İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (1)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (1)
Şeyh-i İşrak da (Sühreverdi) hikmeti “bahsî” ve “zevkî” olarak ayırmıştır. Orada kendisinin hikmetinin bir çeşit “itaî” hikmet olduğunu yani Allah vergisi olduğunu söylüyor. Gerçekten de onun benzerini hiçbir felsefi ekolde göremiyorsunuz. Kendisi de Esfar’da buna işaret ediyor. Yani Molla Sadra’nın hikmeti diğerlerinden oldukça farklıdır.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bugünden itibaren inşallah Bilge Molla Sadra'nın düşüncelerini incelemeye başlayacağız. Bilge Molla Sadra, İslami hikmet, felsefe ve irfanın parlak şahsiyetlerinden biridir. Molla Sadra hikmet ve felsefede kimsenin ayak basmadığı zirveleri fethetmiştir. Sayın Dr. İbrahimi Dinani ile birlikteyiz. Üstat Dinani o zirvelerden geçmiş biri olarak inşallah benim ve sizin istifade edeceğimiz açıklamalarda bulunacak.

 

Evet üstat, uzun zaman önce dostlara hekim Molla Sadra'nın düşünce bahçesine gideceğimize dair söz vermiştik. Konumuza başlamadan önce şunu sorayım: Molla Sadra kendi düşüncesine ve felsefesine neden “Hikmet-i Müteâliye” adını verdi. “Hikmet” ve “müteâli” kelimelerini açıklayarak konumuza başlayalım.

 

Üstat Dinani: Bismillahhirrahmanirrahim. Mevlana'dan sonra şimdi de Sadru'l-Muteellihin Şirazi'nin düşünce dünyasına girmek istiyorsunuz. Bu, son derece güzel bir çaba. Sizin de buyurduğunuz gibi Sadru'l-Muteelihin, birçok düşünce zirvesini fethetmiştir gerçekten. Bu sözde hiçbir mecaz veya abartma yok.

 

İslam dünyasındaki kelamcılar ile filozofların felsefi ve kelami düşüncelerinde birçok sorunlar vardı ve bunlar nihai bir çözüme kavuşturulamamıştı. Sadru'l-Muteellihin, bu meseleleri çok iyi biliyordu. Bu sorunların birçoğunu da en iyi şekilde halletti. İnşallah zamanımız oldukça bunlara değiniriz. O, gerçekten eşine az rastlanabilecek bir filozoftur. Eşine az rastlanır çünkü öyle meselelere el attı ve öyle meseleleri halletti ki ilahiyat tarihi boyunca bu meseleler çözülmüş değildi.

 

Ben burada ilahiyat alanından bahsediyorum. Felsefe çeşitli yollara gitti, farklı alanlara ayrıldı, ben onlardan söz etmiyorum. İlahiyat alanını söylüyorum. İlahiyat uçsuz bucaksız bir denizdir. Sadru'l-Muteellihin, ilahiyat alanında öyle meseleleri halletti ki bunlar, tüm düşünce tarihi boyunca Yahudi düşünürler açısından, Hıristiyan düşünürler açısından çözümsüz kalmıştı. Aynı şekilde hatta İslam tarihinde bile… Bu bir iddia değil, şimdi yavaş yavaş bu meseleleri nasıl hallettiğine değineceğiz. Sadru'l-Muteellihin'in büyüklüğü, bu sorunları çok iyi tanımasındadır.

 

Şimdi “Molla Sadra neden kendi felsefesinin adını hikmet-i müteâliye koydu” şeklindeki sorunuza dönelim. Onun felsefesine neden Hikmet-i Muteâliye adını verdiği meselesiyle ilgili olarak çeşitli yorumlar yapılmıştır. Ben burada kendi yorumumu söyleyeceğim. Başkalarının yaptığı yorumla ilgilenmiyorum. Onun felsefesine Hikmet-i Muteâliye adını vermesiyle ilgili olarak benim yorumum şudur: Molla Sadra'nın kendisi bir yerde şöyle diyor: “Ben ‘bidayette' yani başlangıçta filozoflarla birlikteyim; ama ‘nihayette' yani sonda onlardan ayrılıyorum.” Bu, Sadru'l-Muteellihin'in düşüncelerinin değişim içinde olduğunu gösteriyor.

 

Sadru'l-Muteellihin, bir kelamcı değildir. Gerçi bir yönüyle kelamcıdır; ama onun felsefesini bir kelam konusu olarak göremeyiz. Bazıları onu kelamcı olarak görüyorlar; ama bu büyük bir yanlışlıktır. Bu ayrı bir konudur ve yeri geldiğinde ben bu meseleyi açıklarım.

 

Sadru'l-Muteellihin, kelimenin gerçek anlamıyla bir filozoftur. Ama kelam ilminde de elbette uzmanlığı var. Sadece kelam ilminde değil, fıkıhta da uzmandır, büyük bir fakihtir. Sadece büyük bir fakih de değildir, aynı zamanda büyük bir hadisçidir. Büyük hadis şeyhlerinden icazeti vardır ve kendisi de büyük bir hadis şeyhidir. Başka büyük hadisçilere icazet vermiştir. Feyz Kaşani onun öğrencilerden biridir ve büyük bir hadisçidir. Bunlara daha sonra değiniriz.

 

Sadru'l-Muteellihin, meselelere basitten başlar ve yavaş yavaş ilerler. Yani “teşkik” ile hareket eder. Onun felsefi düşüncesinin temellerinden biri varlıkta teşkike inanmasıdır. Bu meseleye de daha sonra değiniriz; ama hazır yeri gelmişken teşkik kelimesini biraz açıklayayım. Bazıları bu kelimenin anlamını bilmiyor olabilir. Kimileri bunun “şek” (şüphe) kelimesiyle aynı anlamda olduğunu düşünüyor. Belki “şek” kelimesinden türemiş de olabilir; ama şek anlamında değildir.

 

“Teşkik” felsefi bir terim olarak bir şeyin çeşitli mertebelerinin olması demektir. Yani ihtilafıyla birlikte ittihadının da olması demektir. Mesela ışık “teşkiki”dir. Işık aslında tek bir gerçekliktir yani birden fazla gerçeklik değildir; ama 500 mumluk ışık vardır, 400 mumluk ışık vardır, 100 mumluk ışık vardır, 10 mumluk ışık vardır. Yani azalabilir de artabilir de. Güneşinki de şu odanın içindeki lamba da birer ışıktır; ama mertebeleri farklıdır. Azlığı veya çokluğu vardır. Aynı türden olmakla birlikte farklı mertebeleri veya düzeyleri olan şeye terim olarak “teşkikî” denir, yani mertebelere veya düzeylere sahip olan. Yani ihtilafları olmakla birlikte kendi içinde ittihadı da vardır.

            

Sadru'l-Muteellihin, varlıkta teşkike inanır. Ona göre varlık da tıpkı ışık gibi mertebelere sahiptir. Peki nasıl mertebelere sahiptir? En yüksek mertebeye sahip olan “Vacibu'l-Vücud”dur. O'nun için yokluk söz konusu bile değildir. “Vacibu'l-Vücud”, ezeli ve ebedidir, değişmezdir. Yokluk, değişim, hudus, zeval, noksanlık O'na asla ulaşamaz. Bu, varlığın bir mertebesidir.

 

Diğer bir varlık da vardır ki her an bir hadiseye maruz kalır, değişim içindedir, lahzadan lahzaya fark eder, yok olur, var olur, ya da içinde binlerce noksanlık vardır. Tıpkı bizim varlığımız ya da imkân âlemindeki tüm varlıklar gibi…

 

Bir taşın, bir ağacın, bir sineğin, bir insanın varlığı sürekli olarak bir değişime maruzdur. Bunlar birer varlıktır; ama varlıklarında noksanlık vardır ve değişime açıktır. Bunlar da vardır, Vacibu'l-Vücud da vardır. Ama Vacibu'l-Vücud noksanlığa, kusura zevale, hudusa sahip değildir, yokluk kabul etmez. Bunların her ikisi de mevcuttur, her ikisine de varlık denir. Bir sinek de varlıktır, bir insan da varlıktır, melek de varlıktır, arş da varlıktır, Allah da varlıktır. Bunların hepsi varlıktır; ama bunlar arasında çok fark bulunmaktadır. İşte buna teşkik deniyor.

 

Sadru'l-Muteellihin'in varlıkta teşkike inandığı herkes tarafından bilinir, bundan kimsenin bir şüphesi yoktur. Ama ben yeni ve farklı bir şey söylüyorum. Sadru'l-Muteellihin sadece varlıkta değil, marifette de teşkike inanır. Sadece varlıkta ve marifette değil, kendi felsefesinde de teşkike inanır. Yani Molla Sadra'nın felsefesi de “teşkikî”dir. Hem konu hem de mahiyet olarak…

 

Basitten başlıyor ve irfanın en nihayetine kadar ulaşıyor, işte burada felsefenin mertebelere sahip olduğunu görüyorsun. Birileri kalkıp mertebeleri olan felsefenin bir anlamı olmadığını söyleyebilir. Ama eğer marifet, mertebelere sahipse felsefe neden mertebelere sahip olmasın? Ben Molla Sadra'nın felsefesinin müteâli olmasını işte bu şekilde yorumluyorum. Bu, benim kendi görüşümdür.

 

Laricani: Üstat Molla Sadra “Arşiye” risalesinde “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.'' ayetini temel alarak hikmeti iki kısma ayırıyor. Birincisi “tahsili” olan yani kazanılan hikmet, ikincisi ise “itai” hikmet yani Allah tarafından verilmiş olan hikmet.

 

Şeyh-i İşrak da (Sühreverdi) hikmeti “bahsî” ve “zevkî” olarak ayırmıştır. Orada kendisinin hikmetinin bir çeşit “itaî” hikmet olduğunu yani Allah vergisi olduğunu söylüyor. Gerçekten de onun benzerini hiçbir felsefi ekolde göremiyorsunuz. Kendisi de Esfar'da buna işaret ediyor. Yani Molla Sadra'nın hikmeti diğerlerinden oldukça farklıdır.

 

Ben onun hayatıyla ilgili bir olayı anlatıp size sorumu soracağım. O, felsefe tahsili için Mir Damad'ın yanına gittiğinde, Mir Damad onu önce bu alana girmemesi için korkutuyor. Diyor ki “Ey hikmet tahsil edenler! Bilin ki siz daima inkâr tehlikesi altındasınız; hatta en açık ve belirgin şeyleri yani varlığı bile inkâr etme tehlikesiyle karşı karşıyasınız.'' Bu çok müthiş… Daha sonra ona diyor ki “Daha açık söyleyeyim: Hikmet yolu, amel ehli olmak istemeyen biri için dinsizlik yoludur.'' Daha sonra Molla Sadra'ya hitaben şöyle diyor: “Ey Şirazlı genç! İsfahan'a hikmet tahsil etmek için geldin. Eğer kendinde amel gücünü görmüyorsan hikmet tahsil etme. Bu medresede okutulan diğer ilimlere git.'' Demek ki o dönemde orada başka ilimler de okutuluyordu.

 

Şimdi buradan şu sonuç çıkıyor, hocası olan Mir Damad da hikmeti ameli ve nazari (pratik ve teorik) olarak taksim ediyor ve hakîmin yani filozofun amel ehli olması gerektiğinde ısrar ediyor. Üstat ameli hikmet ile nazari hikmet arasındaki ilgi nedir?

 

Üstat Dinani: Bakınız, şimdi eğer Mir Damad buyurmuşsa elbette doğru buyurmuştur. İyi bir tavsiyedir. Ben Mir Damad olmasam da yıllardır felsefe dersi veriyorum, ömrüm hem havzada (medresede) hem de üniversitede felsefe öğretimiyle geçti. Daha çok da üniversitede felsefe dersi verdim. Galiba 50 yıldır ülkenin üniversitelerinde felsefe okutuyorum. Daha önce Firdevsi Üniversitesindeydim, şimdi de Tahran Üniversitesindeyim.

 

Sınıfa girdiğimde eğer yeni gelmiş bir öğrenci varsa hala aynı şeyi yaparım. Onlara derim ki neden felsefe okumak istiyorsun? Önce onları korkuturum. Onları uyarırım, felsefe tehlikelidir derim. Amacım sadece korkutmak değildir. Gerçekten felsefenin tehlikeli olduğuna inanırım. Onlara derim ki felsefe tehlikelidir, zorlu bir vadidir, burada bir garanti yoktur. Buranın sigortası yoktur. İnsana şüphe gelir, bu bazen inkâra sebep olur; bazen şaşkınlığa düşürür, insanın düşüncesinde çok ağır değişimler yaratır. Elbette bu, gerçekten felsefe okuyanlar için geçerlidir. Felsefe terimlerini öğrenmek isteyenler için hiçbir tehlike yoktur. Derdi felsefe terimleri öğrenmek ve onları harcamak olan biri için hiçbir tehlike yoktur. Tabi böyle biri için felsefenin tehlikesi olmadığı gibi faydası da yoktur.

 

Öğrencileri, felsefenin tehlikeleri konusunda uyardıktan sonra şu cümleyi de eklerim: Büyüklük tehlikededir. Dikkat edin büyüklük tehlikededir. Tehlike adamı olmayan bir insan, büyük de değildir. Rahatına düşkün bir insansa, yalnızca rahat etmek istiyorsa gider evinin bir köşesinde oturur yer içer, ona bir tehlike dokunmaz; ama o insan büyük de olamaz. İnsan tehlikesiz büyüyemez. Aslında hayat bir tehlikedir. Hayatı iyi yapmak bir tehlikedir. Tehlikesiz hayat iyi bir hayat da değildir. Basit, içgüdüsel, hayvani bir hayattır.

 

Yeni başlayan öğrencilere felsefenin tehlikesini söylemeyi bir görev olarak görüyorum, onlara tehlikeleri hatırlatıyorum; ama daha sonra diyorum ki büyüklük tehlikededir; tehlikeye girmeyen insan büyük olamaz. Felsefe insanı bozup yok edebilir; ama eğer yaparsa da çok iyi yapar. Eğer insanı inşa ederse çok iyi inşa eder. Evet, filozof, arif ve bilge bir insan diğer sıradan insanlardan çok daha büyüktür. Bunlar arasında kıyaslama bile yapılamaz. Evet onlara bunu da hatırlatırım. Dolayısıyla Mir Damad da onu korkutmakta haklıydı.

 

Şimdi izin verirseniz ameli ve nazari felsefe (pratik ve teorik felsefe) ilişkisine hem şimdi hem de daha sonra değineyim. Bakınız felsefe özü itibariyle teoridir. Ama siz pratik meselesine de girdiğiniz için şunu söyleyeyim: Ben teoriyi pratiksiz görmüyorum. Kimileri diyebilir ki “Bazıları bilirler ama yapmazlar; eğer teori pratiksiz olmuyorsa o zaman nasıl oluyor da bazıları bilmelerine rağmen onu yapmıyorlar? Örneğin bir doktor, bir konferansta saatlerce sigaranın zararlarını anlattı. Sigara kötüdür, kanser yapar vs. dedi. Ama konuşma bittikten sonra dışarı çıktı ve bir sigara yaktı. Peki bu ne anlama geliyor? Sigaranın zararını bildiğine göre neden kendisi sigara içiyor? Neden teori pratiği beraberinde getirmiyor?''

 

Ben buna cevaben diyorum ki o doktor ya sigaranın tehlikelerini doğru bir şekilde bilmiyordu; sadece kitaplardan okumuş veya birilerinden duymuştu ve sigaranın zararlı ve tehlikeli olduğuna inanmamıştı. Yahut da o sigara içmede o zararlardan veya tehlikeden daha fazla olan bir fayda görüyordu. Yoksa teori hiç pratiksiz olur mu? Eğer biri görüşünün aksine davranıyor ise ya o görüş onda gerçekten yer etmemiştir veya kendi içinde o görüşünden daha önemli gördüğü bir başka görüşü vardır ve ona göre davranmaktadır. Yoksa teori, pratiksiz imkânsızdır, nerede bir görüş varsa orada davranış da vardır. Görüşünüz ne kadar yükselirse davranışınız, ameliniz de o kadar latifleşir, seçimleriniz zarifleşir.

 

Laricani: Peki amel mi ilmin kökenidir, yoksa ilim mi amelin kökenidir?

 

Üstat Dinani: Her ikisi de… Öncelikle görüş yani teori olmadan amel yani pratik olmaz. Şimdi size bir örnek vereyim. Bir kişi bir iş yapıyor ve ona ne yapıyorsun diye sorduklarında diyor ki “Bilmiyorum”. “Niçin yapıyorsun?” diye sorduklarında bilmiyorum diye cevap veriyor. Mesela bakıyorsunuz ki biri büyük bir emek vererek bir şey yapıyor, ona “Ne yapıyorsun?”, “Niçin yapıyorsun?” , “Bunun ne faydası var?” diye soruyorsunuz, o da tüm sorularınıza bilmiyorum diye cevap veriyor. Sizce böylesi biri nasıl bir insandır? Deliden daha kötü değil midir?

 

Dolayısıyla belli bir düşünce olmadan amel olmaz. Bu durumda düşünce önce gelir; ama aynı zamanda amel de düşüncenin öncülü olabilir. Mesela amel bir insanı daha iyi bir düşünce için hazırlayabilir. Örneğin yüzme eğitimini düşünün. Yüzme için önce teorik bilgi alırsınız; ama daha sonra pratik yaptıkça daha başarılı bir yüzücü olursunuz. Yani teoriniz de güçlenir. Yani önce teori ile işe başlamanız gerekir; ama daha sonra amel ölçülü ve tekrarlı oldukça daha fazla tecrübe kazanıyorsunuz ve teoriniz de güçleniyor.

 

Aynı şey ibadetler için de geçerli. Bilgi ya da düşünce olmadan ibadet olamaz. Hiçbir şey bilmeyen birinin ibadeti nedir bana söyler misiniz? Hiçbir şey bilmiyor ama ibadet ediyor, bunun bir anlamı var mı? Genel de olsa özet de olsa basit de olsa bir şeyler bilmeli ki amel edebilsin.

 

İbadet, ibadet ameli, nefsin tezkiyesini yani temizlenmesini sağlıyor. Tezkiye nedir? Nefsani bazı şeylerin engellenmesidir, bir anlamda bir tür egzersizdir. Örneğin namaz kılıyor ve Allah'a yöneliyorsunuz, bir dizi nefsani davranışları engelliyorsunuz. Nefsani şeyleri engellemeniz, sizi daha iyi bir düşünce için hazır hale getiriyor. O halde amel düşünceden kaynaklanıyor. Ama amel de insanın zihnini, insanın içini teorik makamda daha da yücelmek için daha hazır hale getirebilir.   

 

Laricani: Pekala üstat, o halde şu sonucu çıkarıyoruz: Molla Sadra felsefe öğrenmek için İsfahan'a gittiğinde Mir Damad'ın ameli hikmeti vurgulamasının sebebi şuydu: Amel ile ilim birbirinin gerekliliğidir. Her amel yeni bir ilmin kökeni olabilir, ilim de aynı şekilde…

 

Üstat Dinani: Amel ne kadar çok olursa olsun arkasında marifet yoksa değeri azdır. Bu konuda bir hadis söyleyeyim ta ki böylece içiniz rahat etsin. Çünkü söylediklerimin yalnızca felsefi sözler olduğunu düşünüyorsunuz. Amelin değeri, marifetin değeridir. Yapılan bir işin değeri, o işe dair bilginin değerine bağlıdır.

 

Birincisi “Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır” hadisidir. İkinci nokta da şudur ki Şii olsun Sünni olsun İslam dünyasının tüm fakihleri, en başından ta kıyamete kadar her ameli niyet şartına bağlı görmüşlerdir. Örneğin eğer namazda niyet etmezseniz namazınız batıldır. İster vacip ister müstehap olsun her ibadet, niyet edilmeden yapıldığında batıldır.

 

Pekâlâ, eğer ameller niyetlere göre ise o zaman size şunu sorayım: Niyet nedir? Zihinsel bir şey mi yoksa bedensel bir şey midir? Niyet fikrî midir? Bedenî midir? Niyet zihinseldir. Niyet düşüncenin içindedir. Düşünce olmadan niyet olabilir mi? O halde niyet düşünceyle ilgilidir. Düşünceyle aynı temele sahiptir ve düşünceyle niyet edilebilir. Eğer niyet olmadan hiçbir amel sahih olmuyorsa o zaman teori olmadan pratik olur diyebilir miyiz? Bu arada ben bu hadisi ilk defa kullanıyorum.

 

Laricani: Üstat, Molla Sadra felsefe öğrenimi için Mir Damad'a gidince o, tıpkı sizin öğrencilerinizi korkuttuğunuz gibi onu felsefe konusunda korkutuyor ve ona “Bu tehlikelerle dolu vadiye girme” diyor. Ama daha sonra ona şu tavsiyede bulunuyor: Bu alanda başarılı olabilmen için şu iki şeyi mutlaka yap. Birincisi İslam dininin tüm farzlarını yerine getir. İkincisi nefsinin seni yapmaya teşvik ettiği nefsani şeylerden sakın. Yani nefisle mücadele… Molla Sadra'ya bu iki şeyi tavsiye ediyor.

 

Tabi Molla Sadra da hocasına bu konuda cevap veriyor. Diyor ki işte bu benim dinin peşinden gitmeme sebep oldu. Dinle hikmet arsında bir denge var. Hem din hikmetinin gelişmesini sağlıyor hem de felsefe dinin hizmetinde olduğu zaman dini öğretilerin yayılmasını sağlıyor. Bunun üzerine de şu sonucu çıkarıyor: Hikmet dinin hizmetinde olduğu zaman hiçbir tehlikesi olmadığı gibi insanı yüceliklerin zirvesine ulaştırıyor.

 

Burada şu soru gündeme geliyor. Bazılarına göre Mola Sadra'nın Hikmet-i Müteâliye adı altında topladığı fikirler, Meşşailiğin, İşrakiliğin, Eflatuncu düşüncenin bir karışımıdır. “Disiplinler arasıdır”, dolayısıyla bağımsız bir şey olamaz. Hâlbuki Molla Sadra bundan tamamen farklıdır. Ben bu konuda sizin görüşünüzü almak istiyorum.

 

Üstat Dinani: Öncelikle benim öğrencileri felsefeden korkutma meselem yanlış anlaşılmasın, ben onları teşvik etmek için korkutuyorum. Daha büyük bir cesaretle girsinler diye bunu yapıyorum. Bu alana bilinçli bir şekilde girmeleri için korkutuyorum. Bazıları sadece terimleri öğrenmeyi yeterli görüyor, onlara diyecek bir şeyim yok; ama eğer bilinçli bir şekilde girerlerse felsefe insana yücelik kazandırabilir.

 

Şimdi gelelim sizin sorunuza, siz kimilerinin Molla Sadra'yı “disiplinler arası” yaklaşımlı diyerek eleştirdiklerini söylediniz. Aslında siz “disiplinler arası” diyerek biraz saygılı bir ifade kullandınız. Ama bundan daha sert ifadeler kullananlar da oldu. Mesela Molla Sadra'nın eklektik olduğunu söyleyenler oldu. “Disiplinler arası”, yine saygılı bir ifadedir, eklektik daha ağır bir ifadedir.

 

Molla Sadra'yı eleştirenler çok fazlaydı. Dört yüz yıl boyunca ona çok sert eleştiriler yaptılar. Onun her türden muhalifi vardı. Onun muhalifleri arasında Ahbariler vardı, düşüncesi taşlaşmış olanlar, mahiyetin esas olduğunu savunanlar vardı, felsefenin kendisine karşı olanlar veya onun gibi düşünmeyen filozoflar vardı. Yani Molla Sadra'nın muhalifleri tek bir çeşit değildi. Her türden muhalifi vardı.

 

Ona yapılan en sert eleştirilerden biri demin de söylediğim gibi onu eklektik olmakla suçlayan eleştiriydi. Onlara göre Molla Sadra, oradan buradan fikir edinmişti, kimi görüşleri kelamdan kimi görüşleri felsefeden almıştı. Biraz Meşşai felsefeden biraz İşraki felsefeden görüş almış ve bunları toplayıp kendince bir şey yapmıştı.

 

Laricani: Hala da bu tür şeyleri yazanlar var.

 

Üstat Dinani: Evet hala yazanlar var, evet tamamen haklısınız. Fakat şu noktaya dikkat etmek gerekir. Eğer Molla Sadra irfan bilmiyordu, kelam bilmiyordu dersek yanlış yaparız. Molla Sadra ister Mutezili olsun isterse Eşari olsun, kelamı her kelamcıdan çok daha iyi biliyordu. İrfanı çok iyi biliyordu ve tam anlamıyla bir arifti. Kendinden önceki tüm irfan kitaplarını görmüştü. Hem Meşşai felsefesini çok iyi biliyordu hem de İşraki felsefeyi çok iyi biliyordu. Hem de herkesten çok daha iyi biliyordu.

 

Ben Şeyh-i İşrak'la ilgili 30 yıl önce yazdığım kitabın mukaddimesinde de belirttim. Şimdiye kadar hiç kimse Sühreverdi'yi Molla Sadra'dan daha iyi okumuş değildir. Sühreverdi felsefesini en iyi inceleyen kişi Molla Sadra'ydı. Onun Hikmet-i İşrak için yazdığı talik, Sühreverdi'nin döneminden bugüne kadar geçen 800-900 yıl boyunca yazılmış en iyi taliktir. Molla Sadra, bunların hepsini okumuştu. Özetleyecek olursam, Molla Sadra'nın akli ilimlerle ilgili yazılmış okumadığı tek bir kâğıt parçası bile kalmadı. Yani geçmiş mirasımıza tam ve eşsiz bir hâkimiyeti vardı. Bu, nakli ilimler için de geçerlidir. Yani hem akli hem de nakli maarife çok hâkimdi.

 

Molla Sadra'nın vefatının üstünden yaklaşık 400 yıl geçiyor. Yani onun döneminden Hz. Peygamber'in (s.a.s.) dönemine kadar olan bin yıl içindeki tüm İslami kültür mirası Molla Sadra'nın elindeydi. Babasının maddi durumu çok iyiydi, kitap satın alacak parası da okuyacak zamanı da çoktu. Kitap alırdı ve hepsini okurdu. Kendinden önceki her şeyi okumuş olmak eklektik olmak demek değildir. Eğer okumasaydı eksik olurdu.

 

Felsefe tarihi okumadan filozofluk iddia etmek yanlıştır. Bakınız bir insan tıp tarihini bilmese de iyi bir doktor olabilir. Tıp tarihini bilmeyebilir; ama hastalarını iyi tedavi edebilir. Siz fizik tarihini bilmeyebilirsiniz; ama iyi bir fizikçi olabilirsiniz. İyi bir kimyacı olabilirsiniz; ama kimya tarihi okumamış olabilirsiniz. Bunlar olabilir, oluyor ve şu anda da var. Ama felsefe tarihi bilmeden iyi bir filozof olamazsınız. Mesela Esfar'ı okuyan biri kalkıp ben filozofum diyor ama felsefe tarihini bilmiyorsa o adam kesinlikle filozof değildir. O sadece Esfar'dan birkaç ıstılah öğrenmiştir o kadar…

 

Molla Sadra, kendinden önce yazılmış tüm felsefi eserleri okumuştu. Hatta Yunan felsefesini bile okumuştu. Demin de söylediğim gibi okumadığı tek bir kâğıt parçası bile kalmamıştı. Molla Sadra'nın hüneri, eklektik olmamasıdır. Molla Sadra eklektik değildi, o kendinden önceki tüm felsefeleri okudu, hazmetti ve yepyeni bir şey yaptı.

 

Onun yaptığı yeni şey, bir kısmını şundan bir kısmını bundan aldığı eklektik bir şey değildir. Molla Sadra'yı bu şekilde eleştirenler onu doğru anlamamış olanlardır. Molla Sadra kendinden önceki eserlerin hepsini yutmuş, hazmetmiş ve yepyeni bir şey yapmıştı.

 

Vaktimiz olursa ben Molla Sadra'nın yeni yaptığı şeyleri tek tek açıklarım. Mesela “hareket-i cevheri” eklektik bir düşünce değildir. “cismaniyetu'l-hudus” ve birçok maarifin dayanağı olan “ruhaniyyetü'l-beka” eklektik değildir. “Mead-ı cismani” meselesinin halledilmesi eklektik değildir. “ittihad-ı akl ve makul” fikri, “burhan-ı teşehhus” eklektik değildir. Eğer zamanımız olursa bunlardan bahsederiz. Dolayısıyla onu eklektik olmakla suçlayanlar ya insafsızlık ediyorlar veya cahiller. Ya bilgisizliklerinden ya da garazlarından dolayı bunu söylüyorlar.

 

Geçmiş ilimlere hâkim olması olumlu bir şeydir. O, kendinden önceki tüm maarifi okumuştu ve çok iyi bir şekilde biliyordu. Dediğim gibi hatta kelam ilmini de, hadis ilmini de, fıkıh ilmini çok iyi biliyordu. Büyük bir fakihti. Ama özellikle akli ilimlerde uzmanlığı vardı.

 

Tüm bu ilimleri okuyup hazmetmiş olmasının yeni bir şey söylemede ne sakıncası var? Dolayısıyla Sadru'l-Muteellihin, yenilikçi ve gerçekten yaratıcı bir filozoftu. Maalesef dört yüz yıl boyunca çok fazla yapılmadı ama şu an Molla Sadra'nın merak edilip incelenmesi ve düşüncelerindeki yeniliklerin ortaya çıkarılması gerekiyor. Bu, hala çok gerekli.

 

Daha önce de söylediğim gibi birçok disiplinde olduğu gibi dini ilimlerde de birçok meseleyi halletti. Mesela kelamcıların üstesinden gelemediği birçok meseleyi o halletti. Bunlara uygun bir zamanda değineceğiz inşallah.

 

Laricani: Üstat bana göre bu konuda üç sorundan söz edilebilir. Birincisi sizin de buyurduğunuz gibi Molla Sadra felsefesini bilmemek veya doğru anlamamak. İkincisi Molla Sadra felsefesini anlamak belirli bir metodoloji gerektirir ve bu mevcut değil. Üçüncüsü ise şarihlerdir (Molla Sadra'nın eserlerini şerh edenler). Maalesef şarihler çoğunlukla onu alıp ya Meşşai felsefeye ya da İşraki felsefeye göre tefsir ettiler. Yani ona eklektik denilmesi çok da ilgisiz değil; ama tabi bu Molla Sadra'yı bağlamıyor. Onun kitaplarına yazılmış olan ve onu Meşşai veya İşraki yaklaşımla tefsir eden şerhleri bağlıyor.

 

Siz “Felsefi Düşünce Macerası” kitabınızda benim için çok ilginç olan bir konuya değinmişsiniz. Orada Molla Sadra'nın Kur'an ayetlerini ve hadisleri çok iyi incelediğini ve onun bulduklarını anlamanın ve hazmetmenin bizim açımızdan zor olduğunu söylüyorsunuz. Bu gerçekten çok güzel bir nokta. Üstat size burada sorum şu: Eğer bu hazmetme işini sizin gibiler yapmazsa bunu kim yapacak?

 

Üstat Dinani: Çok ince bir noktaya parmak bastınız. Evet, bence de Sadru'l-Muteellihin'in eserlerini anlamak kolay değildir. Kimi insanlar onun dilinin çok akıcı olmasından dolayı aldanıyorlar. Onun hem Farsçası hem de Arapçası çok güçlüdür ve hem çok güzel hem de akıcı yazmıştır. Bazıları bu akıcılıktan dolayı yazdıklarını hemen anladığını düşünüyor. Hâlbuki bu yalın ve akıcı anlatım ardında çok ağır konular var.

 

Onun vefatının üstünden geçen 400 yıl içerisinde çok az sayıda insan Molla Sadra felsefesini doğru anlayabilmiştir. Gerçekten çok az sayıda insan. Bazen de yazdıkları Farsçaya yanlış tercüme edilmiştir, şimdilik bu çeviri yanlışları meselesine girmeyeyim.

 

Söylediğiniz çok doğru, Sadru'l-Muteellihin'in eserlerini anlamak belirli bir metodoloji gerektirir. Felsefe, kişiden kişiye aktarılan bir şeydi. Şimdilerde Batı'da bunu kabul etmiyorlar, onlar “kişiden kişiye aktarmak da neymiş, biz metne bakarız” diyorlar. Ama felsefenin ilahiyatla ilgili kısımları gerçekten kişiden kişiye aktarılan bir şeydir. Yani her iyi hocanın, iyi bir hoca görmesi gerekir. Eğer iyi bir hoca görmezse ve kendisi kitapları okuyarak o ilmi elde etmeye çalışırsa şimdiki gibi yalan yanlış bilgiler ortaya çıkıyor. Eğer bir kişi iyi bir hoca görmemişse ve incelikli bir metodoloji izlememişse Sadru'l-Muteellihin'in eserleri konusunda yanlışa düşüyor; onu yanlış anlıyor. İyi bir hoca nereden bulunur sorusu ayrı bir meseledir. İyi hoca her zaman az bulunan bir şeydi. Kendi başına okuyan ve anladığını düşünen kişiler konuyu yanlış anlıyor ve bu yanlışı başkalarına da aktarıyorlar ve hataların yaygınlaşmasına neden oluyorlar.

 

Molla Sadra, öldükten yüz sene sonra bile çok fazla tanınan biri değildi. Molla Sadra'nın vefatından yüz yıl sonra yazılan felsefe kitaplarına baktığınızda orada kendisinin “fazıl” diye anıldığını, “Fazılu'ş-Şirazi şöyle dedi” diye bahsedildiğini görürsünüz. Yani Molla Sadra'nın vefatının üstünden 100 yıl geçmişti ama eserleri henüz anlaşılamamıştı. Onlar da filozoftu; ama Molla Sadra'yı anlamamışlardı.

 

Mirza Muhammed Taki Elmasi İsfahan'da bir dönem Esfar kitabından dersler vermişti. İyi öğrenciler de buldu. Daha sonra Veli Nuri, Molla İsmail Vahidu'l-Ayn, Molla Hadi Sebzevari, Molla Abdullah Zenuzi geldiler ve bir ekol oluştu. Bunlar gelip Molla Sadra'nın yazdıklarına dikkat ettiler ve sizin bahsini ettiğiniz metodolojiyi elde ettiler. Bunun üzerine onun ne kadar büyük bir insan olduğunu anladılar. Ondan sonra da kendisinden sadece “fazıl” diye bahsetmediler, “Sadru'l-Muteellihin” dediler.

 

Genel olarak şunu söyleyeyim. İlahiyat zorlu bir alandır. Sadece Molla Sadra ilahiyatı değil, İbn Sina'nın ilahiyatı da zordur. İlahi yönü olmayan dünyevi felsefe, mesela günümüzde Batı'daki felsefi akımlar, kolaydır demiyorum; ama ilahiyat kadar derinliğe sahip değildir. Analitik felsefe, pozitivist felsefe, pragmatik felsefe vs. gibi felsefi öğretiler kendince bir derinliğe sahiptir. Yüzeyseldir demiyorum; ama ortalama bir zihin bunları iyi bir şekilde anlayabilir, öğrenebilir. Ama ilahiyatın içinde incelikler vardır. Öncelikle kabiliyetli insanlar gerektirir. Ardından içinde bazı incelikler bulunmaktadır ki o incelikleri bilen bilge hocalarla çalışmak gerekir. İşte metodoloji dediğimiz şey böyle oluşuyor. O incelikler öğrenildikten sonra ilahiyat konuları anlaşılabilir.

 

Molla Sadra felsefesinin önemi onun ilahiyat kısmındadır. Gerçi kendisi “tabiiyat”ı da ilahiyatın ışığı altında bir şey olarak görüyor. Mesela birçokları nefis meselesini tabiiyat bahsi altında ele alır. Molla Sadra onu hem tabiiyatta hem de ilahiyatta görüyor. Yani nefse, natık olan insana ilahi bir yön veriyor. Diğerleri ise nefsi tabii bir şey olarak görüyor ve onu tabiiyat bahsi altında ele alıyor. İşte bu inceliklerinden dolayı ilahiyat konularını iyi bir hocadan öğrenmeyen biri için Molla Sadra'yı anlamak kolay değildir.

 

Laricani: Üstat bu söylediklerinizle Molla Hadi Sebzevari'yi hatırladım. O buyuruyor ki “Şeyh Sühreverdi, şöyle tavsiye etti: En az bir erbaine (40 günlük riyazet) girin, ondan sonra benim Hikmet-i İşrak'ımı okuyun ve ders verin.” Sebzevari, ondan sonra diyor ki: “Molla Sadra'nın eserleri için iki erbain gerekir.” Ondan sonra da onu lokma lokma yapıp vermek gerekir. Onun Molla Sadra felsefesine karşı büyük bir hayranlığı var. Diyor ki “Mutlaka bir hocanın onları lokma lokma yapıp öğrencilerine vermesi gerekir.”    

 

Üstat Dinani: Hacı'nın kendisi de aynen bunu yaptı. Öncelikle kendisi nefis tezkiyesi yaptı, nefsani esaretleri yoktu, Molla İsmail Vahidu'l-Ayn gibi iyi bir hocası vardı ve hocası aynen dediği gibi o bilgileri ona lokma lokma yapıp verdi. Hacı da gerçekten o incelikleri eserlerinde çok güzel bir şekilde yansıttı. Hacı Sebzevari çok büyük bir insandır. Şunu söyleyebilirim ki Molla Sadra felsefesini doğru bir şekilde anlayan ve onu hazmeden kişilerden biri de Hacı Molla Hadi Sebzevari'dir.

 

Ayrıca ben şu 400 yıl içerisinde çok tanınmayan filozoflardan birini daha tanıyorum. Gerçekten çok müthiş bir filozoftur; ama maalesef çok az tanınmaktadır. O, Ağa Ali Müderris Zunuzi'dir. İnşallah bir fırsat olursa ondan da bahsederiz; ama Hacı Molla Hadi Sebzevari, büyük bir filozof olmasının yanı sıra çok büyük bir manevi makama da sahiptir.    

 

Laricani: Pekala üstat, çok güzel bir bahis oldu. O halde şu sonucu çıkarabiliriz: Molla Sadra'nın hikmeti, semavi bir hikmettir. Çok teşekkür ederim üstat ben çok aydınlandım; Molla Sadra'nın yüce fikirleri konusunda inşallah seyircilerimizin de zihinleri aydınlanmıştır.

 

Bu bir giriş niteliğindeydi, inşallah bundan sonraki programlarda Molla Sadra düşüncesinin ayrıntılarına daha fazla temas edeceğiz ve üstadımızın akıcı izahlarından yararlanacağız.                   

Bir başka programda görüşmek dileğiyle üstat Dinani ile birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

  

https://www.youtube.com/watch?v=1EFgpspoxUA&t=21s

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir                       

 

www.medyasafak.net