Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (6)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (6)
Birileri “Zaten Ehl-i Sünnet de sahâbenin masum olduğu nazariyesini benimsemiyor ki! Dolayısıyla bunda herhangi bir sakınca yoktur” diyebilir. Ama anlamadığımız ve cevap istediğimiz nokta şudur: Onların birçoğu yanılgıya düştüğüne göre anlayışları nasıl bizim için kanıt olabiliyor?

 

 

Sunucu: Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Programa başlarken Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz, diyoruz. ‘‘Mutarahatün fi'l-Akide'' programının yeni bir bölümünde karşınızdayız.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Resûlullah'tan (s.a.a) sonraki hilafet, imamet ve velayet hususundaki çekişmelerin sahâbe arasındaki siyasî bir kavga olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra gerçekleşen, asırlar önceki bu mesele siyasî bir konu değildir ki dürüp de kaldıralım. Bu meselenin etkileri günümüze kadar devam etmektedir. Dahası bu konu siyasî, iktisadî, ictimaî ve dinî hayatımızın bütün boyutlarını tesiri altına almış durumdadır. Ayrıca meselenin uhrevî boyuta etkisini de buna eklememiz gerekiyor. Çünkü imamet meselesiyle ilgili olarak Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Boynunda bir imama itaat olmaksızın ölen kimse Cahiliye ölümü üzere ölmüştür” buyurmaktadır.

 

Şu hususlara işaret etmek istiyorum.

 

İlk husus: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) uhdesinde bulunan mesuliyetleri kavramamız gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim bu hakikati açıklamaktadır. Resûlullah'ın (s.a.a.) mesuliyetlerini ikiye ayırmak mümkündür. 

 

Özel mesuliyetler ve ortak mesuliyetler. Özel mesuliyetler gökten vahiy vasıtasıyla şeriatın alınmasıdır. Bu, Hz. Peygamber'e (s.a.a.) özgüdür. “O, arzusuna göre konuşmaz. O kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 3-4) Vahiy kapısı Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra kapanmıştır. “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzâb, 40) buyruğu veya Menzile hadisinde geçen “ancak benden sonra nübüvvet yoktur” nebevî hadisi buna işaret eder. Bu hadis Müslümanların üzerinde ittifak ettiği hadislerdendir. Bu noktada hiçbir kimse Resûlullah'a (s.a.a.) ortak olamaz.

 

İkinci husus: Vahyin iblağı / ulaştırılması sadece Hz. Resûlullah'a özgüdür. Yani Hz. Peygamber'e dinî konulardan birisi hakkında bir vahiy geldiğinde, örneğin eşine “Bunu al da insanlara ulaştır” deme hakkı yoktur. Buna terimsel olarak “başlangıç vahyî” veya “ibtidaî vahiy” denmektedir ve bu görev Hz. Peygamber (s.a.a.) aracılığıyla gerçekleştirilmelidir. Bilginler buna iblağ-ı ibtidaî (ilk tebliğ) de derler. Bu vahiy ümmete tebliğ edildiğinde ümmetin şahit olanı gaip olanına ulaştırır. Hz. Peygamber şeriatı tebliğ ettikten sonra ise bunu bilen ve öğrenen herkes başkasına ulaştırmakla görevlidir. “Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır.” (Tevbe, 122) Öncelikle öğrenmeleri daha sonra da gaip olana ulaştırmaları gerekmektedir.

 

Bu konu oldukça önemlidir. İlahî vahyin ulaştırılması Resûlullah'ın vazifelerinden olup kimsenin bu ilahî işi üstlenmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. “Sana Rabbinden indirileni tebliğ et” sözü de Resûlullah'a (s.a.a.) özgü olan hususlardandır.

 

Ortak mesuliyetlere gelince ise: Hz. Resûlullah (s.a.a.) ümmetin arasında insanların hayatına dini ikame etmelidir (sağlam bir şekilde uygulamalı, ayakta tutmalıdır). “Onların mallarından sadaka al.” Bu ayet, onlara zekâtın vacip olduğunu bildirmen yeterli değildir, anlamına gelmektedir. Onların hayatlarında zekâtı ikame etmelisin manasındadır. Bir diğer ifadeyle ‘‘Ey peygamber şeriatı ikame etmelisin'' anlamına gelmektedir. Bundan dolayıdır ki Resûlullah (s.a.a.) Medine'deki ilk olarak -o günün şartlarına göre- İslam Devletini ikame etmiştir. Allah-u Teâlâ'ya hamd ü senalar olsun ki devlet kurulduktan sonra İslam genişleyerek yayıldı. Bu da Resûlullah'a (s.a.a) özgü olan şeylerden değildir. Dahası bu görev kendisinden sonra yerine geçen kimsenin boynunda bir sorumluluktur. Ve buna siyasî merciiyet denilmektedir. Yani ümmetin siyasî yönetimini üstlenmek.

 

Azizlerim şunu biliniz ki Ehl-i Beyt Okulu imametin dinin mütemmim cüzü olduğuna inanmaktadır. İmamet siyasî boyutlu bir şey değil, dinin başat bir parçasıdır. Bizler bundan dolayıdır ki “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'a razı oldum” (Mâide, 3) ayetinin imamet ve velayet makamıyla bağlantılı olduğuna inanmaktayız.

 

Dolayısıyla kimsenin aklına Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki imamet ve hilafetin ikincil bir konu olduğu düşüncesi gelmesin. Aksine imamet dinî maarif manzumesinin tamamlayıcı bir cüzüdür.

 

Sunucu: Akidenin cüzü mü yani?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette ki. “Seyyidim bu görüş, siz Ehl-i Beyt Mezhebinin görüşüdür. Ehl-i Sünnet âlimlerinin böyle bir yaklaşımı yoktur. Sizin bu görüşünüzü Ehl-i Sünnet uleması arasında paylaşan var mı?' şeklinde bir itiraz gelebilir.

 

Bu programda sizlere bir pasaj okuyacağız. Bu pasaj Ehl-i Beyt Okulunun görüşünü bilfiil yansıtmaktadır. Bu pasajı hangi kaynaktan okuduğumuza ilişkin bilgiyi sizlerle daha sonra paylaşacağız.

 

Pasaj şöyle: İnsanların yönetilmesi dinî vecibelerin en ulularındandır.

 

Yani Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra hilafet, siyasî merciiyet dinî vecibelerdendir, demiyor. Pasaj ‘‘en önemlilerindendir'' diyor.

 

Bu vecibeler belki dinin tamamlayıcı değil de talî vecibelerindendir, şeklinde bir itiraza cevabî mahiyette şöyle der:

 

Dahası din ve dünyanın bütünü ancak bununla tamamlanabilir.

 

Yazar ‘‘dinin tamamı'' diyor. Yani velayetsiz ve hilafetsiz bir din eksiktir. Bundan dolayı Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Üç kişi bir sefere çıktığında içlerinden birisini emir yapsın” buyurmaktadır. Yani imamet ve yönetimin zorunluluğu öyle ileri düzeydedir ki birkaç günlük yolculuğa çıkan üç kişilik bir grup dahi aralarından birisini emir olarak atamalıdırlar.

 

Soru: Değerlendirmeyi değerli izleyicilere bırakıyorum. Allah aşkına kıyamet gününe kadar yaşayacak ve bâki kalacak olan bu İlahî-Rabbanî müesseseyi tesis eden ve bunun için bu kadar kan akıtan ve cihad eden, varını yoğunu bu din için harcayan Allah Resûlü'nün bu ümmeti başıboş ve yöneticisiz bir şekilde bırakması ve siz istediğinizi başınıza geçirin demesi mümkün müdür? Müminlere oldukça düşkün olan Allah'ın Resûlü'nün (s.a.a.) ümmet için kendisinden sonra yerine birisini atamaması mantıklı mıdır? Böyle bir durumu bir insana sorun, ancak sorarken de onu mezhebî olgulardan soyutlayın. Kesinlikle böyle bir şey mantıklı değildir, diyecektir.

 

Azizlerim okuduğum pasajı iyice kavrayın. Buna göre öncelikle ümmetin velayet ve imameti dinî vecibelerin en büyüklerindendir, ikinci olarak da din ancak imamet ve velayetle tamamlanır, diyor. Resûlullah (s.a.a.) “Üç kişi sefere çıktığında içlerinden birisini emir yapsın” buyurmaktadır.

 

Azizim bu eser Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye'nin (h. 728) es-Siyasetü'ş-Şeriyye fi İslahi'r-Raî ve'r-Reiyye adlı eseridir.[1]

 

Bu açıklamalar İbn Teymiyye'ye ait. Dolayısıyla kimse çıkıp da Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki çekişme siyasidir, demesin.

 

Sunucu: Esasında siyaseti dinden kim ayırabilir ki?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Siyaset asla dinden ayrılmaz. Aksine siyaset dinin özüdür. Din ancak siyasetle tamamlanabilir.

 

İlk soru: Ümmete imameti -ki bu siyasî merciiyettir- ikame etmek Resûlullah'ın (s.a.a) vazifelerindendir.

 

Hz. Peygamber'in bir diğer sorumluluğu da ümmetin arasında bulunan ihtilafları çözmesidir. Ümmetin içinde gerçekleşen ihtilaflar için de dinî bir merciiyet gerekmektedir. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için” (Nahl, 44). Yani gerçekleşen dinî tartışmaları ve çekişmeleri dinî merciiyet halletmelidir. Delilimiz Kur'an-ı Kerim'de geçen şu ayettir:

 

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü'l-emre de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisâ, 59) Resûlün buradaki merciiyeti dinî merciyettir. Kur'an-ı Kerim “tam bir teslimiyet gösterin” buyurmaktadır.

 

Buna göre elimizde Resûlullah'a özgü olan ve ortak olan iki hususiyet bulunmaktadır. O'na has olanlar vahyi alma ve insanlara ulaştırmadır. Ortak olanlar ise dinî ve siyasî merciiyettir.

 

Konuyu uzatmamızın arka planında, hilafetin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e ait olduğuna ilişkin incelememizin izleyiciler tarafından doğru kavranması yatmaktadır. Aslında mesele tarihseldir. Tarihseldir dediğimizde üzerinden zamanın geçmesiyle paslanan bir mesele olduğu anlaşılmasın. Dinî bir merciiyet olduğu ve düşünsel tarafının da fitneye neden olduğu şeklindeki bir düşünceden dolayı bu mesele terk edilemez. Çünkü bu mesele dinî maarif manzumesindendir. Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra hem siyasî hem de dinî merciiyet konusunda ihtilaflar çıkmıştır. Ehl-i Beyt Okulu Resûlullah'ın kendisinden sonraki halifeyi nas ile atadığına inanmaktadır. Şeyh İbn Teymiyye'den okuduğumuz pasaj da bunu gerektirmektedir. Hazret-i Peygamber (s.a.a.) üç kişilik bir yolcu grubunu dahi imamsız bırakmamıştır. Bunu yapan Peygamber (s.a.a.) ümmetini kıyamet gününe kadar imamsız bırakır mı?  Bizler siyasî ve dinî merciiyetin İmam Ali'ye (a.s.) verildiğine inanıyoruz.

 

Bu akımın karşısında Hz. Peygamber'in hiçbir kimseyi atamadığını ve işi ümmetin şûrâsına bıraktığına inanan akım bulunmaktadır. Bu ikinci akım dinî merciiyetin sahâbenin tamamına ait olduğuna inanmaktadır. Bu grup sahâbe topluluğu arasındaki ilişkileri bize güllük gülistanlık olarak sunmak zorunda kalmıştır. Yani sahâbenin tümü kendi aralarında son derece uyumludur ve aralarında herhangi bir ihtilaf gerçekleşmemiştir. Birbirlerini sever ve birbirlerine merhametle ve saygıyla muamele ederler. Hepsi adildir. Zaten sahâbenin adaleti nazariyesi de buradan kaynaklanmıştır. Sahâbe birbirini tekfir etmiş ve birbirine lanet etmişse nasıl hepsi adil olur? Bu çerçevede nasıl dinin açıklayıcıları ve müfessirleri oluyorlar? Bundan dolayıdır ki Televizyon kanallarında “din ancak sahâbenin anlayışı çerçevesinde tefsir edilebilir” dendiğini görmekteyiz.

 

“Seyyidim sahâbeyi niçin itham ediyorsunuz? Siz sahâbenin birbirini tekfir ve telin ettiğini söylüyorsunuz. Sizin bu sözleriniz Şia'nın nazariyesidir. Ehl-i Sünnet uleması böyle düşünmemektedir” diye itiraz gelebilir.

 

Sunucu: Bu da yeni bir siyaset.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, yeni bir siyaset değildir. İbn Teymiyye Mecmûu Fetâvâ adlı eserinde şöyle diyor: Selefin çoğu bu tür meselelerde hataya düşmüştür. Onlardan bazıları Muhammed'in Rabbini gördüğünü inkâr etmiştir. Hilafet ve üstünlük konusunda bilinen sözlere sahiptir. Birbirleriyle savaşmaları, birbirlerine lanet etmeleri ve tekfir dilini kullanmaları hakkında bilinen sözler vardır.[2]

 

Birileri “Zaten Ehl-i Sünnet de sahâbenin masum olduğu nazariyesini benimsemiyor ki! Dolayısıyla bunda herhangi bir sakınca yoktur” diyebilir. Ama anlamadığımız ve cevap istediğimiz nokta şudur: Onların birçoğu yanılgıya düştüğüne göre anlayışları nasıl bizim için kanıt olabiliyor?

 

Hz. Peygamber'den (s.a.a.) bahsederken salavat getirmeksizin sıradan bir insan gibi bahseden kimse hakkında ne diyeceğimi bilemiyorum. Edep bu mudur?

 

Yani pasaj, sahâbenin birbirine lanet etmeleri veya tekfir dilinin kullandıklarının gün gibi ortada olduğunu söylemeye çalışıyor.

 

Bütün bunlara rağmen -dilim varmıyor demeye- aklını kullanmayan bazı kimseler akıllarına prangalar vurarak sahâbenin hepsi adildir demektedirler! Anlayamıyorum. Birbirini tekfir eden grupların tarafları nasıl adil olabilir? Birbirine lanet eden gruplardan en fazla biri hak üzere olabilir. Lanet eden ve lanet edilen grupların ikisinin de hak üzere olması mümkün müdür?

 

Sunucu: Arzuları, dinî merciiyeti sahâbeye vermek değil. Dinî merciiyeti Ehl-i Beyt'ten çekip almak istiyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizim İmam Ali'ye (a.s.) verdiğimiz sıfatları başkasına vermek istiyorlar.

 

Bu meseleyi ne kadar önemsediğimiz değerli izleyiciler tarafından kavranmıştır sanırım. Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra sahâbenin siyasî merciiyeti Hz. Ali'den almaları Sakife'de gerçekleşti. Bu davranışlarının gerekçesini irdelemek bizim şu an konumuz değil.

 

Ancak şunu söyleyebiliriz. Ali (a.s.) bu ortamda ya siyasî hilafete veya imamete yönelecek ve dolayısıyla ümmet paramparça olacak ve nebevî miras sona erecekti, ya da Hz. Ali (a.s.) hakkından vazgeçerek şeriatı koruyacaktı.

 

Ama Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra gelen ilk üç halife bir dereceye kadar İmam Ali'nin (a.s.) dinî merciiyetini korudular. Kendilerine güç gelen dinî konularda Hz. Ali'ye müracaat ediyorlardı. Dahası bazı siyasî meselelerde de O'nunla istişarede bulunuyorlardı. Nihayet yönetim Muaviye ve Ümeyyeci İslam'ın eline geçti. Bu hizbin başı olan Muaviye çeşitli üsluplarla Ali'yi (a.s.) sadece siyasî açıdan değil dinî merciîyet yönünden de gözden düşürmeye çalıştı. Yezid döneminde iş Kerbelâ'da Ehl-i Beyt'in bedenini de ortadan kaldırma girişimine vardı. Mervanîler döneminde Ehl-i Beyt'e ve Şiilerine neler yapıldığını ele almaya gerek bile yok.

 

Açık ve net bir şekilde Ümeyyeci din anlayışına sahip olanlar ile Ehl-i Sünnet âlimlerini birbirinden ayırt ettiğimizi belirttik. Ehl-i Sünnet uleması Ali'nin (a.s.) siyasî merciliğini kabul etmeseler de dinî merciiyetini tanımaktadırlar. Ümeyyeoğulları ise Ehl-i Beyt-i ve Alevî çizgiyi siyasî ve dinî açıdan gözden düşürmeye çalıştıkları gibi fiziksel olarak da ortadan kaldırmak istemişlerdir.

 

Bizler bu âlimleri ikiye ayırdık. Ehl-i Sünnet bilginleri ve Muaviye tarafından kurulup teorisyenliğini İbn Teymiyye'nin yaptığı Vehhabiliğin günümüzde piyasaya sürmeye çalıştıkları Ümeyyeci bilginler.

 

“Seyyidim bunun sonucu nedir?” şeklinde bir soru gelebilir.

 

Ben derim ki; İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in dinde kendilerine özgü bir eğilimleri vardır. İnanç, ahlak ve maarif sahasında farklı bir dinî okumaları vardır. Ama diğerleri özel bir okuma metodunu takdim ettiler. Örneğin Ehl-i Beyt Şiileri diğer insanlara “ya senin dinde kardeşindir ya da yaratılışta benzerin” şeklindeki okumayla bakarlar. Ama sen Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kabrinin yanı başında veya Baki'de dikilen kimselere bir bak! Bunların Müslümanlara nasıl muamele ettiklerini görüyorsun. Müşrik, kâfir gibi ifadelerle diğer insanları dışlayıcı bir şekilde hareket ettiklerine şahit olursun.

 

Siyasî perspektiften meseleyi ele alacak olursak Ümeyyeci din anlayışı “ısırıcı meliklerin” vârisliği şeklindeki okumayı öncelemektedir. Bu anlayış günümüze kadar hâkim olagelmiştir. Ehl-i Sünnet, zulmetse de malını çalsa da yöneticiye itaati vacip saymaktadır. Ancak İmam Ali ve Ehl-i Beyt'i “zalimlere meyletmeyin” demektedirler. Dolayısıyla meselenin etkileri ve neticeleri günümüze kadar sürmektedir.

 

Öyleyse hiç kimse bize ‘‘Seyyidim tarihte olup bitmiş ve hiçbir bağımızın olmadığı bir meseleyi niçin araştırmamızı istiyorsunuz?'' demesin.

 

Azizim, Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki dinî ve siyasî olayların etkileri ve eserleri günümüze kadar sürmektedir ve bu durum yeryüzünü adalet ve hakkaniyetle dolduracak İmam Mehdi (a.s.) zuhur edinceye kadar da devam edecektir.

 

İşte Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet ve imameti araştırmanın önemi!

 

Sunucu: Şu hususa da işaret etmek istiyorum. Bu mesele sadece bir grubu yani Ehl-i Beyt Okulunu ilgilendiren bir konu değildir. Ümeyyeoğulları döneminde kavramların üzerinden uzunca bir zaman geçmişti.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İnançsal, düşünsel, ahlakî boyutlarda…

 

Sunucu: Seyyidin de işaret ettiği gibi okuma şeklinin değişmesine zemin hazırlamıştır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Meâlimü'l-İslâmi'l-Emevî adlı kitabımızdan sonra Allah'ın izniyle yakında Muaviye ile ilgili olarak İmâmü Fieti'l-Bağiye (Azgın Topluluğun İmamı) adlı bir eserimiz de basılacaktır. Bu şahıs aslında tam bir prototiptir. Ortaya koyduğu dinî algılayışın Emevî, Abbasî ve Osmanlılar dönemindeki etkileri günümüzde de devam etmektedir.

 

Sunucu: Toplumbilimciler içinde de bir araştırma konusu var. Çünkü Ümeyyeoğulları döneminde kullanılan kavramların bir bölümü cahilî kavramlardır. İslam toplumu, İslam öncesi Kureyş toplumuna dönüşmüştü. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Dahası var. Roma kültürü ve diğer kültürler de bu dönemde etkin bir rol almıştı.

 

Sunucu: Seyyidim Menzile hadisine geri dönelim. Menzile hadisiyle ilgili olarak işaret etmiş olduğunuz taksimatı perdelemeyi nasıl başardılar?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Pek çok kişinin göz ardı ettiği aslî bir ilke oluşturmak istiyorum. Bu da sahih, açık, ittifak edilen ve Müslümanların üzerinde icmâ ettiği hadis. Yani herhangi bir hadisten bahsetmiyoruz. Şöyle ki birisi kalkıp Sahihü'l-Buharî'den nebevî bir hadis nakledebilir ve biz de o hadisi kabul etmeyebiliriz. Aynı şekilde biz de kalkıp hadis mecmualarımızdan bir hadis naklederiz ve onlar da bu hadisi kabul etmeyebilirler. Hem bizi hem de onları bağlayıcı hadisin şu özelliklere sahih olması gerekiyor. Sahih, açık olması ve hakkında icmâ bulunması. Bizler bir hadisin kabulü için bu üç şartı ileri sürüyoruz.

 

Şöyle bir teklif gelebilir: Seyyidim geliniz ittifak ettiğimiz hadisleri Kur'an-ı Kerim'e sunalım. İster hakkında ittifak bulunsun ister ihtilaf edilsin, hadisleri bir tarafa bırakalım.

 

Aslında bu çağrı görüntü itibariyle güzeldir. Yani en önemli kaynağa müracaat edelim. Bu tür çağrıları son yıllarda televizyon kanallarından, âlimlerin ve muhakkiklerin dillerinden çokça duymaya başladık. Bunlar diyorlar ki geliniz hadisi bir tarafa bırakalım ve sadece Kur'an-ı Kerim ile konuşalım. “Bize Allah'ın Kitabı yeter” ifadesinin bir başka şekli.

 

Cevap: Ben İslam âlimlerinin bu konu hakkındaki görüşlerini özetle sunmak istiyorum.

 

Sünnet'in rolü ve önemi nedir? Sünnet dinin temel bir cüzü mü yoksa talî bir bölümü müdür? Bir diğer ifadeyle Sünnet'i bir tarafa bırakmak, Din'in Sünnet'siz anlaşılması mümkün müdür? Bizzat Kur'an-ı Kerim'in kendisine başvurarak kanıtımızı ortaya koymaya çalışacağız. Kur'an-ı Kerim bize diyor ki aranızda ihtilaf çıktığı zaman “Allah'a ve Resûl'e başvurun”. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra ümmetin arasında hilafet etrafında gerçekleşenden daha şiddetli bir ihtilaf bilmiyorum. Nitekim Şehristanî ‘‘diğer bütün işler imamet meselesinin içine girmektedir'' diyor. Yani hilafet meselesinin eserleri, sonuçları ve verileri günümüze kadar bütün boyutlarda devam etmektedir.

 

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü'l-emre itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisâ, 59)

 

Ayetteki hitap bütün Müslümanlara yöneliktir. Bu ayet Sünnet'i bir kenara bırakma nazariyesini reddetmektedir. Aslında bu çağrı Kur'an-ı Kerim'i paramparça etmektir veya bir bölümüne inanıp bir bölümünü reddetmektir.

 

Sunucu: Sen bir şeye davet ediyorsun sonra da onu kabul etmiyorsun.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bana “Kur'an-ı Kerim'e tutunmamız gerekir” diyorsun sonra da insanları aldatıyorsun.

 

Sunucu: Ayet-i kerime, Kur'an'a ve Sünnet'e başvurmayanlardan iman sıfatını çekip almaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aslında Sünnet'e müracaat etmek insanın Allah'a ve ahiret gününe iman etmesinin alametlerindendir. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki imamet hakkındaki tartışmalar en büyük ayrılık noktası olduğuna göre Allah'a ve Resul'e müracaat etmemiz gerekmektedir.

 

Gerçi kimilerinin yaymaya çalıştıkları başka bir şüphe var. Bunlar şöyle diyorlar: Eğer ulü'l-emre müracaat etmek vacip ise niçin ayet-i kerime buna değinmiyor? Bunlar Nisâ Sûresi'nde geçen “Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; hâlbuki onu, Resûle veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisâ, 83) ayetini unutmuş gibiler. Öyleyse Resûlullah'tan sonra ulü'l-emre yani dini merciiyete müracaat etmek vaciptir.

 

Geliniz İbn Kayyım'ın er-Ruh adlı eserine bir bakalım.

 

O şöyle der:

 

İkinci mesele: Kabir azabının bilinmesi, ondan sakınılması bu kadar önemli olduğu halde niçin Kur'an-ı Kerim'de zikredilmemiştir? Bu soruyu icmâlî (genel) ve tafsilî (ayrıntılı) olmak üzere iki şekilde cevaplandırırız.

 

İcmâlî cevap: Bilindiği gibi Allah-u Teâlâ Resûlüne iki tane vahiy göndermiştir. Kullarının da bu vahiylere inanmasını ve bunlarla amel etmesini vacip kılmıştır. Bunlar Kur'an-ı Kerim ve Hikmettir. Nitekim Allah-u Teâlâ “Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirmiştir.” (Nisâ, 113) buyurmaktadır. “O Allah ki kendilerinden olan ümmî birini onlara Allah'ın ayetini okuyan, onları yücelten, onlara Kitab ve Hikmeti öğreten bir elçi gönderdi.” (Cuma, 2) “Sizin evlerinizde okunan Allah ayetlerini ve Hikmeti hatırlayın.” (Ahzâb, 34) Selef âlimleri Kitaptan maksadın Kur'an, hikmetten maksadın ise sünnet olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.[3] 

 

Çünkü bazıları Kur'an-ı Kerim'de geçen şeylerin aslî, Sünnet-i Nebeviyye'de geçen şeylerin ise ferî olduğu düşüncesini yaymaya çalışmaktadır.

 

Konumuzla bağlantısı bulunmadığından dolayı şimdilik tafsilî cevabı bir tarafa bırakıyoruz.

 

“Allah sana Kitabı ve Hikmeti indirmiştir.” Ehl-i tefsir cümle içinde geçen vav atıf harfini tefsir olarak almanın ve buna göre anlamlandırmanın aslî ilkeye aykırı olduğunu söylemektedirler. Çünkü vav atıf harfi muğayerete (vavın öncesi ile sonrasının birbirinden ayrı şeyler olduğuna, çev.) delalet eder. Yani Kitap ve Hikmet ayrı şeylerdir.

 

Sunucu: Sünnet ve vahiy.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kitabî vahiy ve sünnetî vahiy. Bu vahiyden birini Allah-u Teâlâ lafzen ve manen diğerini ise sadece manen indirmiştir. Sünnet'te lafız Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) aittir.

 

Sahâbe ve tâbiûnun tümü hikmetten muradın Sünnet olduğunu söylemektedirler. Sizler Sahâbenin ve tâbiûnun anlayışının kanıt olduğunu söylemiyor musunuz? Alın işte size kanıt.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Resûlullah'ın dilinden Allah'ın bildirdiği şeylere inanmak ve doğrulamak ne kadar gerekli ise Resûlullah'ın Allah-u Teâlâ'dan bildirdiği şeylere (Sünnet ve Hadis) de o derece inanmak ve doğrulamak gereklidir. Bu husus, gayr-i müslimler dışında bütün müminler tarafından kabul edilmiş bir asıldır. Hz. Peygamber (s.a.a.) “Bana bir Kitap bir de onun gibisi verildi” buyurmaktadır.[4]  

 

Özetle Sünnet, Kitap kıymetinde bir seviyeye sahiptir. Pasajın son cümlesinde İbn Kayyım el-Cevziyye Sünnet'e karşı tavır alanları İslam Dininin dışına çıkarmaktadır. Onun ifadelerini güncelleyecek olursak “Sünnet'i bırakın, Kur'an-ı Kerim'e sımsıkı sarılmanız gerekir” diyen bir kimse Müslüman değildir, din dışına çıkmıştır. Çünkü sünnet dinin bir cüzüdür.

 

Hadiste geçen mislinden kasıt, Kur'an'ın kardeşidir ki bu da Sünnet'tir.

 

Bir diğer âlimin açıklamalarına geçelim. İmam Berbeharî'nin (h. 329) Şerhü's-Sünne adlı eserindeki ifadeleri:

 

Kendisine hadisin sunulduğu ancak ben hadisi değil Kur'an'ın ne dediğini öğrenmek istiyorum diyen kimsenin zındıkça bir düşünceye sahip olduğunda kuşkuya düşme. Hemen bu kişinin yanından kalk ve onu terk et.[5]

 

Bu şahıs da İbn Kayyım gibi oldukça şedittir.

 

Bu pasajın şerh ve tahkikine bir bakalım. Mealî'ş-Şeyh Doktor Salih İbn Fevzan'ın İthafü'l-Karî adlı eseri. Yazar yukarıda geçen pasajın şerhinde şöyle der:

 

Günümüzde Kur'âniyyûn adında çağdaş bir akım var. İddiaları gereğince sadece Kur'an-ı Kerim'i kanıt olarak kullanır ve Sünnet'ten yüz çevirirler. Bunlar zındıktırlar. Çünkü Sünnet ile amel etmek Kur'an-ı Kerim ile amel etmenin ta kendisidir. Allah-u Teâlâ “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. (Haşr, 7) buyurmaktadır. Buna göre Sünnet Kur'an'ın müfessiri ve mübeyyinidir. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için” (Nahl, 44). Allah'ın Resûlü (s.a.a.) bu Kuraniyyun akımını “Şunu iyi bilin ki bana Kur'an-ı Ke­rim ile onun bir benzeri de verilmiştir. Bu konuda dikkatli olun; çünkü koltu­ğuna kurulan tok bir adamın ‘Size Hz. Peygamberin sünneti / hadisleri değil sadece şu Kur'an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul edin yeter!' diye­ceği günler yakındır.” sözleriyle haber vermiştir. ‘O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyiyden başka bir şey değildir.” (Necm, 3-4) Buna göre hadisler de Allah-u Teâlâ'dan bir vahiydir. Hadisler her ne kadar lafız olarak Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) ait iseler de mana itibariyle Allah-u Teâlâ'dandırlar. Kendi iddialarına göre sadece Kur'an-ı Kerim'i kanıt olarak alıp Sünnet'i delil saymayanlar zındıktırlar. Zındık ile de münafık kastedilir. İmam Berbeharî'nin “Kendisine hadisin sunulduğu ancak ben hadisi değil Kur'an'ın ne dediğini öğrenmek istiyorum diyen kimsenin zındıkça bir düşünceye sahip olduğunda kuşkuya düşme. Hemen bu kişinin yanından kalk ve onu terk et” sözlerinin anlamı da budur. Bunlar insanları aldattıkları gibi aslında Kur'an-ı Kerim'i de kanıt olarak kabul etmemişlerdir. Zira Kur'an, Sünnet'e tutunmayı emretmektedir. [6]

 

Bu satırların yazarı çağdaş bir Vehhabî bilgindir.

 

Dönüyor ve tekrarlayarak söylüyorum. Programımız çerçevesinde Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan bütün rivayetleri değil de hakkında icmâ bulunan, sened açısından her iki gruba göre de sahih sayılan ve içerik olarak da açık rivayetlerden bahsediyoruz.

 

Yani Resûlullah'ın (s.a.a.) kelamı şahsî bir ictihâd değil bir vahiydir.

 

Bu iddiada bulunmalarının arkasında yatan sebebin ne olduğunu bilemiyorum. Bunu cahilliklerine mi, okumamalarına mı veya Müslümanları aldatmaya çalışmalarına mı verelim? Evet, bunlar Müslümanlar arasında fitnenin çıkmasını istiyorlar. Ancak fitneleri mızrakların ucuna Kur'ân takmak şeklinde de Sünnet'i bir tarafa atmak suretiyle gerçekleşiyor. Bunlar dinî hakikatlerden birçoğunun vahiy olduğunu bilmekteler. Resûl'den yüz çevirdikleri halde bizler de Allah Resûlü'ne saygı gösteriyoruz derler.

 

Sunucu: Kendilerini Sünnî olarak da nitelendirmekteler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah'ın Kitabı bizim için yeterlidir, iddiasında bulunan bir şahsın kendisi farketmese de cahil veya münafık olduğunu bilmemiz gerekiyor.

 

Özetle “Kur'âniyyûn” akımı bir aldatma hareketidir. Bunlar insanların gözlerini boyamaya, gerçeği insanlardan gizlemeye çalışmaktadırlar.

 

Öyleyse kimse bize İmam Ali'nin (a.s.) hilafeti temel hususlardan değildir, çünkü Kur'an-ı Kerim'de geçmiyor, demesin.

 

Sünnet'in temel ilkeleri açıklamadığını sana kim söyledi? Resûlullah'ın (s.a.a.) sözlerinde hiçbir zaman aslî ilkeler vârid olmaz, O'nun sözlerinde ancak talî meseleler geçer iddiasının hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmadığı gibi bunların yaptığı, farkına varmadan nübüvvete ve Kur'an'a yönelik bir taandır. Sünnet de yukarıda işaret ettiğimiz üç şartı taşıması halinde Kur'an-ı Kerim gibi bir kritere sahip olur.

 

Müslümanlar üzerinde ittifak etmelidir. Çünkü “Ümmetim hata ve dalalet üzere birleşmez” buyrulmuştur.

 

Senedi sahih olmalı. Zayıf rivayetlerin kıymeti yoktur.

 

İçeriği açık ve net olmalı.

 

Şimdi bu çerçevede Menzile hadisini ele alalım.

 

İbn Abdülberr bu hadis için “Rivayetlerin en sağlam ve en sahihlerindendir” diyor. Bir diğer kanıtımız da şudur ki Ali (a.s.) ile ilgili hemen hemen bütün hadisleri yalanlayan İbn Teymiyye bu hadisin senedine ilişkin bir eleştiride bulunmamakta, sadece metinden hareketle içini boşaltmaya çalışmaktadır. Bundan dolayıdır ki önceki programda Menzilet hadisinin İmam Ali'nin dereceleri ve makamları hususunda Resûlullah'tan aktarılan en önemli hadislerden olduğunu söylemiştik.

 

Seleften halefe kadar hiçbir şahıs veya grup bu hadis hakkında ihtilafa düşmemiştir. Eşârîsi, Mutezilesi, İmâmîsi, Zeydî, İbazî ve Sufisi yani bunların tümü bu hadisin sabit ve mütevatir oluşunda ittifak halindedirler. Bir diğer ifadeyle bu Menzile hadisi vahiydir.

 

“Seyyidim bu hadistir, vahiy değildir” şeklinde bir itirazda bulunabilirsiniz. Yukarıda İmam İbn Kayyım'ın Kitab ve Hikmet / Sünnet şeklinde iki tür vahiy olduğuna ilişkin açıklamalarını okumuştuk.

 

İlk husus bu hadis üzerinde ittifak bulunan hadislerdendir.

 

Saniyen sahihtir.

 

Geriye hadisin ifadesinin açık oluşu konusu kalıyor. İmam Ali'ye özgü bir makam olmasının açık olduğu konusu. Buradan ilan ediyor ve diyorum ki: Bu hususta hiçbir sahâbî Ali (a.s.) ile ortak değildir. Bu makam sadece Ali b. Ebî Tâlib'e özgüdür.

 

İlginç olan nokta bu hadis hakkında ileri geri konuşanların Ali'ye (a.s.) özgü kılınan bu makama başkalarını da ortak kılabilmek için hadis uydurmalarıdır. “Ebu Bekir, İbrahim (a.s.) gibidir” rivayeti gibi. Hadisin içeriğine önümüzdeki hafta gireceğiz. 

 

Sunucu: Kimileri etrafa şöyle bir söz yaymaktadırlar. İbn Teymiyye'nin Mecmuu'l-Fetavasında geçen şeyler onun kişisel görüşü değil bir nakildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır. Ona ait olan “Selef hata etmiştir… Birbirleriyle çarpışmış ve birbirlerini telin etmişlerdir.”[7] ibareleri başkasının görüşlerine işaret etmiyor. İkinci olarak da bu görüşü aktardıktan sonra destekleyici olarak bazı kanıtlar sunuyor. Öyleyse böyle bir iddia temelsizdir.

 

Sunucu: Irak'tan Ebu Muhammed kardeş hatta.

 

Ebu Muhammed: Es-selâmu aleykum. Menzile hadisinin içeriğine ilişkin bir hususa işaret etmek istiyorum. Bu hadis İmam Ali'nin nübüvvet makamına ulaştığını gösteriyor. Ancak O'nun nebi olması engellenmiştir. Yani nübüvvet kurumu sona erdiğinden nebî olamamıştır.

 

Sunucu: Britanya'dan Visam kardeş hatta.

 

Visam: Es-selâmu aleykum. Bir hususa değinmek istiyorum. Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisinden sonra hiç kimseyi ismen atamadığına inanan bir kimse… İlk halife kendisinden sonrası için halifeyi ismen belirliyor. İlk halife Resûlullah'tan (s.a.a.) daha çok hikmete mi sahipti?

 

Sunucu: Irak'tan Ebu Muhammed kardeşin ‘‘İmam Ali (a.s.) nübüvvet makamına ulaştırmıştı'' şeklindeki sözüne geçelim.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu mesele ile ilgili olarak akidemiz şudur. İlk olarak İmam Ali (a.s.) hiçbir şekilde Hz. Hatem'in (s.a.a) makamına ulaşamaz. Zira Hz. Resûl (s.a.a.) mutlak olarak bütün insanlardan üstündür. Diğerleriyle kıyas dahi kabul etmez.

 

Kaynaklarımız arasında şöyle bir rivayet geçmektedir: Bir kişi İmam Ali'ye (a.s.) “Sen nebî misin?” diye sorar. İmam (a.s.) “Yazıklar olsun ve anan yasına otursun. Ben Muhammed'in (s.a.a.) kölelerinden bir köleyim. Habibim bana ilimden bir kapı öğretti ki o kapıdan bin kapı açılır.”

 

Sunucu: Visam'ın sorusuna geçelim.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Resûlullah'ın kendisinden sonra hiç kimseyi bırakmayıp ilk halifenin kendisinden sonra halife bırakmasına şöyle cevap veriyorlar. Tabii bu görüşlerine saygı gösteriyoruz: İlk halife aslında kendisinden sonrası için halife atamadı. Sadece imada bulundu ve yol gösterdi. İkinci halifenin hilafete ehil olduğunu söyledi. Sahâbe de bu konuda icmâ ettiler. Ömer sonrasında oluşan altı kişilik şura hakkında da benzer bir yorum yapmaktadırlar.

 

Bu arada kimsenin zihnine imamet inancının Kur'an'da geçmediği düşüncesi gelmesin. Aksine Ehl-i Beytin imameti Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir. Bunu kendi metoduma göre ileride açıklayacağım.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak  

 

 



[1] Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye, (h. 728) es-Siyasetü'ş-Şeriyye fi İslahi'r-Raî ve'r-Reiyye, tahkik: Ali b. Muhammed el-Umran, basıma hazırlayan: Bekr b. Abdullah Ebu Zeyd, Dârü Âlemi'l-Fevâid, 1429, 1. baskı, Mekke. 

[2] Mecmûu Fetâvâ, Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye, c. 12, s. 492.

[3] İbn Kayyım el-Cevziyye, er-Ruh, c. 1, s. 218, tahkik: Muhammed Ecmel Eyyub el-İslahî, tahric: Kemal b. Muhammed Kalemî, Dârü Âlemi'l-Fevâid, 1. baskı, 1432.

[4] A.g.e., a.g.y.

[5] İmam Ebu Muhammed el-Hasan b. Ali b. Halef el-Berbehari, Şerhü's-Sünne, tahkik ve ta'lik: Abdurrahman b. Ahmed Cümeyzi, Mektebetu Dâri'l-Minhac, Riyad, 2. basım, 1428.

[6] Mealî'ş-Şeyh Doktor Salih b. Fevzan b. Abdullah el-Fevzan, İthâfü'l-Kârî bi't-Talikâti alâ Şerhi's-Sünne, c. 2, s. 175, haz. Muhammed b. Fehd el-Husayn.

[7] İbn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, c. 12, s. 492.