi akademik ve düşünsel düzeyine ve çağdaşları arasında nadir bulunan bir derinliğe sahip olduğunu bildiğimiz kitaplarına ilişkin hiçbir şeyin söylenemeyeceği bir kişiliktir. Ancak bu düşünürün kendisini el Cezire kanalının seyircilerine takdim etme biçimi son derece üzücüdür. Psikolog olmam hasebiyle, ne kültürle ne de düşünceyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir şekilde şahsi kinini yansıtan Golyon’un bulunduğu imalar ve gösterdiği tepkilerdeki egoyu görmezden gelmem mümkün değildir.  Aynı şekilde kendisini Lübnan’daki el Müstakbel Partisi ve 14 Mart hareketine yaklaştıran konuları ele almadaki üslubu da böyledir. Bu el Cezire’yi sevindirmiş olabilir ancak Golyon’u tanıyanlar ve eserlerini yakından izleyenler için bir esef kaynağıdır.

Yine mesleğim nedeniyle Golyon’un tutumunu, kendisinin de maruz kalmış olabileceği acı verici ve zalim deneyimlere karşı bir tepki olarak da yorumlayabilirim. Ancak bu tecrübeler doğruysa eğer, insani tepkilerin verilmesine ve kişisel tepkilerin oluşmasına yol açabilir. Ancak hiçbir şekilde milli ve vatansever duruştan taviz vermeyi, toplumun güvenliğini intikam duyguları nedeniyle bir aydının toplumuna ve halkına karşı vazifesini yok sayacak kadar tehlikeye atmayı mazur göstermez. Özellikle de bu sorumluluğu, ülkenin belirsiz limanlara doğru yelken açmasına engel olma noktasına geldiyse. Bu nedenle düşünür Golyon, televizyon röportajlarına tekrar tekrar çıkması noktasında feedback yapması gerekir. Ondan sonra Suriye içinde ve dışında, aydın ve akademisyenlerden oluşan özel bir topluluk karşısına bu şekilde çıkmanın kendisine yakışıp yakışmadığı hakkındaki kararını verebilir.

Gerçekten durum, bu aydın ve entelektüel insana karşı bazı kişilerin yaptığı yakışıksız hareketlerle ilgiliyse, muhaliflerle diyaloğa geçmekle görevlendirilmiş resmi yetkililerin bu tür yanlış hareketler nedeniyle özür dilemesi ve birilerinin yetkisini yanlış bir şekilde kullanmış olmasından dolayı resmi bir soruşturma açmasını da gerekir.

 
Suriye, direnişinin bedelini ödüyor

Suriye ekonomisinin zaafı ve fakirliğin, işsizliğin, yaşam standartlarının düşmesinin nedeni Suriye’nin uluslararası borçlara başvurmaması, siyasi koşullara bağlı olarak yapılan yardım ve hibelere yanaşmamasıdır. Aynı zamanda Suriye, yanı başında İsrail’e karşı askeri gücünü artırmak, en azından korumak zorunda kalmaktadır. Bütün bunlar Suriyeli vatandaşın günlük yaşantısındaki refah düzeyine etki eden hususlardır. Söz konusu durumlar, vatandaşın fedakârlıklarını yutan yolsuzluk karşısındaki hassasiyetini meşru ve mazur kılar. Şu andakine benzer infiale neden olan bir takım durumlarda da bu tür konular abartılmaya ve büyütülmeye son derece müsaittir. 

Ancak bu tür kötü ekonomik koşullar ve bununla birlikte farklı yönlerde ortaya çıkan siyasi baskıların tamamı, Suriye’nin direnişinin bedelini ödediğini göstermektedir. Sürekli olarak Enver Sedat dönemindeki Mısır tarzı açılım vaatleri ya da Mübarek döneminde Araplığından bütünüyle vaz geçerek taviz vermesi için kendisine şantaj yapılmaktadır.  

Suriye’deki toplumsal hareketlerin doğası hakkında yukarıda adı geçen işaretlere dayanarak şu anki Suriye muhalefetinin, Mısır devriminin ortaya koyduğu şartları düşünmesi ve kavramasını beklemekteyiz. Bu koşulların başında şunlar gelmektedir:

1. Mısır’ın gerek İsrail’le yaptığı doğal gaz anlaşmasını gerekse Camp David anlaşmasını iptal etmesini isteyerek Mısır’ın yeniden Arap direniş eksenine dönmesinin sağlanması.

2. Yabancı ülkelerle ilişkileri olduğundan şüphe edilen kişilerin reddedilmesi. Bunların bir kısmı başkanlık yarışına girmeyi düşünen üst düzey şahsiyetlerdir. Ayrıca İsrail’le ne türlü ilişkiye sahip olursa olsun bu tür kişilerin başkanlık seçimlerinde veto edilmesi.

3. Mısır Devrimi, geçiş aşamasına yön veren liderlerin davranışlarını kontrol altına alarak devrime katılan bir takım finansal ilişkilerin bulunduğu düşünülen insanları sorgulamaktadır.

4. Halkı bir araya getiren, onları toparlayan ulusal ilkelere sahip çıkmak, milli birliği, vatandaşın güvenliğini tehdit eden her şeyi reddetmek. Bütün hareketlerinde barışçıl olmayı esas almak.

Bu çerçeve, diğer Arap halk hareketlerine, bu gösterileri yönlendiren içerdeki liderlerin dış güçler tarafından kullanılarak kurban edilmelerinin önüne geçmelerine yardım edecek siyasi kurallar çerçevesi sunabilir. Suriye’daki ayaklanmanın liderleri, ülkelerinin dini ve mezhebi konuların, gösterilerin malzemesi olmaması ve istismar edilmemesini istiyorlarsa bu kriterleri iyice gözden geçirmeliler. Dini karakterli gösterilerin, bu gösteriler üzerinde tekel kurması nedeniyle dışlayıcı yapısını yeniden hatırlatmak gerekiyor. Gösterilerin şiddet eylemlerine dönüşmesinde rol alan bir takım dini gruplar, vatandaşların güvenliğine hassasiyet göstermemekte, aksine fertleri kendisine canlı kalkan olarak kullanmaktadır.  

 
Direniş yanlısı Arap halkının tavrı

Maryland Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası Zağbi Kurumu’nun gerçekleştirdiği anket çalışması, Arap ülkelerinde en fazla desteği bulunan liderin Beşşar Esed olduğunu ortaya koydu. Çalışma altı Arap ülkesinde yapıldı: (Mübarek dönemindeki) Mısır,  Ürdün, Lübnan, Suudi Arabistan, BAE ve Fas.

Bu sonuç, Suriye rejiminin Arap halkının beklentilerini karşıladığını ve halkın nabzını tuttuğunu gösteriyor. Bununla birlikte Arap halkları, Arap dünyasının en fazla popülaritesi olan liderini desteklemek için sokaklara çıkmadı! Bu pasif durum, başta Arap halkının yapısı ve yeni fiyaskoların yaşanmasından duyulan korku nedeniyle erken harekete geçmekten çekinmelerinden kaynaklanmaktadır. Bölgede hemen hemen her ülkede yaşanan gösteri ve ayaklanmaların yoğunluğu ve bu yoğunluk arasında nasıl bir ayrım yapılacağına ilişkin ölçütlerin bulunmaması nedeniyle halkın bakış açısının belirsizliği de bunda bir etken olabilir. Arap halkının çekince içerisinde olmasının bir başka nedeni de budur.   

Bu olay bize İsrail’in Beyrut’u, tam da Dünya Kupasının oynandığı ve Cezayir ile Kuveyt’in playoffa kaldığı dönemde işgalini hatırlattı. Cezayir’e yapılan haksızlıkları protesto etmek için sokaklara dökülen Araplar, sanki İsrail’in Beyrut’u işgal etmesini hiç duymamıştı.

Mesele burada Arap halklarının tanınma güdüsüyle ilgilidir, Arap halkları Dünya Kupası elemelerinde bir Arap ülkesinin kazanmasını istemekte, kendisine karşı yapılan ırkçılığa ve üstünlük taslanmasına karşı duygusal bir ispat arayışı içerisine girmektedir. Buradan hareketle bu gösteriler, sportif bir hamaset değil, göstericilerin tanınma mücadelesidir. Beyrut’un İsrail askerleri tarafından işgaline duyarsız kalınması, Arap halklarının aczini ve çaresizliğini yansıtmaktadır, çünkü rejimler bu işgali sadece kınamayla geçiştirmişlerdir. Halkların bu tavrı, bilinçlerinin derinliğinde yapacakları etkinliklerin boş ve faydasız olduğuna inandıklarından, onların psikolojik durumlarını çok iyi yansıtmaktadır.

Arap halklarının suskunluğu, özellikle de ABD’nin bir kez daha Suriye’yi hedef almasının ardından, ne halkların direniş çizgisinden ne de tanınmayı elde etmek için mücadele ve hayallerinden vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Bu duyguya, Suriye meselesini dar bir açıdan ele alan medyanın Arap halklarının hayati konularının aleyhine olarak söylenti ve dedikodu merkezli yaklaşımını da eklemek gerekir. El Cezire ve el Arabiyye Kanalları, iktidardaki Baas Partisi yirmi üyenin istifasını verirken partiye katılan dört milyon yeni üyeyi haber yapmaya değer bulmamaktadır. Aynı şekilde bu iki kanal, üç üst düzey subayın ve Suriye’nin farklı bölgelerindeki askeri birimlerde bulunan üç yüz kadar unsurun ordudan ayrıldığını haber olarak vermektedir. Söz konusu kanalların bu olaylar üzerinde bu kadar durması, istihbarat amacı güden bir yayın olduğunu düşünmekten başka bize bir şans tanımakta mıdır?

Arap sokaklarının İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı Temmuz Savaşı’nda sergilediği tutumla ilgili bir başka örnek, halkın sessiz bir şekilde olan biteni gözlemlemesidir. İsrail’in bu savaşlardaki kifayetsizliğinin ortaya çıkması ve direnişin savaşma gücünün anlaşılmasıyla birlikte, sokaklara çıkarak, İsrail’e destek veren bazı Arap rejimlerine karşı direnişe olan desteğini fütursuzca haykırmıştır. (Mısır’da yayınlanan bazı haberler Mübarek’in İsrail’e ajanlık yaptığını göstermiş, aynı şekilde Wikileaks belgeleri, Arapların bu savaş sırasında İsrail’e verdiği desteği ortaya dökmüştür.) Zira Arap halkları, bir dönemden beri, yeni fiyaskolara tahammül edemeyeceğini ilan etmiştir.  

 
Suriye üzerindeki ABD Baskıları

Yeniden Suriye rejiminin yapısına dönersek, rejimin bu yapısı birçok alanda yeniden düzenlemeye muhtaçtır. Özellikle de sürekli olarak medya önünde boy gösteren birinci dereceden yetkililer arasındaki anlaşmazlıklar ve bu kişiler arasındaki bazı isimlerin rejimden kopmaları, rejimin direniş çizgisinde olduğuna ve inanç ve ideolojik sistemine ilişkin bir takım şüpheler duyulmasına yol açmaktadır. Bu şüphe şunu ima etmektedir: Suriye stratejisi, bölgede gerçek anlamda milli bir yönelim içerisinde hareket ederek ABD ve İsrail’in bölgedeki tahakkümüne karşı ortaya koyduğu mücadeleyi kullanmakta ve istismar etmektedir. Hâlbuki temel amaç bu değildir, bu sadece Suriye içindeki bir takım taleplere ve tartışmalara cevap niteliğindedir. Bu ima, bölgede meydana gelen fırtınalar karşısında rejimin kendisini savunma mekanizmalarını kullanmaya mecbur eden bazı olayların içerisinde bulunmuş resmi yetkililerin itiraflarıyla da desteklenmektedir. Muhaliflerin rejimin takip ettiği stratejiye dair bir takım şüpheler yaymaya çalışmaları, son derece olağandır.

Beşşar Esed dönemi Suriye siyasetini takip edenler, sosyal ve varoluşsal olarak büyük sorunlarla yüzleşen ülkenin modernleşmesini destekleyen ekonomik çıkarların, Suriye’ye dayatılan izolasyondan çıkma politikalarının motoru olduğunu bilirler. Buna rağmen, Beşşar Esed, söz konusu ekonomik çıkarlar yerine Golan’ın geri alınması hedefine öncelik tanımıştır. Dünyada herhangi bir devlet gibi Suriye’nin de kendi stratejik önceliklerini belirleme hakkı vardır. Jeopolitik kuşatma ışığında bakıldığında uluslararası bir çatışmaya dönüşebilecek yıkıcı bir savaşa girmeye kendisini zorlayan koşullar da kendisini dayatmaktadır.

Ancak Suriye’nin stratejik önceliklerine ilişkin aleni bir tartışma, bu tür tartışmaların Baba Esed döneminde yapılmasına pek de alışkın olmayan Suriye rejimine önemli bir meydan okumayı temsil etmektedir. Bu meydan okumayla muhalifler, Hafız Esed’in gidişiyle birlikte rejimin sallandığını ispata çalışmaktadırlar. Bütün bunlar rejimi, demir yumruk politikalarına geri dönüş yapmak zorunda bırakmaktadır. Oğul Esed, bilinçli olarak kurulan tuzakların baskısı altında, eskiden beri savunageldiği reformist bakışıyla çelişmesine rağmen, bu tercihte bulunmak zorunda kalmıştır. Böylece rejimin güçlenmesi ve yenilenmesi, bu rejimin önündeki tek seçenek olarak kalmıştır.  

İnsaflı bir takipçi, Beşşar Esed’in refomlara ilişkin ne gibi niyetler içerisinde olduğunu ve şimdiye kadar bilfiil gerçekleştirilmiş bulunan yenilikleri bilir. Örneğin bu reformlardan biri, Beşşar’ın yapmak istediği ve özellikle de bankalar, ticari ortaklıklar, bazı sektörlerin özelleştirilmesi gibi bir kısmını gerçekleştirdiği ekonomik liberalleşme politikalarıdır. Aynı şekilde Beşşar Esed’in iktidarı devraldığı 2000 yılından bu yana ülkeyi tehdit eden bir takım dış gelişmelere rağmen gerçekleştirmeye çalıştığı ekonomik kalkınma adımları çerçevesinde teknolojik yenilenmeyi kolaylaştırıcı tedbirler almıştır. Bu kalkınma döneminde Beşşar Esed’in ne gibi olaylarla yüzleşmek zorunda kaldığına bakarsak: İsrail’in 2000 yılında çekilmesi ve bunun Suriye ordusunu da Lübnan’dan çekilme olgusuyla karşı karşıya bırakması. Fransız Cumhurbaşkanı Chiraques, böyle bir çekilmenin Suriye rejiminin kendiliğinden çökmesini sağlayacağına inanmıştı. Aynı yıl Dera’da istihbarat güçlerinin arkasında bulunduğu ayaklanma.

Beşşar Esed’in 2002 yılında Mısır’da düzenlenen Arap Birliği toplantısında Suriye’nin Irak halkının yanında yer aldığını ilan etmesiyle, Irak’ın yanında yer alan tek Arap ülkesi olduğu bir dönemde Irak işgaline hazırlık süreciyle ilgili gergin atmosfer damgasını vurdu. Aynı gün Esed, sadece açıklama yapmakla yetindi ve herhangi bir öneri getirmedi, zira getireceği önerinin sahiplenilmeyeceğini biliyordu. 2003 yılındaki Amerikan işgaliyle birlikte Suriye, reformlara verdiği önceliği ABD’nin Irak’tan sonra Şam’ı da işgal edebileceği ihtimalinin yarattığı baskılar nedeniyle bırakmak zorunda kaldı. Ardından Suriye’nin 2005 yılında Hariri suikastıyla ilişkilendirilmesi ve suçlanması gelirken 2008 yılında bu suçlama geri çekildi. Bu iki tarihi olay arasında 2006’da Temmuz Savaşı ve akabinde Suriye’ye yönelik yaptırım tehditleriyle Arap ve uluslararası müdahale tehditleri geldi. Tabii İsrail’in Suriye’nin Aynus Sahib ve Ebu Keyr bölgesini nükleer tesisler barındırdığı gerekçesiyle bombardıman etmesini de unutmamak gerekiyor. Zira bu olay, ABD’nin Suriye’ye yönelik baskıda bulunabileceği kozlar listesine nükleer tesisler meselesini de eklemiştir. ABD, Irak’tan kalkarak yaptığı birçok operasyonda Suriye topraklarını ihlal etmekten çekinmemiştir. ABD’nin ve bölgedeki dostlarının yaptığı bütün bu saldırılar, hiçbir şüpheye mahal bırakmadan Suriye rejiminin direniş çizgisine ne kadar bağlı olduğunu göstermektedir. Ülkenin düşman komşularla kuşatılmasıyla birlikte, Suriye’ye yönelik planlı ve ardı ardına gelişen Amerikan saldırılarının bundan daha saldırgan ve şiddetli olmasını beklemek nasıl mümkün olurdu?

Bu durumda, Arap direniş ekseninin en büyük hamisi konumundaki Suriye’nin direniş çizgisinin korunması ve bölgede Suriye’nin yeri sorunsalı ortaya çıkmaktadır. Baba Hafız Esed’in yürüttüğü stratejik yönelimden farklı bir savunma anlayışından hareketle oğul Esed, İsrail’le mücadele etmeye, 1967 yılında yaşanan yenilginin izlerini gidermeye ve Golan’ı yeniden almaya yönelik bir strateji izledi. Oğul Esed’in, ABD’nin aynı anda birçok alanda yaptığı ve bu esnada tüm komşularını da yanına aldığı baskılar çerçevesinde, hem içerde hem de dışarıda her zamankinden çok daha zayıf olan sistemini ve ülkenin geleneksel stratejik rolünü mümkün mertebe korumaya çalışmıştır. 

Suriye rejimi, Irak ve Lübnan’da gerilemesine rağmen bu iki ülkede düşmanlarının çelişkileri üzerine oynamayı başarabilmiş, ABD’ye karşı yeni bir cephe oluşturarak bölgeye etki edebilme gücünü sürdürmüş, bu çerçevede Türkiye ve Katar’a yaklaşırken İran’la ittifak kurmuştur. Bu yeni ittifakları sayesinde Suriye rejimi, bölgesel düzlemde geleneksel milliyetçi çizgiden hareketle yeni bir strateji oluşturma imkânı sağlamıştır. Bu stratejisiyle Lübnan’da kaybettiklerini telafi etmiş, Suudi Arabistan’la ve Mısır’la ilişkileri bozulmuştur.  İşte tam bu sırada Arap devrimleriyle eş zamanlı olarak ABD, Suriye’nin Türkiye ve Katar’la olan ittifakının önünü kesmek ve Suriye üzerindeki jeopolitik kuşatmayı daha da artırmak için baskıda bulunmuştur. ABD’nin Suriye üzerindeki baskılarının bir devamı olması itibarıyla bu gösteriler, bizleri şüphe etmeye sevk etmektedir.

 
Suriye rejiminin geleceği

Görmezden gelinemeyecek bir aktör olan Suriye, maruz kaldığı birçok sınavdan bölgede birinci derecede etkili bir ülke olarak çıkmasını ve stratejik rolünü korumasını bilmiştir. Ancak Suriye, bu mücadelelerden yaralı olarak çıkabilmiştir ki bunların en tehlikelisi reformların ve ulusal uzlaşmanın gecikmesi nedeniyle enfeksiyon kapan kronik iltihaplardır. Halkın ayaklanmaya başladığı Mayıs 2011’den itibaren, Suriye’nin zaafları giderek daha fazla ortaya çıkmış ve medyanın kullanımına daha müsait hale gelmiştir. Bu nedenle söz konusu yaralar, rejimi devirmeyi hedefleyen güçlerin bu süreci daha da hızlandırmaları için ellerine koz vermiş ve iltihap kapmasına neden olmuştur. Bu noktaların en önemlileri şunlardır:

Suriye’nin iç istikrarı: Amerikan baskılarına karşı mücadelede kullanılan bir takım meşrulaştırmalara rağmen, vaat edilen demokratik değişimlerin geciktirilmesi, yolsuzluğun sürmesi ve kaynakların gereksiz yere tüketilmesi, siyasi, sosyal, dini, fikri, mezhebi ve feodal bütün kimlik sahiplerini ilgilendiren eski anlaşmazlıklar çerçevesinde halkın bütün taleplerini harekete geçirmek için yeterliydi. Bu anlaşmazlıklar ülkelerin tarihinde normaldir, ancak ulusal uzlaşmanın gecikmesi krize ve enfeksiyona yol açmaktadır. Bunun en bariz örneği, rejimin 1982 yılındaki İhvan ayaklanmasını bahane ederek taşınmazlara el koyması ve bu mülklerin sahiplerine iadesini gösterileri bahane ederek geciktirmesidir. Böylelikle Suriye içine kadar uzanan dış müdahaleler, iyi düşünülmüş bir takım yöntemlerle bu anlaşmazlıkları kullanmakta, ancak bunları yeniden üretememektedir. Bu koşullar altında Suriye’nin geleceği, gençlerin bir ülkenin nüfusunun yarısını oluşturduğu, rejimden yararlanan bir takım odakların değişim, modernleşme ve uzlaşma çabalarına direndiği bir ülkede çok da parlak değildir. Buna karşın, Suriye’deki protestolar, milli stratejinin ve İsrail’le ilişkilerde rejimin sahip olduğu bölgesel role nazaran -ki bu strateji ve rolü protestoların kendisine yönelttiği tehdidi aşmaya yeterlidir-, rejimin varlığını devam ettirmesini tehdit edecek düzeyde değildir. Ancak gösterileri düzenleyen bu gruplara sızmanın, rejimle olan kronik anlaşmazlıklar nedeniyle kolay olması, iç istikrara bir tehdit teşkil etmektedir. Bu nedenle iç uzlaşmaya yönelik çalışmalar, gösteriler sona erip ülkede yeniden bir istikrar tesis edildikten sonra hemen uygulamaya geçmelidir.

Siyasi ve coğrafi kuşatılmışlık: Suriye’deki gösterilerin başlamasıyla birlikte, Türkiye, Suriye’ye karşı tavrını yüz seksen derece değiştirdi. Türk yatırımları Suriye pazarını tabiri caizse istila etmişti. Bu istila öyle bir noktaya geldi ki Suriye’deki yabancı yatırımlar dengesinde ciddi manada bir dengesizlik oluştu. Türkiye’nin bu darbesi, Türk pragmatizminin şımarıklık boyutuna ulaşan bir tavırdan kaynaklanmaktaydı. Bazıları ise Katar’ın tutumundaki değişikliği, gizli bazı yaklaşımlarını ilan etme fırsatını değerlendiren bazı Arap ülkelerinin siyasetleriyle telif edilmiş olmakla yorumlarken, diğer bazıları Suudi Arabistan’ın Katar Sarayı içerisinde Suud yanlısı bir darbe girişimine girmesi ve Suudi politikalarına hizmet ettiği takdirde kendisiyle işbirliği yapılacağı söylentileriyle yorumlama yoluna gitmektedir. 

Türkiye’nin Suriye karşıtı kampa dâhil olması, Suriye’nin komşusu olan bütün ülkelerin düşmanlığının pekiştirilmesiyle ve Lübnan’da 2011 yılında uluslararası mahkemenin çıkardığı Suriye karşıtı kararla tamamlanmış oldu. Bu kuşatmanın statükoya dönüştürülerek ilelebet sürdürülebilecek bir politika haline gelmesi mümkün olmadığından ABD, bunu rejimden kurtulmak için bir vesile olarak gördü. Amerika’nın buradaki gayesi, Suriye’nin içinde bulunduğu mevcut durumdan kurtularak eski sağlığına yeniden kavuşup Amerika’ya eskisinden daha acıtıcı darbeler vurmasına izin vermemektir.

Ekonomik kuşatma: Suriye’ye yönelik Amerikan ekonomik kuşatmasının etkileri, yolsuzluğun büyük ölçüde yaygın olması nedeniyle, sınırlı kaynaklara sahip ve silahlanmaya bu denli büyük paralar harcayan bir ülke iktisadının tahammül edemeyeceği şekilde artmakta. Burada Suriye’deki toplumsal kesimler arasındaki uçurum, dış baskıyı artıran bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Zira halkın Beşşar dönemindeki ekonomik açılım umudu, akraba kapitalizmi, özel sektörün oluşturduğu tekeller, Baas Partisi’nin fırsatçılığı, finansal çıkarları olan rantiye gibi nedenler yüzünden oldukça azalmıştır. Askeri mücadelenin gerektirdikleri ve bu gereksinimleri karşılamaya yetmeyecek kıt kaynaklar, Amerika önderliğindeki kapitalist kuşatma gibi bir takım unsurlarla kuşatılmış olan bir ekonominin etkilerinden halen bizar olan Suriye halkının büyük bir bölümü ise halen sıkıntılar içinde sosyalist bir ekonomik modelde geçinmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla ekonomik faktör siyasi rejimin sürdürülebilirliğini, tehditlerini daha da büyüten yolsuzlukçu sapmalar nedeniyle bu tehditleri daha da köklü hale getirmektedir. Ayrıca şahsi ilişkilerin etkisinden, mezhebi ve ailevi bağlılıklardan, bazı durumlarda gelişigüzel bir hale dönüşme kapasitesi taşıyan güç dengelerinden kurtulamayan direniş çizgisinde kalmayı tercih etmiş bir iktidarın da bu tehditlerin daha etkili hale gelmesinde önemli bir payı vardır. Bu durumda söz konusu tehdit edici çelişkilerden kurtulmak için Çin modeli sosyalizm, bir model olarak öngörülmektedir.

Rejimin sürdürülebilirliği: Rejimin sağlıklı alternatiflerinin olmayışı, Suriye rejiminin devamlılığının adeta bir garantisidir. Örneğin Eski Devlet başkanı yardımcısı Abdülhalim Haddam, muhalefet saflarına geçmeden önce oğullarının öncülük ettiği mafya tipi örgütlenmeye en yakın yolsuzluk çeteleriyle bilinmektedir. Bilindiği gibi Haddam, Hafız Esed’in ölümünden önce dahi Suudi Arabistan’la yapılan bir anlaşma gereği iktidara getirilme çalışmalarının yapıldığı bir isimdi. Bu anlaşma, ana taslağı baba Esed’in vefatından önce hazırlanmış ve ilk aşamaları uygulanmaya konmuş bir anlaşmaydı. Buna ayrıca Şam’ın dini hareketlere ve ülkede dini bir yönetime karşı antropolojik hassasiyetini eklemek gerekir. Mısır bu noktada Suriye’ye model olmak bakımından çok uzaktır. Zira Suriye’nin yapısı askeri bir konsey, geçiş hükümeti ve halk denetimi gibi bir yapıyı kaldırabilecek durumda değildir. Ancak rejimin geleceği, reformlara giriş niteliğinde Suriye’deki bütün toplumsal grupların katılacağı, bir ulusal uzlaşma formülü ve kronik anlaşmazlıkların giderilmesiyle yakından alakalı olup bu, her iki tarafa da önceliklerin anlaşılıp uygulamaya geçirilmesi için önemli bir başlangıç noktası sağlayacaktır. Özellikle de Suriye ekonomisinin ikinci savunma hattı olarak rejimin bazı iş adamlarıyla işbirliği zarureti bu önemli başlangıçlardan biridir. Kirli çamaşırlar dünyanın gözü önünde ortaya dökülmez belki ama, ülkenin direniş ekseninde kalmasını sağlayacak en önemli nirengi noktalarından birisi olarak bu konu, Suriye’de ülkenin ekonomik güvenliğini temine önem veren vatanperver muhalefetle birlikte tartışılabilir.

Başkan Beşşar’ın yaptığı açıklama ve konuşmaların gözden geçirilmesi, onun reform projeleri için zihni bir hazırlığa sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim basınla yaptığı birçok mülakatta söz konusu projelerin özelliklerine değinmiş, bütün boyutlarını genişçe anlatmıştır. Bunların başında bir senato kurulmasından bahsettiği ve yolsuzlukla mücadele konusunda bir yol haritası belirlediği Şam Üniversitesi konuşması gelir. Burada hatırlanması gereken bir başka konu, Beşşar Esed’in aile fertleriyle askeri bir çatışmaya girmeyi göze almasıdır. Lazkiye kıyılarındaki amcası Rıfat Esed’in sarayına-limanına yapılan saldırı, bu çerçevede ele alınmalıdır.

 

Arap Gelecek Araştırmaları Merkezi Stratejik Araştırmalar Birimi

 

Hüseyin Şahin tarafından medyasafak için çevrildi.