Dr. Kazvinî ile Gadir-i Hum’u unutmamak üzerine bir söyleşi
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 28.01.2017
Sünnî muhaddislere göre 7 veya 8 sahabî tarafından nakledilen hadis, mütevatir hadistir ve mütevatir hadis, Kur’ân ayeti mesabesindedir; Gadir-i Hum hadisi ise 100’den fazla sahabî tarafından nakledilmiştir.
emamat.ir
Dr. Seyyid Muhammed Hüseynî Kazvinî, Kum'da faaliyet gösteren önemli bir âlimdir. Bugüne kadar rical, kelam, karşılaştırmalı fıkıh alanlarında çok sayıda kitabı yayımlanmıştır. “İmam Hadi (a.s.) Ansiklopedisi” ve “İmam Hasan Askerî (a.s.) Ansiklopedisi” başlıklı kapsamlı kitap çalışmalarına, ayrıca İmam Ali, İmam Hasan, İmam Rıza, İmam Zaman (a.s.) ve Hz. Masume'ye (s.a.) dair yayınların dijital ortama aktarılması çalışmalarına da destek veren, bunların yanı sıra üniversitede ders veren Dr. Kazvinî bir yandan da Hz. Veli-i Asr (a.f.) Araştırma Merkezi'nin başkanlığını yapmaktadır.
- Öncelikle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum. İsterseniz sohbetimizi Gadir-i Hum hadisinin Müslümanlar nezdindeki öneminden başlayalım. İslâm dünyasında Gadir hadisi nasıl bir yere sahiptir?
- Gadir-i Hum hadisi, Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) velayetinin, hiç kimseye mazeret aramaya veya kaçış yolu bulmaya yer bırakmayacak şekilde açıkça saptanmasıdır. Hz. Fatıma'nın (a.s.) tabiriyle ifade edersek: “Acaba babam Gadir gününde (yaptığı konuşmadan sonra) içinizden birine mazerete yer bıraktı mı?”
Aslında, Müminlerin Emiri'nin (a.s.) velayeti, Nebi-i Ekrem'in (s.a.a.) davetini alenileştirmekle görevlendirildiği ilk günde gündeme gelmiş bir husustur. Üç yıl süren gizli davetten sonra Resul-i Ekrem (s.a.a.), akrabalarından kırk kişiyi bir araya toplayıp tevhidi ve nübüvveti açıklamış, sonra da Müminlerin Emiri'nin velayetini ve hilafetini gündeme getirip açıklamıştır. Risalet görevinin sonunda da, yüz binlerce sahabiden oluşan kalabalığın önünde, Gadir-i Hum'da, aynı konuyu açıklamıştır. Gadir-i Hum hadisi, Şia açısından, hakkında tek bir kişinin zerre miktarı dahi tereddüt etmediği mütevatir hadislerdendir. Ehl-i Sünnet de sahih isnadla bu hadisi nakletmiştir. Sünnî muhaddislere göre 7 veya 8 sahabî tarafından nakledilen hadis, mütevatir hadistir ve mütevatir hadis, Kur'ân ayeti mesabesindedir; onu inkâr etmek, Kur'ân ayetini inkâr etmekle aynı hükümdedir. Gadir-i Hum hadisi ise 100'den fazla sahabî tarafından nakledilmiştir. Mesela, sahabeden Ebu Tufeyl, Gadir hadisinin 17 farklı isnadını zikretmiştir. Hadisi, Umeyre'den 18, Zeyd b. Erkam'dan 16, Ziyad b. Ebi Ziyad'dan 12 ayrı kişi nakleder. Allame Eminî, Ehl-i Sünnet âlimlerinden, mesela İbn Cerir Taberî'den alıntı yaparak bu hadisin 70 ayrı tarikle nakledildiğini yazar. Demin söylediğimiz gibi, hâlbuki hadisin mütevatir olabilmesi için 7 ya da 8 kişiden nakledilmiş olması yeterlidir. İbn Ukde'den 105, Ebu Said Sicistanî'den 120 olmak üzere 150 tarike kadar başkalarından ve Hafız Ebu Ala Hamedanî'den 250 tarikle nakledilmiştir. Bütün bunlar bir yana, Zehebî'den nakledilen bir cümle bütün bunların yerine alabilecek niteliktedir. Zehebî, Müminlerin Emiri'nin (a.s.) faziletleri hakkında nakledilen hadislerde şüphe uyandırmak için olanca çabasını harcamış bir şahsiyettir. O bile şöyle yazar: “İbn Cerir Taberî'nin Gadir-i Hum'a dair bir kitabını gördüm ve hadisin rivayet tariklerinin çokluğu karşısında dehşete kapıldım.” Çağımızın Buharî'si diye nitelenen, İbn Baz'ın da “Hadis İmamı” sözüyle nitelediği tanınmış Vahhabî hadis âlimi Nasırüddin Albanî de Gadir hadisini mütevatir hadis kabul eder ve İbn Teymiyye'yi bu hadisi tezyif ettiği, zayıf addettiği için eleştirir.
- Rivayetlerin çokça nakledilmesine ve olaya kalabalık bir topluluğun şahitlik etmiş olmasına karşın niçin Gadir-i Hum hadisesi daha üzerinden yetmiş iki gün geçmeden, ashabın nezdinde en sevilen şahsiyet olan Hz. Peygamber'in (s.a.a.) vefatının hemen sonrasında, O'nun açık emrine rağmen unutuldu veya görmezden gelindi ve tarihte, istenilenin tam aksi istikamette gelişmeler yaşandı?
- Ashabın Müminlerin Emiri'nin (a.s.) hilafetine muhalefetiyle ilgili olarak birkaç hususu göz önünde bulundurmak lazımdır. Bu hususlar gözden ırak tutulacak olursa bu konunun doğru bir biçimde anlaşılması mümkün olmaz. İlk olarak, Araplar arasında, İslâm'ın zuhurunun hemen öncesinde kabilecilik kültürü ve sistemi hâkimdi. Kabile reisi bir görüş bildirdiğinde kabile üyeleri onun görüşüne uyar ve ona itaat ederdi. Kabile üyelerinin reisin, kabile şeyhinin görüşü dışında bir görüşü, reyi olamazdı. İkincisi, İslâm henüz insanların gönüllerinde tam olarak yer edinmemişti. Bu yüzden biz, Hz. Peygamber'le (s.a.a.) yirmi küsur yıl bir arada bulunan insanlardan, sahabeden, kendilerini yetiştirmiş olmalarını; Hz. Peygamber'in sözünün Allah'ın kelamı olduğunu, O'na muhalefet etmenin Allah'a muhalefet etmek olduğunu anlayacak kapasiteye ulaşmış olmalarını bekleyemeyiz. Onların hepsi henüz bunu kavrayabilmiş değillerdi.
Size, Ehl-i Sünnet'in sahih hadis kitaplarından alıntılar yaparak, Hz. Peygamber'in ömrünün son yılında meydana gelen birkaç olaydan söz edeceğim. O zaman sahabenin Hz. Peygamber'in hayatının sonunda dahi O'na gerektiği gibi itaat etmediğini göreceksiniz. Öte taraftan Hz. Peygamber'in sağlığında O'na itaatsizlik edenlerin vefatından sonra neler yapabileceği de böylelikle anlaşılmış olacak. Cahiliye geleneğine göre hacda ihrama giren bir kimse menasiki yerine getirdikten sonra Arafat'a, Mina'ya ve Meşar'a giderdi. Hz. Peygamber'in veda haccından sonra bu Cahiliye geleneği iptal edildi. Artık ihrama giren kimsenin ilk ihramı umre sayılıyor, saçını kısaltıp veya tırnağını kesip ihramdan çıktıktan sonra ihramda haram olan şeyler helal oluyordu. Dolayısıyla kurban kefareti olmayanlar ihramdan çıkmış oluyordu ve onlara her şey helaldi. Hz. Peygamber'in hayatının sonlarında açıkladığı bu emre insanlar terbiyesizce karşı çıktılar. Öylesine kaba sözler sarf ederek itirazda bulundular ki, en samimi arkadaşla, hatta hizmetçiyle bile o şekilde konuşulmaz! Ben bu rivayeti nakledemeyeceğim; isteyenler kaynaklara bakarak daha fazla bilgi edinebilirler. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: “Resul size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin!” (Haşr, 7), “Allah'a ve Peygamber'e başkaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.” (Ahzab, 36) Bu ayetleri unutmuşlar mıydı? Sözünü ettiğim rivayet öyle ikincil kaynaklarda değil, Sahih-i Müslim'de, Sahih-i Buharî'de geçmektedir; yani Kur'ân'dan sonra en fazla başvurulan kitaplarda… Rivayette Hz. Peygamber'in bu olaydan (hac konusunda yapılan itirazdan) rahatsız olduğu ve öfkelendiği geçer; çünkü sözünü alaya almışlardı. Bu yüzden rivayeti nakleden Hz. Âişe de buna sebep olanlara beddua eder.
Aynı rivayetin bir başka varyantında Hz. Peygamber'in, “Niçin öfkelenmeyeyim, emir veriyorum itaat edilmiyor” dediği nakledilir. Bu olay cereyan ettiğinde Hz. Peygamber hayattaydı. Bizse, Hz. Peygamber'in vefatından sonra sahabeden, onun şerî bir meseleden çok daha önemli olan ve kabulü mutlak itaate sebep olacak bir konudaki, imamet ve hilafet hakkındaki emrini yerine getirmesini bekliyoruz! Araplar şerî hükümleri bir ölçüde kabul ediyorlardı, ama imamete ve yönetim biçimine dair hükümleri hiç de kolayca kabul etmiyorlardı. Hz. Peygamber hasta yatağındayken meydana gelen olayda, hilafet hükmünü yazıya geçirmek için kâğıt ve kalem istediği o meşhur hadisede, sahabe tavır takındı, karşı çıktı. Güvenilir kaynaklarda yer alan rivayetlerde, sahabilerin, yaratılıştan itibaren insanların kendi peygamberleri hakkında söylemedikleri çirkin sözleri bu olay esnasında, başucundayken Hz. Peygamber'e söyledikleri geçmektedir. Önceki ümmetler peygamberlerine karşı böyle bir tavır takınmamışlardı. Onların karşı çıkışlarından bile, tabir caizse, bir edep vardı. Mesela, “Sen Rabbinle git, ikiniz savaşın, biz burada oturacağız!” (Maide, 24) diyorlardı. Kur'ân, Hz. Peygamber'i “yüce ahlaklı” sözüyle niteler; onlar Nebi-i Ekrem'i (s.a.a.) o kadar sinirlendirmişlerdi ki, rivayetin devamında onun sahabeyi evinden kovduğunu okuruz. İçi nasıl yanmış, kalbi ne denli kırılmıştır ki onların evindeki varlıklarına bile tahammül edememektedir! Hz. Peygamber böyle yaparak aslında “ileride sakın ola Müslüman ümmetin önderliğini üstlenmeye kalkışmasınlar demek istiyordu.
Üçüncü hususa gelince; İhyau ulumi'd-din'in müellifi Ebu Hamid Gazalî'ye sorarlar: Sahabiler Gadir-i Hum'da Ali b. Ebi Tâlib'e (a.s.) biat etmişlerken ne oldu da Sakife'den sonra muhalefet bayrağı açtılar? Şöyle cevap verir Gazalî: “Önce razı ve teslim olmuşlardı. Sonradan başkanlık ihtirası onlara galip geldi; öyle ki Hz. Peygamber'in sözlerini duymazlıktan geldiler ve bu sözleri birkaç gün hükümet etme hırsıyla az bir kıymet karşılığında sattılar!”
Dördüncüsü, Hz. Ali'ye (a.s.) sahabenin hilafetine karşı çıkması hakkında sorduklarından şöyle dedi: “Onlar zorbalıkla bu makamı benden aldılar; oysa biz nesepçe en üstündük ve Hz. Peygamber'in en yakınlarıydık. Aslında bizim hakkımız olana karşı tavırları, kıskançlıktan kaynaklı bir tür zulümdü. Bir bölük hilafeti sahiplenirken, bir başka bölük cömertçe ondan vazgeçti.” Tabir çok açık ve güzeldir.
- Muhacirlerin ve Ensar'ın bu olaydaki rolü neydi?
- Muhacirlerin ve Ensar'ın bu olaydaki rollerini ayrı ayrı ele almak gerekir. Muhacirlerin rolü açıktır; onlar Resul-i Ekrem'le gönül birliği kuramamışlardı. Hz. Peygamber zamanındaki Bedir, Uhud ve diğer gazvelerdeki tutumları bunu açıkça ortaya koyar. Nitekim Hz. Peygamber, Uhud Gazvesi'nde “Amcam Hamza'ya ağlayan hiç yok!” dediğinde muhacirlerin hiçbiri tepki göstermedi; ama Ensar, kadınlarına kendi şehitlerine değil de Hz. Peygamber'in amcası Hamza'ya ağlamalarını salık verdi. Eğer Ensar'ın himayesi olmasaydı İslâm'ın, hatta Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) yazgısı ne olurdu, bilinmez. İslâm'ı himaye edip yayılmasını sağlayan başat unsur Ensar'dı. Ama buna karşın, ne yazık ki, Hz. Peygamber'in vefatından sonra hilafet konusunu tartışmak için Sakife'ye giden ilk topluluğun da Ensar olduğunu görürüz. Bu bir paradokstur. Araştırmalarımız ve tartışmalarımız neticesinde biz şu sonuca ulaştık: Onlar, yıllar boyunca Kureyş'in Hz. Peygamber'e nasıl muamelede bulunduğuna şahit olmuştu. Hudeybiye'de, ihram olayında ve daha başka hadiselerde muhacirlerin Hz. Peygamber'e muhalefet ettiklerini görmüşlerdi. Bu yüzden de muhacirlerin hilafetin Müminlerin Emiri'ne geçmesine izin vermeyeceklerinden emindiler. Hilafetin Kureyş'e geçmesi ihtimali onları kaygılandırıyordu; zira Kureyş'in ileri gelenleri Ensar tarafından öldürülmüştü. Bütün savaşlarda, Bedir, Uhud, Hendek vd. darbe indiren Ensar'dı. Nitekim Ensar'dan biri Sakife günü bu hususu açıkça beyan etmiş, “Ötekilerden biri başa geçerse ölülerinin intikamını almak için hepimizi kılıçtan geçirir” demişti. Bu yüzden Ensar, Kureyş'in iktidarı ele geçirmesini engellemek için öne geçti. Sa'd b. Ubade, oğlunun bu bağlamda sorduğu bir soruya şöyle cevap vermiştir: “Bizler, Kureyş'in hilafetin Ali'ye geçmesine engel olacağını biliyorduk. Amacımız, önce iktidarı ele geçirmek, istikrarı sağladıktan sonra onu Ali'ye teslim etmekti. Böylece Kureyş'in sulta kurmasını engellemiş olacaktık.” Sa'd, ömrünün sonuna kadar halifelerden hiçbirine biat etmeyen tek kişidir. Ensar'dan birçoğu da yalnızca İmam Ali'nin Müminlerin Emiri olduğunu tasrih etmiştir. Buna mukabil, İmam Ali'nin halife olmasına karşı çıkan muhacirlerden bir kısmı, ikinci halifenin, eskiden beri Ensar'a düşmanlık besleyen Eslem kabilesini, istedikleri kadar ücret ödenmesi karşılığında ilk halife için zorla biat almakla görevlendirmesine zemin hazırladı. Tarih rivayetlerinde Medine sokaklarının Eslem oğullarıyla dolup taştığı ve Şeyh Müfid'in ifadesiyle, ellerinde sopalarla sokaklarda gezdikleri geçmektedir. Ehl-i Sünnet kaynaklarının tamamında ikinci halifenin şu sözü nakledilmiştir: “Eslem oğullarını görünce zaferin kesinleşeceğini anladım.” İşte, İmam Ali'nin ve Hz. Fatıma'nın (a.s.) yaptıkları onca konuşmaya rağmen, Ensar'la görüşmelerinde, hep biz artık biat ettik, biatimizi bozamayız cevabını almalarının nedeni budur. İmam Ali'nin “Bir bölük hilafeti sahiplenirken, bir başka bölük cömertçe ondan vazgeçti” sözünün altında yatan da budur.
- Gadir-i Hum hadisesi bağlamında Şiîlerin üzerine düşen görev nedir?
- Resul-i Ekrem (s.a.a.) Gadir hutbesinin devamında şöyle buyurur: “Sözlerimi, burada bulunanlar burada bulunmayanlara ulaştırsın.” Bu sözün unutulmaması gerekir; yani her nesil, Resul-i Ekrem'in sözünden hareketle, Gadir-i Hum mesajını kendisinden sonraki nesle aktarmakla görevlidir. Biz, Hz. Peygamber'in sadece bu sözüne amel eder de Gadir mesajını bilinçsiz ve habersiz nesillere ulaştırabilirsek, onlara Hz. Peygamber'in insanları üç gün üç gece boyunca niçin Gadir-i Hum'da bekleterek kadın erkek bütün hazır bulunanlardan Müminlerin Emiri'ne (a.s.) biat aldığını anlatabilirsek büyük bir iş başarmış oluruz. Bu doğrultuda her türlü vesileden ve olanaktan, broşür, kitap, internet, sosyal paylaşım siteleri vb. yararlanmamız gerekir.
Çev: İbrahim Erkin
Medya Şafak