CIA: Organize suçla geçen 70 yıl (2)

CIA: Organize suçla geçen 70 yıl (2)
Guy Debord, gizliliğin dünyaya hâkim olduğunu, en önemli meselenin de hâkimiyetin gizliliği olduğunu söylüyordu. Medya, CIA’in sırlarını saklayarak, sizi size nasıl hükmedildiğini bilmekten alıkoyar. Medya ve CIA aynı şeyi yapıyor. FOX ve MSNBC’nin ortak noktası, serbest çarklı bir kapitalist toplumda haberlerin bir meta olmasıdır.

 

 

 

Counterpunch.org

 

 

 

Lars Schall: Sana göre, küresel uyuşturucu ticaretine müdahil olan şey, “Ulusal Güvenlik yapısının en derin, en karanlık sırrı”. Bu müdahale nasıl gerçekleşti?

 

Douglas Valentine: CIA'in Amerika'yı yöneten şirket çıkarları adına uluslararası uyuşturucu trafiğini yönetmesinin ve kontrol etmesinin iki veçhesi var. ABD hükümetinin uyuşturucu trafiğine dahlinin, devletleri ve Amerika da dahil olmak üzere onların içindeki siyasi ve sosyal hareketleri kontrol etmenin bir aracı olarak, CIA'in var olmasından önce başladığını belirtmek gerekir. Doğrudan müdahale 1920'li yıllarda, ABD Çan Kay-Şek'in Çin'deki milliyetçi hükümetin narkotik ticareti yoluyla güç bulmasına yardım ettiği zaman başladı.

 

II. Dünya Savaşı esnasında, CIA'in selefi OSS, Japonlarla savaşan Kachin gerillalarına afyon temin ediyordu. OSS ve ABD ordusu ayrıca II. Dünya Savaşı esnasında Amerikan yeraltı suç dünyasıyla bağlarını güçlendirdi ve bundan böyle, ülke içindeki ve dışındaki kirli işlerini yaptırmak için kiraladıkları Amerikalı uyuşturucu kaçakçılarına gizlice koruma sağlayacaklardı.  

 

Milliyetçiler Çin'den kovulduktan sonra, CIA bu uyuşturucu kaçakçılarını Tayvan ve Burma'ya yerleştirdi. 1960'lı yıllar itibariyle CIA Güneydoğu Asya genelinde uyuşturucu ticaretini idare ediyordu ve kontrolünü dünya çapına – özellikle Güney Amerika'ya, ama aynı zamanda Avrupa geneline – yayıyordu. CIA, Laos ve Vietnam'da uyuşturucu kaçakçılığı müttefiklerini destekledi. Hava Kuvvetleri Generali Nguyen Cao Ky, 1965 yılında Güney Vietnam'ın ulusal güvenlik müdürlüğünün başında görev yaparken, kârlı bir narkotik kaçakçılığı bayiliği üzerinde kontrol karşılığında, CIA'e özel milis güçleri örgütleme ve gizli sorgu merkezleri kurma hakkı sattı. Hizmet ettiği güçlü diktatör General Loan aracılığıyla Ky ve onun kliği, afyon kârları üzerinden hem siyasi aygıtlarını hem de güvenlik güçlerini finanse etti. Bütün bunlar CIA desteğiyle gerçekleşti.

 

Güneydoğu Asya'daki uyuşturucu tacirleriyle olan bağların ifşa olması riski, ikinci veçhenin başlangıcına damgasını vuran şeydir: CIA'in uyuşturucuya ilişkin kamu yaptırım gücünün parçası olan çeşitli hükümet kuruluşlarına sızması ve onları kendi kontrolü altına alması. Üst düzey Amerikalı yetkililer, eski Narkotik Bürosu'nun dağıtılmasını ve 1968 yılında Adalet Bakanlığı içerisinde, Narkotik ve Tehlikeli Maddeler Bürosu (BNDD) olarak yeniden kurulmasını sağladılar. CIA, dünya çapındaki, özellikle de Güneydoğu Asya'daki uyuşturucu trafiği müttefiklerini korumak amacıyla derhal BNDD'nin en üst kademelerine sızmaya başladı. CIA'in James Angleton yönetimindeki Karşı İstihbarat Şubesi 1962 yılından beri bu uyuşturucu kuruluşlarıyla bağlantı içindeydi, ancak 1971 yılında bu fonksiyon, CIA'in operasyonlar bölmesine geçti. 1972 yılında CIA memuru Seymour Bolten, CIA direktörünün narkotik koordinasyonundan sorumlu özel asistanlığına atandı. Bolten William Colby'nin ve daha ileride merkezi istihbarat direktörü George H.W. Bush'un danışmanı oldu. 1973 yılı itibariyle, DEA'nın kurulmasıyla CIA, yurtdışındaki bütün uyuşturucu yaptırım güçlerinin tam kontrolünü ele almıştı ve ABD'de de tacirleri koruyabiliyordu. 1990 yılında CIA, herhangi bir ülke içi kanuni yaptırım fonksiyonunu yürütmesinin yasak olmasına rağmen kendi narkotikle mücadele merkezini kurdu.

 

LS: Uyuşturucu savaşı aynı zamanda siyahlara karşı bir savaş mı? Bu soruya dair biraz çerçeve sunayım. Richard Nixon'un eski üst düzey yardımcılarından olan John Ehrlichman'in şu itirafta bulunduğu ileri sürülür:  “Nixon'un 1968'deki kampanyasının ve daha sonra Nixon yönetimindeki Beyaz Saray'ın iki düşmanı vardı: savaş karşıtı sol ve siyahlar. Ne dediğimi anlıyor musunuz? Savaşa karşı olmayı da, siyah olmayı da yasadışı hale getiremeyeceğimizi biliyorduk, fakat kamuoyunun hippileri marihuanayla, siyahları da eroinle bağdaştırmasını sağlayarak, bu toplulukları bozabileceğimizi biliyorduk. Liderlerini tutuklayabilir, evlerini basabilir, toplantılarına engel olabilir ve her gece akşam haberlerinde onları yerebilirdik. Uyuşturucu konusunda yalan söylediğimizi biliyor muyduk? Elbette biliyorduk.” (1) Elbette bu konuda, H. R. Haldeman'in günlüklerinden de alıntı yapabilirim. Nixon başkanlığının erken aşamalarında, özel olarak 28 Nisan 1969 tarihinde, genelkurmay başkanına yönelik temel stratejisini çizmişti: “[Başkan Nixon], ‘Bütün sorunun gerçekten de siyahlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmeniz gerekiyor. Anahtar mesele, bir taraftan bunu kabul ederken diğer taraftan öyle yapmıyormuş gibi görünen bir sistem kurmaktır' diye vurguladı.” (2) İşte bu yüzden, Nixon yönetiminde uyuşturucuya karşı başlayan savaş aynı zamanda siyahlara karşı bir savaş mıdır? Ve eğer öyleyse, bu bize Amerika Birleşik Devletleri hakkında ne anlatıyor?

 

DV: Amerika eski bir köleci devlet ve açıkça ırkçı bir toplumdur, bu yüzden de evet, beyaz üstünlüğü taraftarlarınca uyuşturucuya karşı verilen savaş, siyahlara ve diğer hakir görülen azınlıklara karşı, onları haklarından mahrum tutmak için yürütülen bir savaştı ve bugün de öyledir. Eski Narkotik Bürosu açıkça ırkçıydı: siyah FBN ajanlarının süpervizör (13. kademe) olmasına ve beyaz ajanları yönetmesine ancak 1968 yılında izin verildi.

 

FBN hakkındaki The Strength of the Wolf [“Kurdun Gücü”] kitabım için eski FBN ajanı William Davis'le görüşmüştüm. Davis, siyah ajanların içinde bulunduğu kötü durumu anlatıyordu. Davis 1950 yılında Rutgers Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra New York City'yi ziyaret ederken, şarkıcı Kate Smith'in bir radyo programında FBN ajanı Bill Jackson'ı övdüğünü duymuş. Davis hatırladıklarını şu sözlerle anlatıyordu: “Smith onu bir federal narkotik ajanı olarak iyi bir iş yapan bir siyah avukat olarak tanımlıyordu ve bu benim esin kaynağım oldu. Narkotik Bürosu'na başvurdum ve hemen işe de alındım, fakat kısa süre sonra, siyah ajanların saygıdeğer pozisyonlarda yer alamayacağı şeklinde, yazılı olmayan bir kural olduğunu öğrendim. Siyahlar grup lideri olamıyor, yahut beyazları yönetemiyor ya da onlara talimat veremiyordu.”  Davis acı bir şekilde, “Herhangi bir zamanda aynı anda görev yapan az sayıdaki, belki ülke genelinde sayısı sekizi geçmeyen siyah ajanlar olarak küçük düşürücü durumlarda bırakılıyorduk” diye anlatmıştı.

 

Davis, Wade McCree'nin 1930'lu yıllarda FBN ajanı olarak çalışırken patentli bir ilaç yaptığını anlattı. Ancak McCree, Eleanor Roosevelt'e yazarak Güney'deki savcıların siyah ajanları “zenci” diye aşağılamasından yakınmak gibi bir hata yapmış. Bunun sonucunda FBN'in hukuk personeli, McCree'yi kendi patentli ilacını yapmak için FBN tesislerini kullanmakla suçlamış. McCree, bir dalgalanma etkisi yaratması düşüncesiyle kovulmuştu: azledilmesi, siyah ajanlardan gelen şikâyetlerin tolere edilemeyeceğine işaret eden açık bir mesaj veriyordu.  

 

The Strength of the Wolf kitabım için yaptığım başka bir görüşmede, New Orleans'tan kıdemli bir narkotik görevlisi ve 1970'lerde oranın polis şefi olan Clarence Giarusso bana, ırksal durumu kamu gücünün perspektifinden anlattı. Giarusso, “Siyah mahallelerde kovuşturma başlatıyorduk çünkü bu kolaydı” şeklinde konuştu: “Arama kararına ihtiyacımız yoktu, bu bizim kotalarımızı doldurmamıza imkân veriyordu ve böyle sürüp gidiyordu. Eğer bir siyahın üzerinde uyuşturucu bulursak birkaç günlüğüne içeri atardık ve kimse bunu umursamazdı. Bu kişinin avukat parası olmazdı ve mahkemeler de onu mahkûm etmeye hazırdı; jüri bizim gerekçe açıklamamızı bile beklemezdi. Bu yüzden bu kişiler alışkanlıklarını bırakmak yerine muhbir olur, böylelikle onun mahallesinde daha çok kovuşturma yürütürüz ki hepimizin ilgilendiği şey budur. Biz Carlos Marcello ya da mafyayı önemsemiyoruz. Şehir polisleri uyuşturucuyu kimin getirdiğiyle ilgilenmez. Bu, federal ajanların işidir.”

 

Bugün durumun bundan farklı olduğunu düşünen herkes bir fantezi dünyasında yaşıyordur. Benim yaşadığım yer olan Longmeadow, MA'da polisler, yakınlardaki Springfield şehrindeki siyahlara ve Porto Rikolulara karşı ilk savunma hattıdır. 15 yıl kadar önce Springfield'in Küçük İtalya kısmında bir mafya cinayeti olmuştu. O tarihte mahalleye siyahlar ve Porto Rikolular geliyordu ve epey ırksal gerilim vardı. Yerel televizyon kanalı benimle bu konu hakkında bir röportaj yaptı ve ben öldürülen mafya patronu Al Bruno'nun muhtemelen bir FBI muhbiri olduğunu söyledim. Ertesi gün tanıdığım insanlar benimle konuşmayacaktı. Yorumlar yapılıyordu. Bazıları bana, Bruno'nun oğlunun benimle aynı sağlık kulübüne gittiğini söyledi. Springfield gibi bir şehirde ve oranın banliyö mahallelerinde herkes mafyayla bağlantılıdır veya mafya içinde arkadaşları vardır.  

 

Bruno cinayetinden birkaç yıl önce, üyesi olduğum sağlık kulübündeki kapı görevlisiyle arkadaşlık etmiştim. Şansa bakın ki, kapı görevlisi, Springfield'deki bir narkotik dedektifinin oğluydu. Onunla havuza girer ve yerel barlarda bira içerdik. Bir gün bana, kendisine babasının anlattığı bir sır verdi. Söylediğine göre Springfield polisleri mafya patronlarının Springfield'e uyuşturucu getirmesine izin veriyor, karşılığında da yeraltı adamları Siyah ve Porto Rikolu müşterilerinin isimlerini veriyordu. Bu şekilde, Giarusso'nun söylediği gibi, polisler kovuşturmalarına devam ediyor ve azınlık toplulukları ev almakta ve mahallelerinde yerleşik olan beyazların alanlarına girmekte zorlanıyor. Bu, her gün ABD'nin her yerinde oluyor.

 

LS: Uyuşturucu yasadışı olmasa uyuşturucu ticaretinin bugünkü kadar olmayacak olması size ironik geliyor mu?

 

DV: Uyuşturucu maddelerin yasaklanması, bağımlılık meselesini bir “kamu sağlığı” meselesi olmaktan çıkarıp bir kolluk meselesi haline getirdi, bu yüzden de polis güçlerinin yayılması ve adalet ve sosyal refah sistemlerinin hakir görülen azınlıkların siyasi ve sosyal ilerleme kaydetmesi engellenecek şekilde yeniden organize edilmesi için bir bahane meydana getirdi. Sağlık endüstrisi, hakir görülen azınlıkların, yoksulların ve çalışan sınıfların aleyhine olacak şekilde, kâr gözeten işadamlarının eline geçti. Özel işyerleri, bu baskıcı politikayı kutsamak üzere sivil kurumlar tesis etti. Kamu eğitmenleri, İşletme Partisi'nin ırkçı çizgisini ilerleten siyasal endoktrinasyon halini alan müfredatlar geliştirdi. Ülke dışındaki iş çıkarlarının genişlemesini ilerletirken, tıbbi, eczacılıkla ilgili, uyuşturucu üretimine karşı siyasi ve sosyal direnci bastırmak üzere bürokrasiler kuruldu.

 

Uyuşturucuya karşı savaşın ekonomik temellerini ve Amerika'nın bundan kâr eden endüstrilere yönelik “bırakınız yapsınlar” düzenlemesinin nedenlerini izah etmek için bir kütüphane dolusu kitap gerekir. Özetle söylemek gerekirse bunlar, uyuşturucudan tıpkı mafyanın kâr sağladığı gibi kâr sağlar. Uyuşturucu endüstrisindeki Wall Street yatırımcılarının kendi ekonomik güçlerinin önünü açmak ve bunu siyasi ve küresel askeri güce dönüştürmek için hükümeti kullandığını söylemek yeterlidir; asla unutmamak gerekir ki Amerika afyon ya da kokain üreten bir ülke değildir ve narkotik uyuşturucular, bahsettiğimiz bütün endüstrilerin – ordu dahil – bağımlı olduğu stratejik bir kaynaktır. Dünyanın yasal ve yasadışı uyuşturucu arzını kontrol etmek bir ulusal güvenlik meselesidir. Bunun son 70 yıldır nasıl işlediğine dair örnekler için benim kitaplarımı okuyabilirsiniz. 

 

LS: CIA bugün Afganistan'daki afyon sorununun parçası mı?

 

DV: Afganistan'da CIA çalışanları, uyuşturucu ticaretini gölgedeki hamaklarından yönetiyor. Afyon üretimi onların 2001-2002'de Karzai hükümetini kurmalarından ve afyon ticareti baronu Gül Aga Şerzai'yi kullanarak “dost siviller” yoluyla Afgan direnişi içinde istihbarat ağları kurmalarından bu yana hızla arttı. Amerikan kamuoyu, Taliban'ın Amerikan istilası sonrasında silahlarını bıraktığını ve Afgan halkının ancak CIA'in Şerzai'yi Kabil'e yerleştirmesinden sonra silahlandırdığını pek bilmiyor. Şerzai, Karzai kardeşlerle ortaklık içinde CIA'e, Taliban'ı değil kendi iş rakiplerini hedef alan bir muhbirler ağı sundu. Anand Gopal'ın No Good Men Among the Living [“Yaşayanlar Arasında İyi İnsan Yok”] başlıklı çalışmasında açığa çıkardığı gibi, Şerzai'nin dostça tüyolarının sonucu olarak CIA, bir dizi Phoenix tarzı baskınla Afganistan'ın en saygıdeğer liderlerinin çoğuna metodik olarak işkence yaptı ve onları öldürdü; bunlar ise Afgan halkını radikalleştirdi. CIA, savaşı Afganistan'da uzun süreli bir işgal ve kolonizasyonun bahanesi olarak başlattı.

 

Sunduğu hizmetler karşılığında Şerzai, büyük bir uyuşturucu bayiliğinin yanında, Afganistan'daki ilk ABD askeri üssünü kurma sözleşmesi elde etti. CIA, Afgan uyuşturucu baronlarının DEA listelerinden muaf olması için düzenlemeler yaptı.  Tüm bunlar Gopal'ın kitabında belgelenmektedir. Görevli CIA memurları, anne-babaları öldürülmüş ve zihinleri 15 yıldan uzun süredir devam eden ABD saldırganlığından hasar görmüş genç Afganlar arasındaki bağımlılık oranının artmasını keyifle izliyor. Yukarıda bahsedilen tüm ekonomik, sosyal ve siyasi sebeplerden ötürü de, bu uyuşturucunun Amerika'nın iç şehirlerine ulaşmasını umursamıyorlar.

 

Uyuşturucu ticaretinin aynı zamanda “istihbarat potansiyeli” de var. CIA memurları, afyonu eroine dönüştüren ve Rus çetelere satan, korunaklı Afgan savaş baronlarıyla uzlaşma içindeler. Bu, Amerika'daki polislerin mafya üyesi uyuşturucu tacirleriyle birlikte çalışmasından farklı değildir; düşmanla varılan ve yönetici sınıfın siyasi güvenliğini teminat altına alan bir uzlaşmadır bu. Uzlaşmanın temelinde ise suçun tümüyle ortadan kaldırılamayacak, sadece yönetilebilecek olduğu vardır.

 

CIA'e düşmanla müzakere yapma izni verilir, fakat yalnızca kanalların güvenli ve inkar edilebilir olması durunda. Bu, İran Kontra skandalı zamanında olmuştu; o tarihte Başkan Reagan, teröristlerle asla pazarlık yapmama sözü vererek Amerikan halkının sevgisini kazanırken, aynı esnada onun ikiyüzlü yönetimi, İranlılara füze satmak ve parayı uyuşturucu satan kontralara silah almak için kullanmak üzere CIA memurlarını gizlice Tahran'a göndermişti. Afganistan'da, yeraltı uyuşturucu dünyası içindeki uzlaşı, CIA'e, esir değişimi gibi basit meselelerle ilgili müzakere yürüttüğü Taliban liderliğiyle görüşmesi için güvenli bir kanal sunmaktadır. Afganistan'daki yer altı suç-casusluk dünyası her türlü olası uzlaşma için fikirsel alan sağlamaktadır. Her zaman bir ateşkes için ön müzakereler vardır ve Amerika'nın tüm modern çatışmalarında bu CIA'in işidir. Ancak Trump, işgali sonsuza dek uzatacak.

 

Afganistan'da 600 alt kademeli DEA ajanının bulunması, bütün meseleyi makul şekilde inkâr edilebilir hale getiriyor.

 

LS: ABD Phoenix programının karakteristik özelliklerini Afganistan'da yeniden mi sahneliyor? Bunu özellikle, Taliban liderlerinin silahlarını bıraktığı, “Sonsuz Özgürlük Operasyonu”nun başlangıcıyla bağlantılı olarak soruyorum.

 

DV: Afganistan, Güney Vietnam'da geliştirilen standart iki kademeli Phoenix programı için bir örnek olaydır. Bu, hem istihdam hem de suikast için “yüksek değerli” kadroları hedef alan gerilla savaşıdır. Bu üst katmandır. Aynı zamanda sivil nüfusa karşı psikolojik savaştır – direnişi desteklediğinin söylenmesi halinde herkesin kaçırılacağını, hapse atılacağını, işkenceden geçirileceğini, tehdit edileceğini ve/veya öldürüleceğini bilmelerinin sağlanmasıdır. Bu da ikinci katmandır: sivilleri terörize ederek ABD'nin yerleştirdiği kukla hükümeti desteklemelerini sağlamak. 

 

ABD ordusu, Vietnam Savaşı'nın ilk dönemlerinde savaşın (SS Einsatzgruppen-tarzı özel kuvvetler ve Gestapo tarzı gizli polis modelindeki) bu tiksinti verici biçimine girişmeye direndi, ancak Phoenix'i teferruatlı hale getirmek için asker sunmak zorunda kaldı. İşte bu dönemde CIA, ordunun alt kademeli subayları içine sızmaya başladı. CIA çalışanları Donald Gregg (ki revizyonist savaş çığırtkanı Ken Burns Vietnam Savaşı serisinde öne çıkarır) ve Rudy Enders (her ikisiyle de The Phoenix Program kitabım için röportaj yapmıştım), 1980'li yıllarda Phoenix'i El Salvador ve Orta Amerika'ya ihraç etti. Aynı tarihte CIA ve ordu, bu modeli kullanarak dünya çapında “terörizmle” mücadele etmek üzere Delta Gücü ve Ortak Özel Operasyonlar Komutanlığı'nı kurmak için güçlerini birleştiriyordu. Artık konvansiyonel savaş yoktur, bu yüzden de ordu, ekonomik ve siyasi nedenlerden ötürü, CIA'in yıllar önce istihdam ettiği alt kademeli subayların yönetimi altında, dünya genelindeki 700'ü aşkın üste Amerikan imparatorluğu için görev yapan de facto polis gücü haline gelmiştir.

 

LS: Phoenix programı bugün Amerika'nın kendi içinde hangi biçim ve tarzda yaşıyor?

 

DV: Karl Marx 150 yıldan daha uzun süre önce, kapitalistlerin ülke içinde ve dışında işçilere nasıl ve neden aynı şekilde muamele ettiğini açıklamıştı. Kapitalizm evrilip gücünü merkezileştirdikçe, iklim bozuldukça, zenginler ve yoksullar arasındaki uçurum genişledikçe ve kaynaklar daha kıt hale geldikçe, Amerikan polis güçleri sivil halka karşı kullanmak üzere Phoenix tarzı “terörle mücadele” stratejilerini ve taktiklerini benimsiyor. Hükümet, sivillerin ulusal güvenliğe tehdit teşkil ettikleri şüphesiyle tutuklanmalarına olanak veren ve Phoenix tarzı operasyonların hukuki temelini oluştura “idari tutukluluk” yasalarını geçirdi. Phoenix, istihbarat toplama işinde yer alan kuruluşlarla “terörle mücadele” operasyonlarını yürüten kuruluşları koordine etmenin bürokratik bir yöntemiydi ve İç Güvenlik Bakanlığı bu model temelinde ülke genelinde “kaynaştırma merkezleri” kurdu. Muhbir ağları ve Amerikan halkına yönelik psikolojik operasyonlar da 11 Eylül'den sonra yayıldı. Bütün bunlar benim The CIA as Organized Crime kitabımda ayrıntılı olarak izah edilmektedir.

 

LS: CIA hakkındaki kamuoyu algısında ana akım medya ne kadar rol oynuyor?

 

DV: Bu en kritik özellik. Guy Debord, gizliliğin dünyaya hâkim olduğunu, en önemli meselenin de hâkimiyetin gizliliği olduğunu söylüyordu. Medya, CIA'in sırlarını saklayarak, sizi size nasıl hükmedildiğini bilmekten alıkoyar. Medya ve CIA aynı şeyi yapıyor.

 

FOX ve MSNBC'nin ortak noktası, serbest çarklı bir kapitalist toplumda haberlerin bir meta olmasıdır. Haber kuruluşları bir ürünü satmak için demografik izleyici kitlesini hedef alır. Hepsi sahte haberlerdir, öyle ki, her bir medya kuruluşu kendi haber sunumunu kendi müşterilerini memnun edecek şekilde eğip büker. CIA söz konusu olduğu zaman ise olan şey sadece sahtelik değil, aynı zamanda zehirdir. Bu, demokratik kurumları yıkar.  

 

Ülke içindeki her tür Phoenix tarzı örgüt veya operasyon, yuvarlak konuşmaya ve inkâr edilebilirliğe, yanı sıra da resmi gizlilik ve medyanın oto sansürüne bağlıdır. CIA'in bilgi üzerindeki kontrole duyduğu baskın ihtiyaç, medyanın suç ortaklığını gerektirir. Bu, Vietnam'daki yenilginin liderlerimize öğrettiği büyük derslerden biriydi. Hükümeti ve medyayı yöneten, ileri derecede doktrin aşılanmış ve iyi ödüllendirilmiş yöneticiler, yabancı sivillere yaşattıkları kırımın kamuoyu tarafından görülmesine bir daha asla izin vermeyecektir. Amerikalılar, ABD'nin yağmacı paralı askerlerinin ve misket bombalarının öldürdüğü ve sakat bıraktığı Iraklı, Afgan, Libyalı ve Suriyeli çocukları asla görmeyecektir.

 

Diğer yandan, CIA'in kaçırmaları, işkenceleri ve suikastları hakkındaki sahte tasvirler televizyonda ve filmlerde övgü konusu oluyor. Uygun hikâyeyi anlatmak kilit noktadır. Medyanın işbirliği sayesinde Phoenix şimdiden Amerika'nın liderlerine iç siyasi güvenlik sağlamanın modeli olmuştur.

 

LS: CIA Amerikan halkının düşmanı mı?

 

DV: Evet. CIA zengin siyasal elitlerin bir aracıdır, onların kirli işlerini yapar.

 

Referanslar

 

 

(1) Dan Baum: “Legalize It All – How to win the war on drugs”, Harper's Magazine, Nisan 2016.

 

(2) “Haldeman Diary Shows Nixon Was Wary of Blacks and Jews”, The New York Times, 18 Mayıs 1994.

 

 

 

Çeviri: İlyas Halitoğlu

 

www.medyasafak.net