Suriye Muhalefetinin Bölgesel Sorunlara Bakışı

Suriye Muhalefetinin Bölgesel Sorunlara Bakışı
Kurtuluş Cephesi içerisindeki Müslüman Kardeşler Cemaati, Batılıların desteğini almış olan ılımlı eksene yanaştı, bu durum Lübnan direnişine karşı tavrında açıkça ortaya çıktı. Hareket, 2006 yılında İsrail’in işlediği suçları kınayan bir bildiri yayınlamasına rağmen bu bildirinin dili aşağıdaki şekilde salt kınamayla yetinen bir üsluptaydı
Suriye Muhalefetinin Bölgesel Sorunlara Bakışı

 

Doha Institute Analiz Birimi




Medyaşafak\'ın notu: Katar merkezli bu enstitünün hazırladığı analizin Suriye\'deki süreci tanımlarken kullandığı dil ve içeriğiyle hemfikir değiliz, bununla birlikte Suriye muhalefetinin Batı karşısındaki ikircimlikten işbirlikçilliğe salınan tavrı hakkında önemli veriler sunduğunu düşünüyoruz. 


 

 
Suriye devrimi, gösterilerde atılan sloganlardaki yaklaşımın ve siyasi çizgisinin Arap dünyasının geleceğini yakından ilgilendiren hayati meselelere değinmemesi, aksine sadece özgürlükler ve demokrasi gibi konularda temsil olunan siyasi taleplere ilişkin çerçeveyle sınırlı kalması bakımından, diğer Arap devrimleriyle benzerlik arz etmektedir. Gerçekte Arap sokaklarındaki devrimci gösterilerin bu konuları dile getirmeyi tercih etmemesi anlaşılır bir durumdur. Devrim, genel olarak diktatörlüğe karşı yapılan bir devrim olduğundan doğal olarak ağırlıklı olarak bu konuya eğilmekte ve bütün enerjisini rejimi devirmeye vermektedir. Bu gösterilerde halklar, merkezi olsun ya da olmasın, bunun dışındaki konulara ilgi göstererek bir parçalanma yaratmak istememektedirler. Devrim öncesi Tunus ve Mısır’da yaşanan halin aksine, Suriye’de kamuoyunun yönelimi,[1] ekonomik kalkınma ve özgürlükler konusunda mevcut rejimle toplumsal ve siyasi olarak çelişmekteydi. Göstericilerin ve rejim karşıtlarının rejimin izlediği dış politikaya ilişkin bir kaygıları ya da itirazları yoktu, özellikle de Suriye yönetiminin Hizbullah ve Hamas gibi direniş hareketlerine verdiği destek ya da Arap-İsrail çatışmasına ilişkin tutumu, bu protestoların dışında kalıyordu. Bu nedenle Arap analizcilerin birçoğu Suriye’deki gösterilerde “rejimin devrilmesi” talebini ifade eden sloganları özellikle de Mısır ve Tunus devrimleriyle karşılaştırıldığında kullanmakta neden geç kaldığını yorumlarken, bu noktaya temas etmektedir.

 
Genelde Suriye halkının rejime yönelik eleştirileri, ABD ile ilişkilerindeki aşırı pragmatizm, birinci Körfez krizinde Irak’a karşı Batılı müttefik güçleri desteklemesi, Tel Zater’in bombalanması ve kamp savaşlarındaki tutumu, bazı dönemlerde Lübnan direnişine yaklaşımı ve rejimin kendisinin ABD’yi ne kadar büyük bir stratejik ehemmiyete haiz olduğuna ikna edebilmek için insanların güvenliğini tehlikeye atmak da dahil olmak üzere her türlü araca başvurması gibi konularla sınırlı kalmıştır. Bütün bunlar, Suriye ve Arap kamuoyunun rejimin dış politikalarına ilişkin nefret duymasının temel nedenini oluşturmaktadır. Araplar ve Suriyeliler hiçbir zaman Arapların davalarına bağlı kalması ya da Amerika’nın dayatmalarına karşı çıktı diye Suriye rejimini eleştirmemektedir.

 
Suriye’deki protesto hareketleri diğer bazı Arap devrimleri gibi amacına hızla ulaşabilmiş değildir. Uluslararası ve bölgesel oyuncuların özellikle de Ağustos 2011’den sonra sürece geç müdahil olmaları, Suriye devrim sürecinde ilerleme kaydedilmesini doğrudan etkileyen faktörlerden biri olmuştur.

 
Suriye’nin stratejik ağırlığının, bölgesel ve uluslararası etkileşimler içerisindeki rolü neticesinde merkezi bir takım meselelerin rejimin devrilmesini savunma ve buna karşı çıkma bağlamında yapılan tartışmaların içine zorla dahil edilmesine yol açmıştır.  “Ulusal Koordinasyon Heyeti” ve “Ulusal Konsey” gibi Suriye muhalefetine ait siyasi organların teşekkülü buna eşlik etmiştir. Bu yapılar, Suriye muhalefetinin Batılı ülkelerle ve uluslararası toplumla etkileşim görevini üslenmişlerdir. Gerçek şu ki Suriye devriminin bu yapılara hapsedilmesi ya da bu tür kuruluşlarla sınırlı kalması yanlıştır. Zira rejimi devirmeyi amaçlayan yerel, ülkesel, siyasi konulara çok az giren, bazıları organizeli, bazısı doğal seyrinde gelişmiş ve henüz organize olamamış birçok yapı vardır.  Özellikle de sokaklarda atılan sloganların rejimin yeterince vatansever olmadığını, milli meselelerden taviz verdiğini söylediğini göz önüne alırsak, bu tür yapı ve kuruluşların milli meselelere duyarlı olmadıklarını düşündürtecek hiçbir neden yoktur. Buradan hareketle analiz, bu tür tutumları ifade eden siyasi yapılar üzerinde durmaktadır. Devrim sürecinde kitlelerin örgütlenmesine katkıda bulunmasa dahi bu kuruluşları hafife almak doğru değildir. Kendileri de zaten böyle bir iddiada bulunmamaktadırlar. Bu aşamada yazılan ve söylenen her sözün bir değeri vardır. Mesela bazı grupların söylemleri ve siyasi kavramları karışıklıklar içermektedir, bir taraftan rejimi direnişçi olmamakla suçlarken diğer taraftan milli meselelerden taviz vermekle suçlamaktadırlar. Bu gruplar içerisinde aynı zamanda siyasi literatüründe ve eyleminde Batı’ya öykünmeye çalışan bir takım tezler ileri süren, direnişi reddeden ılımlı ekseni açık bir şekilde destekleyen bir durumla karşılaşmaktayız. Suriye ya da Hizbullah’ı direnişçi olmamakla suçlamayıp aksine direniş çizgisini bir ilke olarak kabule yanaşmamakta, görüşmeleri ve barışçı çözümleri desteklemekte, direniş yöntemini Batı’yla ilişkilere zarar veren ve istikrarı zedeleyen bir yöntem olarak görmektedir. Bu tutum, dış politika da dâhil her konuda rejimle zıtlaşmaya giden örgütlü muhalefetlerin tutumları çerçevesinde yorumlanabilir. Ancak Suriye’yle ilgili olarak bu durum, muhalefet tarafından zıtlaşmanın bir sonucu olarak görülmemekte, siyasi programında direniş kavramına yer vermediği halde rejimi direnişçi olmamakla itham edebilmektedir.

 

Batı’ya yönelik söyleminde ise rejimin direnişçi olmadığı gibi bir savla hareket etmemekte, genel olarak barışçıl çözümlerden, Batılıların zihnindeki imajına uyacak şekilde rejimin sorun çıkartan siyasetini eleştirmektedir. Bunun arkasında, rejimi değiştirmek için sadece onun diktatör ve zalim sıfatına sahip olmasını, kamuoyunu ikna etmek için devrimin haklı olduğu ve desteklenmesi gerektiği hususunu yeterli görmeyen muhalefetin genelleyici bir yaklaşıma sahip olması yatmaktadır. Bazı gruplar, Arap kamuoyu önünde rejimin direniş çizgisinde olmadığını söylerken Batı’ya karşı söylemlerinde bunu bir suçlama olarak görmekte ve ılımlı ekseni benimsemektedirler. Hâlbuki devrimci güçlerin görevi, diktatörlük, yolsuzluklar, polis devleti, Suriye halkının özgürlük talepleri gibi konular üzerinde durmaktır. Bu tek başına devrimin samimi olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Rejimin dış politikadaki tutumu, diktatörlüğün desteklenmesinin bir gerekçesi olamaz, ayrıca bu dış politika, rejimin devrilmesinin bir gerekçesi de zaten değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır.

 

Öyleyse Suriye’deki tablonun kaotik yapısı, sadece mevcut rejimin yapısından kaynaklanmamakta, aksine Suriye’nin coğrafi konumu, jeopolitik önemi, Arap-İsrail çatışmasındaki karmaşık rolü, uluslararası ve bölgesel jeo-stratejik aktörlerin rolleri gibi faktörlerin tamamı, Suriye devriminin gidişatını belirleyen faktörlerdir. Bu gerçek karşısında, ülkede bir rejim değişikliği olduğu takdirde gelecekte kurulacak yeni yönetimin yapısı ve izleyeceği dış politikanın içeriği hakkında farklı senaryolar üretilmektedir. Bu senaryolar daha çok, Arap-İsrail çatışmasına ilişkin alacağı tutum (Golan, Filistin), İran’a karşı tavrı, Arap direniş hareketlerinin geleceği, Batı’yla ilişkiler, İsrail’e bakış, bölgede yaşanan kutuplaşmanın etkisi altında alınacak pozisyon gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu da bizi Suriye’deki muhalefet güçlerinin pozisyonlarının tarihsel ve şu ana ilişkin bir gözden geçirme operasyonu yapmaya itmektedir. Suriye muhalefetinin yaklaşımlarını, siyasi görüşlerini belirleyen noktalardaki sabite ve değişkenleri gözlemlemek için devrimin başlamasından önce ve sonrasında olmak üzere iki aşamalı olarak inceleyeceğiz.

 

Devrimden önce:

 

- Suriye Devlet başkanı Hafız Esed döneminde ve (Ekim Savaşı’nın hemen ardından) yönetimin 1973 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul etmesinden sonra,[2]  Suriye muhalefetinin gerek Nasırcı ve gerek Komünist kanadı (Suriye Komünist Partisi-siyasi büro) bu adımı reddetti ve kararın kabulünün işgal altındaki toprakların geri alınmasını sağlamayacağını, bu toprakların geri alınmasının ancak askeri bir denge kurmakla ve halkın iradesiyle mümkün olacağını ifade etti. Ayrıca ülkenin bütün enerjisini, hem ülkede hem de bütün Arap dünyasında söz konusu dengenin oluşturulmasına vermesini istedi. İslami muhalefet de (Müslüman Kardeşler) o dönemdeki akaidi yapısına ve siyasi programına uygun olarak aynı şeyleri benimsedi. Özetle İsrail’le mücadelede askeri seçeneğin dışındaki yöntemlere karşı çıkıldı ki bu yönelim zaten o dönemde Arap dünyasındaki bütün İslami hareketlerin genel yönelimiydi.

- Milliyetçi ve radikal örgütlerin çekirdeğini temsil ettiği geleneksel partilerden oluşan muhalefet,[3] 1974 yılında Suriye ile İsrail ordularındaki güçleri birbirinden ayıran anlaşmayı reddetti. Bu anlaşma, muhalefetle dönemin siyasi rejimi arasındaki en önemli anlaşmazlıklardan biriydi. Muhalefet, rejimi milli meselelerden taviz vermekle, ABD ve ılımlı Arap rejimleriyle uzlaşmakla suçladı. Muhaliflere göre Suriye ordusunun 1976’daki Lübnan işgali bu anlayış çerçevesinde gerçekleşmişti. Buna göre Suriye yönetimi, Lübnan ve Filistin Direnişini etkisiz hale getirmek ve İsrail’le yapılan gizli bir anlaşma çerçevesinde bu direniş gruplarını zayıflatmak için ABD’ye politik bir açılım yapmıştı.

- Beşşar Esed’in 2000 yılında başkanlık görevini üslenmesiyle birlikte aynı muhalefet grupları 16 Ekim 2005 yılında Şam Deklarasyonu adını verdikleri siyasi bir oluşum başlattılar.[4] Müslüman Kardeşler Hareketi, eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdülhalim Haddam’ın rejimden ayrılmasıyla birlikte bu oluşumdan çekildi, Haziran 2006’da “Kurtuluş Cephesi” altında bir ittifak gerçekleştirdiler. Cephe, Lübnan eski Başbakanı Refik el Hariri’nin bir suikast sonucu yaşamını yitirmesinden sonra giderek artan uluslararası baskılarla birlikte Suriye’de siyasi rejimin devrilmesi sloganını benimsedi. İhvan’ın bu davranışı açık bir pragmatizmi içermekteydi. İhvan’ın Haddam’la olan ittifakı, Şam Deklarasyonu aracılığıyla Suriye’de meşru bir hareket olarak çıkmasını sağlayan muhalif Ulusal Demokratik Birlik içerisindeki bazı güçlerle yollarının ayrılması anlamına geliyordu.[5] Buna etki eden faktörlerden biri, hareketin bazı Arap rejimlerinin çıkarlarıyla örtüşen, Batılı siyasetlerle hesaplaşılması kavgasına girmesidir.

- İsrail’in 2006’daki Lübnan saldırısı, Suriye muhalefeti gruplarının özellikle de Müslüman Kardeşler’in tutumunda karmaşaya yol açtı. Temmuz Savaşı, bölgedeki aktörleri iki eksene bölen Arap-Uluslararası kesişmelerinin bir bileşkesi içerisinde gerçekleşmişti: Ilımlı ve direniş ekseni. Kurtuluş Cephesi içerisindeki Müslüman Kardeşler Cemaati, Batılıların desteğini almış olan ılımlı eksene yanaştı, bu durum Lübnan direnişine karşı tavrında açıkça ortaya çıktı. Hareket, 2006 yılında İsrail’in işlediği suçları kınayan bir bildiri yayınlamasına rağmen bu bildirinin dili aşağıda göreceğimiz şekilde salt kınamayla yetinen bir üslup çerçevesinde gelişmiştir: “Siyonist düşmanın Filistin’de, Lübnan’da kardeşlerimize, yeryüzünde insan ve medeniyete karşı işlemiş olduğu bütün cürümleri kınıyor, asil milletimizin her ferdini bu acımasız saldırılar karşısında kardeşleriyle dayanışmaya çağırıyoruz.”[6] Hareketin üyelerinin ve yönetim kadrosunun saldırılar sırasında yaptığı yorum ve açıklamalarda, Lübnan’da 14 Mart Hareketi’ni destekleyen bazı Körfez ülkelerinin yaklaşımını benimseyerek Hizbullah’a karşı olumsuz bir tavır geliştirdiği söylenebilir. Hareketin Şura Meclisi’nin 2006 yılının Ağustos ayında yayınladığı bildiri daha büyük çelişkileri içinde barındırıyordu:

1) İhvan’ın Şura Meclisi, Lübnan halkını ve direnişini selamlarken, Suriye ordusunun 2005 yılında çekilmesinden sonra Suriye’nin Lübnan’da etkinlik kazanmak için yeniden pozisyon alışına işaretle, 14 Mart Hareketi’nin diline yakın bir üslupla Lübnan’ın içişlerine karışılmasına karşı durma çağrısında bulundu.

2) Bildiri, Arap ülkelerinden uzaklaşmasına neden olan Suriye-İran ittifakına ilişkin uyarıda bulunarak, Beşşar Esed’in bazı Arap ülkelerine ve Lübnanlı güçlere yönelik sözlü saldırısını eleştirdi. Bu açıklama, o dönemde “Şii Hilali” adıyla revaç bulan ve daha çok Körfez ülkelerinin diline pelesenk olan bir nitelemeyle, Suriye rejiminin İran’a yakınlaşmasını, mezhebî siyasetlerin arkasında savrulmak olarak değerlendirdi.[7]

Cemaatin bu tutumu, onun oportunizm derecesine ulaşan siyasi pragmatizminin göstergesiydi ki bu yaklaşım o dönemde Lübnan direnişine aktif destek veren Suriye halkının genel yönelimleriyle asla bağdaşmıyordu. Bu dönemde rejimin halkın reform taleplerini görmezden gelmesine ve Beşşar Esed’in planlı olarak babasının yerine geçmesi gerçeğinin yarattığı baskıyı biraz olsun hafifletmek için yaptığı demokratik vaadleri pas geçmesine rağmen rejimin halk desteğini artırdı. İhvan’ın Irak tarafından desteklendiği dönemde rejime yaptığı eleştiri tonunda değişme gözlenirken bu süreçten sonra Irak rejimi düşmüş olduğundan, hareket başka devletlere yanaşmıştır.

2003 yılındaki Irak işgalinden sonra ABD; Arap-İsrail çatışması, Irak meselesi ve Arap direniş hareketlerine ilişkin siyasi tutumunu değiştirmesi için Suriye’ye yoğun baskılarda bulunmuştur. 2003’le 2008 arasındaki dönemdeki siyasi tartışmalarda ilk kez muhalefet, içerdeki değişimi engelleyen diktatör rejimleri köşeye sıkıştıracak tek yol olarak dış müdahaleleri meşrulaştıran bir yönelim içerisine girmiştir. Böylece muhalefet, Suriye’deki değişimin ancak Irak modeli bir müdahaleyle alaşağı edilebileceğini öngören bir yönelim içerisinde olmuştur.[8] Bu yönelim, 2004’te Kamışlı ve diğer Suriye kentlerindeki Kürtlerin gerçekleştirdiği protesto gösterilerinden sonra belirgin bir şekilde ortaya çıkmış, Hariri krizi ve BM’nin 1559 sayılı kararının ardından iyice kökleşmiş ve Suriye’ye yönelik suçlamalarını artırmıştır. Bu çelişkiler içerisinde 2 Aralık 2008 tarihinde Şam Deklarasyonu içerisindeki Ulusal Konsey toplantısı yapılmış, burada katılımcılar dış müdahaleyi destekleyen ve buna karşı çıkanlar şeklinde ikiye bölünmüş,[9] ardından Arap Sosyalist Birlik Partisi, Devrimci İşçi partisi ile bir grup muhalif bu oluşumdan çekilmişlerdir. Bu bölünme ve bazı partilerin dış müdahaleyi desteklemesi sonucunda özgürlükler ve demokrasi konularında Şam Deklarasyonu ile aynı düşünceleri paylaşan bir grup aydın bu toplantılara katılmamış, gerek içerde gerekse dışarıda bu oluşumun siyasi süreci harekete geçirme noktasındaki etkinlikleri iyice azalmıştır.[10] Dış müdahaleye karşı çıkanlar, Şam Deklarasyonu’ndan çekilerek 2008 yılında Ulusal Demokratik Birlik adıyla bir siyasi bir blok kurmuşlardır. Bu partiler, savuna geldikleri siyasi ilkeler ekseninde siyaset yapmaya devam etmişlerdir. Bunun en önemli göstergesi, Türkiye’nin sponsorluğunda başlayan Suriye-İsrail dolaylı görüşmelerine ilişkin ilan ettiği görüşlerindeki tutumudur. Barış olarak adlandırılan sürece ilişkin eleştirilerini sürdürmeye devam etmiş, görüşmelerde önceliğin Suriye rejiminin dar çıkarlarına değil, Suriye’nin ulusal çıkarlarına verilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu nedenle uzlaşma tercihine İsrail’le olan mücadelenin aşamalarından biri olarak bakılması “buraların meşru bütün yollarla geri alınması çabaları önündeki kapıları kapamadan Golan’ın işgalden kurtarılması” gerekmektedir. Ulusal Demokratik Birlik Partisi, İsrail’le yapılacak bir barış anlaşmasının ulusal egemenliğe hiçbir halel getirmemesini, Filistin halkının meşru haklarını olumsuz şekilde etkilemesine izin verilmemesini talep etmiştir[11].

İsrail’in Gazze’ye saldırısından sonra Müslüman Kardeşler Hareketi, Kurtuluş Cephesi içerisindeki tecrübesini gözden geçirerek 2009 Nisanı’nda çekildiğini ilan etmiştir. Gazze’deki Filistin direnişini destekleyen bir tutum içerisine girmiş, rejime karşı muhalefetini, Hamas’ı destekleyen tutumu nedeniyle askıya almış, rejimin kendisini ifade şekli olarak temel aldığı direniş prensibini benimsediğini dile getirmiştir. Suriye rejiminden ulusal uzlaşmayı kabul etmesini isteyen hareket,[12] işgal altındaki toprakların geri alınması ve Filistin halkını desteklemek için toplumsal engellerin kaldırılmasını talep etmiştir.[13]

Bu yaklaşımların analizi, Suriye siyasi partilerinin Ulusal Demokratik Birlik Partisi hariç büyük bir çoğunluğunun Arapların hayati meselelerine ilişkin siyasi tavırlarını muhalefet olma psikolojisinden ve buradaki siyasi konumlanışları üzerinden belirlediklerini göstermektedir. Yetmişli yıllarda radikal siyasi tavır içerisinde olan ve daha sonraki süreçte belki de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının beraberinde getirdiği değişimden etkilenen İslami ve sol partilerde bunu gözlemlemek mümkündür. Özellikle sol hareketler, Suriye ve Irak gibi içerden değişimin mümkün olmadığı ülkelerde, bu hareketlerin sembol isimlerine ve değerlerine karşı yıllarca mücadele eden yabancı güçler tarafından gerçekleştirilecek müdahaleyle meydana gelecek değişimi destekler bir tutum içerisine girmişlerdir. Bu durum, söz konusu partilerin devrim esnasındaki tutumlarını büyük ölçüde açıklamaktadır.

 

Devrim süreci başladıktan sonra

 
Suriye devriminin başlamasından sonra geleneksel muhalefet hareketlerinin katıldığı gösterilerde, dış politikaya dair gelecekte nasıl bir çizgi takip edileceğine ilişkin hiç bir yaklaşıma yer verilmedi. Yerel Koordinasyon Komiteleri’nin 11 Haziran 2011 tarihindeki bildirisi, Suriye’de değişimin nasıl gerçekleştirileceğini geleneksel muhalefet çizgisinin dışına çıkarak açıklayan ilk siyasi bildiriydi. Ancak Yerel Koordinasyon Komiteleri, bildirisinde Golan’ın işgalden kurtarılması, Filistin davasına ilişkin alınacak tavır, Filistin ve Lübnan direniş gruplarına yönelik tutum ya da yabancı müdahale gibi bölgeye ve ülkeye ilişkin hayati konular hakkındaki görüşlerine yer vermedi. Farklı geleneksel muhalefet güçleri, varlıklarını bu yönteme uygun olarak sürdürdüler ve muhaliflerin düzenlediği (Antalya, Brüksel, Semiramis, Kurtuluş) kongrelerin hiç birinde bu konuları ele alan hiçbir bildiri yayınlamadılar.

 Bu veriler içerisindeki en açık tutum, İhvan hareketinin Genel Murakıbı Faruk Tayfur’un, 12 Eylül 2011 tarihinde el Cezire kanalında katıldığı bir programda ifade ettiği düşüncelerdir. Bunları sıralamak gerekirse:

 - İsrail’e bakış uluslararası kanunun ve Birleşmiş Milletler’in belirlediği çerçevede olacaktır. Bu, Filistin meselesi ve işgal altındaki Golan Tepeleri meseleleri için geçerlidir.

- İsrail’le yapılacak olan bir barış anlaşması, BM’nin Golan ve Filistin’le ilgili kararlarının uygulanmasına bağlıdır.[14] Direniş gruplarına ilişkin olarak Faruk Tayfur, Hizbullah ve Genel Sekreteri’nin Suriye rejimince lojistik ve silah olarak desteklendiğini, bunu ispat edebilecek kanıtların ellerinde bulunduğunu söyledi. Bu çerçevede Tayfur, Hizbullah ve İran’la ilişkileri Suriye devrimine ilişkin alacakları tavır çerçevesinde belirleyeceklerini ve bu ikisine yargıda dava açabileceklerini ifade etti.[15]

Tayfur, pragmatik olarak cemaatin temsilcisinin, Bernard Henri Levi’nin “Suriye Devrimi’ni desteklemek” için düzenlemesine öncülük ettiği Paris Konferansı’na katılmasını, 400’den fazla siyasi şahsiyetin bulunmasıyla açıkladı ve İhvan temsilcisinin konferansa İhvan kimliğiyle değil, Antalya Konferansı’nın temsilcisi olarak katıldığını kaydetti.[16]

Bunun ardından Suriye Ulusal Konseyi, 2 Ekim 2011 tarihinde toplandı. Bu toplantıya Suriye’deki laik ve İslami muhalefetin büyük bir bölümü katılırken Ulusal Koordinasyon Heyeti partileri toplantıda değillerdi. Siyasi süreçte “yumuşak güç” kullanımına birçok kez tanık olundu. Bunlardan en barizi, Ulusal Konsey Başkanı Burhan Golyon’un Wall Street Journal gazetesiyle 2 Aralık 2011 tarihinde yaptığı röportajdı. Burada Golyon, Batı’nın desteğini sadece demokratik tavırlarla değil aynı zamanda ülkeye ilişkin birçok meselede mevcut rejime kıyasla daha “ılımlı” bir tutumla da sağlamaya çalıştı. Bu meseleler şunlardı:

-Burhan Golyon, Golan’ın geri alınmasının İsrail’le görüşmelerin başlatılması için siyasi ve coğrafi şartlara bağladı ve bu görüşmelerin Avrupa Birliği ve Batılı güçlerle olan “özel” ilişkilerle çözüleceğini kaydetti.[17] Golyon ayrıca Golan meselesinin Suriye’nin egemenliği ve istikrarı için önemli bir “gösterge” olduğunu ifade etti.

-Hizbullah’la ilişkilerin Lübnan Devleti’yle olan ilişkiler çerçevesinde halledileceğini belirten Golyon, iki ülkenin ilişkilerinin karşılıklı birbirini tanıma, ortak çıkarlar ve bölgenin istikrarına katkı temelinde gelişeceğini belirtti. Ayrıca Suriye’nin Hizbullah’la ilişkisinin değişeceğini, zira Suriye’de rejim çöktükten sonra Hizbullah’ın tutumunun da değişeceğine işaret etti.

-Golyon, Suriye’nin jeopolitik ve tarihi konumu ile özellikle Körfez ülkelerinin devrimi desteklemelerinin bir sonucu olarak Arap derinliği üzerinde durmuştur. Golyon bu boyuttan hareketle İran’la ilişkilerin geleceğine ilişkin olarak, bu ilişkinin çıkar temelinde gelişeceğini söylemiş, ekonomik ilişkiler aynen devam etmekle birlikte askeri ittifakın sona ermesini tercih edeceğini ifade etmiştir.

-Hamas’la olan ilişkilerini FKÖ ile ilişkiler çerçevesinde ele almış ve rejim tarafından tamamen çıkarları muvacehesinde desteklenen bugünün Hamas’ının dünkünden oldukça farklı olduğunu dile getirmiştir. 

Wall Street Journal gazetesiyle yaptığı mülakatın muhtevasını teyit ya da reddetme babında yaşadığı gelgitlere rağmen Suriye Ulusal Konsey Başkanı, 5 Aralık 2011 tarihinde Lübnan’da yayınlanan el Müstakbel gazetesinin kendisiye yaptığı röportajda, önceki tutumlarını tekrar etti. Suriye muhalefetinin izleyeceği yönteme ilişkin yeni bir gösterge olarak Suriye’nin dış ilişkilerinin “önce Suriye” mantığı çerçevesinde gelişeceğini söyledi[18] Bu tezin ilk kez ortaya atılması, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Collin Powel’ın 2003 yılında Şam’a düzenlediği ziyaret sırasında Suriyeli yetkililere “Powel’ın talimatları” adı verilen bir şartlar listesi ilettiğinde gerçekleşmişti. Suriye rejimi içerisinde bir çizgi, “önce Suriye” ilkesi çerçevesinde bu şartlarla uyum sağlanması gerektiğini, ülkenin çıkarlarının Arapların ulusal çıkarlarından üstün tutulması gerektiğini teyit etmişti. O dönemde dışarıdaki muhalefet, bu yaklaşımla örtüşen düşünceler ifade etmişlerdi. 14 Mart hareketinin 2005 yılından sonra Lübnan kamuoyunu Suriye’ye karşı kışkırtmasının ardından rejim bu sloganı tekrar benimsedi. Ancak rejim, Batılı ülkelerin kendisine karşı izlediği politikalar ve Arap kamuoyunu muhatap almasına mecbur eden ittifakları nedeniyle bu ilkeden vazgeçmek zorunda kaldı. Burhan Golyon’un bu ilkeyi ortaya atması, geçmişte yazdığı eserlerle son dönemdeki tutumları arasındaki büyük çelişkiyi ortaya koymaktadır.

 1958 yılında Mısır’la yapılan birleşme sonucu kurulan Suriye Arap Cumhuriyeti’ni sembolize eden mevcut Suriye bayrağına alternatif olarak gösterilerde bağımsızlık dönemi Suriye bayrağını kullanan halkın tavrının, muhalif güçleri bu şekilde bir siyaset çizgisine ittiğini söylemek mümkündür. Ancak bağımsızlık dönemi bayrağının Suriye halkı tarafından benimsenmesin tamamen kendiliğinden geliştiğine inanmaya eğilimliyiz. Bu Mısır, Tunus ve Yemen gibi halkın devletle rejimi birbirinden ayırabildiği ülkelerde olmamış, sadece Libya ve Suriye’de bir de rejim değişikliğinin ardından Irak’ta gerçekleşmiştir. Bütün bunlar bu satırların yazarının demokratik devrimlerin genellikle ulusal kimliğin inşasına da katkıda bulunduğu yönündeki kanaatini azaltmaz.

 Ulusal Konsey yetkililerinin, yabancı müdahale ve Suriye’nin gelecekteki rolü konusunda yaptıkları çelişkili basın açıklamalarından öte, Konsey, Filistin ve Golan gibi meselelere ilişkin daha önce yaptığı açıklamalarla örtüşen, Tunus’ta Kasım 2011’de siyasi bir program hazırlamıştır. Bu programın ana başlıkları şöyledir:[19]

-Yeni Suriye, bölgesel ve uluslararası düzeydeki komşularıyla ilişkilerinde istikrarı artıran bir aktör ve olumlu yaklaşımlar geliştiren bir ülke olacaktır.

-Yeni Suriye, işgal altındaki Golan tepelerini geri alabilmek için konuyla ilgili uluslararası kararlar çerçevesinde çalışacaktır.

-Yeni Suriye, Filistin halkının meşru bütün haklarını destekleyecektir.
  
-Yeni Suriye, Arap dayanışması ve bölgesel işbirliğini geliştirmeye çalışacak, karşılıklı saygı ve ulusal çıkarlar temelinde geliştirecektir.

Yabancı müdahaleye yaklaşımları nedeniyle 2007 yılında Şam Deklarasyonu’ndan ayrılan hareketlerin önemli bir bölümünü kapsayan Demokratik Değişim Güçleri’ne bağlı Koordinasyon Heyeti, bu boyutu devrim esnasında geliştirdiği siyasi söyleminde açıkça teyit etmiştir. Bu oluşumlar içerisindeki yapıların birçoğu, Filistin direnişiyle çok köklü tarihi ve milli bağlara sahip olmasına rağmen merkezi sorunlara ilişkin kendisinden beklenen açıklamayı yapmadı ya da bir siyasi program yayınlamadı.