Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (59)

Ayetullah Kemal Haydari'den Sekaleyn Hadisi dersleri (59)
Ehl-i Sünnet’in büyük bilginlerinin eserlerinden bazı pasajlar okuyacağım ki konu vuzuha kavuşsun. Sizin de belirttiğiniz gibi Kevser Havuzu konusu Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia arasında ortaktır. Bu konu İmamların sayısı, masumiyetleri gibi üzerinde görüş ayrılığı bulunan meselelerden değildir.

 

- Rahman Rahim Allah'ın Adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.), tertemiz Âl'ine olsun. Hamd âlemlerin rabbi Allah'adır. Değerli izleyiciler es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu. Ayetullah Seyyid Kemal Haydari Bey'i selamlıyorum. Saygıdeğer efendim, önceki programın bir özetini sunmanız mümkün mü?

 

- Kovulmuş şeytandan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınır, Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Allahümme salli alâ Muhammedin ve Âl-i Muhammedin ve accil feracehum.

 

Allah-u Teâlâ'ya hamdü senalar olsun ki önceki programda Sekaleyn Hadisi'nin içerdiği bölümlerin en önemlisini ele alıp incelemeye başlayabildik. Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ‘Bu iki şey kıyamet günü Havuz başında bana gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır' dediği bölümü kastediyoruz. Önceki programlarda bu kısmın sahih ve muteber isnad zincirleriyle aktarılmış olduğunu vurgulamış ve bu kanalları etraflıca incelemiştik.

 

Ayrıca hadisin bölümlerinin anlaşılması için uyguladığımız metot gereğince öncelikle her bir bölümü oluşturan kelimeleri ve terkipleri birer birer ele alıp inceleyeceğimizi de dile getirmiştik. Biz bu metodu sadece hadisi anlama noktasında uygulamıyoruz. Hamd suresini içeren el-Lübab fi Tefsiri'l-Kitab adlı eserimizde de uyguladığımız metot budur. İnşallah yakında yayınlanacak olan Mantıku Fehmi'l-Kur'an adlı eserimizde de söz konusu metodu uyguladık. Öncelikle nassı oluşturan kelimeleri etraflıca inceliyoruz. Herhangi bir dinî nassı oluşturan kelimeleri ele alıp incelemediğimizde söz konusu nassın terkibî içeriğini anlayabilmemiz mümkün değildir. Zira terkibî içerik kelimelerden ve bölümlerden oluşmuştur. Söz konusu kelimelerin ne şekilde anlaşılması gerektiğini tetkik etmez ve ele almazsak tabiatıyla bu durum dinî nassın terkibî anlaşılmasına da olumsuz bir şekilde yansıyacaktır. Bu durum Kur'an nassları için geçerli olduğu gibi -ele aldığımız konudaki gibi- nebevî nasslar için de geçerlidir.

 

Hareket noktamız burası olduğundan Sekaleyn Hadisi'nin bu mübarek bölümün kelimelerini incelemeye geçen derste başlamış ve iki kelimeye işaret etmiştik. Diğerlerini de bu programda ele alacağız inşallah.

 

Bizler Hz. Peygamber'in (s.a.a.) “Allah'ın Kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt'im” ifadelerinden sonra bu bölüme ‘Hüma len yefterıka' şeklinde başlamadığını vurgulamıştık. Yani Hz. Resulullah (s.a.a.) hadisin bu bölümünü ‘Fe hüma len yefterıka hetta yerida aleyye'l-havz' şeklinde ifade etmemiştir. O bu ifadenin yerine ‘İnnehüma len yefterıka hetta yerida aleyye'l-havz' buyurmuştur. Bizler 'inne' lafzının pekiştirme ve kuvvetlendirme anlamlarını ifade ettiği noktasında herhangi bir kuşku olmadığını açıklamıştık. Yani Hz. Resulullah (s.a.a.) bu hakikati vurgulamak için cümleye pekiştirme ifade eden edatlardan biriyle başlamıştır. Hâlbuki O (s.a.a.) pekâlâ bu pekiştirme ifadesini kullanmayabilir, bunun yerine ‘Fe hüma len yefterıka hetta yerida aleyye'l-havz' diyebilirdi. Önceki programda bu hususa vurgu yapmıştık.

 

Geçen programda üzerinde durduğumuz ikinci lafız ‘len' edatıydı. 'Len' edatı üzerinde biraz etraflıca durmak istiyorum. Zira bu konu hakkında oldukça fazla telefon ve mesaj aldık.

 

Azizlerim, ‘len' edatının olumsuzluk ifade ettiğinde hiç kuşku yoktur. Bizler geçen programda 'sevfe'nin  olumlu yerde, 'len'in de olumsuzluk için kullanıldığını görmüştük.

 

Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.a.) Kitab ve İtret'in ayrılabileceği düşüncesini pekiştirerek olumsuzlamaktadır. ‘Fe innehüma len yefterıka.' Gerçi en azından ‘len' edatının olumsuz anlam verdiğinde tüm nahiv bilginleri ittifak halindedir. Bu konuda herhangi bir tartışma ve görüş ayrılığı yoktur. Görüş ayrılığının olduğu nokta olumsuzluk anlamını veren 'len' lafzının anlamının sadece bu kadarla sınırlı olup olmadığıdır. Nitekim nahiv bilginlerinin bir bölümü 'len' edatının ‘lem' veya ‘la' edatı gibi olduğunu varsaymışlardır. Bu iki lafız kelama sadece olumsuz anlam katar. Bir diğer ifadeyle ‘len' edatında olumsuzluk anlamının yanı sıra pekiştirme anlamının olup olmadığı tartışmalıdır.

 

- Bu noktada görüş ayrılığı söz konusudur.

 

- İkinci nokta görüş ayrılığına neden olan husustur. Yani ‘len' edatıyla ilgili olarak elimizde iki görüş bulunmaktadır. Üzerinde ittifak olan ilk husus ‘len' edatının olumsuzluk ifade etmesidir. ‘Len' edatının nefy-i müekked (pekiştirilmiş olumsuzluk) olup olmadığındaysa ihtilaf vardır.

 

‘Len' edatı hakkındaki ikinci tartışma ise sözcüğün ebedîlik ifade edip etmeyişidir. Yani ‘len' sözcüğü ‘nefy-i müebbedi' (ebedî olumsuzluk) ifade etmekte midir, etmemekte midir? Bu konuda görüş ayrılığı vardır.

 

Azizlerim, el-Keşşaf adlı tefsirin müellifi Allame Zemahşerî ‘len' edatının olumsuzluk anlamına sahip olduğu gibi ebedîlik anlamına da sahip olduğu görüşündedir. Nitekim o, diğer eserlerinde de bu görüşü savunmuştur.  Bu konuda çeşitli ayetlerle istidlalde bulunmuştur. Allah-u Teâlâ'nın ‘len terani / beni göremeyeceksin' buyruğu ona göre sadece olumsuzluğu değil ebedî olumsuzluğu ifade etmektedir. Yani beni görebilmen olanaksızdır.

 

Diğer görüş, nahiv bilginlerinden bir grubun sahip olduğu görüştür. Ebu Hişam el-Ensarî (h. 761) bunlardan birisidir. O el-Muğnî adlı eserinde şöyle der: Zemahşerî'nin hilafına ‘len' edatı ne pekiştirme anlamı ne de ebedilik anlamı verir. O, Keşşaf adlı eserinde bu edatın pekiştirme anlamı verdiğini söylemektedir. Verdiği örneklerde de aksi anlam geçerlidir. Her iki iddiası da delilden yoksundur. Eğer ‘len' edatı ebedîlik ifade etmiş olsaydı “len ükellime'l-yevme insiyya / artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım” ayetinde geçtiği gibi olumsuzluğu bugünle sınırlandırılmazdı. “Ve len yetemennevhü ebeda / onlar ölümü asla temenni etmeyeceklerdir” ayetinde geçen ‘ebeda' sözcüğü de tekrar olmuş olur.[1] Eğer ‘len' edatı ebedî olumsuzluk anlamına sahip olmuş olsaydı bu olumsuzluğun bir gün ile sınırlandırılmasının anlamı olmazdı. Hâlbuki ayet-i kerimede bir gün ile sınırlandırılmıştır.

 

“Ve len yetemennevhu” ayetinde geçen ‘len' ifadesi Zemahşerî'nin görüşüne göre zaten ebedîlik ifade etmektedir. Bundan sonra gelen ‘ebeda' sözcüğü de ‘len' edatının taşımış olduğu ebedîlik anlamının tekrarı olmuş olur. 'Ebeden' sözcüğü ilkinin pekiştiricisi olunca, Arap dili kaidesine göre durum tesis ile tekid arasında kalmışsa tesis tekitten önceliklidir. Yani ‘len' edatı 'ebeden' kelimesinden de anlaşılacağı gibi ebedîlik anlamını barındırmamaktadır.

 

Seyyidim, bu konuyu neden anlattınız diye bir soru gelebilir.

 

El-cevap, ‘len' edatı hakkındaki görüş ayrılığı hadisi anlamamızda hiçbir etkiye sahip değildir.

 

- Konunun aslı Kur'an-İtret ayrılmazlığıdır.  

 

- Konunun aslı olumsuzluk ifadesidir. İster İmam Zemahşerî'nin dediği gibi ‘len' edatı olumsuzluğun pekiştirilmesi ve olumsuzluğun ebedîliği anlamına delalet etsin, ister İmam Ebu Hişam el-Ensarî'nin dediği gibi buna delalet etmesin bu durum hadisi anlamamıza olumsuz hiçbir tesirde bulunmaz.

 

Bundan dolayı aziz dostlar için bu meseleye işaret ettim. Aziz dostların zihinlerine ‘len' edatının ebedîlik ifade ettiği şeklinde bir düşünce gelmesin. Esasında bu konu İmam Zemahşerî'nin yalnız kaldığı meselelerdendir. Yani bu konuda ona son derece nadir sayılabilecek bir grup uymuştur. Nahiv bilginleri ve muhakkikler arasında ‘len' edatının ‘nefy-i müekked' anlamını barındırdığı ancak ‘nefy-i mutlak' ile ‘nefy-i müebbed' anlamlarını taşımadığı görüşü şöhret bulmuştur. Yani nahiv bilginleri tam orta yolu tutmuşlardır. ‘Len' edatını diğer olumsuzluk edatlarından ayırt etmişler ve ‘nefy-i müekked' anlamını içerdiğini dile getirmişlerdir. Diğer taraftan ‘nefy-i müebbed' anlamını da barındırmadığını söylemişlerdir. ‘Len' edatının pekiştirici bir anlama sahip olduğu kesinleştiğine göre cümlede iki tane pekiştirici unsur olmuş olur. Bunlar ‘innehüma' müfredinde geçen ‘inne' edatıyla ‘len yefterıka' kelime grubunda geçen ‘len' edatıdır.

 

- Hadisin bu bölümünün diğer sözcüklerinden neyin murad edildiği konusuna geçelim.

 

- Biz hadisin bu bölümünde başka sözcüklerin bulunduğunu da belirtmiştik. ‘Kitab-İtret' veya ‘Kitap-Sünnet' ayrılmazlığını / iftirakını şimdilik bir tarafa bırakarak sadece iftirak / ayrılma kelimesini ele alalım.

 

Azizlerim, lügavî konuların detaylarına dalıp da konuyu uzatmak istemiyorum. Eğer iki şey veya iki şahıstan birisi diğerinin yanı başında duruyorsa ‘mütelasıkan / birbirine yapışmış olan iki şey' veya ‘mütelazıman / birbirinden ayrılmayan iki şey' ifadeleri kullanılır. Ya da biri diğerinin yanı başındadır denilir. Biri bir yöne diğeri de başka bir tarafa gidecek olursa ‘ifteraka / ayrıldılar' denilir. Senin yanında seninle birlikte bulunan bir arkadaşın olup onun gittiğini haber vermek istediğinde ‘ifterakna/ ayrıldık' dersin.

 

Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak bu kelime (ifteraka) sözcüğü Kur'an ile İtret'in yan yana olduğunu dile getirmek istiyor. Yani birinin bir tarafa diğerinin başka bir tarafa asla gitmeyeceğini söylüyor. Kur'an nereye gidecek olursa yanı başında Kur'an'ın dengi olan bir şeyin O'nunla birlikte olacağını söylemektedir.

 

- Bu yanı başında olan şeyin Sünnet mi yoksa İtret mi olduğu ayrı bir konu.

 

- Bu konu inşallah ileride gelecektir. Biz şimdilik sadece olayın aslını, yani iki tane pekiştirme unsuruyla tekid edilen (inne ve len edatları) Kur'an-İtret / Sünnet ayrılmazlığını ortaya koyup ispatlamak istiyoruz. Bu sahada lügat bilginlerinin açıklamaları açıktır.

 

İlk kaynak Rağıb el-İsfahanî'nin (h. 522) el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an adlı eseridir. O, F-R-K maddesinde şöyle diyor: Fark, yarılma anlamında kullanılır. “Ve iz ferakna bikümü'l-bahra / Sizin için denizi yarmıştık.” Firak ise ayrılan parça anlamına gelmektedir. Topluluk için kullanılan fırak kelimesinde de bu anlam bulunmaktadır. “Her grup kendi elindekiyle sevinmektedir”. İnsanlardan ayrı olan topluluğa fırka denilmesinde de bu anlam söz konusudur.

 

‘Feraktu beyne'ş-şeyeyni/ iki şeyin arasını ayırdım'...[2]

 

Pasajda geçen ilk ayette denizin iki yanını birbirinden ayırmak anlamı bulunmaktadır. Fırka kelimesine gelince, bu sözcük bütün topluluklar için kullanılmamaktadır. Bir topluluğa fırka denilebilmesi için diğer cemaatlerden ayrılmış olması gerekiyor. 

 

- Belirli bir engel…

 

- Tam isabet. İster belirli olsun ister belirsiz olsun sonuçta bir engel var. Biri sağa diğeri sola yönelmektedir.

 

- Biri bir düşünceye diğeri başka bir düşünceye yönelmektedir, görülmeyen hususlarda…

 

- Tabi bu manevî şeyler içindir. Allah mükâfatınızı versin. Bu ayrılma ister gözün ister basiretin idrak ettiği bir ayrımla olsun aynıdır.[3] Yani bazen Kur'an-ı Kerim senin yanında olur ve sen onu yanından maddi ve bedensel olarak ayırmazsın. Hatta onu ezberlersin. Ancak sen düşüncenle, inanışınla ve girmiş olduğun yol ile Kur'an'dan fersah fersah uzak olabilirsin. İmdi ‘len yefterıka' ifadesinden muradın maddî ayrılış olmadığını anlıyoruz. Nice Kur'an okuyanlar vardır ki fasık, zalim, facir vb. olmaları yüzünden Kur'an onlara lanet eder.

 

Öyleyse azizlerim ayrılma maddî olabileceği gibi manevî de olabilir. Bir diğer ifadeyle akideye, ahlaka, sirete dair hususlarda ayrılmalar, sapmalar ve kopmalar da olabilir. İnşallah bu hakikati açık bir şekilde incelemeye çalışacağız. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hanımlarından birine O'nun (s.a.a.) ahlakı hakkında sorulduğunda cevabı şöyle olmuştur: “O'nun ahlakı Kur'an idi.” Yani Kur'an bütün kemâlâtıyla, ahlakıyla ve varlığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsında somutlaşmıştı. Kur'an'dan ayrılması mümkün değildi. Bir diğer ifadeyle ikisi ne ahlak, ne siret, ne inanç, ne anlayış, ne hidayet ve ne de imamette birbirlerinden ayrılabilirler.

 

Bundan dolayıdır ki Rağıb el-İsfahanî bu ifadelerden sonra şu ayetleri getirmektedir: “ve yüridune en yufarriku beynallahi ve rusulihi / Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip” (4/en-Nisa/150); yani Allah'a inandıklarını izhar edip resulleri inkâr etmek isteyenler.[4]

 

Pasajdan hareket edecek olursak ayette söz konusu edilen kimselerin aslında Allah ile Resullerinin arasını ayırt etmemeleri gerekmektedir. Öyleyse ‘ferrake' fiilinin anlamı bir bölümüne iman edip diğerlerine iman etmemek demektir.

 

Rağıp el-İsfahanî'nin el-Müfredat adlı eserinde işaret ettiği hayatî önemi haiz nüktelere dikkat etmek gerekmektedir.

 

‘F-r-k' maddesinin yukarıda geçen anlamı aynısıyla Ebu Mansur el-Ezherî'nin (h.370) Tehzibü'l-Luğa adlı eserinde de mevcuttur. O bu eserinde şöyle der: Fark iki şeyi birbirinden ayırmaktır.[5]

 

Ancak birbirinden ayrılan bu şeylerin maddî ve cismanî olması gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Bunlar maddî olabileceği gibi manevî-akidevî de olabilirler. Bu ikinci kaynak...

 

Konuyla ilgili olarak sadece lügat bilginlerinin bazı açıklamalarına işaret ettik, diğer ulemanın bu konu hakkındaki açıklamaları da ziyadesiyle çoktur.

 

Üçüncü kaynak İmam İbnü'l-Esir el-Cezerî'nin en-Nihaye fi Ğaribi'l-Hadis adlı eseridir. O şöyle der: ‘teferruk' ve ‘iftirak' sözcüklerinin anlamları aynıdır. İbn Mesud'un hadisinde geçen ‘teferraktu' sözcüğünde de bu anlam söz konusudur. O şöyle der: Ben Mina'da Hz. Peygamber, Ebu Bekir ve Ömer'in arkasında namazı iki rekât olarak kıldım. “sümme teferrakat bikümü't-turuk / Sonra her biriniz ayrı ayrı yollara saptınız.” Yani sizden her biriniz bir görüş edinerek ve bir söze meyil ederek sünneti terk ettiniz.[6]

 

İbn Esir'in bu açıklamasına göre ‘len yefterıka' ile ‘len yeteferraka' aynı anlamdadır.

 

- Bu son derece önemli bir konudur.

 

- Elbette. Zira hadis-i şerifin bu bölümü her iki sözcükle de bize aktarılmıştır. Her ikisi de aynı anlama gelmektedir.

 

- Bu ayrılma manevî iftiraktır, maddi iftirak değil.

 

- Tam isabet. Yani manevî ve dinî iftirak. Öyleyse bir şahıs gelir de "Biz Kitab'ı kabul ederiz ama Sünnet'i kabul etmeyiz'" derse ne demiş olur?

 

- Kitab'ın bir bölümüne iman ediyor, bir bölümünü ise inkâr ediyor.

 

- Tam isabet. Dinin bir bölümüne iman ediyor, bir bölümünü ise inkâr ediyor. Yani haktan ayrılıyor.  Öyleyse bir şahıs “Biz Kitab'ı kabul ederiz ama İtret'i kabul etmeyiz” dediğinde... Zira Kur'an-ı Kerim açık bir şekilde ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.' (59/el-Haşr/7) buyurmaktadır. O'nun bize verdiği şeyler arasında “Size benden sonra tutundukça asla sapıtmayacağınız şey/ler/i bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt'imi. Bu iki şey kıyamet günü Havuz başında bana gelinceye kadar asla birbirinden ayrılmayacaklardır” sözüyle bildirilen Kitab ve İtret-i Tahire de bulunmaktadır. Bu ele aldığımız üçüncü kelime idi.

 

Hadisin bu bölümünün dördüncü kelimesine gelince…

 

-Efendim dördüncü kelimeye geçmeden önce sunmuş olduğunuz ‘len yefterıka' üzerinde biraz dursak.

 

- Şu anda içeriksel bölüme hiç girmeyelim. Biz şimdilik sadece lügavî konular üzerinde duruyoruz.

 

Azizim, inşallah ilerde bu kelamın vermek istediği mesajı detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Yarın bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağını söylediğimizde bize “Bunu nereden çıkardınız?” denilmemesi için lügat sahasına giren açıklamaları yapıyoruz.

 

- ‘Len yefterıka' ile ilgili olarak çoğu defa konu birdir denilmektedir.

 

- İçerik konusu ileride gelecektir. İçeriğe geçtiğimizde ‘len yefterıka' kelime grubunun aynı şey anlamına gelip gelmediği konusunu inceleyeceğiz. Bunların birbirine yapışık ve birlikte bulunan iki şey mi yoksa biri sözsel diğeri dışsal olan iki irtibatlı varlık mı olduğu konusunu ele alıp inceleyeceğiz.

 

- Çünkü siz Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hanımlarının birisinden O'nun ahlakı hakkında aktarılan bir nakle işaret ettiniz.

 

- Ben sadece işaret ettim.

 

- Ahlakı Kur'an idi. Yani O, Kur'an'dır…

 

- O'nun ahlakının Kur'an oluşu O'nun Kur'an oluşu anlamındadır. Bu hakikatin yazılmasını istediğimizde hakikat Kur'an lafızlarına dönüşmekte, bedenleşmesini istediğimizde hakikat Hz. Resulullah'a (s.a.a.) dönüşmektedir. Öyleyse Hz. Resulullah (s.a.a.) Kur'an'ın bedenleşmiş şekli, Kur'an ise Hazret'in (s.a.a.) yazılı şeklidir. Bu konu inşallah ilerde detaylı bir şekilde gelecektir. Bir hakikatin iki yüzü gibidir.

 

Dördüncü sözcük ‘hetta'dır. Hz. Resulullah (s.a.a.) ‘innehuma len yefterıka hetta' buyurmuştu.

 

‘Hetta' kelimesini ne anlama gelmektedir?

 

El-cevap, ‘hetta' sözcüğü ‘gaye' anlamını ifade etmektedir.

 

- Özetle…

 

- Yani bir şeyin gayesi, son noktası… “Sirtü't-tarıka hetta... / yolun şurasına kadar yürüdüm.” Yürümenin son noktasını göstermektedir.

 

Doktor Fazıl es-Samerraî'nin Meani'n-Nahv adlı eserinde şöyle denilmektedir: Hetta ‘gaye' harfidir.[7] Yani bir şeyin son noktası… Ulaştığımız nokta. Gerçi lügat bilginleri arasında ‘hetta'dan sonra gelen sözcüğün fiilin içerdiği anlama dahil olup olmadığı noktasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Örneğin “Karetu'l-Kur'ane hetta sureti'n-nas/ Nas Suresine kadar Kur'an'ı okudum” dendiğinde Nas Suresi'nin de okunduğunu anlıyoruz. Ancak “Sumtu Ramazane hetta yevme'l-fıtri/ Bayram gününe kadar Ramazan orucunu tuttum” dendiğinde ‘hetta'dan sonraki kelimenin fiilin anlamına dahil olmadığını, yani o günde oruç tutulmadığını anlarız. Öyleyse ‘hetta' sözcüğünden sonra gelen kelime bazen fiilin kapsamına girerken bazen de dışta kalmaktadır. Ancak ‘hetta'nın bu anlamı da konumuza olumlu olumsuz hiçbir etkide bulunmamaktadır.

 

‘Hetta'nın önemi konumuzla ilgili olarak şurada ortaya çıkmaktadır; Kur'an-İtret / Sünnet ayrılmazlığı ne zamana kadar devam edecektir? Hz. Resulullah'ın bu buyruğu ne zamana kadar geçerli olacaktır? On, yüz, beş yüz yıl sonrası için mi, yoksa dünya var oldukça mı? Ne zamana kadar? Hadis açık ve net bir şekilde bu ayrılmazlığın Havuz başına kadar devam edeceğini söylüyor. Dolayısıyla arzusuna göre konuşmayan ve bildirdikleri vahiyden başka bir şey olmayan bir zatın mübarek dudaklarından dökülen bu nebevî buyruk Kur'an'ın İtret'ten veya Sünnet'ten ayrılmayacağını bildirmektedir.

 

- Ne ilk çağda…

 

- Ne ilk, ne ikinci çağda, ne üçüncü, ne onuncu, ne yüzüncü, ne de bininci çağda… Dünya hayatı ne kadar sürerse sürsün Kitab-İtret / Sünnet ayrılmazlığı devam edecektir. Hatta berzah âleminde bile birbirlerinden ayrılmayacaklardır. “Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (23/el-Müminun/100) Yani haşr-i ekbere, haşr-i ekberin duraklarına/ konumlarına kadar. Bütün bu evrelerde Kur'an denginden hiçbir şekilde ayrılmaz. Şu an Kur'an'ın denginin ne olduğu konusunu ele almıyoruz. Bu konu ilerde gelecektir.

 

Yani ahirette Kur'an-ı Kerim bir tarafta, dengi başka bir tarafta olmayacaktır. Kur'an'ın olduğu yerde onun dengi de hemen yanı başında olacaktır.

 

Hadisin bu bölümünün son kelimesine geçiyoruz.

 

- Büyük bir hakikat. Sen Kur'an ile birlikte diriltileceksin ve yanı başında Kur'an'ın dengi olan Ehl-i Beyt veya Sünnet bulunacak.

 

- Kur'an'a eş değer olan şeyin ne olduğunu ileride inceleyeceğiz. Öyleyse bu ayrılmazlık ve birliktelik Havuza kadar devam edecektir.

 

-Yani cennete veya cehennem ateşine girmeden hemen öncesine kadar devam edecektir.

 

- Azizlerim bu akşamki programımızın konusunun ‘Havuz' ve ‘Havuzun mahiyeti' olmadığını biliyorsunuz. Ancak meselenin izleyicilerin zihninde açık bir şekilde belirginlik kazanması için Havuz konusuna kısaca değinmek istiyorum.

 

- Mevzu son derece önemlidir. Bu noktada Sünnî ve Şiî olmak da gerekmiyor. Bu konu Şia'ya veya Ehl-i Sünnet'e özgü değildir.

 

- Ehl-i Sünnet'in büyük bilginlerinin eserlerinden bazı pasajlar okuyacağım ki konu vuzuha kavuşsun. Sizin de belirttiğiniz gibi Havuz konusu Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia arasında ortaktır. Bu konu İmamların sayısı, masumiyetleri gibi üzerinde görüş ayrılığı bulunan meselelerden değildir.

 

Azizlerim, ‘Havuz nedir?' sorusunun cevabını vermeye çalışacağım. İslam âlimlerinin eserlerinde geçen elimizdeki mevcut rivayetlerin bir bölümü kıyamet gününde elli tane durak / mevkif olacağını belirtmektedir. Bazılarında yetmiş mevkif (bekletilme yeri) olduğu geçmektedir. Özetle kıyamet gününün duraklarının sayısı hakkında farklı rivayetler vardır. Bu konumlardan bazılarına değinecek, bazılarını ise geçeceğim. Örneğin mizan, amellerin şehadeti, Araf, kitapların dağıtılması, şefaat vb… Bunun dışında sayılan diğer duraklar…

 

- Son durak...

 

- İşte son durak yeri Havuzdur. Sizin de vurguladığınız gibi bu duraktan sonra insanlar ya cennete ya da cehenneme gideceklerdir. Son durak yeri niçin Havuzdur peki? Rivayetlerde de okuyacağımız gibi cennete girecek olanların bu havuzdan bir kâse su içmeleri gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'in İnsan Suresi'nin açık ifadesi de bunu göstermektedir. Konumuz şu an bu olmamakla birlikte değerli izleyiciler için bu meseleye kısaca değinmek istiyorum. “Rableri onlara kendilerini tertemiz kılan bir içecek içirir.” (76/el-İnsan/21) Havuzdan alınan bu içecek kendilerini tüm şeylerden arındırıp tertemiz kılacaktır.  İşte bu esnada taharet ve ebedilik yurdu olan cennete girmeye hazır olurlar.

 

- Aziz izleyicilerimiz öyleyse Haşir veya Kıyamet gününün en son durağı havuzdur.

 

- Havuz konusunu uzatmak istemiyorum. Havuz ile ilgili bir iki konuya işaret edeceğim.

 

Bu konu çerçevesinde müfessirler ve muhaddislerin açıklamalarında bir keşmekeşlik ve karışıklık söz konusudur.  Onlar Kevser Nehrinin Kevser Havuzu olduğunu zannetmektedirler. Bundan dolayı işaret edeceğimiz bazı problemlerle karşılaşmışlardır. Bu en önemli müşküllerden biridir. Hem Ehl-i Sünnet hem de Ehl-i Beyt Medresesi'ne bağlı Müslüman bilginlerin açıklamalarında şu ifadeler geçmektedir: Kevser, cennette bir nehirdir. Hz. Resulullah (s.a.a.) Mirac'a çıktığında bu nehrin cennetin içinde olduğunu görmüştü.

 

Şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Öyleyse O'nun bazı sahabelerinin Kevser Havuzundan içip bazılarının engellenmesi, hem cennette olup hem de geri çevrilmeleri nasıl mümkün olabilir?

 

- Yani nasıl hem cennete girmiş hem de Havuzdan uzaklaştırılmış olsunlar?

 

- Tam isabet. Azizlerim, bu konu üzerinde detaylı bir şekilde durduk. Azizler, bir kaynağa işaret etmek istiyorum. Bizler, aslı cennette olan Kevser Nehri ile bu büyük nehrin bir kolu olan ve cennetin kapısından dışarı çıkan, içenin cennete gireceği, alıkoyulanın ise cennete giremeyeceği Kevser Havuzunu birbirinden tamamen ayırıyoruz.

 

Konuyla ilgili birçok rivayet bulunmaktadır. Bazı rivayetleri sunmaya çalışacağım.

 

İmam İbn Kayyım el-Cevziyye'nin Hadi'l-Ervah adlı eserine bir bakalım. O bu eserinde şöyle der: Yedinci kat göğe, Sidretü'l-Münteha'ya yükseltildim... Bu ağacın dibinden dört nehir kaynıyordu. İki nehir zahir, iki nehir de batın idi. “Ey Cebrail, bu dört nehir nedir?” diye sordum.

 

Cebrail (a.s.) ‘Batınî nehirler cennette iki nehirdir; zahirî olan nehirler Nil ile Fırat nehirleridir', dedi.[8]

 

Zahir ve batın oluşun ne anlama geldiği ayrı bir konudur.

 

Bir diğer rivayet şöyledir: Ben, cennette gezinirken önüme bir ırmak çıktı. İki yakası içi boş inciden kubbelerdendi. Beraberimde bulunan meleğe “Bu nedir ey Cebrail?”, diye sordum. O, bu, sana Rabbinin verdiği Kevser'dir, dedi. Melek elini onun toprağına vurdu da, çamurundan misk çıktı. “Gerçekten Biz, sana Kevser'i verdik.”[9] İşte bu Kur'anî Kevser'in misdaklarındandır.

 

Sahihü Müslim'de ise şöyle geçmektedir: Kevser cennette bir nehirdir. Onu Rabbim bana vaad etmiştir.[10]

 

Rivayetler bu şekilde nakletmektedir. Bir diğer rivayette ise şöyle geçmektedir: Kevser, cennette bir ırmaktır. İki yakası altındandır, inci ve yakutun üzerinden akar. Bu hadis hasen-sahihtir der.

 

Bu rivayetler Kevser Nehri hakkındadır.

 

Geliniz bir de Kevser Havuzuna bir bakalım. Sahihü'l-Buharî'den bir rivayet okuyacağız. Rivayet şöyledir. İbn Şihab'tan, o Said İbn el-Müseyyeb'ten, o da Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre o, Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Havuz başında ashâbımdan bazılarını bana getirirler. Havuzdan engellenirler. O zaman ben “Ya Rabbim! Ashabımdı onlar...” dediğimde “Senden sonra onların neler ihdas ettiğini bilmiyorsun. Onlar ökçeleri üzerine gerisin geriye döndüler”, denilir bana.[11]

 

Görüldüğü gibi rivayette Kevser Nehrinden değil havuzdan bahsedilmektedir. Sahabenin bir bölümüne bu havuzdan içirilmeyecektir.

 

Bu Kevser havuzundan su içemeyenler cennete giremeyecek olanlardır.

 

Katımızda daha fazlası var”, “Orada canların çektiği şeyler vardır” gibi ayetlerde de görüldüğü gibi Kevser Havuzundan uzaklaştırılmanın hiçbir gerekçesi bulunmamaktadır. Öyleyse bu açıklamalardan da anlaşıldığına göre nehir cennetin içindedir, nehirden bir kol ise cennetin dışına çıkmaktadır. Onun yeri cennet olmalıdır ki içenleri temizleyebilsin.

 

Bu açıklamalar ışığında Sahihü Müslim'in zikrettiği şu rivayet daha iyi anlaşılıyor. Sahihü Müslim'in şarihlerinden birçoğu bu anlamı gözden kaçırmışlardır. Rivayet şöyledir: Bir gün Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdu: Kevser nedir bilir misiniz?

 

Biz “Allah ve Resulü bilir daha iyi bilir” cevabını verdik.

 

Hazret (s.a.a.) ‘O, Rabbim Azze ve Cellenin bana vaad ettiği bir nehirdir. Onun üze­rinde pek çok hayır vardır. O bir havuzdur, kıyamet gününde ümmetim ona gelecektir.[12]

 

Rivayette de görüldüğü gibi Kevser bir havuzdur. Havuz ayrı, nehir ayrı bir şeydir. Bu ikisinin birbirine karıştırıldığını görüyoruz.

 

Öyleyse Sahihü Müslim'de geçen hadisin anlaşılmasında bir karışıklık söz konusudur.

 

Azizlerim, el-Mead Rüyetun Kuraniyyetün adlı eserimize müracaat edebilirsiniz. Biz bu eserimizde konuyu detaylı bir şekilde ele almıştık. Eserin 21. dersindeki “Kıyamet Gününde Nehir ve Kevser Havuzu” adlı bölümü inceleyebilirsiniz.[13] O bölümde havuz ile nehrin birbirinden ayrı şeyler olduğunu belirtmiştik. Bu yargımıza dair birçok kanıt bulunmaktadır.

 

İlk kanıt, bazı hadislerde nehir geçmekteyken bazılarındaysa havuzun geçmesidir. Açıktır ki nehir ve havuz ayrı şeylerdir.

 

İkinci kanıt, rivayetlerde nehrin Arş'ın altından aktığını belirtilirken, havuz hakkında bu tür bir ifadeye rastlanmıyor oluşudur.

 

Üçüncü kanıt, havuzun başında gökteki yıldızlar adedince kabın bulunmasıdır. Bunun nedeni havuzdan yararlanmaktır. Ancak nehir hakkında böyle bir ifade yoktur.

 

Dördüncü kanıt, inşallah rivayetleri sunabilirsek Hz. Peygamber'in, İmam Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in evlerinin cennette Kevser Nehrinin kıyısında olduğunu göreceğiz.

 

Beşinci ve en önemli delillerden biri de şudur: Havuz öyle bir önemli bir yerdir ki insanlar onun karşısında ikiye ayrılacaklardır. Bir bölümü bu havuzdan içebilirken diğerleri ondan yararlanamayacaklardır. Cennette olan kimsenin Kevser Nehrinin suyundan uzaklaştırılmasının hiçbir anlamı olmaz.

 

- Acaba bu havuzdan su dağıtacak olan kişinin kimliğine dair herhangi bir işaret var mı?

 

- İnşallah bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağız çünkü süremiz bitti. Bu konuya başlayacak olursak yetiştiremeyiz. Bu konuda deliller ortaya koymamız gerekmektedir.

 

- Tamam öyleyse.

 

- Sadece bir noktaya değinmek istiyorum.

 

Soru: Buna göre Kur'an'ın dengi olan bu şey sadece dünyada değil, berzahta da Kur'an ile birlikte olacaktır. Haşr-ı Ekber'in bütün konumlarında onunla birlikte bulunmaktadır. Bu birliktelik cennetin kapısına kadar devam eder. Neden acaba? Zira bundan sonra ya cennete ya da cehennem ateşine doğru bir ayrılış söz konusudur. İnsanların bir bölümü cennete diğer bir bölümü ise cehennem ateşine gireceklerdir. Esasında artık burada kalmanın bir anlamı da kalmıyor.

 

-  Muazzam ve gönül rahatlatıcı bir açıklama.

 

- Değerli izleyicilerimize söz veriyorum ki inşallah önümüzdeki programda bu hakikati ele alacağız. Zira bu konuyla ilgili hayatî bir soru bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in Havuz başına gelmesinin anlamı nedir?

 

- Kur'an'ın gelişinin anlamı nedir?

 

- Tam isabet. Kur'an'ın gelişi. Hele şimdilik Kur'an'ın dengini bir kenara bırakalım. Yani Kur'an gelip Kevser Havuzundan mı içecek? Bu cümle ne anlama geliyor?

 

Maalesef ben bu hadisin içeriğini anlamak için çok temel önemde olan bu konulara değinen hiç kimse göremedim. Ayrıca bu hadisin kelimelerini ele alıp inceleyeni de göremedim. İnşallah önümüzdeki hafta bu konuyu ele alacağız.

 

Gelen sorular çerçevesinde bazı açıklamalarda bulunayım.

 

Kur'an-ı Kerim sahabenin iki kısma ayrıldığını, bir bölümünün iman edip, cihad ve hicret ettiğini, savaşıp şehid düştüğünü ve ahdine vefa gösterdiğini söylemektedir. Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) sancağı altında gerçekleşen savaşlardaki fetihler sahabenin bu büyük kısmı tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunlar Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonra da Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s.) sancağı altında savaşmışlardır. Bir bölümü ise Kur'an-ı Kerim'in açık ifadesi gereğince henüz iman etmeyenlerdendi. Bedevîler ‘İman ettik' dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik (İslam olduk)' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (49/el-Hucurat/14).  Öyleyse bir bölümü mümin, bir bölümü ise boyun eğen insanlardır. Ehl-i Beyt'in mantığı ve görüşü budur. Şurada burada dillendirilenler ise eksiktir, nakıstır.

 

- Bazıları da mürted ve münafıktır.

 

- Tam isabet. Nitekim biz Sahihü'l-Buharî'de Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonra bazı şeyler ihdas eden, gerisin geriye dönen sahabelerin olduğunu da okumuştuk. Bunlar da sahabedendirler. Azizlerim, bizler bütün sahabe mümindir ve hepsi de cennet ehlidir şeklindeki bir mutlak kullanımı kabul etmiyoruz. Böyle bir iddia Kur'an'ın nassına ve sahih ve sarih olan rivayetlerin nassına aykırıdır. Tamamı münafıktır ve cehenneme gidecektir şeklindeki bir düşünceyi de kabul edemeyiz.

 

-Aziz dinleyicilerimiz programımızın sonuna geldik. Sizleri Allah-u Teâlâ'ya emanet ediyoruz. Es-selamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu. Sizlere de teşekkürlerimizi sunuyoruz Seyyid Kemal Haydari Bey.  

 

 

 

 

 



[1] İmam Ebu Hişam el-Ensarî el-Mısrî, Muğnî'l-Lebib An Kütübi'l-Eariyb, c. 1, s. 281, Tahkik Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Darü İhyai't-Türasi'l-Arabî

[2] Ebü'l-Kasım el-Hüseyn el-İsfahanî, el-Müfredat fi Ğaribi'l-Kur'an, F-R-K maddesi,

[3] Age, agy.

[4] Age, agy.

[5] Ebu Mansur Muhammed İbn Ahmed el-Ezherî, Tehzibü'l-Luğa, c. 6, s. 96, F-R-K maddesi, Darü İhyai't-Türasi'l-Arabî.

[6] İmam Mecdüddin Ebü's-Saadat el-Mübarek İbn Muhammed el-Cezeri İbnü'l-Esir, en-Nihaye fi Garibi'l-Hadis ve'l-Eser, s.703,  Takdim Ali İbn Hasan İbn Ali İbn Abdülhamiyd el-Halebi el-Eseri, Darü İbni'l-Cevzi, Beşinci Baskı, 1430, Suudi Arabistan. 

[7] Doktor Fazıl es-Samerraî, Meani'n-Nahv, c. 3, s. 29, Müessetü't-Tarihi'l-Arabiyy.

[8] İmam Ebu Abdullah Muhammed İbn Ebubekir Eyyub İbn Kayyım el-Cevziyye, Hadi'l-Ervah İla Biladi'l-Efrah, c. 1, s. 380, Tahkik Zaid İbn Ahmed en-Nüşeyrî, Dar-ü Alemi'l-Fevaid.

[9] Age, agy.

[10] Age, agy.

[11] El-Camiü's-Sahihi'l-Buharî, c. 4, s. 563, Kitabü'r-Rikak, 53. bab, Hadis No: 6585 Tahkik, Şuayb el-Arnavut ve Adil Mürşid.

[12] Sahihü Müslim, c.1, s. 364, Hadis No: 400, Bab No: 53.

[13] Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî, el-Mead Rüyetun Kuraniyyetün, c. 2, s. 266.

 

 

 

Çev: Cevher Caduk

 

 

www.medyasafak.net