Gerçekten NATO Rusya’ya mı saldırdı yoksa bu iklim değişikliğinin mi suçuydu?

Gerçekten NATO Rusya’ya mı saldırdı yoksa bu iklim değişikliğinin mi suçuydu?
Putin’in G20’de Batı liderlerine teslim ettiği dosyalarda ne vardı? Yeni dünya düzeninin, nihai savaşı onaylayacak kadar korktuğu veya umutsuz olduğu ne var? Bunlar yalnızca Rusya devlet başkanının cevap verebileceği sorular.

 

Phil Butler

 

 

New Eastern Outlook

 

 

Bu sabah ilk yazdığım haber, Britanya'nın bir sonraki kralının iklim değişikliğinin Suriye iç savaşından kısmen sorumlu olduğunu söylemesi ve mülteci krizi ve ülkedeki iç savaş nedeniyle kuraklığı suçlaması hakkında oldu. Sky News'e verdiği özel bir röportajda Prens Charles, yitirilen 2009 tarihli Kopenhag iklim sözleşmesine ve muhtemelen hiçbir zaman hayal bile etmediğiniz kapsamlı stratejilere derin bir öfke duyduğunu anlatıyordu. Ardından Rusya'ya ait bir SU24 bombardıman uçağının Türkiye tarafından düşürüldüğü haberi geldi ve dünya yüzünü oraya döndü. Ben bu satırları yazarken twitter, facebook ve dijital medya kanalları, dış politika konulu bir korku hikayesiyle doluydu. Görebildiğim tek şey Vladimir Putin'in yüzünün Ürdün kralı kendisiyle konuşurken aldığı hal ve Bay Obama'nın “ılımlılarının” paraşütü yere inmeden pilota makineli silahlarla ateş açması. Merak ediyorum: acaba kötü iklim koşulları 3. Dünya Savaşı'nın da sebebi olacak mı?  

 

Bu sabah Britanya prensinin iklim felaketi hakkında söylediklerini dinlemeye devam ederken ve Sky News'deki mülakatın Suriye'ye nasıl döndüğünü merak ederken, bugünün sürreel liderlik acizliği bende korkunç bir başağrısına yol açtı. Kuraklıklar göçlere yol açıyor, ben de düşünmeye başlıyorum:  “Neden Hindistan'da Britanya İmparatorluğu on milyonlarca insanı yalınayak Pakistan'a yürümeye zorladığı zaman kuraklık vardı?” Fakat Prens Charles'ın bu röportajdaki en sersemletici dil sürçmesi, Suriye'deki buğday hasatlarının iflas etmesi hakkında değildi; tamamen bağlam dışı olarak Amerikan “Pentagon”undan hasbelkader bahsetmesiydi. Dinlerken, “Acaba burada Sigmund Freud mu devrede?” diye düşündüm. Hayır, Harmattan rüzgarlarının yer değiştirmesi ve buz tabakalarının erimesi Suriyelileri evlerinden çıkarmamıştı. Fakat İngiltere'nin ikon isminin Freud'vari dil sürçmesi bugün, Türkiye'nin aklını kaybettiği veya basit bir şekilde NATO veya Pentagon talimatlarını izlediği gün meyvesini vermişti. Dünyanın kaderinin şimdi Vladimir Putin'in geniş omuzlarında, onun Türkiye ve kendi deyimiyle “arkadan bıçaklayanlar” hakkındaki yaklaşan kararında yattığını göz önüne alarak, Suriye tenceresine uygulanan bazı basınçlara kısa bir tarihsel bakış atalım.

 

Suriye bir süredir İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar, özellikle de İsrailliler için sorun. Tel Aviv ve Şam arasında on yıllardır var olan sürtüşmeleri şimdilik bir tarafa bırakırsak, Küba da dahil olmak üzere “haydut” devletlerin isimlerini veren “Şer ekseninin ötesinde” konuşmasıyla Suriye ve Libya'ya karşı savaşa onay mührünü vuranlardan biri, Bush'ın Dışişleri Bakan Yardımcısı John R. Bolton olmuştu. Elbette buraya kitle imha silahları (WMD) korkusu çeşnisi de eklenmişti. 11 Eylül olaylarından beri yeni bir operasyonel motif, Washington'da daha önceleri demokratik idealizm namına ne varsa ortadan kaldırmıştı. ABD yönetimi, Irak'ta Saddam Hüseyin'in ayağının kaldırılmasıyla, sonu gelmez bir darbeler silsilesini başlatmıştı.  

 

Bu satırları okuyan hiç kimse, ABD eski Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın Suriye'ye yaptığı, ülke içindeki gruplarla olan bağlarını kesme baskısının 2003 yılına kadar gittiğini ve bu durumun şimdi ona karşı savaşan cihadçılar arasında gördüğümüz ihtilafın tohumlarını attığını fark etmeyecektir. Bilhassa bir eylem, özel bir dikkate şayandır. Suriye Devlet Başkanı Esad, George W. Bush'tan ve eski Genelkurmay Başkanı'ndan gelen ikazlar ve savaş tehditleriyle geçen ayların ardından Powell'a, Hamas, İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık'ın Suriye'de bulunan ofislerinin kapatılacağını söylemişti. Suriye'de huzursuzluk tohumlarının ekilmesi pek çok biçim aldı. Bugün dünya ilişkilerini zehirlediğini gördüğümüz iç savaş, daha Arap-İsrail savaşları başlamadan gelişiyordu. Ve her ne kadar Prens Charles, Nicollo Machiavelli'nin prensler için hazırladığı liderlik prensiplerini dışa vurmak gibi harika bir iş yapsa da, kuraklık ve küresel ısınma, MI6 ve CIA'in 11 Eylül sonrasında kaynamaya bıraktığı düdüklü tencerede yalnızca küçük bir rol oynuyor.  

 

2003 yılının sonraki kısımlarında, Esad'ın Suriye'nin “eyvallah diyeceği” yönündeki teminatlarına rağmen Bush yönetimi Esad hükümetine karşı kapsamlı eylemler konusunda daha ileri gitti. Kasım ayında Bush, Temsilciler Meclisi'ni şu başlığı taşıyan metni geçirmeye ikna etti:

 

“Suriye'nin terörist gruplara verdiği desteği sonlandırmaması, Irak'taki terörist faalliyetlere olan desteğini kesmemesi, Lübnan'dan çekilmemesi ve füze ve WMD programlarından vazgeçmemesi halinde başkanın her tür çift kullanımlı maddenin ihracını yasaklamasını gerektiren Suriye'nin Hesap Verebilirliği ve Lübnan'ın Egemenliğinin Restorasyonu Yasası'nın düzeltilmiş Senato versiyonu.”

 

Teklif aynı zamanda devlet başkanına, gerekli gördüğü herhangi bir zamanda yaptırımları başlatmak ve kesmek için bir açık çek veriyordu. Suriye'nin ve öteki Ortadoğu ülkelerinin büyük ölçüde petrol ihracatlarına dayanan hassas ekonomilerini dikkate alan Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, bu bölgedeki bütün ülkelerin nüfusunun üzerine yıkıcı bir şekilde hakim oldu. Yoksul olduğunuzu ve Suriye'de yaşadığınızı, ardından da gıda ve yaşam musluğunun kapandığını hayal edin. 2004 yılında Bush, kanunu, Esad'a ve Suriye halkına iktisadi bir yumruk indirmek için kullandı. Ardından  Kasım 2005'te çıkarılan Yabancı İşlemlerin Temellükü Yasası, Suriye'ye yapılan yardımlar üzerindeki yasağı genişletirken, diğer taraftan da Suriye ve İran'da demokrasiyi savunan programlar için en az  6.5 milyon doların, yanısıra da demokrasi, yönetişim, insan hakları ve hukuk devleti programlarını desteklemek üzere belirtilmemiş miktarda ilave fonların hazır tutulmasını gerektirdi.

 

Şu andaki Soğuk Savaş olayında ABD müttefiklerine yönelen Avrupa Birliği, 2011 yılında Suriye'ye basınç uygulamaya başladı. O tarihten itibaren Suriye ekonomisine yasallaştırılmış ve kuvvetlendirilmiş yaptırımlar uygulandı ve buna petrol, inşaat, bankacılık, lüks ürünleri alanları ile, bir zamanlar istikrarlı olan bir toplumda korkunç bir bedel ödemiş bireylerinin mülklerinin ve vize haklarının bloke edilmesi de vardı. Bu, “Arap Baharı” olarak bilinen ve Washington, Londra ve Brüksel'in özgürlük ve demokrasiye yönelmiş uluslararası bir taban devrimi olarak betimlediği şeyin parçasıydı. Bugün böyle bir saçmalığı dile getirenler yalnızca düpedüz ahmak olanlardır.  Linkteki doküman (PDF), Başkan Esad'ın devrilmesine yardımcı olacak geniş bir yaptırımlar yelpazesini sıralıyor ve listenin sonuna gelemeden, Suriye liderinin iktidara tutunabilmesinin bir mucize olduğuna kanaat getireceksiniz.

 

2006 yılına dönmek gerekirse, yaklaşık olarak Bush'un Suriye ve Esad'a yönelik yaptırımları arttırdığı dönemde İsrail Savunma Bakanı Shaul Mofaz, İran ve Suriye arasında bir terör ekseninin işlediğini ileri sürdü. O yılın ilerleyen vakitlerinde İsrail'in BM'deki büyükelçisi bu fikri daha fazla somutlaştırarak İran'ı, Suriye'yi ve yeni Filistin hükümetini de içine alan “yeni bir terör ekseninin” şekillendiğini ileri sürdü. Ardından 2008 yılında İran, Rusya ve Venezuela, ülkeler arasındaki silah anlaşmalarında “Dizel eksenini” meydana getirmekle suçlandı.  2012'ye geldiğimizde de William C. Martel'in, The Diplomat'ta yayınlanan bir makalede  Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore, Suriye ve Venezuela'yı bir “otoriter eksen” oluşturmakla suçladığını gördük.

 

Amerikan siyaseti açısından, Bay Bush, “şer eksenini”  İran, Irak ve Kuzey Kore'yle çiziyordu. “Şer ekseninin ötesi” ile birlikte Amerika'nın düşmanları büyüyerek Küba, Libya ve Suriye'yi içine aldı. Daha sonra Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice buraya Belarus, Burma ve Zimbabve'yi de ekledi.

 

2007'deki Bostan Operasyonu ise, ABD ve İsrail'in planlaması ve İsrail komandoları ile hava kuvvetlerinin uygulamasıyla Suriye'deki bir nükleer tesisin bombalanmasını getirdi. Bu, egemen bir devletin sınırları içinde gerçekleştirimiş silahlı bir tecavüzden başka bir şey değildi. Bu olay hakkındaki en önemli şey, bir komşu ülkenin nükleer güç tesisinin bombalanması değil, saldırıyı izleyen 7 ay boyunca İsrail ve ABD hükümetlerinin olay hakkında tam bir medya karartması uygulamasıdır. ABD ile Suriye arasındaki fırtınalı ilişki, 11 Eylül sonrasındaki en çalkantılı dönemine gelmişti. Suriye Irak kampanyası üzerinden ABD'ye karşı pozitif bir tutum almış, hatta ABD'nin özü itibariyle vekaleten işkence programı olan “olağanüstü icra” programı üzerinden, gerçekten buna ihtiyaç duyanlara işkence yapmasına bile izin vermişti. Yani ülkemiz, gezegenimizdeki her türlü insani sözleşmenin dışına çıkarak yasadışı işkence için taşeron sözleşmesi yaptı. Bu bağlamda Bush yönetimi, sözde “yasadışı savaşçıları” düzenli olarak, “gelişmiş sorgudan” geçmek üzere Suriye'ye ve başka ülkelere gönderdi. Bildiğim her türlü etik yasasının ihlali olan bu uygulamayla ilgili olarak, eski CIA yetkilisi Bob Baer'in bir sözünü alıntılamama izin verin:

 

“Eğer ciddi bir sorgulama istiyorsanız, tutukluyu Ürdün'e gönderin. Eğer onlara işkence yapılmasını istiyorsanız onları Suriye'ye gönderin. Eğer birilerinin kaybolmasını – onları bir daha görmemeyi – istiyorsanız, onları Mısır'a gönderin.”

 

Başkan Barack Obama bahsettiğim uygulamaların çoğunu sürdürdü ve Esad karşıtı çabaları da arttırdı. Esad güçlerinin sarin gazı saldırısı düzenlediği iddiası bunların en lanetlisiydi. Ve şimdi Bay Putin bize, Türkiye'nin IŞİD'e karşı varsayılan bir müttefike (yani Rusya'ya) çağrı yapmak yerine NATO'ya çağrı yaptığından şüphe ettiğini söylüyor. Amerikan silahları, John Kerry, John McCain, Lindsey Graham ve elbette onların İngiliz, Suudi ve Fransız mevkidaşları tarafından silahlandırılan ılımlı adamlar kasırgayı ekti ve hepimiz bu kasırgayı onların adına biçmeye hazırız.

 

Obama yönetimi Esad rejimini Suriye halkına işkence yapmakla suçlarken, CIA'in Suriye'deki işkence faaliyetlerini ve vekaleten işkence için kullanılan öteki “kara tesisleri” gayet iyi biliyordu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, New York Times gazetesinde yayınlanan Suriye hakkındaki meşhur çağrısını yapmadan önce Beyaz Saray ve Pentagon, ABD'yi Suriye'ye çekmeyi amaçlayan sarin gazlı yanıltma saldırısından muhtemelen Türkiye'nin sorumlu olduğunu biliyordu. Seymour Hersh'ün Esad'ı değil, Türkiye'yi lanetleyen araştırma yazısı, Washington'un yasadışı güç oyunlarını göz alıcı şekilde ortaya seriyordu. Farkında olmayabilirsiniz ama Hersh, Obama'nın Suriye saldırısı için dayanak olarak kullandığı saldırıların arkasında Türkiye'nin olduğu yönünde sersemletici bir ifşaatta bulunmaya çalışıyordu, fakat hikaye hasır altı edildi: hiç kimse, ama hiç-kim-se bunu yayınlamadı. Hiç bir Amerikan vatandaşının hiçbir zaman duymadığı bir bomba iddiaydı bu!   

 

Mucizevi bir şekilde Bay Putin'in ajanları, Esad güçlerinin kendi halkını öldürmek üzere kullandığı iddia edilen sarinden numuneler aldı. Ruslar, kullanılan gaz tipinin Esad'ın envanterinde olamayacağını belirledikten sonra bilgileri MI6'e verdi, MI6 ise Obama'nın ekibini, yeni bir zırva kitle imha silahları hikayesinin Potomac'ta alıcı bulamayacağı yönünde ikaz etti. Buradan sonra ise, bugün hayata geçirildiğini gördüğümüz, epey uzatılmış plan başladı. Yeryüzündeki en büyük toprak sahibinin oğlu olan ünlü İngiliz Prensi Charles'a gelince, o elbette Pentagon'un çareler hazırlamak için kuraklıklarda, yaptırımlarda, yanıltma harekatlarında ve kızgın CIA işkencelerinde nasıl bir faktöre sahip olduğunu biliyor. MI6 de öyle. Kamuoyu algısı, iklim değişiklikleri kıyafetleriyle fırıl fırıl dönen iğdiş edilmiş yöneticilere yönelik olmalıdır. Sky TV röportajı provalardan geçmişti ve kraliyet ailesinden birilerinin görüldüğü bütün örneklerde olduğu gibi, daha yaygın tutumları kuvvetlendirmeyi amaçlıyordu. Biliyorsunuz İngilizler, beceriksiz olduğunu varsayılan kraliyet ailesi üyelerini bütün öteki milliyetlerden daha fazla tolere ederler.

 

Son olarak, eğer Amerika Birleşik Devletleri'nde zihin kontrolünün ne kadar yapıldığını merak ediyorsanız, Seymour Hersh'ün yasaklanan sarin gazı hikayesi bu açıdan manidardır. Bulgular büyük ölçüde doğrulandıktan sonra bile, ABD'deki haberlerde onun adı, Usame bin Ladin'le ilgili eski haberleri dışında kesinlikle geçmiyor. Bu hayati konuyu tartışan tek bir ana akım medya kuruluşu yok. Slate ve bir dizi alternatif medya organı sayılmazsa, dünyanın Suriye'deki durum hakkında bildikleri Barack Obama'nın söylediklerinden ibaret. My Lai katliamı ve Ebu Gureyb konusunda bizi şaşkına çeviren adam, önceki dönemlerin hiçbirinde hayal edilemeyecek olan medya güçlerine yenik düştü. Biz hepimiz de öyle.  

 

Bay Putin bunu yine yapabilir mi? Bugüne kadar oynanmış en kirli poker oyununda oynanmak üzere bırakılmış bir kartı var mı? Eğer Putin “yumuşak” gider ve yine ılımlıyı oynarsa, köpekbalıkları kan kokusu alır ve kesinlikle savaşı yaşarız. Eğer “sert” giderse, pek çok kişinin öncelikle Batı'nın istiyor olduğundan korktuğu savaş gerçeğe dönüşebilir. Şu anda tek barış şansımız, Vladimir Putin'in ve danışmanlarının sona bırakılmış bir kozunun daha olmasında. Putin'in G20'de Batı liderlerine teslim ettiği dosyalarda ne vardı? Yeni dünya düzeninin, nihai savaşı onaylayacak kadar korktuğu veya umutsuz olduğu ne var? Bunlar yalnızca Rusya devlet başkanının cevap verebileceği sorular. Gayet iyi biliyoruz ki Prens Charles, bunun için Suriye çölündeki bir kuru çalıyı, yahut güneş patlamasını, mahsul hasadını veya çekirge istilasını suçlayacaktır.

 

www.medyasafak.net