İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (9)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (9)
Elbette “hakiki hayat nurdur” konusu hakkında İmam Cafer Sadık (a.s.) da şöyle buyuruyor: “Talebtu nurel hayat fi’t-tefekkürü ve’l-buka.” (Hayat nurunu tefekkür ve ağlayışla istedim.) İmamlarımız akla çok büyük değer veriyorlar. “Ben hayatın nurunu tefekkür ve gözyaşı ile elde ettim” diyor. “Buka” (ağlamak), akıl ile birlikte olduğunda ne kadar da güzel oluyor.

 

 

İsmail Mansuri Laricani:

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Takip ettiğiniz üzere Hekim Sühreverdi'nin nurani düşüncelerini ele alıyoruz ve aziz üstadımızın o hikmetin şifrelerini çözen açıklamalarından yararlanıyoruz.

 

Önceki programlarda, Sühreverdi'nin Pertovname adlı eserinden paragraflar okuduk ve “haz ve elemin ölçütü nedir” konusuna geldik.

 

Şeyh Sühreverdi buyuruyor ki: “Hazzı tadan akıldır, onun tatmasının kaynağı “Vacib el-Vücudî makamı', “Mele-yi Ala” ve “Nur âleminin acâib”idir (hayret verici şeyleri).”

 

“Peki bu haz şerbetini bize kim tattırıyor?” sorusuna cevap olarak ise şöyle diyor: “ve sekâhum Rabbuhum şerâben tahûrâ” (Ve Rableri onlara temiz içecekler (şaraplar) sundu. İnsan Suresi/21) Yani burada sâkinin Allah'ın kendisi olduğunu söylüyor. Geçen programda da en son bu konuya gelmiştik.

 

Üstat, izin verirseniz yine bir paragraf okuyayım ve ardından sizin açıklamalarınızdan istifade edelim. Sühreverdi, şöyle diyor:

 

“Hak Teâlâ, kendi celâlinin nuruyla ona şerbet vermiştir.” Yani burada ev sahibi olan Allah'tır. Sonra şöyle devam ediyor: “ve sekâhum Rabbuhum şerâben tahûrâ ayetinde de dendiği gibi bu ruhani şaraptır. Bu taife, tabiat meşguliyetleri ölümünden beri olur ve karanlıklardan dışarı çıkar. Ve hayatın kaynağına ve ruhani hakikat denizlerine katılabilir. “lehum ecruhum ve nûruhum” (Onların mükâfatları ve nurları vardır. Hadid Suresi/19) Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: “nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim” (Onların nurları önlerinden ve sağlarından gider. Tahrim Suresi / 8)

 

Burada özellikle “tabiat meşguliyetleri ölümü” kavramını açıklamanızı isteyeceğim. Hekim Sühreverdi, burada da yine nurdan bahsediyor.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Evet Hekim Sühreverdi nur hekimidir; onun hikmeti, nur hikmetidir, nur felsefesidir. Bu cümleye çok dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü Hekim Sühreverdi, 6. hicri yüzyılda sade ve akıcı bir Farsçayla çok derin meseleleri açıklamıştır. “Tabiat meşguliyetlerinin ölümü” (merg-i şevagil-i tabiat) ifadesiyle Şeyh Sühreverdi hayat ve ölüme anlam veriyor.

 

Ölüm ve hayattan bahsettiğimizde herkes ölümün ve hayatın ne olduğunu anlar. Hayat, insanın yürümesi, koşması, yemesi, içmesidir. Ölüm ise artık tüm duyuların kapanması, hareket edememesi ve mezara konmasıdır. Bu, bilinen sıradan anlamdır. Fakat Hekim Sühreverdi'nin keskin görüşü bundan biraz daha öteye geçmiştir. O, tabiatın meşguliyetlerini ölüm olarak görüyor. Tabiatı değil, tabiatın meşguliyetlerini ölüm olarak görüyor. Bu ikisi birbirinden farklıdır. Tabiatın kendisi ölüm değildir. “Tabiatın meşguliyetleri” ölümdür.

 

Peki “tabiatın meşguliyetleri” ne demektir? Yani insanın tabiattan ve tabiatın eserlerinden başka hiçbir şeyi görmemesidir. İşte bu şekilde olan biri, ölmüş demektir. Niçin ölmüştür? Çünkü aklî hayata ulaşamamıştır. Sühreverdi'nin görüşüne göre gerçek hayat, aklî hayattır, idrakî hayattır. Hayat, idrak ve aydınlıktır; idrakin olmadığı bir yerde hayat yoktur.

 

Bir kişi nefes almasına ve nabzının atmasına rağmen eğer idraki yoksa ona hayattadır diyebilir miyiz? Tıbbi açıdan hayatta olabilir.

 

Laricani: Onunki bitkisel hayattır.

 

Üstat Dinani: Evet bravo, sizin dediğiniz gibi onunki bitkisel hayattır. Bitkisel hayat bir yana hatta hayvanî hayat bile, aklî hayata nispetle bir ölümdür. Evet bu sizin dediğiniz gibi bitkisel hayattır. İnsan hayatı idraktir, idrak ise nurdur. Demin de arz ettiğim gibi Sühreverdi bir nur filozofudur.

 

“Tabiat meşguliyetlerinin ölümü” (merg-i şevagil-i tabiat) derken kastedilen bir kimsenin tabiat dışındaki her şeyden gafil olacak kadar tabiatla meşgul olmasıdır. Yani o insanın fikri, tabii işlere münhasır olmuştur. Fikir tabiata münhasır olunca “muncemid” olur yani cansızlaşır, katılaşır. Artık tabiatın ötesini artık görmez. “Şevagil”, sizi meşgul eden ve diğer ufkunuza engel olan şeyler demektir.

 

Tabiatın kendisinin bir zararı yok. Siz tabiatta seyir içinde olabilirsiniz. “Senurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim” (Varlığımızın delillerini, ufuklarda (afak) ve kendi nefislerinde (enfus) onlara göstereceğiz. (Fussilet/53) Tabiatın ufukları vardır. Fakat eğer siz tabiatla meşgul olursanız, tabiat sizi kendiyle meşgul ederse, yani sizi tabiat dışındaki her şeyden alıkoyarsa, tabiat dışında hiçbir şeyi görmez olursanız işte bu ölümdür.

 

Hâlbuki tabiatın kendisi de mahlûktur. Başka birinin eseridir, tabiat asıl değildir. Tabiat kelime anlamı olarak “mühür vurmak”, basım yapmak matbu hale getirmek demektir. Yani varlık âlemine ait bir nakış, bir resimdir. Şimdi birileri bu resimle meşgul olup, ressamdan gafil oluyor. Resmi görüyor; ama ressamdan gafil oluyor. İşte bu bir çeşit ölümdür. Bir başka ve daha açık bir ifadeyle Sühreverdi, cehaleti ölüm olarak görüyor.

 

Cahilliği araya bir duvar örmesi ve duvarın ötesini görememesidir. Bu cehalet duvarı eğer taassupla birlikteyse çok daha beter olur. Daha önce de arz etmiştim: İki tür cehalet söz konusudur. Bir cehalet vardır ki masumdur. Mesela bir çocuk birçok şeyi bilmiyor; bununla birlikte öğrenmeye ve bilmeye hazır. Ya da sıradan bir bilgisiz insan, bir şey bilmiyor olabilir; ama aslında öğrenmeye çok açık ve hazırdır. Bunlar masumca cehaletlerdir ve bu ayıp değildir. Ama bir cehalet de vardır ki duvar örülmüştür, yani taassupla birliktedir ve artık bu cehaleti aşmak istemiyor. Bu, cehl-i mürekkebdir. Yani ya taassup sahibidir veya bilmediğini de bilmemektedir.

 

Masum cehalette kişi bilmiyor ama bilmediğini biliyor. Masum olmayan cehalette ise kişi ya taassup sebebiyle bu cehaletini korumak istiyor veya bilmediğini bilmiyor. Önüne demirden bir duvar örüyor ve sürekli olarak gözünün önünü kapatıyor, kendini karanlığa hapsediyor. Cehalet karanlıktır. Sühreverdi'ye göre ise karanlık bir tür ölümdür. Peki neden hayat değildir?

 

Bizim hekimlerimiz hayatın anlamını açıklamış ve onu tanımlamıştır. Hekim Sühreverdi de bu tanımı kabul ediyor. Bizim kelamcılarımız da aşağı yukarı hayatı bu şekilde anlamlandırmışlardır. Hak Teâlâ'nın sıfatlarından biri “hayy”dır. “Hayy”, canlı demektir, Allah “hayy”dır yani canlıdır. Peki Allah'ın canlı olması ne demektir? Bu bitkisel hayat mıdır, yoksa hayvansal hayat mı? Buradaki hayat nedir? Hekimler ve kelamcılar şöyle anlam vermiştir: “el Hayyu, huve'd-derrak ve'l-faal.” Bakın ne kadar güzel bir anlam vermişler.

 

Hayatın iki önde gelen özelliği vardır. Yani hayatın zatı iki şeyden meydana gelmiştir: “derrak ve'l-faal”, yani idrak ve eylem. Hayat, idrakin ve eylemin olduğu yerdedir. Elbette gerçek bir idrak olduğunda eylem de beraberinde gelir. İdrak eseri olmayan bir şey değildir. İdraki eylem takip eder.

 

Pekâlâ, eğer hayatı idrak ve fiil olarak görüyorsanız, eğer biri idraki olmamakla birlikte bilmeye, öğrenmeye hazırsa henüz o bir ölü değildir. Çünkü yaşamaya ve başka bir hayata hazırdır. Ama eğer kişi taassup ve cehaletiyle etrafına duvar örmüşse cehl-i mürekkeb içine düşmüştür, yani bilmediğini de bilmemektedir. Yani cehalet duvarının arkasında kalmışsa sonsuza kadar karanlıkta kalmıştır. Bu ise ölümdür, gerçek ölüm, bir insanın bilmemesidir. Fizyolojik olarak hareket ediyor olabilir; ama bu hayat değildir. Hayat idrak ve eylemdir, eğer idrak yoksa o hayat, hayat değildir.

 

Evet Sühreverdi'ye göre hayat, idrak ve eylemdir. Özellikle idraktir çünkü eylemin kaynağı da idraktir. Nitekim eğer fiil idrake dayalı değilse hiçbir değeri yoktur. Dolayısıyla ölümden bahsettiğinde o, cehaleti ölüm olarak görmektedir. Gerçekten de cehalet ölümdür. Bilmeyen kişi ölüdür. Bu konuda birçok rivayet de bulunmaktadır. Cahiller ölüdür, nefes alıyor olabilirler, nefes almak tek başına hayat değildir.

 

O halde bizim yapmamız gereken şey o cahilce taassup duvarını kendi önümüze örmemektir. İnsanın ilk başta bir şey bilmediği doğrudur; ama bilmemek ayıp değildir. Dolayısıyla gafleti, cehaleti ve özellikle de taassupla birlikte olan cehl-i mürekkeb en kötü duvardır. Bu, insana arız olan bir şeydir; çünkü insan evet ilk başta bilmiyor ancak bilmeye açıktır. Sürekli ilerler ve cehaleti ortadan kaldırır. İnsanın zihni ve özelliği açıklıktır; âleme ve varlığa açılmaktır.

 

“Şerh-i sadr” yani “kalbi açmak”  da budur, yoksa gerçek anlamıyla insanın gerçekten göğsünün yarılıp kalbinin açılması demek değildir. “Şerh-i sadr”, zihnin açık olması demektir. Zihnin penceresinin varlık âlemine açık olması demektir. Açık olursa içeriye ışık girebilir; ama o pencerenin önüne demir bir duvar örmüşse artık orada sonsuza kadar karanlıkta kalacaktır. Bundan daha büyük azap da yoktur.     

 

Laricani: O halde Şeyh Sühreverdi açısından hayatın ölçütü, insanın akıl yoluyla ruhunu ışık diyarına ulaştırmasıdır. Eğer bu ışığa (nur) ulaşamamışsa zahiren hayatta olsa da ölüdür. Ayetteki “lehum ecruhum, nuruhum” da işte bu anlamı veriyor. Bu konuda Hz. Mevlana da çok güzel söylüyor. Diyor ki:

 

Bi hicabet bayed an ey zu lebab,

Merg ra beguzin ve berder an hicab

Ne çonan mergi ki der guri revi

Merg-i tebdili ki der nuri revi

 

Ey kalp sahibi, örtüyü kaldırman gerek

Ölümü seç ve o hicabı yırt

Seni mezara götürecek ölümü değil,

Seni dönüştürecek ve nura götürecek ölümü.

 

Yani demek istiyor ki bir ölüm mezara götürür, bir diğer ölüm de nura götürür.

 

Üstat Dinani: Onun adına “merg-i tebdili” diyor.  Yani ölümün dönüşmesinden bahsediyor. Bu çok önemli bir sözdür. Karanlığın nura, cehaletin de bilgili olmaya dönüşmesi; cehaletin ilme, bilgisizliğin bilgili olmaya dönüşmesi tebdildir. Yani marifet kimyası, bakır olan varlığı altın yapıyor. Yani marifet öyle bir kimyadır ki insanın bakır olan varlığını altına dönüştürüyor. Cehaletin ilme dönüşmesi, bilgisizliğin bilgili olmaya dönüşmesi bir çeşit ölüm veya aslında bir çeşit ikinci doğuştur.

 

Binlerce yıl önce İslami bir hekim de olmayan Aristo, insanın ikinci doğumunu bulması gerektiğini söylüyor. Buradaki doğuş, Mevlana'daki “tebdil” veya değişimdir. Yani cehaletten ilme dönüşmesi.

 

Hz. Mesih (a.s.) “İki kez doğmayan melekût âlemine giremez” buyuruyor. Doğumlardan biri doğal şekilde insanın annesinden dünyaya gelmesidir. Bu, herkes için söz konusudur; ancak insanın başka bir doğum daha bulması gerekiyor. Peki bu doğum nasıl olacaktır?

 

Bu, insanın kendi rahminden kendi kendine doğmasıdır. İnsanın işte o ilmî ve ruhanî rahminden doğması ikinci kez doğmasıdır. İnsan eğer bu ikinci doğumu gerçekleştirirse nur ve hayat âlemine girmiş olur. Aksi halde bu tabiat rahminde karanlıklar içinde kalmış olacaktır.

 

Burada “tebdil” yani değişim kelimesi çok önemlidir. Bu değişim belli bir yaşta olan bir şey değildir. Bu değişimin belirli bir zamanı yoktur. Her lahza değişim vardır. Yani oturup değişim zamanının gelmesini beklememek gerekir.

 

Değişim her an olan bir şeydir. Zaten dünya bir değişim dünyasıdır, her an değişim halindedir. İnsanın da marifet dünyasında sürekli olarak değişim içinde olması gerekir. Her lahza marifet yönünde kendini değiştirmesi gerekiyor. İki anı birbiriyle eşit olan insan bu dünyada kaybedenlerdendir.

 

Zaman sürekli olarak değişiyor, biz zamanın içine atılmış bulunuyoruz. Bizim bu âlemdeki varlığımız zamanla birliktedir ve sürekli değişim halindedir. Sürekli olarak da yükselme (teâli) ve ilerleme (terakki) halinde olmalıdır. Yükselme halinde olmayan ölür. Yükselmeden geri kalmak ölmektir.

 

Peki yükselmek ne demektir? İnsan nasıl yükselir? İnsan nereye yükselecektir? Uçağa binip birkaç bin metre yukarı çıkmak mıdır bu yükseliş? Bu yükselme değildir, yükselme ruhanîdir, yükselme idrakîdir. Aslında cismani âlemde aşağı ve yukarı diye bir şey söz konusu değildir. Ne aşağı vardır ne de yukarı vardır, bunların hepsi nisbidir. Neresi aşağı neresi yukarı? Bunlar tamamen nisbidir, çünkü konumları değiştirtirsen her şey değişir.

 

Siz buradan yükselip Mars gezegenine gittiğinizde orası buradan yukarıda olmuş olmuyor. Siz yukarı olduğunu düşünüyorsunuz; ama ne aşağıdır ne de yukarıdır. Gerçek yükseliş (teâli) idrakte yükselmedir. Bilen biri, bilmeyenden yukarıda değil midir? Daha fazla bilen biri, daha az bilen birinden daha yukarıda değil midir? Bilmek yükselmek değil midir?

İzin verirseniz ben başka bir konuya değineyim: Din de aynı şekildedir. Din bir noktada kalmak mıdır, yükselmek midir? Eğer bir insan dinde yükselmese, belli bir noktada kalsa katı bir şekilde bir noktada kalsa bu, doğru bir dindarlık mıdır? Din marifetle (bilme) iç içedir, hatta din marifetin bir sonucudur. Dini marifetten ayırmak mümkün müdür?

 

Din eğer marifetin bir neticesiyse ve marifette de yükselme varsa insanın da yükselmesi gerekiyor. Bir kişi donmuş ve katılaşmışsa ve ayrıca saçma iddialarda da bulunuyorsa bunda yükselme var mıdır? O halde yükselmenin kıymetini bilmek gerekir.

 

Laricani: Aslında, galiba şunu söylemek gerekiyor: İmanın merdiveni marifettir. O bizi yakine ulaştırıyor. Yakinin de kendi içinde mertebeleri bulunmaktadır. “Be niger ki çe hedd est makam-ı âdemi” (Bak gör ki insanın makamı hangi düzeydedir.)

 

Üstat Dinani: Maalesef insanın bu makamı hep unutulmuştur. Burada geçtiği üzere tabiat âleminin meşguliyetleri insanı alıkoyuyor ve insan tabiatla meşgul olarak kendini gafil kılıyor. Gafil olmaktan, insanın “mebde” (köken)  ve “meâd”dan (dönüş) gafil olmasını kastediyoruz.

 

Buda hikâyelerinde geçen bir misal vardır ve bu İslami kitaplarda da mevcuttur. Aslı “Buda misalleri”dir; ama başka bir şekilde İslami kitaplara da girmiştir ve oldukça ilginçtir.

 

Diyor ki bir kişi, çölde bir canavardan kaçıyordu. Bir kurt, aslan veya herhangi bir yırtıcı onu takip ediyordu. Etrafına bakıp uçsuz bucaksız çölde sığınacak bir yer aradı. O sırada bir kuyu gördü, gitti kuyudaki ipe tutundu ve kuyuya inerek o yırtıcıdan kurtulmak istedi.

 

İpe tutunup kuyuya inerken aşağıda bir ejderhanın ağzını açtığını gördü. Aşağı inse ejderhanın ağzına düşecekti, yukarı çıksa orada da o çöl yırtıcısı vardı. Kuyunun ortasında kalmıştı ve ne yukarı çıkabiliyor ne de aşağı inebiliyordu. Orada bir bal arısı peteği gördü ve o baldan yemeye başladı. Balı yedi ve kendisini gafil kıldı. Artık gözü ne yukarıyı ne de aşağıyı görüyordu. Artık ne yukarıya bakarım ne de aşağıya, şimdi şu baldan yiyeyim bakalım ne olacak dedi.

 

Bu bir misaldir, insan “mebde”sine bakmıyor, şu an meşgulüm sonrasına ilerde bakarım ne olur diyor. Başlangıcının ne olduğu konusunda kendini gaflete düşürüyor. Sonunun ne olacağı konusunda da kendini gaflete düşürüyor. Günümüzde gaye bilgisi söz konusu değil. Geçen bölümde bugünün dünyasından bahsetmiştik. Bugünün dünyası, yarını düşünüyor, fakat yarını gaye olarak görmüyor. Yarının her zaman bugünden daha iyi olduğunu söylüyor. Nihai gayeyi düşünmüyor, “Big Bang”dan önceki ilk başlangıcı düşünmüyor. Dünyanın ortasında öylesine meşgul olup duruyor. Başlangıç ve son konusunda gaflet içinde bulunuyor. Bugünün insanı Sühreverdi'nin “sukr-ı tabiat” (tabiat sarhoşluğu) dediği meşgalelerle meşgul.

 

Laricani: Üstat izin verirseniz kısa bir ardan sonra devam edelim.

 

***

 

Şeyh Sühreverdi'ye göre Allah'ın insana verdiği o yücelme şarabının neticesi marifet nuruna dönüşmesidir. Bunu da “nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim” (Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider. Tahrim Suresi/8) ayetiyle destekliyor.

 

Yani dünyayı ve ahireti birlikte dikiyor. Yani insanın bu dünyası nurani değilse ahireti de nurani değildir. Kıyamette kendisini aydınlatacak olan burada kazandıklarıdır. Şöyle diyor: “Beden hapsinin yükü ondan düşüyor. Yani dünyanın hiçbir baskısını hissetmiyor. Asıl hakiki hayat o âlemdedir. Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İnned dârel âhırate le hiyel hayevân lev kânû ya'lemûn” (Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur, keşke bilselerdi. Ankebut/64)”               

    

Üstat Dinani: Hekim Sühreverdi'nin bu ayetten istifade ettiği o cümlesinde başka bir ayet de kullanabilirdi; ancak bu ayeti özellikle seçiyor. “nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim” (Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider. Tahrim Suresi:8) İzin verirseniz ben bu ayete ve onun cümlesine biraz değineyim.

 

“Nuruhum” onların nuru demektir. Peki onlar kimlerdir? Marifet sahipleridir. Akıl ve dirayet sahipleridir. Marifet sahibi olanlar ve ilim ve marifette yükselmiş olanlar, nurda yücelmiş olurlar. Burada “nuruhum yesa” diyor, yani onların kendileri çaba gösterir demiyor, “nuruhum yesa” diyor. “Yesa” “sa'y etmek”, çalışmak, çaba göstermek demektir. Burada o insanların kendisi çalışıp çaba gösterirler demiyor. “Nuruhum yesa” diyor. Yani onların nuru çaba gösteriyor. Peki nurun çaba göstermesi ne demektir?

 

Onların nuru, onların akılları ve dirayetleridir. Nur, çalışıp çaba gösteriyor. Nur, sürekli olarak ışığını saçıyor ve yolu açıyor. Işığın (nurun) yaptığı nedir, yolu aydınlatmaktır. Sürekli olarak açmak ve genişletmektir. Yani onları götüren nurdur. Nur, yolu aydınlatıyor, yolu açıyor ve onları götürüyor.

 

Ayette daha sonra “beyne eydihim” diyor. “Eydihim”, iki elleri demektir. Neden iki el diyor? Çünkü demek istiyor ki insanın iki yönü vardır. İtidalden bahsediyor. Hem sağ eli var, hem de sol eli var. Hem cismi var, hem ruhu var. Hem dünyası var, hem ahireti var. İnsan mutlak uhrevi değildir, mutlak dünyevi de değildir. Çoğu kimse sadece dünyevi olduğunu sanıyor. Melekler ise sadece uhrevidir. İnsan hem dünya hem de ahirettir. Hem cisimdir hem de ruhtur. Hem sağ (yemin) hem de soldur (yesar).

 

Bu nur akıl nurudur, dirayet nurudur. “Yesa beyne eydihim” yani bu nurun çabası ve yolu açması “beyne eydihim”dir. Yani hem dünyasını hem de ahiretini aydınlatıyor. Yani bu iki dünya arasında denge kuruyor. Yani tabiatın meşguliyetlerine gömülmüyorlar. Ne mutlak uhrevi olup dünyadan gafil oluyorlar ne de mutlak dünyevileşip ahiretten gaflete düşüyorlar. “Yesa beyne eydihim” yani her ikisini de koruyorlar. Yani varlığın tüm yönlerini ve insanın varlıksal özelliklerini koruyorlar. Çünkü insanın varlığı, tabiatın mağarasından ve heyula âleminden akıl âleminin üstüne kadar çekilmiştir. Bu uçsuz bucaksız mesafeyi geçmek gerekiyor. Bu yönlerden herhangi birini kaybederse sonu hüsran olur.

 

Dünyayı elinden kaçırmaması gerekiyor; ama dünyayı marifet ışığıyla anlamlandırmalıdır. “Nuruhum yesa beyne eydihim” ne kadar güzel bir ayettir ve Hekim Sühreverdi bu ayetten ne kadar güzel yararlanıyor! Bu ufuk sürekli açılıyor, onlar marifet ışığı altında ilerliyor ve hayatın kaynağına ulaşmak istiyorlar. İşte gerçek hayat budur: “İnned dârel âhırate le hiyel hayevân lev kânû ya'lemûn.” (Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur, keşke bilselerdi. Ankebut/64)

 

Ayetteki “hayevan” kelimesi hayat kelimesinin mübalağa şeklidir. Yani çok çok hayat demektir. Yani hayatın özüdür, aslıdır, hayatın kaynağıdır. Tabi o “le hiyel hayevan” sadece ölünce ulaşılan bir şey değildir. Kimi insanlar nefes aldıkları bu âlemde o “le hiyel hayevan”a ulaşmış olabilirler.

 

Laricani: Elbette “hakiki hayat nurdur” konusu hakkında İmam Cafer Sadık (a.s.) da şöyle buyuruyor: “Talebtu nurel hayat fi't-tefekkürü ve'l-buka.” (Hayat nurunu tefekkür ve ağlayışla istedim.) İmamlarımız akla çok büyük değer veriyorlar. “Ben hayatın nurunu tefekkür ve gözyaşı ile elde ettim” diyor. “Buka” (ağlamak), akıl ile birlikte olduğunda ne kadar da güzel oluyor. Aklı yıkıyor, ona tazelik veriyor. Yani “buka”nın temeli de akıl olmalıdır.

 

Üstat Dinani: Burada “buka”nın kökeni Sevgili'den ayrılıktır. “Buka” ağlamak demektir. Ağlamak sevgiliden ayrılıktan dolayıdır. Sevgiliden ayrılık olmadıkça insan harekete geçmiyor. Buradaki ağlama, gündelik hayattaki işler için değildir. Parasını, malını kaybettiği için ağlamak değil, bu ağlama öyle bir ağlama değildir. Buradaki ağlama sevgiliden ayrılık ağlamasıdır. Buradaki ağlamanın hasleti aşktır. Düşünceyle birlikte olan bir aşk, buradaki “buka” aşkın işaretidir. Yani akıl, tefekkür ve aşk birliktedir. İşte nur oradadır ve her şey orada mevcuttur.

 

Laricani: Hazzı ve elemi derk eden akıl olduğu gibi, ayrılık ve kavuşma da yine onunla ilgilidir öyle değil mi?

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle öyle. Eğer akıl olmasa ayrılık veya kavuşmanın farkı bile olmaz. İdrak yoksa hiçbir şey yoktur.

 

Laricani: O halde ne kadar akılı olursa ayrılığı o kadar çok idrak eder.

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle, ve aşkı da daha fazla olur.

 

Laricani: Şeyh Sühreverdi'den okumaya devam edeyim. Şöyle diyor: “Bu haz gerçi çok daha büyüktür ancak o zevke sahip olmayanlar ondan hiçbir şekilde nasiplenemezler. Aydın ruhlu basiret sahibi hekimlerden bir grup o hazdan bu âlemde nasiplenir. Bu dünyada onunla meşgul olur. Yüce âlemin nurunu açık bir şekilde görür. Nura gark olur ve olabildiğince çok o güzellikleri bulur. “Efe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbihi...” (Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse... Zümer/22)

 

Üstat Dinani: Hekim Sühreverdi'nin kendisi de bu âlemde “göğsü açılmış” olan kimselerdendi. Onun kalbi açıktı. Yoksa o genç yaşında onca meşguliyetine rağmen bu sözleri söyleyemezdi. “Şerah Allahu” ifadesi Allah'ın kalbi açması demektir. Şerh, açık hale getirmektir. “Sadr” ise göğüstür. Göğsün açık olması, düşüncenin açık olmasıdır. Yani akletmenin zirvesi... Eğer akıl ve idrak yoksa göğüs açık değildir, dardır. Göğsü açık olmak akletmektir. Bu, Rahmanî akıldır, felsefî akıldır, bilgelik aklıdır, irfanî akıldır. Ekonomik veya siyasî akıl değil. Elbette bunlar da akıldır ve kendine özgü değerleri vardır ama burada kastedilen varlık üzerine düşünen akıldır.

 

Laricani: Akıl muvahhid olarak dünyaya gelir.

 

Üstat Dinani: Tabii ki akıl zatı itibariyle muvahhiddir. Akıl “bâtın”ın peygamberidir. Eğer akılda şüphe meydana gelirse, tabiatın meşgalelerine esir olur. Burada mücerret akıldan bahsediyor. Mücerret kelimesini kullanıyor. Mücerret ne demektir? Yani tüm tabiat kayıtlarından, bağlarından özgür olan, onlara esir olmayan demektir. Nefsani istekleri olmayan demektir. İşte bu mücerret akıl, zatı itibariyle muvahhiddir.

 

Tevhid, akıldan başka bir şeyle idrak edilemez. Hiçbir idrak, zatı itibariyle muvahhid değildir. Mesela duyuları ele alalım, duyular muvahhid midir? Mesela göz birden fazla şey görür, kulak birden fazla şey duyar, dil birden fazla tadar. Hatta tahayyülde de birden fazlalık vardır. Zihninize farklı hayaller, şekiller gelir gider. Peki akıl nasıldır? Akıl da birden fazla şey anlar demeyin. Akıl yalnızca makulü anlar.

 

Peki makul nedir? Bu konuda birçok yanlış bilgi söz konusu. Çoğu kimse aklı doğru bilmiyor, aklı şeytani zekâ sanıyor. Yapılan şeytani işleri akıl diye niteliyorlar. Bunlar zekâdır ama zekâ ile akıl farklıdır. Akıl makulü bilir, göz gözükeni görür, kulak işitileni duyar vs. Akıl makulü bilir, peki makul nedir? Makulün sınırı yoktur, şekli yoktur, rengi yoktur, uzunluğu, ağırlığı yoktur. Sonsuz genişlikte anlamdır.

 

İnsanların çoğu, ‘makul' (akılla anlaşılan) ile ‘mahsus'un (duyularla anlaşılan) farkını bilmiyor. Makulün haddi yoktur, bir fertle özetlenemez. İzin verirseniz bir örnek vereyim bazı seyircilerimiz için daha açıklayıcı olsun. Mesela insanı düşünelim. Hasan, Hüseyin, Ahmet vs. tek tek birer insandır. Hasan, Hüseyin'den farklıdır, Ahmed ayrıdır, Hüseyin ayrıdır. Bunları tek tek birey olarak görürsünüz, sesini duyarsınız vs.

 

Peki insanın anlamı nasıldır? Yani anlam olarak insan nasıldır? İnsanın anlamı ne şekildedir? İnsanın anlamı siyah mıdır, beyaz mıdır? Doğulu mudur, Batılı mıdır? Yeni midir eski midir? İnsanın anlamı kaç yaşındadır? İşte makul derken bunu kastediyoruz. Onun haddi yoktur, şekli yoktur, sınırlı değildir, bir fertle özetlenemez, bir zamanla özetlenemez, bir mekânla özetlenemez, sadece dünyevi değildir, sadece uhrevi değildir. Cennetlik de insandır, cehennemlik de insandır, ezelden ebede kadar insan insandır. Makul, sonu olmayan bir şeydir.

 

Akıl, makule bakar; makulü akıl gözüyle görür. Şuhud dediğimiz de işte budur. Şuhud dediğimiz aklın makulü görmesidir. Akıl makulü görüyor, bazıları bu görmeyi mecazi bir kavram sanıyor. Eflatun bu meseleyi çok iyi biliyordu. Eflatun misallerden bahsederken hayali şeylerden bahsetmiyordu. O, aklın makulatı gördüğünü söylüyor, müşahedeyi söylemek istiyordu. Eflatun için “makul”, “mefhum” değildi “meşhud” idi.

 

Yani aklın kendine özgü bir gözü vardır. Aklın o kendine özgü gözü neyi görüyor? Makulü görüyor. Makul, sonsuz olduğu için görülen, duyulan, hayal edilen vs. her şey ve hepsi onun içindedir. Yani makulü kavradığın zaman her şeyi kavrarsın.

 

Laricani: O halde en iyisi şöyle diyebiliriz: Makul, nurun ta kendisidir. İmam Sadık (a.s.) “Kur'an nurdur” diyor. Bir adam ona gelip “Ben çok Kur'an okurum; ama Kur'an okuduğum zaman ışık yakmak gerekiyor. Peki eğer Kur'an nursa ben niye ışık yakmak zorunda kalıyorum” diyor. İmam Sadık da bu ayeti ona okuyor: “Efe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min Rabbihi...” (Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse... Zümer/22)” Yani “senin kalbin acaba Kur'an'a ne kadar iştiyak duyuyor? Acaba sen Kur'an'a ne kadar açsın?” diyor. Yani güzel bir noktaya parmak basıyor.  

         

Üstat Dinani: Kur'an nurdur, Kur'an'ın nurunu görmeyen kişi sadece sayfalardaki satırlara bakıyor. O yüzden de mürekkebin siyahlığını görebilmek için ışık yakması gerekiyor. Hâlbuki Kur'an nurdur, peygamberin kalbi nurdur, nur âleminden gelmiştir ve nurun diliyle beyan olmuştur.  

 

Laricani: Şeyh Sühreverdi, daha sonra Arapça bir şiirle devam ediyor. Şöyle diyor:

 

Kane ma kane mimma lestu ezkuruhu

Fezannu hayran vela tes'al anil haber

 

Üstat Dinani: Bu şiir, birçok arifin naklettiği ve temel aldığı ilginç bir şiirdir. Birçok irfanî kitapta olduğu gibi Sühreverdi'de de geçiyor. Bu şiirde bazı ariflerden bahsediliyor. Onlar öyle bir makama ulaşıyorlar ki artık ondan söz etmiyorlar.

 

“Kad kane ma kan”, buradaki “kane” zamanla ilgili değildir. Yani demek istiyor ki biz sonsuz marifet âleminde öyle şeyler gördük ki -“kane ma kan”- yani öyle şeylerdi ki “mimma lestu ezkuruhu”, yani onu söyleyemem.

 

Söyleyemediğim için de “fe zannu hayran” yani hakkımda kötü düşünme, söylemek istemediğimi düşünme, bunlar söylenebilecek olan şeyler değildir. Bundan dolayı suizanda bulunma. İyi zanda bulun. “Vela tesal anil haberi” bunu sorma, çünkü bu söylenebilecek bir şey değildir.

 

Bizim çağdaş şairlerimizden merhum Furuzanfer, bu şiiri Farsçaya tercüme etti. Yani bu şiiri çok güzel bir Farsça şiire dönüştürdü. İzin verirseniz onu okuyayım. O da şöyle diyor:

 

Bud ançi bud, van çe ne yarem be goft men

Bogzer ez in hadis ra be men zann-i bed meber.

 

Laricani: Sühreverdi, şöyle devam ediyor: “Eğer ayrıldıktan sonra o haz ve lezzeti alırsa onun burada aldığıyla hiçbir ilgisi yoktur.” Burada ayrılmak derken dünyadan ayrılmayı kastediyor. Sonra şöyle devam ediyor: “Ancak onun âlemde aldığı şey, başkalarının ahirette aldığıyla eşittir veya ondan fazladır.”

 

Üstat Dinani: Yani demek istiyor ki hayır ve iman ehli kimselerin ahirette ulaşacakları şeylere marifet ehli olanlar bu dünyada ulaşıyor. Henüz o marifet makamına erişmemiş olan dindarların ahirette ulaşacağı şeylere marifet ehli olanlar bu dünyada ulaşmışlardır. Tabii doğal olarak onlar ahirette de yine daha yukarıdadırlar.

 

Laricani: Üstat konu çok güzel bir yere geldi, ancak süremiz bittiği için biz hala bir paragrafı tamamlayamadık. Çünkü çok incelikli konular var. Maalesef bizim ilmi araştırma ve inceleme fakirliğimiz yüzünden bu yüce insan yeterince tanıtılamadı.

 

Üstat Dinani: Daha önce de arz etmiştim. Sühreverdi, maalesef çok ihmal edilmiştir, çok az okunmuştur.

 

Laricani: Yeni bir programda buluşmak dileğiyle, üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.    

    

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=80x1fl4tqzk