Bir vekil olarak İsrail rejimi

Bir vekil olarak İsrail rejimi
“Politika değişikliği Suudi Arabistan ve İsrail’i yeni bir stratejik yakınlaşmaya götürdü ve bu büyük ölçüde, iki ülkenin de İran’ı varoluşsal bir tehdit olarak görmesinden kaynaklıydı. Bu ülkeler doğrudan görüşmelere girişti ve İsrail ve Filistin’da daha fazla istikrarın meydana gelmesinin İran’a bölgede daha sınırlı kaldıraç sağlayacağna inanan Suudiler, Arap-İsrail müzakerelerine daha yoğun bir şekilde dahil oldu.”

 

 

Tony Cartalucci

 

 

New Eastern Outlook

 

 

Yanıt gerçekten de basit: İsrail hükümeti ve onun dış destekçileri. Ortadoğu'yu tüketen, sürmekte olan çatışma, amacı bölgeyi ve ötesini kendi çıkarlarına daha uygun bir jeopolitik yapı içinde yeniden düzenlemek olan Batı'nın hegemonik tasarımlarının ürünüdür. Batı'daki güç merkezleri – Washington, Wall Street, Londra ve Brüksel – bunu gerçekleştirirken bazı ülkeleri, bu sürecin çeşitli unsurlarını uygulanmasını sağlayacak olan aracılar olarak seçmiştir.

 

Suudi Arabistan, bölge çapına, hatta dünya çapına gönderilen teröristlere doktrin aşılanmasına, onların finanse edilmesine ve silahlandırılmasına büyük katkı sağlamıştır. Benzer şekilde Türkiye de teröristlerin silahlandırılmasına, onlara tedarik sağlanmasına ve Suriye topraklarına yönelik operasyonlar öncesinde hazırlanmalarına, hatta Suriye içine girmelerinden sonra da onlara yeniden besleme yapılmasına hizmet etmiştir. Ürdün de daha küçük fakat yine önemli bir düzeyde bunu yapmıştır.

 

Bir ülke ise çoğu zaman görmezden gelinmiş veya yanlış analiz edilmiş, ancak yoğun bir şekilde bu sürece dahil olmuştur: İsrail.

 

İsrail rejiminin rolü

 

İsrail hükümeti de, Ortadoğu çapında süregiden çatışma konusunda Batı'yla birlikte tezgah kurmuştur ve bu İsraillilerin çoğunun muhtemelen bilmediği veya desteklemediği biçimlerde olmuştur.

 

Pulitzer ödüllü kıdemli gazeteci Seymour Hersh, 2007 tarihli “Yeni Yönelim” makalesinde İsrail'den de söz ediyordu. Makalede şunlar vurgulanmıştı:

 

“Bush yönetimi, Şii ağırlıklı İran'ı köşeye sıkıştırmak için Ortadoğu'daki önceliklerini yeniden belirlemeye karar verdi. Yönetim, Lübnan'da İran'ın desteklediği Şii Hizbullah'ı zayıflatmak için örtülü operasyonlarda Sünni Suudi Arabistan hükümetiyle işbirliği yapmaya başladı. ABD aynı zamanda İran ve Suriye'yi hedefleyen örtülü operasyonlarda da aktif olarak yer aldı. Bu faaliyetlerin yan ürünü, İslam'ın militan bir yorumunu benimseyen, ABD'ye muhalif, El Kaide'ye sempati besleyen aşırılıkçı Sünni grupları desteklemekti.”

 

Makalenin devamında, İsrail'deki hükümetle terörün Suudi Arabistan da dahil olmak üzere devlet destekçileri arasındaki ilişkiyi açığa çıkarıyor ve şunları ifade ediyordu:

 

“Politika değişikliği Suudi Arabistan ve İsrail'i yeni bir stratejik yakınlaşmaya götürdü ve bu büyük ölçüde, iki ülkenin de İran'ı varoluşsal bir tehdit olarak görmesinden kaynaklıydı. Bu ülkeler doğrudan görüşmelere girişti ve İsrail ve Filistin'da daha fazla istikrarın meydana gelmesinin İran'a bölgede daha sınırlı kaldıraç sağlayacağna inanan Suudiler, Arap-İsrail müzakerelerine daha yoğun bir şekilde dahil oldu.”

 

2011'de başlayan ve sonrasında Suriye'deki savaşın başlayacağı sözde “Arap Baharı”ndan yıllar önce yayınlanmış olan makalenin ne denli öngörülü olduğu zamanla ortaya çıktı. İsrail, her ne kadar daha sessiz bir şekilde de olsa, Suriye, Irak, Lübnan, İran ve hatta bir ölçüde Rusya'ya karşı yıkıcı bir vekalet savaşı yürütmek üzere, Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ve tam da Hersh'ün ikaz ettiği gibi Suudi Arabistan ile ortaklaşa çalıştı.

 

İsrail'in sınırları üzerinde ve bu sınırlardan biraz ileride, özellikle de yasadışı bir şekilde işgal altında tutulan Golan Tepeleri'nde kurulmuş olan güvenli bölgeler, El Nusra Cephesi de dahil olmak üzere, ABD Dışişleri Bakanlığının terör listesinde bulunan örgütleri barındırıyor. Pek çok vesileyle İsrail'in kendi basını, İsrail ordusunun Suriye sınırı üzerinde Nusra savaşçılarını içeriye sokup çıkardığı olayların haberlerini yaptı.

 

İsrail Suriye'deki Nusra Cephesi üyelerine yönelik tedaviyi durdurdu” başlıklı bir Haaretz haberi şunları kabul ediyordu:

 

“İsrail Savunma Kuvvetleri'nden üst düzey bir yetkili Pazatesi günü, İsrail'in Suriye'de devam eden iç savaşta yaralanmış olan bir aşırıcı isyancı grubun üyelerini tedavi etmeye son verdiğini açığa çıkardı. El Kaide bağlantılı Nusra Cephesi'ne ilişkin politika değişikliği, yaklaşık altı hafta önce gerçekleşti.

 

Yetkiliye göre bir dizi yaralı Nusra Cephesi savaşçısı İsrail'de tedavi görmüştü.”

 

Bu makale ve Haaretz tarafından yayınlanan başka makaleler, Nusra savaşçılarının İsrail ordusu tarafından kullanılan ambulanslarının içindeki sıkça görülen hareketlerinin, İsrailli Dürzilerin İsrail hükümetinin ülke içinde iyi bilindiği görülen bir politikayı değiştirmeye zorlayacak şekilde konvoylara saldırmasına yol açtığını açığa çıkaracaktı.

 

Bir de İsrail savaş uçaklarının Suriye topraklarını defalarca ve çok daha bilinen bir şekilde ihlal etmesi meselesi bulunuyor. Bu uçaklar Nusra'ya veya sözde “İslam Devleti” (IŞİD) denen örgüte karşı değil, onlara destek için Suriye ordu kuvvetlerine karşı gerçekleşti. Suriye hükümetine karşı doğrudan bir Batı müdahalesi için bahane yaratmak umuduyla Suriye'yi daha geniş bir savaşa çekme yönünde açık bir girişim olarak, İsrail savaş uçakları Şam'ı da vurdu.

 

Bu son nokta özellikle önemlidir, zira ABD'de yayınlanmış imzalı ve tarihli politika metinleri, savaşa isteksiz İran'ı önce İsrail'le, ardından da Amerika Birleşik Devletleri'yle savaşa sokmaya kışkırtmak için benzer bir taktiğin planlandığını açığa çıkarmaktadır.

 

Komplo planı 2009 yılında, Fortune 500 tarafından finanse edilen (yıllık raporlarının 19. sayfası) Brookings Ensitüsü tarafından, “Hangi yol İran'a gider?” başlıklı belgede derinlemesine ortaya konulmuştu. İran'la ilgili – ve şimdi Suriye'ye karşı kullanıldığı açık olan – adım şu şekilde tarif ediliyordu (vurgular bize ait):

 

“… Eğer Amerika Birleşik hava saldırılarıı başlatmadan önce gerekçe olarak bir İran provokasyonunu gösterebilirse bu çok daha tercih edilir bir şey olacaktır. Kuşkusuz İran'ın eylemi ne kadar şok edici, ne kadar ölümcül, ne kadar sebepsiz olursa, Amerika Birleşik Devletleri için o kadar iyi olacaktır. Elbette, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyanın geri kalanı bu oyunu bilmeden İran'ı böyle bir provokasyona itmesi çok zor olacaktır ve bu durumda girişimin altı oyulacaktır. (Başarı olasılığı olabilecek bir yöntem, Tahran'ın açık veya yarı açık bir şekilde misillemede bulunacağı umuduyla örtülü rejim değişikliği çabalarını yoğunlaştırmak olabilir; bu misilleme daha sonra sebepsiz bir İran saldırganlığı eylemi olarak betimlenebilir.) 

 

Ve (vurgular bize ait):

 

“İsrail şimdiden bu türden bir saldırı için kapsamlı planlama ve tatbikat yapmış gibi görünmektedir ve uçakları şimdiden İran'a mümkün olduğunca yakına konuşlanmıştır. Bu haliyle İsrail, ihtiyaç duyduğunu düşündüğü hava ve istihbarat koşullarına göre birkaç hafta, hatta gün içinde hava saldırılarını başlatabilir. Dahası, İsrail operasyon için bölgesel destek elde etmeye çok daha az ihtiyaç duyacağı (hatta ilgi göstereceği) için muhtemelen saldırmadan önce bir İran provokasyonunu bekleme konusunda daha az motivasyona sahip olacaktır. Kısacası, hem İsrailli hem de Amerikalı liderlerin bunun olmasını istemesi halinde İsrail çok hızlı bir şekilde bu seçeneği gerçekleştirmeye yönelebilir.

 

Ancak önceki kısımda gösterildiği gibi, hava saldırıları bu politikanın yalnızca başlangıcıdır. İranlılar şüphesiz nükleer tesislerini yeniden inşa edecektir. Muhtemelen İsrail'e karşı misillemede bulunacaklardır ve Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı da misillemede bulunabilir (bu ise Amerikan hava saldırıları için, hatta işgali için bir bahane yaratabilir).”

 

Bir vekil olarak İsrail

 

Tel Aviv'deki rejim, karşıtları tarafından sıklıkla İsrail halkını temsil eden bir hükümet ve küresel bir “Siyonist imparatorluğun” “kara başkenti” olarak betimlenir. Gerçekte şu andaki İsrail hükümeti varlığını ve sahip olduğu askeri gücü siyasi olarak ve bir düzeyde mali olarak Washington ve Londra'ya borçludur. Lübnan'a karşı yürütülen 2006 savaşı esnasında bir noktada İsrail İngiltere üzerinden ABD'den, operasyonlarını yürütmesi için acil cephanelik talebinde bulunmuştu.

Mali olarak, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın kendi rakamlarına göre İsrail'e yalnızca askeri destek için her yıl 3 milyarı aşkın ABD doları gönderiliyor ve İsrail dünyada ABD'den en fazla askeri yardım alan ülke. Onun arkasından gelen Mısır bu miktarın yarısını bile almıyor ve dünya çapında ABD tarafından yapılan 5,6 milyar dolarlık askeri yardımların yarıdan fazlası İsrail'e gidiyor.

 

Londra merkezli, Fortune 500 tarafından finanse edilen Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (IISS) isimli düşünce kuruluşuna göre İsrail'in toplam savunma harcamaları 18,5 milyar dolara kadar varıyor. İsrail'in ayrıca savunma satışlarından 5-6 milyar elde ettiği ileri sürülüyor. İsrail'in ilan edilmiş 3 milyar dolarlık Amerikan askeri yardımları olmadan hayatta kalıp kalamayacağı yaygın bir şekilde tartışılmıyor. Analistlerin ortaklaşıyor gibi göründüğü şey, 3 milyar doların ABD'ye İsrail'in şimdiki yönetici çevreleri üzerinde kazandırdığı etkinin büyüklüğüdür.

 

Bir başka deyişle ABD'nin İsrail'e sunduğu finansman, Tel Aviv'in Washington'dan gelen ve elini güçlendiren 3 milyar dolar olmadan hayatta kalamamasından ziyade, Tel Aviv'deki rejimin Washington'un istediğini yapar halde tutulmasıyla ilgilidir. Analistler ayrıca bu 3 milyar dolar olmasa Tel Aviv'dek rejimin çöküp yerini daha ılımlı siyasi güçlere bırakacağı noktasında ortaklaşıyor gibi görünmektedir.

 

İsrail'in şu andaki savaşçılığının önemli bir bölümü hem ABD'nin Tel Aviv üzerindeki etkisinden, hem de ABD'nin küresel sahnede Tel Aviv'in saldırgan politikalarına verdiği destekten besleniyor…

 

 

www.medyasafak.net