İslam Devrimi’nin şanlı yıldönümü

İslam Devrimi’nin şanlı yıldönümü
Her türden vehametin orta yerinde, ezilen Müslümanlar için, hatta aslında bütün ezilenler için bir umut ışığı olarak duran bir ülke var: İslami İran. İslam Devleti, 38. yılına girdi.

 

 

Abu Dharr

 

 

Crescent Online

 

 

Her türden vehametin orta yerinde, ezilen Müslümanlar için, hatta aslında bütün ezilenler için bir umut ışığı olarak duran bir ülke var: İslami İran. İslam Devleti, 38. yılına girdi.

 


İçinde bulunduğumuz Şubat ayı, İran İslam Devrimi'ni 38. yılına taşıyacak. İslam Devrimi'nin geride kalan ve itinayla geçen 37 yıl boyunca her dönemde terini ve kanını akıtması gerekti. Şimdi geçmişe bir yolculuk yapalım ve bu muazzam başarının bazı iniş çıkışlarını hatırlayalım.



İslam Devrimi bölünmüş ve çalkantılı bir dünyada doğdu. Bu dünyada kozlarını paylaşan iki canavar vardı; bunlardan her biri dünyayı kendisine göre şekillendirmek istiyordu. Bu canavarlardan biri kapitalist, diğeri komünistti. Onların birleşik hesaplarının dışında ve bu hesaplarına rağmen böyle bir şey oldu: özgür, bağımsız ve egemen bir devlet doğdu.



Kendi kendini yöneten, bağımsız ve kendine güvenen bu İslami devletin doğuşu, Müslüman dünyanın her yerinde heyecan ve coşku patlamalarına yol açtı. Öteki ezilen halklar dahi yeni doğan bu İslami modele umutla ve beklentilerle baktı. Hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin toplumsal içgüdüleri ve siyasi iç hissiyatları isabetliydi. Küresel “derin devlet” ise, bu “İslami tehditten” – iyi bir örneğin oluşturduğu tehditten – ürkmüştü.



Rahatsız olan Siyonistlerin ve emperyalistlerin bozulmuş psikolojisinin sonucu, İslami devlet daha beşikteyken onların adına Irak Baas rejimi tarafından bir saldırı ve işgal savaşının başlatılması oldu. Yeni doğmuş İslami devlet, sekiz kanlı yıl boyunca yiğitçe savaştı. Savaşın sonucu, yaklaşık bir milyon insanın ölümü, milyonlarcasının da yaralanması ve yer değiştirmesiydi. Ağustos 1988'de ateşkese varıldı ve Siyonistlerin, emperyalistlerin ve onların Arap taşeronlarının birleşik askeri gücü, başka düşmanlık alanlarına gönderildi.

 

Bütün acılarıyla birlikte savaş, başka durumda uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olacak olan tarafları bir araya getirdi. İslami İran'a dayatılan savaş, laikleri ve dindarları, Müslümanları ve gayrimüslimleri, Farsları ve Fars olmayanları, zenginleri ve yoksulları yanyana getirdi. Fakat savaş ateşleri söndürüldüğü zaman nüfusun bu kesitleri başlarını kaldırmaya ve seslerini yükseltmeye başladı.



Bazı “liderlik” figürleri, yanlış bir güvenlik hissine yöneldi: emperyalist kampa karşı açıklık ifade etmeye başladılar (o tarih itibariyle Sovyetler Birliği'nin varlığı son bulmuştu). Afganistan'ın istilası ve işgali esnasında bunu yaptıkları gibi, Bosna Müslümanlarına yönelik savaş esnasında da aynısını yaptılar. Bütün bunların neticesi İran'ın “Şer Ekseni”nin bir üyesi olarak adlandırılması oldu.



1980'li yılarda İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı savaş olarak başlayan şey, yeni yüzyıla girilirken İslam Cumhuriyeti'ne karşı “ekonomik, mali ve parasal” yaptırımlara dönüştü. Bu, Siyonist İsrail'in kışkırttığı Amerika'nın uluslararası para sisteminin temel üyelerini, İslami İran'ın gerçek anlamda bütün uluslararası parasal işlemlerini engellemek üzere bir araya getirmesiyle ve bunun yanında İran'ın dünya çapındaki varlıklarının dondurulması da dahil bir dizi başka kanun ve prosedürün hazırlanmasıyla tepe noktasına ulaştı.



Siyonist kontrollü merkezlerden çıkan bu sebepsiz düşmanca politikalara paralel olarak İslam Cumhuriyeti, barışçıl nükleer teknoloji edinme yönünde akıllıca bir programa girişti. Küresel derin devletin çok derinlerdeki korkusu bir kez daha yersiz bir şekilde kızıştı. Bu yüzden final çizgisine doğru bir yarış başladı: ya emperyalistlerin ve Siyonistlerin oluşturduğu siyasi nitelikli ülkeler kulübü İslami İran'ı topyekün mali savaşta teslim olmaya zorlayacak, ya da İslam devleti, savaş yanlılarının oluşturduğu bu siyasi ittifakın aklını başına getirecek ve onları İslami İran'ın barışçıl nükleer teknoloji edinme hakkını tanımaya zorlayacaktı.



Ruhani yönetiminden önceki iki dönem, bütün hatalarına rağmen şimdiki yönetimin üzerinde müzkere yürüttüğü siyasi sermayeyi inşa etti. Ve final çizgisine doğru giden yarış, kamusal düzeyde beslenen bir “bağ” izlenimiyle sonlanıyordu. Bu bir bağ değildir. Aynı Siyonist-emperyalist hiyararşinin renklerini ve taktiklerini değiştirdiği yeni bir safhanın başlangıcıdır. 



Bundan sonra Suudilerin öncülük ettiği mezhepsel boyut devreye girdi. Askeri patlamalar İslam Cumhuriyeti'ne diz çöktüremedi. Ekonomik infilaklar İslam Cumhuriyeti'ni teslim olmaya zorlamayı başaramadı. Şimdi de Siyonist-emperyalist manipülasyonlar İslam Cumhuriyeti'ni çökertmeyi başaramayacaktır.



Bu bizi, bugünlerde yaşadığımız gurura getiriyor. Anın ele geçirdiği zafer sarhoşu kalabalıklar, Ortak Kapsamlı Eylem Planı'nın (JCPOA) rahatsızlık ve tehlikeyle bağlantılı olduğunu az anlıyor. İran'da coşku, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinde üzüntü, Avrupa'da rahatlama hissi, İsrail'de bunalım, ABD'de ise zihin bulanıklığı var.



Bunlar Irak, Suriye ve Yemen'de kendisini nasıl gösterecek? Ölüm-kalım pozisyonunda olan Arap yöneticiler için geriye kalan seçenekler neler? Suudi soyluları şimdi Amerikalı aracıları ortadan kaldırmaya yöneliyor ve hayatta kalmak için doğrudan İsraillilere gidiyor. Asil Suudi vaizleri, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen'i pençesine almış Safevi tehlikesinden dem vuruyor! Devlet lugatları şimdi İslami İran'dan “Ümmet'in düşmanı” diye söz ediyor! İsraillilerin ve “Halkın Mücahitleri”nin jargonunu tekrar ederek İslami İran'dan “Mollalar rejimi” diye bahsediyorlar. Suudi sözcüleri – ki içlerinde kendilerini çağdaş İslami Hareket'in içinde sayanlar da var – Müslüman Ümmeti içindeki “azınlıklardan” ve “çoğunluklardan” söz ediyor! Kastettikleri de “Sünni” çoğunluk ve “Şii” azınlık. Müslümanlar hakkındaki Siyonist-oryantalist tanıma gömülmüş durumdalar. Eğer bağımsız İslami akıllarını kullansalardı şunu anlarlardı: Eğer “azınlık” ve “çoğunluk” gibi terimleri kullanmak zorundalarsa, azınlığın yönetici sınıf(lar), çoğunluğun da geri kalan herkes olması gerekir.



Bir İslam ülkesinin İslami yönde ilerlemesi, Suud kalemlerinin ve Siyonistlerinin tepesini neden attırır? Onlar kahve yudumlayıp, sigara içip, şarap içip domuz eti yerken, Filistin'in özgürlüğü meselesi ortada duruyor. Söz konusu olan Yemen'in Medaya'ları ve Zabadani'leri olduğu zaman ücretlerini Suudilerden alan şeyhler nerede? Bu dengesiz Suudiler Filistin meselesini terk ederken Filistin'in yardımına koşanların “Safeviler” olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Suudilerin çocuklarıyla konuşacak kadar ilişkisi olan birileri onlara, Yemenlilerin kendi ülkelerinde özgürlük arayışına olduklarını, Suudilerin öncülüğündeki saldırının ise hem Kuran'ın ve Sünnet'in bütün ilkelerine, hem de uluslararası hukuka ve angajman kurallarına aykırı olduğunu söyleyebilir mi? Misket bombası, fosfor bombası… Sırada ne var, napalm bombası mı? Suudi yöneticiler Suriye'deki düşmanları ve İsrail'deki dostları gibi hareket ediyorlar.



Neden Beni Suud ve onların Vehhabi din adamları sınıfı tekfirci lugatlerini İslami İran'a yöneltti? Suudi rejiminin hem siyasi hem de dini silahları İslami İran'a karşı ateşleniyor ama Siyonist İsrail'e karşı ateşlenmiyor. Ulemanın İsrail esinli mezhepçilik dalgasının üzerinde sürüklenmesi, zamanın sonunun bir alametidir. Zihinleri cehaletle dolu Arap yetkililere sorun: “Safevilerin” Mısır'da demokratik yoldan seçilmiş hükümetin devrilmesiyle bir ilgisi var mı? “Safevilerin” kendi yolunu bulmaya çalışan Tunus'un istikrarsız ekonomik koşulların kıskacına alınmasında bir dahli var mı? İranlı “Safeviler” Libya'daki birbirinden kopuk ve antagonistik grupları mı destekliyor? Binlerce adanmış Müslümanı demir parmaklıkların arkasına atmış, kaçmaya zorlamış veya sürgün etmiş Mısırlı bir diktatörü destekleyen İranlı “Safeviler” mi? Bütün bu karmaşaların arkasında olanlar Yahudi merkezli Vehhabiler değil mi?



Ve bilin bakalım ne oldu: İslami bir liderliği ve bağlıları olan İslam devleti, bütün bu karmaşada ayakta kaldı. Önyargı ve fesattan azade bir yüreğin ve zihnin, bu İslami başarı öyküsünü desteklemekten başka seçeneği yoktur.



“Biz ise, o güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları vâris kılmak istiyorduk…” (El-Kasas: 5).

 

 

www.medyasafak.net