Hz. Mehdi’nin zuhurunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile söyleşi (1)

Hz. Mehdi’nin zuhurunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile söyleşi (1)
Aşağıdaki metin aylık “Mevud” dergisinin “Zuhur” olgusunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile yaptığı ve derginin 42-43. sayılarında yayımlanan söyleşisinden alınmıştır.

 

 

Emamat.ir

 

 

Aşağıdaki metin aylık “Mevud” dergisinin “Zuhur” olgusunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile yaptığı ve derginin 42-43. sayılarında yayımlanan söyleşisinden alınmıştır.

 

 

Tarihin tekâmül hareketinde Hz. Mehdi'nin (a.s.) zuhurunun yeri nedir?

 

Zuhur olgusu, bizim rivayetlerimizde ahir zaman olgusu olarak tefsir edilmiştir. Elbette iki ahir zaman vardır. Birincisi, yer kürede bâtılın zuhur ettiği dönemdir, öyle ki bu süreçte İblis'in kapasitesinin son noktasına kadar zulüm tüm dünyayı doldurur ve bu nokta onun dünya âlemindeki zahiri çöküşünün de başlangıcıdır. Bundan sonra Hz. Mehdi'nin (a.s.) zuhuru (ortaya çıkışı) gerçekleşir ve ilahi velayet dünya âleminde de zuhur sahnesinde de galip gelir. Bu aşama dünyada tarihin sonudur. Son aşamadan maksat, tarihin sonunun bir asrı, iki veya birkaç asrı değildir. Zuhurla kıyamet arasındaki mesafe çok net olarak açıklanmamıştır; ancak bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre zuhur asrından sonra uzun bir dönem, enbiya ve evliyanın velayeti özellikle de Masumların (a.s.) pak nurları ekseninde hak yönetim gerçekleşecektir ki bu da ricat asrıdır. Zuhur Asrı, tarihin son asrı demek değildir. Bunun anlamı, ilahi velayetin âlemde zuhur etmesi, İblis'in velayetinin son bulması, bâtıl devletin zahiri hâkimiyetinin bu asırda sonlanması ve Allah'a kulluğun beşer hayatının tüm alanlarında cari olup tecelli etmesidir.

 

Gerek Batılı gerek Doğulu, gerek kadim gerekse yeni olsun tarih felsefesinden bahseden birçok ekol, bir şekilde tarihin ve insanın sonundan veya geleceğin dünyasından söz etmiş, tarihin kemâl noktasında gerçekleşen bir insandan ve dünyadan bahsetmiştir. Bu durumda şu soru gündeme gelmektedir: İslami tarih felsefesinde insan ve geleceğin dünyası hangi özelliklere sahiptir ve onun diğer ekollerin tasvir ettiği ideal insan ve dünyadan farkları nelerdir?

 

Tüm tarih boyunca daima hak ve batıl, iman ve küfür diye iki akımın mevcut olduğunu ve yine sonunda hakkın ve imanın galip geleceğini, tüm dünyada ilahi velayetin zuhur edeceğini kabul edersek; doğal olarak vaat edilen toplumun insanlarının da farklı insanlar olacağını, bu insanların irade ve ideallerinin batıl toplumlarda yaşayan insanların ideal ve iradelerinden farklılaşacağını da kabul ederiz.

 

Bildiğiniz gibi batıl sistemde, insan zahiri boyut düzeyine indirgeniyor, toprak âlemiyle sınırı bir varlığa dönüştürülüyor ve kendi nefsani eğilimlerinin ve arzularının esiri haline getiriliyor. Onlara göre insanın tüm çabası kendi varlığının bu boyutundan haz alma kemâline ulaşmasıdır. Dolayısıyla batıl cephesinde izlenen idealler, adını refah ve kalkınma diye koymuş olsalar da tamamıyla insanın dünyevi yönleriyle sınırlıdır. Onların tüm istekleri, -açıklanan anlamlarıyla- refah, güvenlik ve maddi özgürlükle özetlenir. Ancak ilahi enbiya ve evliyanın ideal toplumunda tanımlar bile değişir. Yani insan haz peşinde de koşabilir; ama bu hazzın nihayeti, ubudiyet hazzından başkası değildir ve şu duanın gerçekleşmiş şeklidir: “Senin zikrinden başka duyduğum bütün hazlar için, sana yakınlaşmanın dışındaki bütün mutluluklarım için, senin dostluğundan başka bütün rahatlıklar ve sana itaattin dışındaki bütün işlerim için beni bağışla!” Hazzı zikirde, mutluluğu Hakk'a yakınlaşmada, rahatlığı Allah'la dostlukta olan bir insanın tüm hareketleri ilahi emirler doğrultusunda olacaktır. Onu harekete geçiren Allah'ın isteğinden başka bir şey değildir; o, artık Allah'ın istediği şeylere gark olmuştur. O, yalnızca Allah'a kulluğu önemli gören bir kuldur. Diğer tüm meseleler onun için kulluğun teferruatından ibarettir. Peygamberlerin eğittiği bir insan, maddi ekollerin eğittiği bir insandan farklıdır. Bu ekoller, maddi mutluluklara ve sevinçlere ulaşan tabiat düzeyinde bir insan yetiştirmek istiyor, insan için tanımladığı ideallerin hepsi dünya düzeyindedir. Ancak peygamberler insanı ubudiyet sınırına ulaştırmak, onu tüm ilgilerden ve sınırlamalardan özgür kılmak ardından da bu özgürlükle onu kul yapmak istiyor. Hakiki kul gereksiz tüm dünyevi ilgilerden kurtulmuş olan insandır. Yalnızca mevlâsıyla meşguldür. Müminlerin Emiri'nin (a.s.) buyurduğu gibi “Bir topluluk da Allah'a şükretmek için (muhabbetlerinden) ibadet ettiler, işte bu özgürlerin ibadetidir.”  Özgür olan kimse Allah'a kulluk eden; ama kulluk amacı herhangi bir menfaat elde etmek veya herhangi bir tehlikeden kurtulmak olmayan kimsedir. Onun amacı yalnızca Allah'tır, Allah'ı sevmek ve O'na şükretmektir. Peygamberler insanı işte bu düzeye ulaştırmak istiyorlar.

 

O halde Zuhur Asrının insanı, peygamberlerin istediği özellikleri bulan insandır. Bundan daha da latif olanı, bu özellikleri toplumsal hayatının tüm boyutlarında yansıtır. Yani insanlar yalnızca içsel tecellileri bakımından kul değildirler. Zuhur Asrında beşeriyetin tüm hayatının ahengi, kulluk (ubudiyet) ahengidir. Yani Müminlerin Emiri'nin (a.s.) şu buyruğunda olduğu gibidir: “Ta ki tüm amellerim ve zikrim tek bir zikir, halim senin hizmetinde devamlı olsun.” O asırda toplumsal ilişkiler ve toplumsal ibadetler de melekûtî olur. Tüm insanlar tüm tavır ve davranışlarıyla Allah'a ibadet ederler. Gerçekte Veliyullah'ın velayet cereyanı, insan hayatının tüm boyutlarında cari olur ve bu cereyan da ubudiyet, hayat ve nurun başlangıcıdır. Masumiyet (ismet) gerçekleşir demek istemiyorum. İsmet, Pak Masumların (a.s.) nurundandır fakat tüm Zuhur Asrında ve büyük Şii toplumunda öyle bir makama ulaşırlar ki tüm davranışları Allah'ın velisine tabi olmakla şekillenir ve toplumsal hayatları, Veliyullah'ın iradesinin ve velayet güneşinin ışığında tahakkuk eder. Dolayısıyla en son insan, peygamberlerin yetiştirdiği insandır. Toplumsal hayat, Veliyullah'ın velayetinin mazharıdır. Ubudiyet nuru, Allah'a kulluk nuru hayatının tüm alanlarında caridir.    

 

Birçok yazar, Zuhur Asrını tasvir etmek istediği zaman insanların maddi refahının arttığına, tarım ve hayvancılık ürünleri gibi maddi nimetlerin bollaştığına, servetlerin fazlalaştığına yoksulluğun ortadan kalkıp eşitliğin sağlandığına dair rivayetlere işaret ediyorlar. Peki ama acaba Zuhur Asrının diğer asırlardan tüm farkı maddi refahın ve insanların huzurunun artması, mal ve servetlerin çoğalması olarak özetlenebilir mi? İnsanda ve dünyada hiçbir niteliksel değişim gerçekleşmeyecek mi? Bu asrın önceki asırlardan en temel farkı nedir ki böylesine değerlidir ve insanlar asırlar boyunca onun gelmesini bekleyip onca sıkıntılara ve zorluklara katlanmıştır?

 

Zuhur Asrında maddi nimetlerin ve refahın artacak olmasından hiç kuşku yok. Bu mesele cennette de bu şekilde olacak. Ancak cennette Allah'ın velilerinin ve müminlerin nimetlendirilmesi ile dünya ehlinin dünyadaki nimetlendirilmesi zahiri ve niceliksel açıdan bile kıyaslanabilecek gibi değildir. Zuhur asrında müminlerin nimetlendirilmesi de -ki dünyada tecelli eden cennet mertebelerden bir mertebe diye tabir edilir- onların zuhurdan önceki nimetlendirilmeleri ile kıyaslanamaz. Çünkü cennet de Allah Teâlâ'nın velayetinin mertebelerinden başka bir şey değildir ve Allah'ın yüce velisinin velayeti de onda yer almaktadır. Cennette herkes Veliyullah'ın ziyafet ve misafir evindedir. Bağışlanmalarıyla mütenasip olarak Allah'ın velilerinin velayetinde dereceye sahiptirler ve nimetlendirilirler.

 

Usûl-i Kâfî'de bir rivayet nakledilir, bu konunun daha iyi anlaşılması için bu rivayete göz atmak yerinde olacaktır. Ammar Sabati” diyor ki İmam Sadık'a (a.s.) “Allah'ın rızâsını elde eden, Allah'ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç! Bunun varacağı yer cehennemdir; o ne kötü bir varış yeridir! Onlar Allah katında derece derecedir. Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (Al-i İmran 162-163) ayetinin tefsiri hakkında soru sorduk. İmam buyurdu ki: “Allah'ın rızasını elde edenler İmamlardır ve ey Ammar, müminlerin dereceleri velayetleri ve marifetlerine göredir…” Dolayısıyla İmamları (a.s.) tanıma ve onların velayetine bağlanma ölçüsü, insanın manevi derecelerini şekillendirir ve kemâl meydana getirir. Cennet de aslında İlahi Velayet ziyafetinin derecelerine gark olmaktır.

 

Bunu dikkate alarak diyebiliriz ki zuhur asrında dünyadaki maddi nimetler genişleyecek olsa da en temel mesele bu asırda ihtiyaç ve memnuniyet kavramının değişmesidir. Bazen ihtiyaç ve memnuniyet, istikbar ve şeytanlık eksenine göre şekillenir. Bu durumda ihtiyaç ve memnuniyet maddi mutluluklardan faydalanmak ve kendine gark olmaktır. Bazen de ihtiyaç ve memnuniyet kulluk eksenli olarak gelişir. Burada da ihtiyaç ve memnuniyet, Allah'a yakınlaşma ve kulluk kavramlarıyla ilgilidir. Yani artık hiçbir hazda istikbar görülmez. Hazzın tadı, Allah Teâlâ'ya kulluk hazzıdır. Bir başka deyişle İlahi Velayetin hazzıdır. Yani içsel haz, velayet neşesinden başka bir şey değildir. Günahkâr insan, İblis'in velayetiyle keyiflidir, İblis'in velayeti onun keyfinde cari olur. Günahkâr insanların keyfi, İblis'in velayetinin yaygınlaşmasıyla orantılıdır. Zulmani, karanlık ve alçak bir mutluluktur. Ama müminin neşesi, yüce Veliyullah'ın velayetinin yani Allah'ın velayetinin yaygınlaşmasıyla orantılıdır. Bu neşe nuranidir ve rahmet neşesidir. Çünkü her fiilleriyle Allah'ın velisine tevelli ediyorlar ve Allah'ın nuraniyeti de onlara şamil oluyor. Onların cennetinin hakikati de velayetten kaynaklanan sevinçleri ve yakınlıktaki dereceleridir. Dolayısıyla bazen, ihtiyaç ve memnuniyetin genişlemesi İblis'in velayeti altında gerçekleşiyor. İhtiyaç ve memnuniyette kesret ve vahdet bulunuyor. İnsanın tüm ihtiyaç ve memnuniyetlerini şehvet ve heveslerde gören bu kaotik maddi medeniyet ortaya çıkıyor.  Bazen de ihtiyaç ve memnuniyet Veliyullah'ın velayeti altında gerçekleşiyor ve bu dünyada melekûtî bir sevinç ve mutluluk gerçekleşiyor. Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) Kasia Hutbesinde gerçek takva sahiplerini tanımlarken buyurduğu gibi: “Kalpleri cennetlerde, bedenleri ameldedir.” Yani kalpleri şu anda cennetlerdeki ilahi rahmete gark olmuştur.

 

Dolayısıyla, ayağı yeryüzüne basan bu insanın kalbi cennettedir. Neşesi melekûtî bir neşedir. Mümin insan, yemesi ile dahi kâfirden farklıdır, nikâhtan aldığı haz da melekûtîdir. Elbette bu derecelere ulaşmamış insanlar için bunlar hayal ürünüdür ama peygamberlerin öğretisinde mümin insanın hazzı, kendisinin iman derecelerinde ve doğal olarak imanında vuku bulmaktadır. Dolayısıyla Zuhur Asrında haz, ihtiyaç, kemâl ve neşe kavramları değişiyor, mecraları da farklılaşıyor.

 

Allah'ın Velisinin velayeti zuhur ve tecelli ettiğinde insani iradeyle tabiatın zâtı da uyum içinde olur ve doğal olarak tabiat nimetlerini insana sunar. Öte yandan Veliyullah'ın velayeti insanların kalplerinde cari olduğu zaman insanlar şu an beşerin elinde olmayan ve bazen onlardan batınî ilimler diye söz edilen “tasarrufî isimler” elde edecektir. İnsanlar bu batınî ilimler çerçevesinde âlemde daha derin katmanlara hâkim olurlar. Onların irade nüfuzu, tabiatın derinliklerine kadar ilerler, nimetlerden yararlanma imkânı ve varlıkların batınî nimetleri, bu âlemde kendileri için hazır hale gelir. Onlar neşe ve nimet ile Allah'ın Velisinde gark olurlar. Meşiyet doğrultusunda amel ederler, şehvani hazlara ulaşmak isteyerek aykırı işler yapmazlar. Hatta onların helal hazları, başkalarının helal hazlarından farklıdır. Dolayısıyla bir taraftan tabiatın hâkimiyet alanı değişiyor ve Allah Teâlâ insanı daha derin katmanlara hâkim kılıyor. Tıpkı bu maddi uygarlıkta atomların içindeki enerjinin onun emrine sunulması gibi. Ve insan bu enerjinin yardımıyla birçok işi yapabilme gücü kazanıyor. Ama tabiatın gizli katmanları da vardır ve onlar isimlerle ve batınî ilimlerle müminlerin emrine sunuluyorlar ve bu kudret elde ediliyor. Bu da bir iki müminin için değil, bu iş Zuhur Asrında müminlerin tamamının nimeti oluyor.

 

Bu asırda akıl kemâle eriyor. Batınî ilimler, umumi şuhûd ve mükâşefe yaygınlaşıyor. Ben bunun Hz. Mehdi'nin (a.s.) tüm Şiileri için ulaşılabilir bir şey olacağını düşünüyorum. Bütün bunlarla beraber, onların problemleri ve imtihanları şudur: Ellerinde olan tüm bu tecelliler, Allah'ın Velisinin yolunda kullanılmalıdır. Öyle ki Allah'ın Velisinin velayetine gark olmalıdır, neşelerinin esası, Allah'ın velisinin velayeti olmalıdır, diğer sevinçlerini, neşelerini ve coşkularını o coşkuya kurban etmelidirler. Bu imtihan zuhur asrındaki ağır bir imtihandır.

 

Dolayısıyla Zuhur Asrının en temel özelliği, Veliyullah'ın velayetinin zuhurudur. Bu velayet, kulluğun sağlam bir ipidir. Zuhur asrında da kulluğun tahkimi gerçekleşir. Ve tüm yolların, hatta peygamberlerin yollarının kendisinde son bulacağı Sırat -ki bu da Veliyullah'ın (a.f.) velayetinin hakikatidir- gerçekleşir. Hakkın nuru, hakkın hidayeti, hayat vs. beşerin umumi hayatında tecelli eder ve beşer hayattan ve nurdan yeni bir konum kazanır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir. Düşünesiniz diye gerçekten, size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17) “O gün yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanacak” (Zümer: 69) Zuhur Asrının tefsirine yönelik diğer ayetler de zuhurun özelliklerini Veliyullah'ın velayeti, zuhuru, Veliyullah'ın velayetinin tecellisi ve ilahi emrin zuhuru ekseninde tefsir etmektedir. Meselenin aslı şudur: Zuhur Asrında Allah'ın velisinin etrafında toplanan insanların kalpleri muhabbet nuruyla aydınlanmıştır. Gönüllerindeki muhabbet alevi dile yansımıştır. Onlar, Allah'ın velisini asıl sevgili gören insanlardır. Bir başka tabirle onların asıl sevgilileri Allah Teâlâ'dır. Allah'ı Teâlâ'nın yanında Allah'ın velisini de severler. Tüm hazları ve sevinçleri, Veliyullah'ın velayetinden daha fazla nimetlenmeleridir. Elbette tüm âlemin bu tür insanların emrine verilmesi doğaldır. Tıpkı cennetin de aynı şekilde olması gibi.

 

Cennet ehli, ahirette oyun eğlence istemez, onlar velayete cezp olmuşturlar ve istedikleri sadece hayır, hak ve yakınlaşma sevincidir. İmam-ı Zaman'ın (a.s.) mukaddes varlığının ideal toplumu, peygamberlerin ve vasilerinin ideal toplumudur. Maddi medeniyetin sözde ideal toplumu değildir. Ubudiyetin onda kendi anlamını bulduğu toplumdur. Tüm beşer, Allah'a yönelir, O'nun kulluğunun sevincini yaşar. Beşer öyle bir konuma ulaşır ki Rabbin muhabbeti ve O'nunla buluşma iştiyakı, onun varlığında canlanır ve çocukça hevesler kalbinden dışarı çıkar. Aslında onlarla nimetlenmek, Allah Teâlâ'ya yakınlaşma ziyafetiyle nimetlenmektir. Maddi nimetlerden yararlandığında da insanın sevinci, bunların ona Allah Teâlâ'nın ikramı, ziyafeti olmasından dolayıdır.

 

Devam edecek…  

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir   

  

 

Medya Şafak