Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (57)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (57)
... Bu durum gerçekten garip, bunca şeye rağmen Ehl-i Beyt Okulunu Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) sünnetine aykırı davranmakla suçluyorlar! Hz. Ali’yi, Ehl-i Beyt Ekolü bağlılarını Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) sünnetine aykırı davranmakla ve bidat ehli olmakla itham ediyorlar!...

 

- Rahman Rahim Allah'ın Adıyla ve O'nun yardımıyla. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.), tertemiz Âl'ine olsun.

 

Değerli izleyiciler es-selamü aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. Saygıdeğer efendim, konumuzu bu programda tamamlayabilmemiz için öncelikle önceki programın bir özetini sunmanız mümkün mü?

 

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman Rahim olan Adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Allahümme salli alâ Muhammedin ve Âli Muhammedin ve accil feracehum.

 

Aslında konumuz son derece önemlidir, zira tüm Müslümanların hem dünyası hem de ahiretiyle bağlantılıdır, yani “Resulullah'tan (s.a.a.) sonra dinî maarifi almak için kime müracaat edeceğiz?” “Kur'an'a ve Sünnet'e müracaat edelim” denilebilir. Bu ifade doğruluğunda kuşku bulunmayan hususlardandır. Allah'ın Kitabına ve Resulullah'tan aktarılan hadislere müracaat edelim. Ancak asıl tartışılan husus, Kitab'ta ve Resulullah'ın Sünnet'inde geçen açıklamalara kanıtlandırma için müracaat ettiğimizde mercînin kim olacağıdır. Hatta dahası var. Kitab'ın ve Sünnet'in anlaşılmasında ihtilaf çıkacak olursa sorunların halli için kime başvuracağız? Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) hadisleri nakledenler sahabelerdir. Sadece günümüzde değil Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) vefatından sonraki ilk günden itibaren ihtilaflar çıkmıştır. Hilafet meselesi çerçevesinde meselenin nassla mı veya şura ya da ehl-i hal ve'l-akd ile mi çözüleceği şeklindeki tartışma bunun kanıtıdır.

 

Kur'an-ı Kerim'in açık ifadesine göre Resulullah (s.a.a.) hayattayken bu vazife kendisine tevdî edilmişti. “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” (59/el-Haşir/7)İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için”(16/en-Nahl/44). Peki Resulullah'tan (s.a.a.) sonra bu merciiyet kime aittir? Bu mesele tarihte kaldığından bizim konuya ihtiyacımız yoktur diyebilecek bir Müslüman düşünemiyorum. Bizler Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonra siyasî imamet ve siyasî hilafet konusunu ortaya koyduğumuzda bize “Birincisi olmuş dördüncüsü olmuş ne fark eder ki? Bunun hayatımıza ne gibi bir etkisi var?” denilmektedir.

 

Ancak cereyan eden olayların ve Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) aktarılan hadislerin hakikatini bilen bir kimsenin O'ndan sonraki dinî merciiyet çerçevesinde bu şekilde konuşabileceğini tasavvur edemiyorum.

 

Kimse bize “Bizler Allah Resulü'nün (s.a.a.) sahabesinin anlayışını hakem kabul ediyoruz” demesin. Şimdilerde bazı televizyon kanallarında, bazı eserlerde rastladığım bu söz “Bizler Kur'an'ı ve Sünnet'i Allah Resulünün sahabesinin ve selefin anladığı şekilde anlıyoruz” şeklindeki kelamın aynısıdır. İyi güzel, bu sözü söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. Ancak Allah Resulünün sahabesinin anlayışları farklılık gösterip kendileri ihtilafa düştüğünde ne yapacağız? Nitekim vakıa da bu şekildedir. Değerli izleyiciler geçen hafta düzenlediğimiz iki müstakil programda sahabe topluluğunun ileri gelenlerinin -Ebubekir, Ömer ve Osman'ın- Sünnet konusunda nasıl da yetersiz bir bilgiye sahip olduklarını, Sünnet'e bilerek ve kasten muhalefet ettiklerini en önemli kaynaklardan okumuştuk. Onlardan sonra gelenler arasında da bu tasarrufların tevilleri konusunda birçok ihtilaf çıktı. Sahabenin ortaya koyduğu bu tür içtihadlara ve görüşlere mazeretler üretebilmek için çalışıp didinmeler aldı başını gitti.

 

Hatta Ebubekir, Ömer ve Osman'ın kendi aralarındaki şiddetli ihtilafları dahi bize kanıt olarak yeterlidir. Değerli izleyiciler İslam âlimlerinden İmam Gazzalî'nin el-Mustasfa adlı eserinden okuduğumuz pasajı hatırlayacaklardır: Yanlış asıllardan ikincisi: Kimi âlimler, sahabe mezhebinin mutlak olarak hüccet olduğunu… Kimileri, Hz. Peygamberin (s.a.a.) “Benden sonra şu iki kişiye, Ebubekr ve Ömer'e iktida edin” sözü sebe­biyle, özellikle Ebubekr ve Ömer'in sözünün, bazıları da ittifak ettikleri durumlarda dört raşid halifenin sözünün hüccet olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, bu görüşlerin hepsi de bize göre batıldır.[1]

 

Gazzalî'ye göre ne sahabe görüşünün, ne sahabenin tamamının ne de bilginlerinin görüşlerinin kanıt olduğunu söyleyebiliriz. Görüşleri kanıt değilse bize nasıl dinî merci olacaklar? Kitap ve Sünnet'i sahabenin sözleriyle nasıl anlayacağız? Yani Osman ve Ali (a.s.) de bu malul (illetli, sorunlu) hadise göre Ebubekir ve Ömer'i referans alacaklar! Biz bu hadisin Allame Vadıî'nin de dediği gibi malul ve zayıf olduğuna işaret etmiştik.

 

Dört halifenin ittifaklarından bahsediyor. Peki bu ittifakları nasıl ve nerede bulacağız? Nice konularda ihtilafa düşmüşler.

 

Gazzali bu görüşün vehme dayandığını ve batıl olduğunu söylemektedir. O dört halife bir konuda aynı görüşü paylaşsalar dahi bu görüşün kanıtlılık özelliğine sahip olmadığını söylüyor.

 

Dört halifenin aynı görüşü paylaşmaları bile kanıt olmuyorsa gerisini var sen düşün!

 

Değerli izleyicilerden şu noktaya dikkat etmelerini istirham ediyorum: En önemli ve aslî konulardan olan Resulullah'tan sonraki dinî mercilik meselesini araştırmamız gerekmektedir. Dinî mercilik ne anlama gelmektedir? Ya da Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonra sözü Müslümanlar için hüccet olma özelliğine sahip kişi kimdir?

 

Belki de Resulullah (s.a.a.) kendisinden sonra müracaat edilecek birisini –masum olup olmaması önemli değil- belirlemiştir. Şimdilik masumiyet hakkında konuşmuyorum. İmamlarımızın masumiyete sahip olduklarını ilerde ispatlayacağız. Ancak İslam Şeriatı kıyamet gününe kadar bakidir, dolayısıyla Resulullah'ın İslam Şeriatını bilen ve ihtilaf edilmesi halinde sözü kanıt hükmünde dinî bir merciyi atamaması mantıklı değildir.

 

Önceki iki programda bu hususa işaret ettik. Günümüzde hangi devlet olursa olsun bir kanun yaptığında bununla yetinmez, onun için bir merci belirler. Bu kanunun anlaşılması ve yorumu noktasında çıkacak ihtilaflarda bu mercilik hakem konumundadır. Kanunun kendisi dahi maddelerin yorumlanması için merciliği gerekli görüyor. Bu hakikat aklî, örfî ve mantıkî bir zorunluluktur. Bu yapılmadığı müddetçe söz konusu yasa eksik kabul edilir ve niçin kanunu yorumlayacak bir otorite tayin edilmemiş, diye sorulur. Bizler Kur'an-ı Kerim'in Allah-u Teâlâ'nın yeryüzüne ve yeryüzünün üstündekilere varis olacağı kıyamet gününe kadar beşeriyet hayatında fail olması gerektiğine inanıyoruz. Öyleyse ihtilaflar çıktığında Kuran-ı Kerim'in yanında müracaat edilmesi gereken, onu tefsir edecek bir merci bulunmalıdır.

 

Seyyidim bu durum siyasi imamete delalet etmemektedir, diyebilirsiniz. Azizlerim, şimdilik siyasî imameti bir tarafa bırakalım. Bizler şu an Resulullah'tan (s.a.a.) sonraki dinî merciiyet ve imamet hakkında konuşuyoruz. Yani Resulullah'tan (s.a.a.) sonra dinimizi ve dinî bilgilerimizi kim/ler/den alacağımız hakkında konuşuyoruz.

 

Ben Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) mübarek dillerinden döküldüğü kesin olan bu mütevatir Sekaleyn hadisinin en önemli verilerinden birinin kendisinden sonraki dinî merciiyetin tayini olduğuna inanıyorum. Zira O “tutunduğunuz müddetçe sapıtmayacağınız”, “benden sonra asla sapıtmayacağınız” gibi ifadeler kullanmıştır.

 

Dini merciiyet, siyasi işleri üstlendiğinde diğerlerinin bu mercilikten daha üstün olacağını düşünemiyorum. Çünkü dini elinde tutan kimse insan hayatında dini uygulamak hususunda en bilgili kimsedir. Resulullah'tan (s.a.a.) sonraki devlet laik, liberal ve dinin devletten ayrıldığı bir kurum değildir. Bu devlet din esası üzere kaim idi. Modern terminolojiyle ifade edecek olursak dinî merciiyet esası üzere kurulu medenî bir devlettir. Dinî merciiyet Ali'ye (a.s.) veya Resulullah'ın (s.a.a.) tayin edeceği kimseye ait olunca bu sorumluluğun dinî mercilik dışında birisine verilmesinin anlamı olmayacaktır.

 

Bu nedenle Sekaleyn hadisinden çıkan ilkelere vakıf olduğumuzda en önemli umdelerden biri olarak, sadece Resulullah'tan (s.a.a.) sonraki dinî merciliğin değil siyasî imametin de kime ait olduğunu anlayacağız.

 

- Efendim, dinî merciiyet ile siyasî merciiyet birbirinden ayrıdır şeklinde bir itiraz gelebilir.

 

- Bu soruyu biliyorum. Ancak şimdilik bu konuya girmek istemiyorum.

 

- Sizler sahih hadis mecmualarından birçok rivayet aktardınız. Geçen konuya ilişkin elinizde başka kanıtlar bulunmakta mıdır?

 

- Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır. Önceki programda bazı kanıtlara işaret etmiştik, özellikle de ikinci halifeyle ilgili olanlarına. Altını çizerek söyleyelim, bizim kimseyi yermek ve nakıs göstermek gibi bir amacımız yok. Biz tarihsel hakikatleri açıklıyoruz. Dinimiz ve dünyamız bu hakikatin bilinmesine bağlıdır. Hiç kimse “Seyyid Kemal Haydarî sahabeye ta'n etmeye başladı” demesin.

 

- Ayrıca ikinci halifenin hilafet süresi uzundur ve kuruculuk vasfına sahiptir. Etkileri de günümüze kadar devam etmiştir. Bundan dolayı bu dönem ele alınıp incelenmeli ve gözden geçirilmelidir.

 

- Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır. El-Muğnî adlı eserden bir pasaj aktarmıştık. Hatırlamak için o pasajı tekrar okuyalım. O şöyle demektedir: Ömer şöyle demiştir: Vallahi, size temettu haccını yasaklıyorum…

 

Allah'ın Kitabına ve Resulünün Sünnetine muhalefet eden ve bu ikisinde geçen hususları nehyeden kimsenin muhalefetinin ve nehyinin makbul olmadığı ve bunun kanıt olarak sunulamayacağında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.[2]

 

Bu tür birinin ameli kabul edilebilecek türden değildir.

 

- Ancak ne kadar üzücüdür ki Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz bunu kabul etmişlerdir.

 

- Neyse bizler onların bilginlerinin kaynaklarında geçen hususları açıklamak istiyoruz. İki kanıta daha işaret etmek istiyorum. İlk kanıt, ikinci halifenin ilmini gösteren bir şeyde kendisinin âlim olduğunu iddia etmemesidir. Hatta o kendisi hakkında tam karşıt noktayı ikrar etmektedir. Ehl-i Sünnet uleması kendi özel yerinde “İkrar delillerin efendisidir” demiştir. İnsan kendisi aleyhinde bir şeyi ikrar ederse bu ikrarı delillerin en yücesidir. Geliniz ikinci halife kendisi hakkında neyi ikrar etmektedir, görelim.

 

Ben önceki programda azizlerime söz verdiğim gibi bu tür meselelere not düşmeyecek ve değerlendirmede bulunmayacağım. Ben Ehl-i Sünnet'in en önemli hadis kaynaklarında ve sahihlerinde geçen rivayetleri okumak istiyorum.

 

İlk şahid: Buhari'nin Sahih'inden bir rivayet okuyacağım. Bu hadis garip bir hadistir. Hadisi okuyunca bu bab ile bu hadis arasındaki irtibat anlaşılacaktır. Konu başlığı altında sadece bir hadis bulunmaktadır.

 

Ebu Musa el-Eşari'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Bir defasında Ömer b. el-Hattab'tan ziyaret için izin istedim de bana izin verilmedi. Ömer galiba o sırada meşgul idi. Ben de geri döndüm. Ömer meşguliyetini bitirince ‘Abdullah İbn Kays'ın sesini işitmedim mi? Ona izin veriniz de gelsin' demiş.

 

Fakat ona ‘Ebu Musa gitti' diye cevap verilmiş.

 

Ömer (arkamdan adam gönderip) beni davet etti.

 

(Ben geldiğimde bana) ‘Niçin geri gittin?' diye sordu.

 

Ben de ‘Biz bununla emrolunduk' diye cevap verdim. Bunun üzerine o ‘Resulullah'ın böyle emrettiğine dair bir kanıt getirmelisin' dedi.

 

Bunun üzerine ben de şahid bulabilmek için Ensar meclisine gittim. Onlara bu haberi (geri dönme) sordum. 

 

Ensar ‘Bu mesele hakkında büyüklerimizin senin için şehadet etmelerine ne gerek var? Bunu küçüklerimiz de bilir. Örneğin Ebu Said el-Hudrî bunu muhakkak bilir ve tanıklık eder' dediler.

 

Ben de Ebu Said el-Hudrî'yi kendimle götürdüm.

 

Ömer ‘Resulullah'ın emrinden olan bu geri dönme meselesi bana kapalı kaldı. Öyle ya çarşılara pazarlara çıkmak beni Resulullah'ın meclisinden alıkoydu' dedi.[3]

 

Hadisten Ebu Musa'nın Ömer'in yanına girmek için iki veya üç defa izin istediği ancak kendisine izin verilmeyince de geri döndüğü anlaşılıyor. Ayrıca Ebu Musa, Hz. Resulullah (s.a.a.) döneminde içeri girmek için iki veya üç kez izin istenildiğini, izin verilmezse geri dönüldüğünü Ömer'e bildirmektedir. Eğer bütün sahabiler adil ise Ömer, Ebu Musa'nın adaletini neden kabul etmiyor? Karşımıza, Resulullah'tan (s.a.a.) aktarılan hadisler çoğalmasın şeklinde bir mazeret vb şeylerle gelinmesin. Bunların hepsi zorlama tevillerdir.

 

Ebu Said o meclisin yaş itibariyle en küçüğü idi. İnsan hatırlamayabilir, olabilir. Gösterdiği mazeret doğru mu yanlış mı şimdi bu konuyla ilgilenmiyoruz, önemli olan Halife'nin en basit şerî meseleleri bile bilememesidir.

 

Buharî'nin hadisin lafızlarıyla oynadığını da görmekteyiz. Buharî, hadisi ‘E hufiye/bana gizli mi kaldı?' şeklinde, soruymuşçasına rivayet etmektedir.

 

Halbuki hadis başka yerlerde ‘hefiye/bana kapalı kaldı' şeklinde rivayet edilmiştir.

 

- Meclisin en küçüğü dahi meseleyi biliyor.

 

- Bu şahıs Emirü'l-Müminin olmak istiyor, Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) ve birinci halifeden sonra insanların en bilgilisi.

 

Sen sürekli Resulullah (s.a.a.) ile birlikte olduğun halde neden sana gizli ve kapalı kalıyor? Bu emri öncelikle senin bilmen gerekliydi. İkinci halife Hz. Resulullah'ın şeriatını korumakla mı meşgul yoksa kendi ifadesiyle boş şeylerle mi?

 

Bu hadis İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde geçmektedir ve rivayet ‘hafiye aleyye/bana kapalı kaldı' şeklindedir.[4] Allame Arnavut bu rivayete ‘Bu hadis Buharî ve Müslim'in şartlarına göre sahih bir isnada sahiptir' notunu düşer.

 

Ayrıca Sahihü'l-Buharî'nin başka bir yerinde rivayet ‘kapalı kaldı' şeklinde geçmektedir.

 

Geliniz bir de rivayete İmam Nevevî'nin (h. 676) değerlendirmeleri çerçevesinde bakalım. Hadiste geçen ‘Buna ancak en küçüklerimiz şehadet eder' ifadesi hakkında şöyle demektedir: Senin ile ancak şu topluluğun yaş bakımından en küçüğü kalkar, ifadesinin anlamı bu hadis büyüğümüz ve küçüğümüz arasında o derece meşhurdur ki en küçüğümüze varıncaya kadar herkes bunu Resulullah'tan (s.a.a.) belleyip kavramıştır, şeklindedir.[5]

 

Yani bırakalım sahabenin ileri gelenlerini ve seçkinlerini, Resulullah'a yakın olanlarını, bunu herkes biliyor. Ancak en yakın oldukları varsayılan Ebubekir ve Ömer'den biri bu hükmü bilmiyor. Geçen hafta Ömer'in bilmediği meseleleri sayıp dökmüştük. Bu meseleler arasında öyleleri var ki bedevîler ve hanımlar tarafından bile bilinmekteydiler. Söz konusu meseleleri Ömer'den daha iyi kavramışlardı. Bütün bunlara rağmen ikinci halife hakkında Ehl-i Sünnet ulemasının söyledikleri bazı şeyleri sizlere aktaracağım.

 

Allame Arnavut da bu hususa dikkat çekmekte ve hadise şöyle bir not düşmektedir: Ensar'ın en küçüğünün Muhacirlerin en büyüğüne -ki bu Ömer'dir- gizli kalan bir konuyu bildiği anlaşılsın diye.

 

Hadiste geçen ‘elhani' ifadesi, çarşı pazarda alışveriş yapmak beni kendisinden gafil kıldı, anlamındadır.[6] Yani Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) hadisine, şeriatı öğrenmeye değil ticarete önem vermiştir ancak.

 

İkinci kanıt, son derece önemlidir.

 

İlk önce konuyu Şeyh İbn Teymiyye'nin Camiü'l-Mesail adlı eserinden nakledeceğim.

 

Talak konusu Hz. Resulullah'tan günümüze kadar Müslümanların tamamının müptela olduğu bir meseledir. Yani sahih ve batıl talak meselesinden bahsediyoruz. Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetine uygun ve aykırı olan talak nedir?

 

O şöyle demektedir: Hamd, Allah'a aittir. Sünnî talak, Allah ve Resulünün mübah kıldığı, kişinin hanımını temizlik dönemi içinde boşaması, iddet dönemi bitinceye kadar onu terk etmesidir. Hanımına dönmeye niyeti varsa, iddet dönemi içinde hanımına döner -bu ricî talak olmuş olur- ya da iddetin sona ermesinden sonra yeni bir akitle hanımına geri döner. Eğer hanımına dönmeye niyeti yoksa hanımını terk eder. Bunu yapacak olursa sünnete uygun talakı gerçekleştirmiş olur. Bu talak Allah-u Teâlâ'nın Kitab, sünnet ve icma ile mübah kıldığı talakın ta kendisidir.[7]

 

İcmadan kastı sahabenin sünnetidir. Ancak şimdilik bu konuya girmeyeceğim.

 

İmam İbn Kayyım el-Cevziyye, İlamü'l-Muvakkıın adlı eserinde şöyle der: Kişi bir mecliste hanımına ‘sen boşsun, sen boşsun, sen boşsun' derse veya ‘sen üç talakla boşsun' demek suretiyle hanımını boşayacak olursa tek bir talak mı gerçekleşir yoksa üç talak mı? Üç talak sayılması halinde hanımı kendisinden talak-ı bain ile boşanmış olur ve muhallile varıp da onunla evleninceye kadar hanımı kendisine helal olmaz.

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) ve birinci halife devrinde ve ikinci halifenin de hilafetinin ilk dönemlerinde bir defada üç talakı veren kimsenin talakı tek bir talak sayılıyordu. Nitekim İbn Abbas'tan aktarılan sahih hadiste de bu görülmektedir.[8]

 

Yazar eserin birkaç sayfa ilersinde bir defada verilen talak-ı selasenin üç talak sayılmasının sahih olmadığına dair onlarca kanıt sayar. Delili de şudur: Mülaane[9] yapan kişi ‘Ben kendimin doğru söyleyenlerden olduğuma dair Allah adına dört defa şehadet ederim' derse bu tek bir şehadettir. Hz. Peygamber (s.a.a.) ‘Kim gün içinde subhanallahi ve bihamdihi sözünü 100 defa söyleyecek olursa günahları denizköpüğü kadar olsa da silinir' buyurmaktadır. Bir kişi ‘yüz defa subhanallah ve bihamdihi' diyecek olursa bu sevabı almaz.[10] Hâlbuki tek bir defada üç talak verilmesini caiz görenlere göre bunun dört ve yüz kez sayılması gerekirdi.

 

Yahut da Şeriatın Sahibinin ‘Kim yüz defa la ilahe illallah derse kendisine şöyle şöyle mükâfat vardır' buyruğuna göre kişinin bir tek seferde ‘100 defa la ilahe illallah diyorum' demesi durumunda bunun yüz defa söylenmiş sayılması gerekirdi. Konu dışına çıkmak istemiyorum ama biz ‘Kim Hz. İmam Hüseyn'i (a.s.) ziyaret edecek olursa günahları bağışlanır' dediğimizde hemen ortalığı velveleye vermeye başlarlar. Bu nasıl dindir, hangi İslam'dır, nasıl bir şeriat ve din anlayışıdır derler! Hâlbuki subhanallah ve bihamdihi ibaresinin 100 defa söylenmesi en fazla 3-4 dakikayı alır. Onların bu davranış hakkında söylediğini biz İmamlarımızın ziyareti hakkında söylemekteyiz. İmamların ziyareti hakkında aktarılan hadisleri garip ve gerçekliğe uzak görüyorlar. Bu zaten Müslümanların kültüründe vardır. İbn Kayyım sayıyla ilgili onlarca örnek verir.

 

Devamında şöyle der: Bir kişi hanımına ‘sen üç talakla boşsun' diyecek olursa tek bir talak gerçekleşir. Allah'ın Kitab'ı ve Resulullah'ın (s.a.a.) sünneti bunu gerektirmektedir. Arapların lügatine göre de bu sonuç çıkar, diyalog kuralı da bunu gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a.) halifesi, O'nun döneminde yaşayan sahabelerin tamamı Ömer'in hilafet döneminde yaşayan sahabeler bu görüşte idiler. Bu görüşte olanların isimlerini birer birer yazacak olursak sayı yüzleri hatta belki bini dahi bulabilir.[11]

 

Demek ki konunun hiçbir kapalı tarafı bulunmamaktadır. Geliniz İkinci Halifenin uygulamasına bakalım.

 

Rivayet İbn Abbas'tandır. O şöyle demektedir: Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile Ebubekr dönemlerinde ve Ömer'in hilafetinin iki yılında üç talak bir sayılırdı. Daha sonra Ömer b. Hattab ‘İnsanlar kendilerine mühlet verilmiş olan bir işte acele davranıyorlar. Keşke şunu onlara uygulasaydık' dedi ve uygulamaya başladı.[12]

 

Yani bir defada verilen üç talakın üç talak sayılması Allah'ın Kitabına, Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetine ve sahabenin icmasına aykırıdır. Ayrıca hadise göre Allah-u Teala insanlara talak konusunda genişlik göstermiştir. Yani bir defada verilen üç talakın tek talak sayılmasını teşri etmiştir.

 

-  Aksi örfe ve lügate de aykırıdır.

 

- Bu tür meselelerde kime müracaat edeceğiz?

 

- Bugün günümüzde milyonlarca insan bu şekilde boşama gerçekleştirmekte ve bunu caiz görmektedir.

 

- Bu cevap verilmesi gereken bir sorudur, bu nedenledir ki İbn Kayyım bu meseleyi ele aldığında açık ve net bir şekilde şöyle der: Kimsenin zihnine Ömer'in şerî hükme aykırı davrandığı düşüncesi gelmesin. Bu mesele kendisine gizli kalmış değildir. O bu meseleyi biliyordu. ‘Bu uygulamanın sünnet olduğu Ömer'e gizli değildi. Bu uygulama Allah tarafından kullarına yönelik bir genişliktir.'[13]

 

Biz diyoruz ki tarih ve en önemli kaynaklar önümüzdedir. Yani Allah ve Resulünün teşri ettiği şey ve sahabenin icması ona gizli değildi. Allah genişletiyor, birileri gelip daraltıyor.

 

- Hem de hayatî bir konuyu…

 

- Ben bir cümleye işaret etmek istiyorum. İmam Sananî, Sübülü's-Selam adlı eserinde şöyle demektedir: Ömer'in bu konudaki uygulaması hakkında doğruya en yakın görüş bunun Ömer'in reyi olduğudur. Temettu haccı ve benzerlerini engellemeyi tercih ettiği gibi… Bunların tamamı onun sözlerinden alınmıştır. Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) dönemindeki şeylere muhalif oluşu… Temettu haccı kuşkusuz buna benzemektedir… Cevap olarak zikredilen bu zorlamalar uygun değildir. Ömer'den aktarılan bu davranışlar uygulanması zor ictihadlardır.[14]

 

- Allah'ın Kitab'ı ve Resulullah'ın sünneti karşısındadır…

 

- Bu bir tür nass karşısında ictihaddır.

 

- Bunca zorlamalarının nedeni nedir peki?

 

- Bilemiyorum. Bu durum gerçekten garip, bunca şeye rağmen Ehl-i Beyt Okulunu Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetine aykırı davranmakla suçluyorlar! Hz. Ali'yi, Ehl-i Beyt Ekolü bağlılarını Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetine aykırı davranmakla ve bidat ehli olmakla itham ediyorlar! Bu onların kültürlerinde mevcuttur.

 

Pasaj Ömer'in bu tür davranışlarının ve uygulamalarının bir iki taneyle sınırlı olmadığını göstermektedir. Ben hiçbir not düşmeyeceğim. Sadece İbn Kayyım'ın sözlerini aktarmakla yetineceğim. Bakınız o Ömer'in fiili hakkında ne diyor: Şeriata uymayı ve hakkı bilmeyi kasteden, sahabenin görüşünü kabul eden bilginler… Bu ruhsat ahmak insanları bu işi yapmak zorunda bırakmıştır. Onlar takvayı da terk ettiler. Kendi nefislerine bu elbiseyi giydirdiler. Allah-u Teâlâ'nın teşri ettiği yolun dışında boşama gerçekleştirdiler.[15]

 

Yani tek bir defada verilen üç talakın üç talak olarak kabulü insanları ahmak konumuna düşürmüştür. Allah-u Teâlâ insanlar için bu şekilde gerçekleştirilen talakın tek bir talak olduğunu teşri etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın fiili nedir? Bu insanları ahmak olarak görünce ve İbn Kayyım'ın dediği gibi ahmaklıklarının kendilerini alıp sürüklediğini görünce Allah-u Teâlâ Ömer döneminde yeni bir peygamber göndermiş ki bu da Ömer'dir! Seyyidim, İbn Kayyım Ömer peygamberdir demiyor ki diyebilirsiniz.

 

Ben de bu anlama gelecek sözler söylüyor, diyorum.

 

O şöyle diyor: Allah-u Teâlâ raşid halifenin diliyle onların kendi nefislerine ilzam ettikleri şeyi yürürlüğe koymuştur.[16]

 

Allah-u Teâlâ Ömer bir şey dediğinde Ömer'e tabi oluyor! Bu onların dinde bidat ortaya koymaları, dini yerle yeksan etmeleri anlamına gelmektedir. Yani Allah-u Teâlâ dini yerle bir edecek bir peygamber gönderiyor! Birisinin sözleri hükümleri değiştiriyorsa bu şahıs ancak peygamber olabilir.

 

Değerli izleyiciler! Allah aşkına size bir cümleyle tek bir soru sormak istiyorum: Eğer bizler bu sözleri Hz. Ali (a.s.) hakkında söylemiş olsaydık Müslümanlar neler derlerdi? Yani biz Allah Resulü'nün (s.a.a.) şöyle şöyle yaptığını, Ali b. Ebu Talib'in de Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) bu sünnetine, Kitabına ve sahabenin icmasına muhalefet etmiş olduğunu varsayıp böyle sözler etseydik bize bu apaçık bir aşırılıktır derdiniz. Allah'ın Kitabına ve Resulünün sünnetine muhalefet eden kimseyi nebi yaptınız derdiniz.

 

- Hz. Muhammed'in (s.a.a.) helali kıyamet gününe kadar helaldir…

 

- Buna göre ikinci halifenin helali kıyamet gününe kadar helal oluyor, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır. Değerli izleyicilerden özür diliyorum. Zira hâşâ sanki Allah-u Teâlâ bu Müslümanların bu tür ahmaklıklara müptela olacağını bilmiyordu ve üç talakın tek talak olması gerçeğinin farkına Ömer vardı. Yeni bir teşrî gönderdi. Allah-u Teâlâ bu yeni teşrii Ömer'in dilinden icra ediyor. İşte onun sözünü sürdüren insanların mantığı!

 

İbn Kayyım, ‘Allah-u Teâlâ raşid halifenin diliyle icra etti. Sahabe de onunla birlikteydi. İnsanlara bu sözlerinin gereğini uyguladı. Onların kendi boyunlarına koyduğu ağır yükü geçerli kıldı. İşte bu şeriatın sırlarlındandır. İnsanların akıllarına uygun düşmez'[17] demektedir.

 

Hangi sahabe ey İbn Kayyım! Sen az önce sahabenin icmasının farklı olduğunu söylemiştin. İbn Teymiyye sahabe icmasının bunun hilafına olduğunu söylemektedir. O da konunun son derece önemli olduğunu biliyor. Bundan dolayı meseleyi sahabe ile bağlantılı hale getirmek istiyor.

 

Yani üç talakı geçerli saydılar. Pasajın son cümlesiyle de bu konu hakkında fazla soru sorma demeye çalışıyor.

 

- Öyleyse konu hayatidir.

 

- Elbette, bundan dolayı not düşmeyeceğimi söyledim ya.

 

- İkinci halifenin teşrî kaynağıyla bağlantılıdır.

 

- Karar değerli izleyicilerindir. Bizler eğer bu sözleri Ali'den (a.s.) veya Ehl-i Beyt'ten birisinden Allah Resulünün (s.a.a.) sünnetine muhalif sadır olan bir davranış ve eylem çerçevesinde nakletmiş olsaydık bize neler söylenmezdi ki! ‘Siz Şiiler imamlarınız için peygamberlik iddiasında bulunuyorsunuz. Siz Şiiler Allah'ın Kitabına, Allah Resulünün (s.a.a.) sünnetine ve sahabenin icmasına aykırı şeyler iddia ettiğinizden bidat ehlisiniz' derlerdi. Ancak konu Ömer olunca esen rüzgar Ali ve Ehl-i Beyt olunca esmiyor.

 

Başka bir nükteye işaret etmek istiyorum. Ümeyyeci din anlayışının olaya yaklaşımına bir bakınız. İbn Kayyım'ın İlamü'l-Muvakkıın adlı eserinden bahsediyoruz. O şöyle diyor: Ömer, Sıddık'ten sonra mutlak olarak ümmetin en bilginiydi. Nitekim Abdullah b. Mesud şöyle demektedir: Ömer'in ilmi bir kefeye bütün yeryüzünün ilmi bir kefeye konsa Ömer'in ilmi daha ağır basar. Ameş ise şöyle der: Ben bunu İbrahim en-Nehaî'ye aktarınca o cevaben şöyle dedi: Vallahi, ben öyle zannediyorum ki Ömer'in vefat etmesiyle ilmin onda dokuzu gitti.[18]

 

- Allah size bolca mükâfat bahşetsin. Seyyid Kemal Haydari Bey'e ve sizlere teşekkür ediyor, sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu.

 

 

 



[1] İmam Ebu Hamid Muhammed İbn Muhammed el-Gazzali, el-Mustasfa min İlmi'l-Usul, c. 1, s. 261, Bulak, 1322.

[2] İmam İbn Kudame, el-Muğnî, c. 5, s. 90, Tahkik Abdulmuhsin et-Türki.

[3] Muhammed İbn İsmail İbn İbrahim İbn el-Muğire el-Buharî, Sahihü'l-Buharî, c. 2, s. 207, Kitabü'l-Buyu', Ticarete Çıkış Babı, Tahkik Şuayb el-Arnavut.

[4] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 32, s. 351, Tahkik Allame Şuayb el-Arnavut.

[5] İmam Nevevî, Şerh-ü Sahihi'l-Müslim, c. 14, s. 357, Şeyh Halil Memun, Darü'l-Marifet, Beyrut, Lübnan.

[6] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 32, s. 353, Hadis No:19581 Tahkik Allame Şuayb el-Arnavut.

[7] Şeyhü'l-islam Ahmed İbn Teymiyye, Camiü'l-Mesail, 1. Cild, s. 257, Tahkik Mahmud Aziz Şems, Dar-ü Alemi'l-Fevaid.

[8] İmam İbn Kayyım el-Cevziyye, İlamü'l-Muvakkıın c. 4, s. 377.

[9] Bir kişinin hanımını zina iddiasıyla suçlaması ve şahid bulamamasından dolayı karşılıklı lanetleşmeye denir. Çev.

[10] Age, s. 383

[11] Age, s. 384

[12] Sahih-ü Müslim, c. 2, s. 634, Tahkik Şeyh Müslim İbn Mahmud İbn Osman es-Selefî, Kitabü't-Talak.

[13] İlamü'l-Muvakkıın, c. 4, s. 377.

[14] İmam Sananî, Sübülü's-Selam ila Buluği'l-Meram, c. 4, s.164, Tahkik Muhammed Subhî Hasan Hallak.

[15] İlamü'l-Muvakkıın, c. 4, s. 392.

[16] Age, agy.

[17] Age, agy.

[18] İlamü'l-Muvakkıın, c. 4, s. 26.

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

www.medyasafak.net