Pepe Escobar: Brezilya’da kaybeden, neo-liberalizm

Pepe Escobar: Brezilya’da kaybeden, neo-liberalizm
Washington/Wall Street’e gelince, Kaos İmparatorluğu elbette mutlu değildir... Gerçek şu ki, Brezilya’nın gelir dağılımı modeli büyük işletmelerin çıkarlarına ters düştüğü kadar, Brezilya’nın dış politikası da şimdi Washington'unkinin tam zıttında yer alıyor.

 

Brezilya'da kaybeden, neo-liberalizm

 

 

Pepe Escobar

 

 

Asia Times

 

 

 

Güneş, cinsellik, samba, karnaval ve en azından Dünya Kupası'nda Almanya'ya yenilinceye kadar, “futbol ülkesi”. “Canlı demokrasi”yi de unutmayın. Brezilya, dünya çapındaki en yüksek yumuşak güç oranlarından birine sahip olsa da, klişelere batmış durumda.



"Canlı demokrasi", yönetimdeki İşçi Partisi'nden (PT) Devlet Başkanı Dilma Rousseff, bu Pazar günü muhalefetin adayı, Brezilya Sosyal Demokrasi Partisi'nden Aecio Neves'i tasfiye ederek yeniden seçilinceye kadar bir derecede yaşadı. 



Bir diğer klişeye göre bu, “yapısal reformlara” karşı “devlet merkezli” politikaların zaferiydi. Yahut işletmeleri sosyal eşitliğin ayrıcalıklı düşmanı olarak gören “yüksek sosyal harcamalar”ın “işletme yanlısı” bir yaklaşıma karşı zaferiydi.



Klişelerden çıkın. Bunun yerine, el üstünde tutulan bir ulusal sloganı kullanın: “Brezilya, yeni başlayanlara göre değildir.”



Gerçekten de öyle. Brezilya'nın karmaşaları, insanı şok ediyor. İlk olarak, bölünmüş bir ülkenin, seçimin galibi Dilma Rousseff'a anahtar niteliğinde, çok katmanlı bir mesaj verdiği ileri sürülebilir: Biz, büyüyen bir orta sınıfın parçasıyız. Eşitsizliklerin giderek azaldığı bir ülkenin parçası olmaktan gurur duyuyoruz. Fakat sosyal hizmetlerin gelişmeye devam etmesini istiyoruz. Eğitime daha fazla yatırım istiyoruz. Enflasyonun kontrol altında olmasını istiyoruz (şu anda kontrol altında değil). Çok ciddi bir yolsuzluk karşıtı mücadeleyi destekliyoruz (burada Dilma'nın Brezilya'sı, Xi Jinping'in Çin'iyle aynı yere geliyor). Ve son on yılın ekonomik başarısının devam etmesini istiyoruz. 



Rousseff, mesajı almış gibi görünüyor. Sorun, eğitimin korkunç standartlarda olduğu, ulusal üretimin küresel piyasalarda rekabet yürütemediği ve yolsuzluğun zincirlerini kopardığı, kıta büyüklüğündeki bu ülkede bu mesaja nasıl cevap vereceğidir.

  

 

Şu cahil, kibirli elitler

 


Brezilya şu anda iç karartıcı bir GSYİH büyümesine sahip (%0.3). Sadece küresel krizi suçlamak bunun için yeterli değil; Güney Amerika komşuları olan Peru (%3.6) ve Kolombiya'nın (%4.8) bahtı 2014'te kesinlikle açık oldu.

 

Öte yandan rakamlar o kadar da dökülmüyor. İşsizlik oranı aşağı çekildi (sadece %5.4). Sosyal altyapı yatırımları toparlanıyor. 2002-2014 yılları arasında asgari ücret, üç kattan fazla arttı. Kişi başına düşen GSYİH artıp yaklaşık 9,000 dolara ulaşırken, sosyal eşitsizlik gini katsayısı (2012 verilerine göre) azalıyor. 



Sanayi üretimi, 2008 mali krizinden önceki düzeye geri döndü. Brezilya, IMF'ye olan bütün borçlarını ödedi. GSYİH'deki borç oranı düşüyor – 2013'te %33,8'e kadar indi. İşçiler, daha fazla alım gücüne sahipler – ve yükselen enflasyonla birlikte bile bu, daha iyi bir gelir dağılımını yansıtıyor. 



Sosyal programlardan, 14 milyonu aşkın aile – kabaca 50 milyon Brezilyalı – yararlandı. Bu politikalarla çok küçük, çok geç Keynesçilik diye alay edilebilir. Ama bu, asırlardan beri aşırı derecede cahil, kibirli ve açgözlü elitler tarafından sömürülen bir ülkede, en azından iyi bir başlangıçtır. 



Rousseff'in devlet başkanı olarak yaptığı ilk tahdit de, büyük bankalara (ki bunlar Brezilya'da aşırı kar etmektedirler), güçlü tarım işletmelerine ve Büyük Sermaye'ye karşı çok fazla taviz olarak değerlendirilebilir. Özetle söylemek gerekirse olan şey, merkez sol İşçi Partisi'nin merkeze doğru salınması ve nahoş oligarşik ittifaklar yapmaya zorlanmasıdır. Bunun sonucu, sosyal tabanının kaydadeğer bir kısmının – yepyeni tüketici rüyasını sürdürmek için ağır bir borç altına girmiş olan metropol işçi sınıfının – siyasi bir alternatif olarak sağ ile flört etmeye başlaması oldu.  



Buna, PT'nin mükemmel olmayan yönetim becerilerini ekleyin. Doğru, yoksullukla mücadele yüce bir idealdir. Ancak bu denli eşitsizliklerin olduğu bir ülkede bu, en erken 2030 senesi gibi ciddi sonuçlar alabilir. Eş zamanlı olarak, ciddi planlama gündemdedir – örneğin iki megalopol olan Rio ve Sao Paulo arasında yüksek hızlı tren hattı inşası gibi (Çinliler bunu birkaç ayda yapardı). Ayrıca, Brezilya'nın oligopolilerinin, bankaların, şirket medyasının, inşaat/emlak kümelenmelerinin ve otomotiv endüstrisi lobisinin ciddi şekilde önünün alınmasından da söz etmek gerekir.



 

Kaybeden ise neo-liberalizm

 


ABD ve Avrupa'nın aksine Brezilya'da neo-liberalizm, Lula'nın ilk defa devlet başkanı seçildiği 2002 yılından beri sandıkta defalarca nakavt oldu. “Sosyal demokrat” muhalefete gelince, burada sosyal hiçbir şey olmadığı gibi, zar zor demokratik denebilecek bir nitelik taşıyor. PSDB'nin favori projesi, basit ve saf haliyle turbo-neoliberalizmdir. 



Neves'in takımı onlar için gerekli her şeye sahipti. Temel seçmen kitleleri gerçekte, %80'den fazlası daha zengin güneydoğu deniz kıyısında yaşayan, çoğu kızgın olan 60 milyon vergi mükellefiydi. Eğer siz Brezilyalı bir ücretli profesyonel veya küçük ya da orta ölçekli bir şirketin sahibiyseniz, hayat zordur. Vergi yükü sanayileşmiş dünyayla aynıdır, fakat gerçekten de hiçbir geri dönüş almazsınız. 



Bu öfkeli vergi mükelleflerinin onyıllardan beri şiddetli bir şekilde, kaldırımlı yollar, şehir güvenliği, daha iyi kamu hastaneleri, çocuklarını gönderebilecekleri bir kamu okulları sistemi ve daha az formalite ve bürokrasi – ki buna dünya çapında iyi bilinen meşum “Brezilya maliyeti” (paranın değerinin olmaması) da eklenebilir – istemeleri şaşırtıcı değildir. Bunlar – her ne kadar içlerinden bazıları bunu yapmış olsa da – İşçi Partisi'nin seçmenleri değildir. Onların istedikleri şey, ilk olarak Lula tarafından hayata geçirilen sosyal programların yarattığı yeni, büyük alt orta sınıfın her günkü sıkıntılarından galaksilerce uzaktadır. 



Ancak Neves gibi vasat bir adayla – ki valisi olduğu kendi eyaletinde bile kaybetmiştir – neo-liberalizm, düşmana ihtiyaç duymuyor. 



Neves öngörülebilir bir şekilde kendisini, Wall Street'in “devletçilik” diye alay ettiği şeyi yok edecek – hükümet harcamalarını kesecek ve ayrıcalıklı ABD şirket çıkarlarının ifadesiyle ticareti “liberalleştirecek” – ejderha olarak ortaya koydu. Aynı zamanda Neves, hiçbir zaman aşırı yük altındaki bir gecekondulu siyah kadının oyunu alamadı.

  

Neves kazansaydı, Brezilya'nın maliye bakanı, başka şeylerin yanısıra, George Soros için yükselen piyasalarda yüksek riskli fonları yönetmiş olan ve aynı zamanda Brezilya Merkez Bankası'nın eski başkanı olan, kurnaz Arminio Fraga olacaktı. Onun hilekarlıklarından bazıları, Sebastian Mallaby'ın More Money than God: Hedge Funds and the Making of a New Elite, [“Tanrı'dan fazla para: Serbest yatırım fonları ve yeni bir elitin yaratılması”] kitabında bulunabilir. Fraga, Soros esinli bir hükümetin öncü eri olacaktı. 



Fraga, dillere desten Wall Street predatörüdür. Maliye Bakanlığı koltuğunda o otururken, Brezilya'nın makro-ekonomik politikalarını JP Morgan'ın kontrol ettiğini düşünün. Aslında yol, PSDB'nin, geçen ay JP Morgan aracılığıyla New York'ta başlıca küresel yatırımcılarla bir araya gelen eski başkan  Fernando Henrique Cardoso'yu öne çıkarmasıyla halihazırda döşenmişti.

 

Fraga, Lula ve Rousseff yönetimlerinin "talep üzerindeki hiper-Keynesçi iddiasını" ortadan kaldımaya ve yerine, yeni bir “kapitalist şok” yoluyla bir beslemeyi geçimeye kararlıydı Öngörülebilir bir şekilde onun reçetesi, muhafazakar Brezilya medyasının dev yankı odası tarafından büyütüldü ve geri kalan herşeyi bastırdı. 



Ve algı gerçek olduğu için bunu kirlenme izledi – kamu harcamalarının aşağı çekilmesi baskısı oluştu, özel yatırımcılar arasına kafa karışıklığı yerleştirildi ve bu durum önde gelen Batılı kredi değerlendirme kuruluşlarını, Brezilya ekonomisinin güvenilirliğinin olmadığı yönündeki varsayımı teyit etmeye yöneltti.

 

 

BRICS'e karşı ABD

 


Brezilya, kendi bölgesel jeopolitik önemi ve özellikle de BRICS ülkeleri arasındaki öncü rolü nedeniyle, uluslarası ilişkilerin yarı-periferisinden eylem merkezine daha yakın bir noktaya doğru yavaş ama kesin adımlarla ilerliyor. Bu, Washington bu meseleden ötürü Brezilya'yı, yahut Latin Amerika'yı önemsemezken oluyor. Bu arada ABD'li Think-Tank dünyası, BRICS'ten tiksiniyor. 



Siyasi olarak, Cardoso/Neves neo-liberallarinin zaferi – bir kez deneyimledikleri sosyal demokrasinin hayaleti – Brezilya'nın dış politikasını alt üst ederdi; bunu sadece tarihsel rüzgarların estiği yöne karşı değil, aynı zamanda Brezilya'nın kendi ulusal çıkarlarına karşı yapardı.



Rousseff'in geçen ay BM'de söylediği gibi, Brezilya, işsizliğe yol açmadan ve işçilerin iş ve ücretlerini feda etmeden, artan işsizliğin damgasını vurduğu bir küresel krizle mücadele etmeye çalışıyor. Birinci sınıf iktisatçı Theotonio dos Santos'un vurguladığı gibi Batı'nın gerileyişi halen kapsamlı işbirlikçiler ağı üzerinden Küresel Güney üzerinde maddi bir etkide bulunuyor ve ona göre temel mücadele, Brezilya petrolünün kontrolü üzerinde yürüyor.



Dos Santos, bu sözlerinde Brezilya'nın en büyük şirketi olan ve şu anda bir rüşvet skandalına batmış olan – ki bu da tümüyle soruşturulmalıdır – ve Kutsal Kase'nin üzerini örten Petrobras'a gönderme yapıyor: “tuz öncesi” petrolün gelecekteki gelirleri. Bu isimlendirme, güney Atlantik tabanının birkaç mil altındaki kalın bir tuz tabakasının altına saklanmış milyarlarca varil petrolden geliyor. Petrobras, bu hazineyi ortaya çıkarmak için 2018'e kadar 221 milyar dolar yatırım yapmayı planlıyor ve petrolün varil ticareti 45-50 dolardan yapılsa bile kâr etmeyi bekliyor.  



Özetle, siyasi olarak, Rousseff'in dar zaferi, ilerici, bütünleşmiş bir Güney Amerika'nın geleceği için hayati önemdedir. Bu, Mercosur'u – Güney'in ortak pazarı – ve Unasur'u – Güney Amerika ülkeleri birliği – canlandıracaktır. Bu, serbest ticaretin ötesine geçmektedir; mevzubahis olan şey, Avrasya entegrasyonuna paralel olarak yakın bir bölgesel entegrasyondur.

  

Ve Brezilya, 2015'ten itibaren yeniden, yenilenmiş ekonomik büyüme yoluna girebilir – bu, “tuz öncesi”nin meyveleri tarafından önemli ölçüde desteklenmiş ve artan yol, demiryolu, liman ve havayolu inşaatlarıyla içiçe geçmiştir. Bu, Brezilya'nın komşuları çapında da mutlaka dalgalanma etkisi yapacaktır.



Washington/Wall Street'e gelince, Kaos İmparatorluğu elbette mutlu değildir; ve bu, özellikle de yanlış ata oynamasından, yani, Obama'nın “değişime inanabiliriz”inin bir tür Amazon ormanlarında doğmuş kadın muadili Marina Silva'nın peşinden gitmesinden sonra bir hüsnütabir gibi oluyor. Gerçek şu ki, Brezilya'nın gelir dağılımı modeli büyük işletmelerin çıkarlarına ters düştüğü kadar, Brezilya'nın dış politikası da şimdi  Washington'unkinin tam zıttında yer alıyor. 



Daha hafif bir not düşmek gerekirse, en azından bazı şeyler aynı kalacaktır. "Dilma'nın günlüğü" gibi – bahsettiğimiz, New Yorker'ın bir tür yerel versiyonu olan, ünlü Brezilyalı aylık gazete Piaui'de yayınlanan, Başkan'ın yoğun gündemine ilikin sahte, satirik, başkasının yerine yazılmış yazılardır. İşte tipik bir giriş: "Homeland'in bir korsan kopyasını baştan sona izledim. Müthiş! Ben ve Patriota [eski Dışişleri Bakanı] geç saate kadar oturduk. Her şeyi, son derece inanılmaz buldu!" 



Bir "canlı demokrasi"nin aynı zamanda eğlenceli olamayacağını kim söylemiş? 

 

 

 

Çev: Selim Sezer

 

 

www.medyasafak.net