Molla Sadra düşüncesinde velayet-i fakihin yeri ve İslam felsefesinin insani bilimlerin gelişmesindeki rolü

Molla Sadra düşüncesinde velayet-i fakihin yeri ve İslam felsefesinin insani bilimlerin gelişmesindeki rolü
Molla Sadra olarak bilinen Sadreddin Muhammed bin İbrahim Şirazi Kavami, (980-1051 Hicri Kameri) Hikmet-i Müteâliye ekolünün kurucusu ünlü bir filozof ve meşhur bir arif olarak felsefi ve irfani düşüncede büyük bir değişim yaratmıştır. Bu ekol kendinden önceki 800 yıllık İslam felsefesini bir kenara bırakarak yeni bir dönem başlattı.

 

 

 

Hawzahnews

 

 

 

Hüccetulislam Erakiyan, velayet-i fakihin Molla Sadra düşüncesindeki yerine değinerek “İmam Humeyni, Molla Sadra'ya ‘Şia'nın övüncü' lakabını vermişti ve Gorbaçov'a yazdığı mektubunda İslam düşüncesini anlaması için ondan Molla Sadra'yı incelemesini istemişti” dedi.

 

 

Havza: Molla Sadra olarak bilinen Sadreddin Muhammed bin İbrahim Şirazi Kavami, (980-1051 Hicri Kameri) Hikmet-i Müteâliye ekolünün kurucusu ünlü bir filozof ve meşhur bir arif olarak felsefi ve irfani düşüncede büyük bir değişim yaratmıştır. Bu ekol kendinden önceki 800 yıllık İslam felsefesini bir kenara bırakarak yeni bir dönem başlattı. Sadru'l Muteellihin Şirazi, 20 asırlık Aristo-Eflatun çekişmesine (geleneksel Meşşai-İşrak çekişmesine) son veren biri ve onun felsefi sistemi de İslam felsefesinin ihya edicisi olarak bilinir.

 

İran takvimindeki 1 Hordad, ‘Molla Sadra'yı anma günü' olarak kutlanır. Bu vesileyle Havza dergisi, Tahran'da üniversite ve havza-yı ilmiye hocası Hüccetulislam Seyyid Ataullah Erakiyan ile Molla Sadra'ya göre İslami yönetim, Molla Sadra düşüncesinde velayet-i fakih ve insani bilimlerin gelişmesinde İslam felsefesinin rolü konularında bir söyleşi yaptı.

 

 

 

- Molla Sadra, niçin Molla Sadra oldu? Acaba bu durum Molla Sadra'nın kendi zamanının sorularına cevap vermesinden kaynaklanmıyor mu?

 

- Sadru'l Muteellihin'in İslam düşünce tarihinde bir dönüm noktası ve Molla Sadra olmasına sebep olan şey, onun İslami ilimlerdeki özellikle de kelam, irfan ve felsefedeki kendine özgü bakış açısıdır. Düşünce tarihini incelediğimiz zaman hikmetin seyrinde ilkin Aristo'yu görürüz. O, akla dayanarak akli delillendirmenin temellerini yüzyıllar önce kurdu. Farabi, Aristo düşüncesini İslam dünyasına getiren kişi oldu. İbn Miskeveyh, onun akli ahlakını İslam ahlak felsefesine getirdi. Felsefenin bu grubu ‘Meşşailer' diye, Aristo felsefesi de ‘Meşşai felsefe' diye adlandırıldı.

 

İslam felsefesinde İbn Sina da bu felsefi kesim içerisinde yer alır. O, akla ve akli sonuçlara özel bir vurgu yapar ve güvenir. Akla sorgusuz sualsiz güvenen meşşailere karşı felsefede bir başka düşünce daha oluştu. Aklı yola çıkmış çocuk olarak gören bu kesim ise hakikatleri keşfetmede ve sorunları çözmede aklın aciz olduğunu belirtti. Aklın tek başına gerçekleri bulamayacağına ve dünyanın sorunlarını çözemeyeceğine inanan bu kesim akla ‘keşif' ve ‘şuhud'un da eklenmesi gerektiğini savundu. Bu düşünce hareketinin kurucusu, ‘Şeyh-i İşrak' diye meşhur olan Zencanlı filozof Sühreverdi'ydi. Bin yıl boyunca İslam düşüncesi ve felsefesi, bu iki düşüncenin dışında değildi. Bunların her biri de bir diğerinin yanlış olduğunu savunuyordu. Hicri kameri ikinci binin başlarında Molla Sadra'nın ortaya çıkmasıyla İslam felsefesinde yeni bir yaklaşım meydana geldi. Sizin söylediğinizi teyit ederek diyebilirim ki Molla Sadra gerçekten kendi döneminin sorularına cevap verme arzusuna sahipti. Safevi yönetiminin sakin ortamında ve onların da desteği ile felsefede Hikmet-i Muteâliye adlı yeni bir anlayış kurdu. Buna Sadraî Hikmet de deniyor. Bu anlayışta, hakikatlerin keşfi için aklın işraka yardımcı olduğunu savunan İşrakilerden farklı olarak meselelere cevap vermede aklı tek merci olarak gören Meşşailerin aksine Molla Sadra, burhan ile irfanı ve akıl ile kalbi birbiriyle birleştirdi. Aklın meseleleri çözmede yetersiz kaldığı her yerde irfanı yardımcı olarak aldı ve irfanın açıklamada yetersiz kaldığı her yerde de aklı kullandı. Bu genel şekil.

 

Özel nazariyeler alanına gelince… O, ‘cevheri hareket', ‘akıl ile makulün birliği', ‘varlığın asıl, mahiyetin ise itibari oluşu' vs. gibi meseleleri, İslam felsefesine tanıttı. Ondan önce felsefelerde cevherde hareket muhal görülürdü. Hareket ve değişimin yalnızca arazda olduğu kabul edilirdi. Cevheri hareket, (kelimenin gerçek anlamıyla) İslam ahlakının omurgasıdır. Bunun kriteri de fazilet ve rezillik, Allah'a yaklaşma ve ondan uzaklaşmadır. Ya da örneğin o, Varlık hakkında varlığın asli oluşunu söz konusu etmiştir ve Varlık kavramını en açık kavram olarak kabul etmiştir.

 

Allame Tabatabai'nin Nihayetu'l Hikme ve Bidayetu'l Hikme kitaplarındaki tarzı tamamen Molla Sadra'nın tarzıdır. Allame Hasanzade Amuli, Allame Tabatabai'nin şöyle buyurduğunu naklediyor: “Biz, neye sahipsek hepsini Hoca'ya (Molla Sadra) borçluyuz.”

 

Molla Sadra'nın işi o kadar kolay değildi. Ortaya konan her yeni buluş, ciddi ve özel bir muhalefeti de beraberinde getirir. Onun öğrencisi ve damadı olan Abdurrezzak Lahici, onun felsefesini eleştiren ilk kişiydi. Cevheri hareketi ve varlığın asli oluşunu kabul etmiyordu. Molla Sadra, üç kızını da öğrencileriyle evlendirmişti. Damatlarından biri de Feyz Kaşani'ydi. Özetle Molla Sadra'yı Molla Sadra yapan bu buluşu ve benzersiz görüşleridir.

 

- Bu söyleşinin asli hedefi, Molla Sadra'nın İslami yönetim, özelde de velayet-i fakih konusundaki görüşlerini değerlendirmekti. Giriş olarak şöyle bir soru sorayım. Şu an burada konuştuğumuz bu Sadra, filozof Sadra mıdır? Daha açık bir ifadeyle bu bahis, filozof olan Molla Sadra'yla mı ilgilidir, yoksa daha geniş bir bakış açısıyla felsefenin yanı sıra fıkıh, hadis ve tefsiri de bilen ve bir din âlimi de olan Sadra'dan mı söz ediyoruz?

 

-  Sorunuza cevap vermeden önce konuya giriş olarak birkaç noktayı açıklamam gerekiyor. Birinci nokta, velayet kavramının anlamıyla ilgilidir. Velayet; fıkıhta ayrı, irfanda ise ayrı anlamda kullanılır. Velayet, fıkıhta tasarrufta öncelik anlamına gelir. Örneğin baba, küçüğün malları konusunda tasarrufta öncelik sahibidir. İrfanda velayet ise Allah'a yakınlık mertebelerinden biri anlamındadır. Bu iki kavramı birbirine karıştırarak yanlışa düşmemek gerekir.

 

Diğer bir nokta, Molla Sadra'nın bahisleri arasında velayet-i fakih tabiri bulunmamaktadır. Fakat bu, onun fakih veya âlimin liderliğini kabul etmediği anlamına gelmez. Ama Molla Sadra, bunu esas alacağımız bu konuya özel bir şey söylemiş değil. O, içinden birçok sonucun çıkarılabileceği bir fikri ekolün kurucusudur. Bazı sonuçları onun bizatihi kendisi söz konusu etmiştir, bazılarına ise ömrü vefa etmemiştir. Bundan dolayı da onun ekolünü genişlettiler. Bir başka deyişle bizim Sadra felsefesi veya Hikmet-i Muteâliye dediğimiz şeyin hepsi Molla Sadra'ya ait değildir. Onun fikirlerinin ve ondan sonra gelen Sadracı âlimlerin ürünüdür. Evet o, kurucuydu. Onun ekolünün semerelerinden biri de ‘âlimin liderliği'ydi. Onun şöyle bir meşhur sözü vardır: “Âlim, âlemlerin sultanıdır; ister kabul edin ister etmeyin.” Muhtemelen bu “el-âlimu sultanun” rivayetiyle ilgili olmalı.

 

Bununla birlikte o, özel olarak velayet-i fakih konusundan bahsetmemiştir. Ancak onun sözlerinden onun nazariyesi çıkarılabilir. Hatta onunla ilgili olarak ‘siyaset-i muteâliye' de varsayılabilir ve onun siyasi düşünceleri bir araya getirilebilir. Örneğin havza-yı ilmiyedeki dostlardan biri, bu başlık altında bir dizi kitap yazdı: ‘İbn Miskeveyh'in siyasi düşüncesi”, “Molla Muhammed Mehdi Neraki'nin siyasi düşüncesi' vs. Bu konuda da araştırma yapılabilir.

 

Üçüncü olarak “testi içindekini dışarı sızdırır” şeklinde meşhur bir kural vardır. Veya “buğdaydan buğday, arpadan arpa olur” derler. Bu kural çerçevesinde Molla Sadra, Molla Sadra'dır. Tefsirci Sadru'l Muteellihin, felsefeci olan Sadru'l Muteellihin'dir. Onun tefsir, irfan, felsefe ve siyasete dair görüşlerinin kaynağı birdir. Eğer felsefede bir görüşü varsa bunu onun tefsir nazariyesi olarak saymak da mümkündür. Bir başka deyişle onu akıl, nakil ve kalbe hâkim olan bütüncül bir âlim olarak görmek mümkündür.  

          

Bu yorumla onun velayet-i fakih ve âlime inandığı söylenebilir. Çünkü o, insanların çeşitli derecelere sahip olduğuna inanır. Allah, en üstün insanı peygamber olarak seçer. Molla Sadra, insanların işlerini kendi başlarına idare edemeyeceğine ve kendi dışından bir idare ediciye sahip olması gerektiğine inanmaktadır. Bu, insanı kendine yeterli gören hümanizm yani insan merkezlilik düşüncesinin karşıtıdır. Örneğin Esfar-ı Erbaa (Dört Yolculuk) kitabında bu dört seferi geçenlerin riyasete layık olduğunu söylemektedir. Nitekim ilim ve fekaheti, bu seferin apaçık bir şartı kılmıştır.

 

Değinilmesi gereken bir başka nokta da şudur: Velayet-i fakihi ispat etmek için rivayete, nassa veya makbul sayılan bir görüşe ihtiyaç yoktur. Çünkü bedihi (apaçık) bir ilkedir. Bu ilke ile ilgili olarak Hz. Ali (a.s) “İnnehu labud linnasi min emiru birr ev facir” (İnsanların iyi ya da facir bir emirinin olması gerekir) demiştir. İmam Humeyni de velayet-i fakihi bedihi ve açık bir ilke olarak görmüş ve “Eğer velayet-i fakih doğru tasavvur edilirse tasdik edilir” buyurmuştur. Mantıkta buna Kazaya-yı Evveliyat denmektedir. Molla Sadra da “Halk kabul etse de etmese de âlim sultandır (hâkimdir)” demiştir. Zeyd bir makine tamircisidir. Ben kabul etsem de etmesem de makine tamirciliğinin bilgisine ve uzmanlığına sahiptir. Velayet-i fakihin anlamı budur.

 

- Bahsettiğiniz bu hususları da dikkate alarak acaba Molla Sadra düşüncesinde velayet-i fakihin anlamı nedir? Yani biz velayet ve fakih kavramlarını araştırdığımızda hangi anlama ulaşıyoruz.

 

- Söylediğim gibi ‘velayet-i fakih' aynen bu ifadeyle onda geçmemektedir. Velayet kelimesi de onun tarafından kullanıldığında irfani yönüyle yani Allah'a yakınlaşma mertebelerinden biri olarak geçmektedir. Fakat düşünce temellerine baktığımızda onun âlim ve fakihin mutlak liderliğine inandığını görüyoruz.

 

- Merhum Molla Sadra'nın söz konusu ettiği ilme hikmet-i müteâliye olarak baktığımızda, Sadra'nın ilmi, varlık kategorisinde gördüğünü anlıyoruz. Bu açıdan Sadra, varlık mertebesi açısından daha üstün olanı toplumun önderi olarak gören bir kişidir. Bu durumda acaba sizin söylediğiniz bu hususları da dikkate alarak şu sonuca ulaşabilir miyiz? Sadra açısından varlık mertebesinde daha üstün olan böylesi bir insan tekvinî olarak toplumun önderidir. Eğer toplum onun yanına giderse onun bu önderliği fiili bir durum haline gelmiş ve toplumda uygulanmış olur. Ama eğer halk onun yanına gitmezse doğal olarak o makamına sahip olmakla birlikte onun bu önderliği toplumsal olarak gerçekleşmemiş olur.

 

- İnsan başlangıçta hayvani bir tabiat üzere doğar ve cevherî hareket doğrultusunda kendi kemâline doğru hareket eder. Onun kemâli Allah'a yakınlaşmaktır. Bu yakınlaşma, insanın hayvani, asli ve ilk tabiatına galip gelmesiyle hasıl olur. Ahlak felsefesi âlimlerinin tabiriyle yakınlaşma, nefsin vehmiye, şeheviye ve gazabiye gibi tüm kuvvetleri, aklın denetim ve yönetimi altına alındığı zaman hasıl olur. Daha akıllı ve daha âlim olan insan kemâle ve Mutlak Varlığa daha yakındır. Prensip olarak insan bu makama ulaşmadıkça yakınlaşma da hasıl olmayacaktır. Dolayısıyla sizin buyurduğunuz şey tamamen doğrudur.

 

Diğer bir nokta da şudur: Halkın teveccühü ve kabulü önemli bir şarttır. Molla Sadra'nın ‘‘Halk istese de istemese de âlim, sultandır'' sözü, meselenin zati gerçekliğiyle ilgilidir. Fakat bu sultanlığın uygulamaya geçebilmesi için halkın teveccühü ve kabulü gereklidir. Aksi halde liderlik toplumda gerçekleşmeyecektir. Emirülmüminin Ali (a.s) imamdı; ama halkın teveccühü 25 yıl boyunca gerçekleşmediği için onun imameti uygulamaya geçemedi. Allah'ın Rasulü de aynı şekilde. Gaybetin esas nedeninin de bu olduğu söylenir. Halkın belli bir ölçüde aklı ve düşüncesiyle imama muhtaç olduğu fikrine ulaşması gerekir. İmam-ı Zaman Hz. Mehdi (a.s) mevcut olur da onlarda bu duygu ve ihtiyaç, susuzluk olmazsa diğer temiz ecdadının da kıymeti bilinmediği gibi O'nunki de bilinmeyecektir.

 

- ‘‘Kesr-i Esnam-ı Cahiliye'' (Cahiliye Putlarının Kırılması) kitabında Molla Sadra bizim lafızları doğru bir şekilde kullanmamız gerektiğini vurguluyor ve şunu açıklıyor: Fakih, kelimenin terim anlamıyla velayete sahip değildir, fakihlik velayettir. Yani ‘‘fakih'', fıkh-ı asgar ve ekberde (amel ve itikat bilgisinde) görüş sahibi olmalıdır. Lütfen bu konuyu biraz açıklayın ve buraya kadar açıkladığımız ‘insan-ı kâmil velayet sahibidir' şeklindeki Molla Sadra düşünce sistemi ile bu irfani okuma ve değerlendirmenin konuya yaklaştığını söyleyebilir miyiz?

 

- Kelimelerin kullanımının esaslı bir rolü vardır. Lafızlar, kavramları nakletmek içindir. Her lafzın vaz edilmiş bir delaleti olduğu gibi kullanım maksadı da vardır. Âlimlerin bu konudaki tabirleri göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin rivayetlerde kasaplığın mekruh olduğunu görüyoruz. Kasaplık etin parçalanması ve satılmasıdır. Hâlbuki rivayette kullanılan kasaplık değil ‘‘sellahi'' tabiridir. Yani hayvanın başını kesen kişidir. Bu mekruhtur.

 

Bu yüzdendir ki günümüzde makale ya da tez yazımında kelime açıklamaları ve anahtar kelimeler kullanılır ve bu açıklanır. Böylece yazarın lafzın kullanımı ve anlamı karşısındaki tavrı aydınlanmış olur. Konunun hakikati şudur: Fakih, din ve maarif konusunda derin bilgiye sahip olan kişi demektir. Bu kelime o zamanda âlimlerin görüşlerini bilen kişi anlamında kullanılırdı. Yani, çaba ve çalışmayla olgulara ve ayrıntılara ait hükmü delillerden çıkaran kişi demek olan müçtehitten farklıydı. Bir başka deyişle ‘velayet-i fakih'te fakihten maksat, işte bu anlamdaki müçtehittir ki bazı rivayetlerde ‘ravi' diye de tabir edilmiştir. Fekahet ise içtihadın zorunlu şartıdır. Dolayısıyla İmam Humeyni'nin görüşü ve ondaki velayet-i fakih kavramı ile Molla Sadra'nın tabirlerinde geçenler arasında bir çelişki görülmez. Ancak şu şartla ki sözlük anlamına dikkat edilmeli; tabirler muhataplar için açıklanmalı, kullanım maksadı ve muradı izah edilmelidir.

 

- İslam felsefesi, bu cümleden de Hikmet-i Muteâliye, insani bilimlerin değişmesindeki temel etkenlerden biri sayılabilir mi?

 

- Sorun şurada. İslam dünyasına girdiği andan itibaren bazılarının felsefeye karşı çıkmasının sebebi budur. Felsefe eğer İslami olursa insani bilimlerde değişimin esaslı etkenlerinden biridir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan felsefe, İbn Sina'nın Farabi'nin, İbn Rüşd'ün, Kindi'nin veya diğer Müslüman filozofların beyan ettikleri, İslam felsefesi değildir. Müslümanların felsefesidir. Şu söz meşhurdur: Müslümanların elde ettiği felsefenin 70 meselesi vardı, bunlar onu 700 meseleye çıkardılar.

 

Felsefe, Molla Sadra zamanına kadar bazı yerlerdeki İslami öğretimle mutabakat halinde değildi. Hikmet-i Muteâliye ile bu gerçekleşti. İbn Sina'nın çözemediği meseleleri Sadra felsefesinin çözdüğü söylenir. Kamuoyu sebebiyle Molla Sadra'nın sürgün edilip bir müddet Kehek'te bulunduğu dönemde onun bu süre boyunca kalp tezkiyesiyle meşgul olduğu meşhurdur. Onun ilmi çalışmaları ve Sadra felsefesinin kuruluşu Kehek'te olmuştur. Daha sonra Allahverdi Han'ın vesilesiyle tekrar Şiraz'daki Han Medresesine götürüldü. Allame Tabatabai, Molla Sadra felsefesini hakikate daha yakın görmektedir.

 

İmam Humeyni'nin ona müthiş bir inancı vardır ve ‘‘Molla Sadra, vema edrake ma Molla Sadra'' diye buyurmuştur. Merhum İmam, ona ‘Şia'nın övüncü' lakabını vermiş ve Gorbaçov'a mektubunda ondan İslam düşüncesine aşina olması için Molla Sadra düşüncesini incelemesini istemiştir. Bu açıdan diyebiliriz ki hepimizin çabası olan insani ilimlerdeki değişimde bu felsefe kullanılabilir.  

   

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

    

www.medyasafak.net