Suudi Arabistan ve Katar’ı bir “kan sınırı” savaşına provoke etmeyi amaçlayan Makyavelci komplo

Suudi Arabistan ve Katar’ı bir “kan sınırı” savaşına provoke etmeyi amaçlayan Makyavelci komplo
Dünya çapındaki uzmanlar, Katar-Suudi Soğuk Savaşı’nı gerçekte körükleyen şeyin ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışıyor, ancak yanıt basit: ABD. Washington, her zaman yapmaya meyilli olduğu gibi, Ortadoğu’da ustalıkla bir böl ve yönet oyunu oynuyor ve oldukça geniş bir alana yayılan “Arap Baharı” renkli devrimleri esnasında Kuzey Afrika ülkelerinde ne yaptıysa Körfez müttefiklerinde de aynısını yapıyor.

 

 

 

Andrew Korybko

 

 

21st Century Wire

 

 

 

Dünya çapındaki uzmanlar, Katar-Suudi Soğuk Savaşı'nı gerçekte körükleyen şeyin ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışıyor, ancak yanıt basit: ABD. Washington, her zaman yapmaya meyilli olduğu gibi, Ortadoğu'da ustalıkla bir böl ve yönet oyunu oynuyor ve oldukça geniş bir alana yayılan “Arap Baharı” renkli devrimleri esnasında Kuzey Afrika ülkelerinde ne yaptıysa Körfez müttefiklerinde de aynısını yapıyor. Tek fark şu ki, bu kez hükümet ile bazı vatandaşları arasında devlet içi bir kavga yerine devletler arası düzeyde, birini diğerinin karşısına koyuyor.  

 

Bütün bunların arkasındaki uzun vadeli amaç, Ralph Peters'ın 2006'da “Yeni Ortadoğu” için hazırladığı “Kan Sınırları” taslağını hayata geçirmektir. Bu modelde Körfez ülkeleri en sonunda jeopolitik bir yeniden yapılanmadan geçer ve Suriye/Irak, Türkiye ve Balkanlar için de aynısının olması öngörülür. Sonuç olarak, bölgenin uluslararası tanınırlığa sahip ve fiili çok sayıda devletçiğe bölünmesinin, Brzezinski'nin “Avrasya Balkanları” olarak tanımladığı iç içe geçmiş geniş alandaki Amerikan hegemonyasının uzatılmasını kolaylaştırması beklenirken, eş zamanlı olarak Amerika'nın Rus ve özellikle Çinli rakiplerinin Afro-Avrasya'nın kalbindeki bu jeostratejik geçiş alanına erişiminin önünde büyük zorluklar yaratılır.

 

Tüm bunların bir seferde hazmedilmesi zor olduğundan, anlamayı kolaylaştırmak için her şeyi parça parça ele alalım.

 

“Küçük Machiavelli”

 

Öncelikle, Katar-Suudi Soğuk Savaşı'nın kıvılcımını, ABD ordusunun bir zamanlar “Küçük Sparta” olarak adlandırdığı, şu günlerde ise bir  “Küçük Machiavelli” olarak tanımlanabilecek olan Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) sinsi çabaları çaktı. Emirlikler'in ABD Büyükelçisinin hotmail hesabı yakın zamanda ele geçirildi ve yazışmalar, Bay Yusuf el-Uteybe'nin Amerikalı etkili karar alıcıların gözünde Katar'ın ününü yok etmek için fazla mesai yaptığını ortaya çıkarıyor.

 

Abu Dhabi, yüzyıl dönümünden bu yana Doha'yla sert bir rekabet içinde: bu iki ultra zengin Körfez devleti, en büyük miktarda yabancı yatırımı çekebilmek ve Ortadoğu'daki en öncelikli “gidilecek yer” haline gelmek için birbiriyle rekabet ediyor. Dahası iki ülke, Libya'da bir vekalet savaşı içinde. BAE General Hafter'in Tobruk hükümetini desteklerken Katar Trablus'taki Müslüman Kardeşler gruplarının arkasında yer alıyor.  

 

Doha'nın – KİK üyesi BAE ve Suudi Arabistan, Körfez müttefiki Mısır ve yanı sıra Suriye ile Rusya tarafından terör örgütü kabul edilen – Müslüman Kardeşler'e verdiği destek, uzun zamandan beri Riyad öncülüğündeki “Krallar Konseyi” içinde yaşanan bölgesel güvensizliğin kaynağı oldu ve örgüt içi gerilimler 2014 yılı boyunca kaynama noktasına kadar ulaştı, ancak en sonunda yılsonu itibariyle çözümlendi. O tarihte Doha, Müslüman Kardeşler'e verdiği sözü büyük oranda azaltma sözü verdi, ancak göründüğü kadarıyla sözünü hiçbir zaman yerine getirmedi. Ancak bu durumda bile KİK üyelerinden hiçbiri, birkaç hafta öncesine kadar bunu çok da fazla önemsemiyor gibi görünüyordu. Bunun anlamı, bu büyük Körfez Krizi'ni başka bir şeyin tetiklemiş olması gerektiğidir.  

 

BAE sızıntılarının doğru olduğunu ve ABD'deki büyükelçisinin gerçekten de Katar'ı lekelemek için elinden gelen her şeyi yaptığını kabul edersek, Abu Dhabi'nin geçen ay başlarında “bir taşla çok kuş vurma” planı yapmış olması gayet muhtemel hale gelir. Emirlikler, Mayıs ayı başında Libya İç Savaşı'ndaki iki ana taraf arasında fiili bir barış anlaşmasına aracılık etti ve bu temel olarak, Katar'ın ülkenin kontrolünü ele alma şansını ortadan kaldırdı.

 

Bu kırılgan anlaşma kısa süre sonra, BM destekli hükümetin “serseri” birliklerinin Libya'nın güneyindeki bir hava üssünde Hafter'in güçlerine ateş açıp içlerinden 141 kişiyi öldürmesiyle neredeyse sabote edildi. Yaklaşık bir hafta sonra Libya merkezli teröristler Mısır'da 29 Kıpti Hıristiyan'ı katletti ve Kahire'nin onların sınırdaki kampına hava saldırılar düzenlenmesi emrini vererek sonuç alıcı eyleme girişmesine yol açtı. Bunlar bir arada ele alındığında ve Katar'ın şu günlerde açıkça Libya İç Savaşı'nda kaybeden tarafta olduğu düşünüldüğünde, BAE, hem Libya hem de Mısır'daki terörist saldırılar için Katar'a işaret etmeyi uygun bulmuş olabilir ve zamanlama bundan daha mükemmel olamazdı.

 

Trump faktörü

 

ABD Başkanı Trump, iki saldırı arasındaki dönemde Riyad'ı ziyaret etti ve orada bulunan 50'yi aşkın Müslüman liderden teröristleri aralarından “atmalarını” istedi. Görünürde Katar Emiri El-Sani bu etkinlikte daha önce yayınlanmamış bir konuşma yaparak “Arap NATO'su”nun giderek açık hale gelen İran karşıtı gündemi aleyhinde konuşmuştu, ancak Körfez birliği mitinin çürümesini önlemek için bunun hasıraltı edildiği iddia edildi.

 

Buna karşın, Katar liderinin, Suudi Arabistan'da konuk edildiği esnada İran düşmanlığıyla kötü bir şöhret kazanmış Amerikan başkanının karşısında İran hakkında saldırgan olmayan bir dille konuşmaya cüret etmesi, kendisini, “Arap NATO'su”nun bütün Ortadoğu çapındaki Vehhabi terörizmi nedeniyle suçlu ilan edilen adam haline getirdi. Suudi Arabistan, eğer bizzat Katar'ın eliyle şans eseri önüne bir bahane gelmeseydi de muhtemelen bir “bahane” icat edecekti, zira daha bir hafta önce Emir Sani'nin kamu kanallarından biri tarafından aktarılan sözleri Suudiler tarafından, yakın tarihte kendilerine yönelen en büyük aşağılamalardan biri olarak yorumlanmış olmalıdır.

 

Her ne kadar Katar haberi hızla geri çekmiş ve bir “hack'leme” kurbanı olduğunu ileri sürmüş olsa da, besbelli ki Suudi Arabistan ve müttefikleri buna inanmadı, zira Katar'ın İran ve “Arap NATO'su” hakkında şimdi fabrikasyon olduğu iddia edilen sözler sarf ettiğini kendi kulaklarıyla duymuşlardı.

 

Bu durum Riyad'a Doha'yı Ortadoğu'daki bütün sorunların “abalısı” haline getirme yönündeki önceden hazırlanmış planlarında yol alması için resmi bir örtü sağladı. Bu ise muhtemelen Kral Selman'ın ve Savunma Bakanı Muhammed bin Selman'ın kulağına, Katarlı rakiplerinin her adımının altını oyma konusunda saplantılı olan BAE tarafından fısıldanan tavsiyenin sonucuydu.

 

BAE, Libya nedeniyle Katar'la hâlihazırda ters düşüyor; Mısır bilindiği üzere Müslüman Kardeşler üyesi eski cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi desteklediği için yarımada ülkesine hasım ve Suudiler Emir Sani'yi, krallık tarafından ağırlandığı esnada İran hakkında bu şekilde konuşması nedeniyle asla affetmeyecek.  

 

BAE'nin perspektifinden bakıldığında Suudi Arabistan'ın KİK ve geniş çaptaki müttefiklerinin Katar'ın karşısına gelmesini sağlaması için bütün taşlar yerindeydi, ancak Abu Dhabi – yani “Küçük Machiavelli” – Riyad'ın bu çağrıya uymasını, genç Suudi Savunma Bakanı'na kişisel bir başvuru yapmak suretiyle sağladı.

 

Muhammed Bin Selman yaygın bir şekilde, krallığın hazinesinden ve prestijinden çok şey götüren Yemen savaşının arkasındaki “beyin” olarak görülüyor ve Sünni topluluğu arasında titizlikle üretilen Ortadoğu'daki Suudi hegemonyası algısını yeniden oluşturmasına yardım edecek “hızlı bir zafer” konusunda umutsuz olduğu açık. BAE'nin ABD büyükelçisinin veya Emirlikler'deki “derin devlet” müttefiklerinden birinin Savunma Bakanı'nı, Katar'a karşı yürütülecek “hızlı bir kampanya”nın bunu getireceği gibi, aynı zamanda Suudilerin yaşattığı bütün acılar nedeniyle Katar'ı suçlamak yoluyla Ortadoğu hakkındaki tarihsel anlatının yeniden şekillendirilmesine de yardımcı olacağına ikna ettiğini görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

 

İlave olarak, bu olaylar öyle bir zamanlama içinde gerçekleşti ki, benmerkezci Trump buradan kendisi için de bir itibar çıkarabilir. Nitekim bu hafta başlarında Twitter'da bunu yapmaya çok istekliydi.

 

Hedef: İran

 

Toplamda, “Küçük Machiavelli”, Ortaçağ'daki adaşını gururlandıracak tipte bir plan hazırladı. BAE, bölgede ve inanç alanında ağırlık sahibi Suudi Arabistan'ın, “Arap NATO'su” üyesi bazı ülkelerin Katar'a karşı hizaya getirilmesine öncülük etmesini sağlamayı başardı. Amaç Ortadoğu'da yıllardır var olan Vehhabi terörizmi nedeniyle liderliğin komşusu olan ülkeyi suçlamaktı ve hiç şüphesiz, krallığın ya Sani'yi bir kuklaya dönüştüreceği, ya da kendisine yönelik bir renkli devrim, melez savaş ve/veya kraliyet darbesi hayata geçirerek onu açıkça tahtından indireceği, şakası olmayan bir oyun başlatılması isteniyordu.

 

LNG zengini Katar'ın KİK'in geri kalanına burun kıvırdığı ve ardından nefret edilen Müslüman Kardeşler'e sahip çıkıp Suudilerin baş düşmanı İran'la pragmatik bir şekilde etkileşim kurmak yoluyla bir düzeyde bağımsız bir dış politikaya öncülük ettiği günler tarih haline gelebilirdi ve bu “hızlı zaferin” aynı zamanda dikkatleri felaket getiren Yemen savaşından uzaklaştırabilecek olması, Kral Selman ve Savunma Bakanı oğlunun geri çeviremeyeceği kadar cazip bir fırsattı.

 

Bununla birlikte, kuşkusuz Katar'a karşı fiili bir ambargoyu hayata geçirmenin ve onu tecrit etmenin bazı riskleri de var ve bu kısmen ülkenin İran'a fazla yakınlaşmasından kaynaklı. En açık olan da bunun Doha'yı Tahran'ın kollarına itmek yoluyla kendi kendini gerçekleştirecek bir kehanet haline gelecek olması.

 

İslam Cumhuriyeti şimdiden yarımadadaki emirliğe gıda tedariği şeklinde insani yardım sundu ve KİK'in ambargosunun atlatılması için hava sahasını kullandırabileceğini söyledi ki bu elbette Suudi Arabistan için kabul edilemez nitelikteydi.

 

Sadece birkaç gün sonra Daeş, İran parlamentosuna ve Ayetullah Humeyni'nin türbesine eşi görülmemiş terörist saldırılar düzenledi ve İslam Devrimi Muhafızları bu saldırılar nedeniyle, geçtiğimiz ay bölgesel vekalet savaşını İran'ın içine taşıma sözü vermiş olan Suudi rakibini suçladı.

 

Açıktır ki Riyad, bir Katar-İran Stratejik Ortaklığı'nın kurulmasını ve potansiyel olarak bir “gaz OPEC'i” etrafında kaynaşmasını engellemek istedi, ancak Krallık istemeden, Emir Sani iktidara tutunabildiği ve geri adım atmak istemediği müddetçe bunu ivmelenmiş bir fiili durum haline getirmiş olabilir.


Rus hamlesi

 

Bütün bu süreç ilginç bir şekilde ABD'nin, yeniden canlanan Katar-Suudi Soğuk Savaşı'nın arkasında Rusya'nın hack'lemesinin olduğu şeklindeki gülünç iddialarıyla kesildi. Amerikan “derin devlet” yapısının (daimi ordu, istihbarat ve diplomatik bürokrasiler) obsesif bir şekilde “yanlış giden” her şeyi Rusya'ya bağlama ihtiyacı duyması güldürücüdür, ancak tam içinde bulunduğumuz esnada bu durumda bundan biraz daha fazlası olabilir. 

 

Bu yazar, “Rusya'nın Ortadoğu'daki enerji diplomasisi: Yükseliş mi düşüş mü?” başlıklı son araştırma makalesinde, Rusya'nın yakın zamanda – ve en keskin zekâlı olanlar dışında bütün gözlemcileri şaşırtacak şekilde – her ikisi de petrol ve doğalgaz enerji pazarlarında ve aynı zamanda Suriye'de birbiriyle rekabet eden Suudi ve Katarlı eski rakiplerinin ikisiyle de çok olumlu ilişkiler geliştirdiğini izah etti. Ancak bu durum değişiyor olabilir; zira yazar, Rusya'nın, hepsiyle güçlü ilişkileri koruduğu müddetçe Suudi Arabistan-Katar ve İran-Suudi Arabistan arasında aracılık yapabileceğini öngörüyordu.

 

Nitekim ilk rakip çift konusunda Başkan Putin bu hafta başında Emir Sani'ye telefon bile açtı ve ondan bir gün önce de Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya liderinden ricada bulundu. Besbelli ki Rusya, kendini bu kavgada en yüksek tarafsız hakem konumuna getirme arayışındaydı ve hâlâ da öyle; potansiyel arabulucular Türkiye veya Kuveyt gibi Müslüman çoğunluklu bir ülke olmadığı gibi, Vehhabilik ihraç eden iki ülkeden herhangi birinin yanında yer almanın kendisine herhangi bir çıkar da sağlamadığını düşünüyor.

 

İlave olarak, Suudilerin Tahran'daki terörist saldırıyı muhtemelen bir gecede hazırlamadığı ve önceden yapılan planlanmaya muhtemelen şu veya bu düzeyde Amerika'nın da suç ortaklığının karıştığı dikkate alındığında, ABD yerinde bir şekilde Rusya'nın, antagonizma içindeki iki ülke arasındaki gerilimin kaynama noktasına ulaşıp sıcak savaşa dönüşmesini engelleme konusunda tek gerçek şansa sahip ülke olacağını öngörmüş olabilir.

 

Buna uygun bir şekilde bu durum ABD'nin Katar-Suudi Soğuk Savaşı'nın – ve bu şekilde, İran'da gerçekleşen Suudi destekli önleyici terörist saldırının – sorumluluğunu Rusya'ya atfetmeye çalışmasına yol açtı ve bu doğrultuda Katar'a, Emir Sani'nin oltaya takılıp bütün bir “yanlış anlama” için Rus hacker'ları suçlaması halinde tüm bu karmaşadan “yüz akıyla” çıkma yolu gösterdi.

 

Ancak Körfez lideri, Amerikalıların kendisi için düşündüğünden çok daha bilge gibi görünüyor ve Suudi Arabistan'la gerçekten de ciddi bir münakaşa içinde olduğunu, geri adım atıp Krallığın inatçı basıncı karşısında teslim olursa ya tahttan indirileceğini ya da ülkesini stratejik açıdan güçsüz konuma getireceğini biliyor.

 

Suudi Arabistan'a gelince, o da Rusya'nın suç ortaklığı hakkındaki baştan savma komplo teorisini devam ettirmeye çok da istekli görünmüyor; özellikle de Katar bu yönde ilk adımı atmadığı için. Zaman ilerledikçe taraflardan biri bu mesele karşısındaki pozisyonunu değiştirebilir, yahut bu çaresiz Amerikan girişimi, hiçbirinin ona çok da fazla ilgi göstermemesi halinde, kısa süre sonra sönüp unutulabilir.

 

Şu andaki bu teğet altı güzergâh devam ettiğinden, Rusya son kertede, daha geniş bir çatışmadan uzak durulmasında çok önemli bir rol oynayabilir. Tıpkı yaklaşık 4 yıl önce Guta'da ABD tarafından gerçekleştirilen yanıltma amaçlı kimyasal silah saldırısı ve arkasından savaşa doğru giden süreçte yaptığı gibi.

 

“Bir sonraki Suriye” olarak Suudi Arabistan


Rusya, ABD'nin “Avrasya Balkanları”nı “Balkanlaştırma” planlarının şiddetle farkında ve bunun doğmakta olan Çok Kutuplu Dünya Düzeni için felaket getireceğini biliyor. Bir yandan Moskova, Washington'un harekete geçirdiği merkezkaç güçlerden bazılarını tümüyle durdurabilir durumda değil ve bunları geciktirmek için gerekli askeri taahhüt konusunda tereddüt ediyor. Bu durum örneğin, Amerikan yanlısı Kürt grupların tek taraflı “federalleşme” girişimini dengeleyici bir unsur olarak neden Rusya tarafından hazırlanan “taslak anayasada” Suriye için Kürt “ademi merkezileşmesini” savunduğunu izah ediyor.

 

Ancak diğer yandan bu elbette Rusya'nın geniş anlamıyla parçalanma sürecine kayıtsız olduğu anlamına gelmiyor. Bunun süregiden Katar-Suudi Soğuk Savaşı'yla ve Vehhabi krallığın Daeş üyesi vekil teröristleri İslam Cumhuriyeti'ne karşı kullanmasıyla olan ilgisi şu: Moskova bunun, tıpkı son altı yıl içinde Kuzey Afrika'da ve Suriye/Irak'ta olduğu gibi Ortadoğu'nun bu kısmında da devletin dağıtılması üzerine kurulu, geri dönüşü olmayan, ancak potansiyel olarak uzun sürebilecek süreçleri başlatmak için gerekli olan, Amerika tarafından kışkırtılmış dış katalizör olduğuna inanıyor.  Ortadoğu'nun dini açıdan en etkili iki devletinin bu kez doğrudan işin içinde olduğu düşünüldüğünde, jeopolitik sonuçlar Avrasya'daki güç dengesini sarsabilir.

 

Bu yazar, 2016 yazındaki “ABD ve Suudilerin İran'ı Suriye'den çıkarmayı teşvik planı” başlıklı makalesinde İran'ın Melez Savaş karşısındaki yapısal savunmasızlıklarını izah etmişti. Makale, Daeş, Beluçlar, Kürtler, Araplar ve Azerilerin İran sınırları içinde devleti zayıflatmak ve ülke yönetiminden arzulanan tavizleri almak için kaldıraç olarak kullanılabileceğine odaklanıyordu. Bu yüzden okuyucular, eğer bu kavramlara aşina değillerse, bu analizi yeniden gözden geçirmelidir.  

 

Suudi Arabistan'a gelince, bu ülkenin mezhepçi yönetimi, inanç azınlıklarına karşı devlet destekli baskılar uyguladıktan sonra, petrol zengini Doğu Vilayeti'nde ciddi bir Şii ayaklanmasına sebep oldu. Krallığın güneybatı kısmında, Yemen sınırı üzerinde, Suudi-Yemen savaşını bitiren 1934 Taif Anlaşması'ndan önce komşusunun parçası olan Şii çoğunluklu bölgelerde benzer bir senaryo yavaş yavaş gelişiyor, ancak bunun gerçekleşmesi çok yakın değil. Bu yüzden Şii çoğunluklu Husi ulusal kurtuluş grubunun düzenli olarak ülkenin bu kısmındaki Suudi ordusu mevzilerini hedef alması nedensiz değil.

 

Son olarak, Suudi Arabistan'daki son yapısal zayıflık, veliaht prens Muhammed Bin Selman üzerindeki kraliyet ailesi içi bölünmelerdir. Monarşi içindeki bazı kişiler, kral olmaya talip savunma bakanından, Yemen'e savaş açma kararı nedeniyle ülkesinde açtığı mali yaralar ve şöhret yaralanması nedeniyle, aynı zamanda da onun ekonomiyi petrol ihracatına bağımlılıktan uzakta bir reel sektör ekonomisi ahaline getirmeyi amaçlayan Vizyon 2030 gündemindeki iç “reformu” (göreceli anlamda) nedeniyle nefret ediyor.

 

Eğer imzaladığı ülke içi proje tam kapsamlı olarak hayata geçirilirse, krallığın etkili din adamları sınıfının katı Vehhabi öğretilerine provokatif bir şekilde ters düşecek kademeli sosyo-kültürel değişimleri başlatabilir. Pek çok gözlemci (haklı bir şekilde) Suudi Arabistan'ın dış politika deliliklerinden bahsederken, yaptığı tek “doğru iş”in Kral Selman'ın bu bahar ayları başında Çin Halk Cumhuriyeti'ne yaptığı ziyaret esnasında Çin'le olan ilişkilerin de facto stratejik ortaklık seviyesine yükseltilmesi olduğunu belirtiyordu.

 

Yazar, The Duran için hazırladığı “Neden Çin İsrail'le ve Suudi Arabistan'la ortaklığı seçiyor?” başlıklı makalesinde bu olayın öneminden ve Çin'in Vehhabi krallıkla olan 65 milyar doların üzerindeki anlaşmaları imzalamasının sebeplerinden söz etmişti, ancak esas nokta, “Çin'in Ortadoğu pazarlarının peşinde olması”.

 

Yazarın geçen sonbaharda kaleme aldığı bu alıntılanan makalede kastedilen şudur: Çin'in Yeni İpek Yolu bağlantısı üzerine kurulu küresel Tek Kemer Tek Yol (OBOR) vizyonu, KİK'in daha büyük paradigmada merkezi bir rol oynamasını öngörüyor, zira Pekin, Krallığın verimli nakit alanlarından bazılarına yatırım yapması karşılığında bölgede fabrikalar ve demiryolları inşa ediyor ve bu son kertede bir kazan-kazan sonucu yaratacaktır. Nitekim Muhammed Bin Selman'ın Vizyon 2030'u ile Çin'in OBOR'unun başarılı bir şekilde kesişmesi, sonuç olarak din adamlarının etkisini azaltması halinde Suudi Arabistan'ın mezhep merkezli bölgesel dış politikasını ılımlı hale getirebilir ve bu, çok-kutuplu bir Ortadoğu olasılığını ciddi şekilde arttırabilir.  

 

Yazar, geçtiğimiz sonbaharda kaleme aldığı “Avrasyacılık: Daha iyi bir Ortadoğu nasıl görünür” başlıklı makalesinde bu konuları ele aldı ve hatta bu yeni bölgesel dinamikte filizlenme ihtimali gayet gerçekçi olan, iç içe geçmiş pek çok Yeni İpek Yolu koridorunun haritasını çıkardı. Okuyucu, Rusya'nın ABD'nin “Büyük Ortadoğu”daki “Kan Sınırları” tasarısına neden bu kadar güçlü bir şekilde karşı çıktığı ve neden üst-kıtanın her yerinde çok-kutupluluğu geliştirme üzerine kurulu “büyük resim”le ilişkisi bakımından sıkıntılı Körfez'in bile kurtarmaya değer olduğunu düşündüğü hakkında açık bir tablo edinmek için mutlaka bu makaleye göz gezdirmelidir.

 

Bununla birlikte bütün bunlar, Katar-Suudi Arabistan ikilisi ve İran-Suudi Arabistan ikilisinin rakiplerinin sınırları içinde varoluşsal bir vekâlet mücadelesine girmesi ve Vehhabi krallığını – başka ülkelerin yanında – “bir sonraki Suriye”ye çevirmesi halinde riske atılacaktır.

 

Sonuç niteliğinde değerlendirmeler

 

ABD, Doğu Yarımküre'yi vekâlet yoluyla daha iyi kontrol etmek için Afro-Avrasya'yı istikrarsızlaştırmak niyetinde; yakın zamanda bunu hayata geçirmek için “Perde arkasından yönetme” stratejisinin yanında Melez Savaş'ı da kullanan birleşik yaklaşıma başvurmasının sebebi de bu. 

 

Her ne kadar şu andaki Körfez Krizi'ne dahil olan bütün taraflar barışçıl bir şekilde kendilerini Çin'in OBOR projelerinden elle tutulur paylar alabilecek kadar uzun süre kontrol altında tutmaları halinde çok taraflı fayda sağlayan kazanımları deneyimleyecek olsa da acı gerçek, bölgesel dinamiklerin ve pek çok taraf arasındaki tarihsel güvensizliklerin, ABD'nin hepsini birbirine karşı Hobbes tarzı bir asimetrik çatışmaya doğru manipüle edebileceği anlamına geldiğidir.

 

“Küçük Machiavelli” olarak da bilinen BAE, ustaca entrikalarıyla çatışma ateşlerini yakmada öncü rol oynuyor, zira bir dizi ayrı emirliğin toplamı olarak sahip olduğu eşsiz nitelik nedeniyle “Avrasya Balkanları”nın bu kısmında parçalanma sonrasında konsolide olan güç haline gelmede ABD'den teşvik alacağını öngörüyor. Amerikan perspektifinden bakıldığında, BAE, Ortadoğu'nun “Kan Sınırları”yla (muhtemelen bazı bölgelerde koşulların değişmesi nedeniyle Ralph Peters'ın 11 yıl önce aklında olana göre biraz ayarlama yapılmış şekilde) yeniden çizilmesi sonrasında bir ağırlık merkezi haline gelebilir, zira krallığın çöküşü sonrasında ortada kalan Suudi sonrası emirliklerden bazılarını kaynaştırmada merkezi bir etkide bulunabilir. Bu akılda tutulduğunda, BAE'nin planları bilhassa kinik görünüyor, çünkü temel olarak, toz duman dağıldığında bölgesel rollerinin yerini almak üzere Suudilerin başarısızlığını hazırlıyor.

 

Öte yandan Rusya ve Çin olan bitenin gayet farkında, zira birkaç yıl önce ABD'nin Ukrayna ve Güney Çin Denizi'nde her ikisine karşı düzenlediği koordine vekil saldırıları esnasında, başlıca jeopolitik rakiplerinin sönümlenmekte olan “tek-kutuplu momenti” sonsuza kadar uzatma yönündeki umutsuz bir girişim içinde 21. yüzyılın rekabetçi bağlantı projelerini sabote etmede Melez Savaş silahını kullanacağını kavradılar.

 

Bu nedenle, Avrasya Büyük Güçleri'nin her ikisi de ABD'nin Körfez devletlerini ve İran'ı birbirine karşı sonu gelmez bir istikrarsızlaştırmalar döngüsüne doğru manipüle etme ve onları tuzağa düşürüp “Kan Sınırları” taslağını bir gerçekliğe dönüştürme çabalarından bir hayli kaygı duyuyor. Ne yazık ki Suudi Arabistan fazla kolay aldatılabilir ve ABD'nin büyük stratejik çıkarlarının yönüne kolayca taşınabilir nitelikte, bu yüzden de gelişi hakkında ikazda bulunulan senaryodan şu an kaçınmanın halen mümkün olup olmadığı belirsizdir.

 

Ancak hiç şüphe yok ki ABD, Rusya'nın kendi planlarını durdurma şansı en yüksek olan taraf olduğunu düşünüyor. Onu Katar'ı “hack'lemek” ve bu şekilde bütün krizi körüklemekle suçlamak suretiyle Rusya'nın Körfez'deki son meşhur kazanımlarını yok etmeye çalışmasının sebebi de bu. Doha'nın da Riyad'ın da en azından şimdilik oltaya takılmamış olması, Moskova'nın her iki ülkeyle de pozitif ilişkilerini ve aralarındaki tarafsız statüsünü kullanarak, bu kavganın ilk aşamasında barışçıl bir çözüm bulunmasına aracılık etmesi, ardından da muhtemelen kazanımlarını Suudi Arabistan ve İran arasındaki ağırlaşan gerilimleri hafifletmek için kullanması umudu bulunuyor.

 

Bunun hırslı bir görev olduğu ve en mütevazı sembolik başarıyı elde edeceğinin bile kesinlikle garantisinin olmadığı doğru, ancak Avrasya entegrasyonunun ve doğmakta olan Çok Kutuplu Dünya Düzeni'nin iki motorundan biri olarak, çok geç olmadan sahne arkası çabaları en iyi şekilde yürütmek halen Rusya'nın – ve bir ölçüde de Çin'in – jeopolitik sorumluluğudur.

 

 

Çeviri: Selim Sezer

 

www.medyasafak.net