Hz. Mehdi’nin zuhurunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile söyleşi (3)

Hz. Mehdi’nin zuhurunun tarihin tekâmül seyrindeki yeri üzerine Ayetullah Mir Bakıri ile söyleşi (3)
Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah’ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ’nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah’ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.

 

 

Tarihe tekâmül bahşetmede Allah'ın velisinin eksen rolü

 

 

Mübarek Zuhur hadisesi konusundaki bir başka husus da İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) mukaddes varlığının Zuhur Asrındaki gelişmelerde oynadığı roldür. Bildiğimiz gibi Zuhur, insanlığın ve dünyanın en üstün aşamasıdır. Ancak burada temel soru şu: Bu gelişmeler arasında -ki insanın ve dünyanın kemâl noktasıdır- İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) şahsiyetinin rolü nedir? Niçin Hz. İmam Mehdi'nin varlığı olmadan dünyada bu değişim gerçekleşmeyecektir? Ve neden dünya O'nun gelmesini beklemek zorundadır?

 

Çok güzel bir soru. Çünkü tarih felsefesi ile ilgili bazı düşüncelerde, insanın tarihi gelişmelerdeki varlığı ve Allah'ın insana verdiği rol doğru bir şekilde tanımlanmamıştır. Onlar, bilinen insanın tarihin tekâmül ekseni olduğunu sanmaktadır. Bu düşünce yanlıştır. Aslında tüm kulluklar ve elde edilen nimetler Allah'ın Velisinin ibadeti ve O'nun Allah'a secdelerinin zımnında, boylamındadır. Dolayısıyla Zuhur Asrında kulluğun ekseni, yüzyıllardır gaybette ve imtihanda olan yüce Veliyyullah'ın kulluğudur. O, “Urvetu'l-Vuska”dır (sapasağlam bir kulp). “O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara: 256) ayetindeki “Urvetu'l-Vuska” ile ilgili rivayetlerde “sapasağlam kulp” Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsı ve O'nun Ehl-i Beyt'i (a.s.) olarak tefsir edilmiştir. Yani Allah'a kullukta tüm âlemdeki sağlamlık, onların varlığıyladır ve kulların kulluğunun sağlamlığı onlarla ilgilidir. Dolayısıyla Zuhur Asrının hakikati, Hz. Mehdi'nin (a.s.) ibadetlerinden bir mertebedir ve tevhidi toplumun gerçekleşmesi de O'nun eseridir.

 

Diğer bir açıdan İblis'le zulüm önderlerinin Hz. Peygamber (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt'le (a.s.) çatışmasında Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) ibadeti, onların şeytanlıklarına galip gelir. Eğer o ibadetler olmasaydı onların karanlığı bizim hepimizi kaplardı. Nitekim “Yahut engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onun üstünü bir dalga bürümüştür, onun üstünde bir dalga onun üstünde de bir bulut vardır. Üstü üste yığılmış karanlıklar. Elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” (Nur: 40) ayetindeki “karanlıkları” zulüm önderleri olarak tefsir ediyorlar. Emeviler ise “üst üste yığılmış karanlıklar”dır. Buyuruyor ki, batılın velilerinin karanlığı o kadar fazladır ki “Elini kaldırsa göremeyecek gibidir.” Mümin bu dönemde o kadar karanlığa batmıştır ki kendisinin en yakın güçlerini dahi göremiyor, kendisini unutuyor. Ama bu karanlık, Hz. Fatıma (selamullâhi aleyhâ) evladından olan bir imamın nurundan başkasıyla ortadan kaldırılamıyor! Nitekim bu kısmının tefsiriyle ilgili ayette şöyle buyruluyor: “Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.”  Bu nurdan nasibi olmayan kimse, sadece bu dünyada karanlıkta değildir, kıyamet gününe kadar karanlıktadır.

 

Dolayısıyla, karanlık cereyanını ortadan kaldırabilecek olan o nurdur. Dalaleti yok eden, o hidayettir, Hz. Mehdi'nin (a.f.) nuru ve hidayetidir.  Ölümü götüren o hayattır, yani hayat-ı tayyibe / temiz hayat Hz. Mehdi'nin hayatıdır. Hz. Mehdi Zuhur Asrında, Allah'ın velayetini ve rahmetini tecelli ettirmeye izinli oluyor. Bizim de görüşlerimizi ıslah etmemiz gerekir ve kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı çapta görmememiz gerekir. Elbette tüm kalpler bu bilgiyi kaldıramaz. Hatta bazen sıradan Şiilerin de bunu kaldıracak kapasitesi yoktur. Bu sorun da değildir, herkese bu bilgiyi vermemek gerekir; çünkü onu kaldıramaz ve altında ezilirler. Rivayetlerde de şöyle geçer: “Müminlerin derecelerini gözetiniz. Yüksek derecedekilere söylediklerinizi, aşağı derecelerdekine söylemeyiniz. Ona ezileceği yükü yüklemeyiniz bu durumda ondan siz sorumlu olursunuz!” Özetle Zuhur Asrındaki tüm gelişmelerin ekseni Allah'ın Velisidir, başkalarını da kapsayan, O'nun velayetinin tecellisidir, başkaları O'nun varlığının ışığıdır. O halde Zuhurun anlamı, velayetin zuhurundan başka bir şey değildir.

 

Allah'ın velisinin velayeti, kendisinin muhtelif tecellilerinde zuhur edince hayat, nur, rahmet, ilim, hikmet ve adalet gelir. Bunların hepsi Allah'ın velisinin eserleridir. Bu meseleyi bir başka şekilde herkes kabul eder ve hiçbir muvahhid onu inkâr etmez. Zuhur Asrında gerçekleşecek olan her şey Allah'ın rahmetinin inmesidir dediğimizde herhangi bir mümin bunu inkâr edebilir mi? İnsanları Allah'ın ortağı yapmıyoruz ki haşa! Biz, Allah'ın velisinin ortağı bile değiliz. Bizim iradelerimiz O'nun velayetinin boylamındadır. Islahımız da O'nun velayetinin boylamındadır. Hz. Mehdi, ıslahtan elini çekerse zulüm önderleri ve İblis kimseyi rahat bırakmaz. Batıl cephenin fitnesi o kadar karanlıktır ki mümin kendisini unutur. İnsanı bu âlemden tüm âlemlere kadar o karanlıklardan kurtaracak olan Allah'ın velisinin nurudur. Zuhur, Allah'ın velisinin toplumsal hayatın tüm alanlarında tecelli asrıdır.  

 

Acaba, Hz. Mehdi (a.f.) Zuhur sırasında yalnızca liderlik rolü oynar ve bu hareketi yaratan yalnızca O'nun maddi varlığıdır denebilir mi?

 

Onun batıni velayeti, Zuhurun temel ilkesidir. Bu konuyu, ben daha önceki sorularınızı cevaplarken açıkladım. Âlemde var olan çatışma, batıni olarak İblis ve zulüm önderleriyle İmam Mehdi (a.f.) arasındaki çatışmadır. İmam Mehdi, Hakk'ın feyiz vasıtasının en yüksek mertebelerinden biridir. Nitekim O'nun hakkında duada şöyle diyoruz: “Yerle göğü birbirine bağlayan sebep nerede?”… Onun secdelerinin bereketiyle Allah rahmet (salavat) gönderir, bu salavatın tortusu yeryüzünün her yerinde kalır. Belki de duadan önce salavat gönderin denmesinin sebebi budur. Salavat O'na nazil olmadıkça size hiçbir rahmet nazil olmaz.

 

O, sadece bir fert değildir. O, tüm enbiyanın ve vasilerin varisidir. Onun ziyaret duasında şöyle okuruz: “Selam olsun enbiyanın varisine ve vasilerin sonuncusuna…” Allah Teâlâ'nın nazil ettiği tüm rahmet ve kemâl şu an O'nun elindedir. Buyrulmuştur ki İmam Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde Kâbe'ye yaslanacak, tüm ulu'l-azm peygamberlerin (a.s.), Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve tüm Masum İmamların (a.s.) isimlerini anarak diyecek ki “Her kim onları görmek isterse gelsin ve bana baksın!”

 

O halde tüm değişimleri meydana getiren, Hz. İmam'ın varlığının kemâlâtıdır.

 

O'nun varlığının kemâllerinin nazil olmasıdır. Zuhur Asrında gerçekleşen şey, velayetin tecelli izni almasıdır. Onun zuhurunun nazil olması, Zuhur Asrının bereketleridir. Allah'ın kulları kulluk makamına ulaşmak, rahmeti şeytanlık mertebesinde değil, kulluk mertebesinde elde etmek istiyor, öyle değil mi? Bir başka deyişle yalnızca Allah'ın umumi rahmetini kavrama kapasitesine sahipler, Allah'ın rahim rahmetini idrak edip kavrayamıyorlar. Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah'ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ'nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah'ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.

 

Yani aslında “Yeryüzü, Rabbinin nuruyla aydınlandı” ayeti tahakkuk ediyor.

 

Evet, aslında Zuhurun özelliği dünyanın yeni bir hayat bulmasıdır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir.” (Hadid: 17) ayetinin tefsirinde Hz. Mehdi'nin (a.f.) zuhuruyla yeryüzündekilerin yeniden hayat bulacağına dair rivayetler nakledilmiştir. İmam (a.s.) “Kâfir ölüdür” buyuruyor. Yani küfrün defteri dürülüyor, herkes mümin oluyor. Mümin olunca hayata kavuşuyorlar. Bu canlı insan rahmeti idrak edip kavrayabilir. Hak kelamını dinleyebilir, öğüt alabilir, yola koyulup nimetleri derk edebilir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'ın rahmetinin tüm derecelerinden ve cennetin derecelerinden söz etmiştir, ama müşrikler ölü oldukları için O'nu dinlemekten acizdiler. Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin” (Rum: 52) veya “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır: 22) Mezarını kendisiyle birlikte taşıyan birine cennet ve cennetin dereceleri anlatılamaz. O, kendi mezarından başka bir yeri görmez. Ama bu hicap, Veliyyullah'ın nuru ile ortadan kaldırılınca kalplerde rahmetin, nimetin ve kemâlin dereceleri kavranabilir oluyor.

 

Her şey Allah'ın velisine dönüyor. Çünkü O, Allah'ın mutlak halifesidir. Allah'ın rahmetinin ulu'l-azm peygamberlere bile ulaşma yolu O'nun velayetidir. Nitekim birçok rivayette geçtiği üzere ulu'l-azm peygamberlerden (a.s.) bile O'nun velayetine bağlılık sözü alınmıştır. Zaten bu peygamberlerin dereceleri, velayet misakında azim sahibi olmalarından, misaklarından, misaklarına bağlı kalmalarından, dünyada amel etmelerinden ve kendi ümmetlerini Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s.) bayrağı altında toplanmaya hazır hale getirmelerinden dolayıdır. Tüm hakikatlerin esası o taraftan nazil oluyor. Bazen bizim kibrimiz, gizli bir büyüklenme de olsa bu menzilleri idrak etmemize ve kendimizi İmam-ı Zaman'ın (a.s.) olduğu tarafa yerleştirmemize izin vermiyor. Bu, nefsin kibirlenmesidir. O da tahammül eder ve bize bir şey söylemez. Kardeşleri, Hz. Yusuf'a dediler ki: “Hâlbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.” (Yusuf: 8) Hz. Yusuf da onlarla çatışmadı ve onların eziyetlerine katlandı ve tabii tedricen onları doğru yola getirdi. Hatta bir gün gelip ondan buğday istediler. Onlara merhamet etti ve buğday verdi. Daha önce kendisini kuyuya attıklarına dair bir şey söylemedi. Kendisini de hemen onlara tanıtmadı; çünkü henüz onu tanıyamıyor ve kavrayamıyorlardı. Ancak Yusuf'un kendisini onlara tanıtmasının ve onların da bunu kavramasının zorunlu olduğu bir noktaya ulaşınca Hz. Yusuf kendisini onlara tanıttı ve onlar ancak o zaman “Allah'a yemin ederiz, Allah gerçekten seni bizden üstün kılmıştır. Biz gerçekten de büyük hata işledik.” (Yusuf: 91) dediler.

 

Biz hata yaptık, sen neredesin, biz neredeyiz! Biz hata yaparak seni kendimizden üstün gördük ve seni kuyuya attık. Sen bizden üstün olduğun için kuyunun dibinde de bize lanet etmedin. Şu an yöneticiliğe geçtiğinde de senden rahmetten başka bir şey görmedik… Bunlar ne zaman anladılar? Hem Allah'ın Velisine sorun çıkardılar, hem kendilerini mahrum ettiler, uzun süre boyunca, ömürlerinin büyük bölümünü Yusuf'suz harcadılar; hâlbuki Yusuf'un yanında Allah'a ne kadar da yakın olabilirlerdi! Fakat işin sonunda mecbur oldular ve bu mecburiyetle Allah onları Yusuf'un evine getirdi.

 

Bizler de bazen böyleyiz, bazen kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı seviyede görüyoruz! Bazen de Allah'ın velisinden üstün olduğumuzu sanıyoruz! Bu nasıl bir mukayesedir? Biz âlemin hücreleri bile değiliz, hâlbuki O tüm varlığın ruhudur! Siz örneğin bedeninizin organlarında yaşayan hücrelere deseniz ki sen ve senin gibi milyarlarcası bir bedeni oluşturuyorsunuz ve Allah o bedenin tamamını ruh için yaratmıştır. Bu söz o hücreler için anlaşılabilir ve kavranabilir şeyler değildir. Fakat bu bir gerçekliktir. Yukarıdan baktığımızda görüyoruz ki milyarlarca hücre çalışıyor, ürüyor, savaşıyor, düzene, kurala sahiptir vs… Onların tümü bizim ruhumuz için yaratılmış olan bedenlerdir ve bu ruhun çıkmasıyla hepsi dağılır. Allah'ın velisi de aynı role sahiptir. Bir kimse Allah'ın velisi ile ilgili böyle bir algıya sahip olursa Zuhur Asrının velayetin zuhur asrı olduğunu ve tüm nimetlerin onun velayetinin tecellisi olduğunu anlar. Aynı şekilde cennet nimetleri de böyledir, cennetin dereceleri de onlara olan marifetin dereceleridir.  

 

 

http://www.emamat.ir/component/k2/item/8829.html

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak