Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (9)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (9)
Pasajdan anlaşıldığına göre ekseriyet haklılığın ölçütü değildir. Kimileri Şia İslam dünyasının %10’unu oluşturmaktadır, demektedirler. Hadi Şiîlerin İslam dünyasının onda birini oluşturduğunu kabul edelim. Hattâ %2’nin, %98’e muhalif olduğunu kabul edelim. Bu vaziyet, muhalefet olduğu için icmâ gerçekleşmemiş demektir. Bu görüş bana değil Allâme Albanî’ye aittir.

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyoruz. Önceki bölümlerde hadisin içeriği ve senedini ele almıştık. İbn Teymiyye ve benzerlerinin hadise bakışlarını sunmuştuk. Geçen programın bir özetiyle programa başlayalım.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman ve Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Müslümanların dinî maarif manzumesinde özel bir öneme ve semerelere sahip olan bu önemli ve mübarek hadisi etraflıca ele aldığımızı gizlemeyeceğim. Kimsenin aklına hadisin içeriğinin bu şekildeki kabulünün Ehl-i Beyt Okuluna özgü olduğu gelmesin. Hadisin içeriği noktasında birçok âlim ortak düşünmektedir. Önceki programlarda vardığımız hususları üç veya dört noktada özetleyeceğim.

 

İlk nokta: Bu hadisin açık seçik bir şekilde İmam Ali'nin Hz. Resûlullah (s.a.a.) nezdindeki konumunun, Harun'un Musa nezdindeki konumu gibi oluşuna delalet ettiğini belirtmiştik. Bu rivayet İslam uleması arasında mütevatir bir hadis olarak kabul edilmektedir. Kur'ân naslarına baktığımız zaman bu menzilenin özel bazı hususiyetlerinin olduğunu görmekteyiz. “Onu işimde ortak kıl” ayetinde zikredildiği gibi Hz. Harun'un Hz. Musa'nın ortağı olması bu hususiyetlerdendir. Kur'ân'ın nassı ile nebevî nassı birlikte okuyacak olursak ‘‘Hz. Ali b. Ebû Tâlib, Resûlullah'ın emrinde O'nun ortağıdır'' sonucuna ulaşıyoruz.

 

İkinci nokta: İmam Ali'nin (a.s.) risâlet ve nübüvvetteki ortaklığını gösteriyor. Bu hakikate değerli izleyicilerin dikkat etmelerini istirham ediyorum. Zira bu delilleri dinledikten sonra kimse bize Şia, ‘‘İmam Ali'nin Peygamber'den üstün olduğunu, peygamber olduğunu veya nübüvvet ve risâlet makamına sahip olduğunu iddia ediyor'' türünde bir şey demesin. Biz sunacağımız iki karine ile bu ortaklığın nübüvvet ve risâlet düzleminde bir ortaklık olmadığını açıklayacağız. İlk karine Menzile hadisinde geçen “Ancak benden sonra peygamber yoktur” veya “ancak benden sonra peygamberlik yoktur” nebevî buyruklarıdır. Bu sözler nübüvvet kapısının kapalı olduğunu göstermektedir. Allah-u Teâlâ kıyamet gününe kadar bu kapıyı kapatmıştır.

 

İkinci delil: Bu delile önceki programlarda işaret etmedik. Bizler Allâme Muhammed Nasırüddin Albanî'nin Sahihü Süneni't-Tirmizî adlı eserine (tahkikine) müracaat ettiğimizde şu rivayetle karşılaşmaktayız.

 

Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Ali bendendir, ben de Ali'denim. Benim sorumluluklarımı ya ben veya Ali eda edebilir. [1]

 

Bu bölümü şerh etmek istemiyorum. Benim için önemli olan nokta hadisin “Benim sorumluluğumu ya ben veya Ali (a.s.) eda edebilir” bölümüdür. Bu cümle neyi ifade etmektedir? Cümlenin anlamı nedir? Bu cümlede dilsel açıdan oldukça zarif ve derin bir nükte vardır. Bu nükteye dikkat edilmediğinde sıkıntı çıkmaktadır. Resûlullah'ın cümleyi “ve la yüeddi illa ene ev Aliyyun / Ancak ben veya Ali eda edebilir” şeklinde buyurduğunu varsayalım. Bu ibare nübüvvet ve risâlet konusunda Ali'nin (a.s.) Hz. Peygamber'in ortağı olduğu sonucunu vehmetmektedir. Çünkü eda edecek olan ya Allah'ın Resûlüdür veya İmam Ali'dir. Resûlullah (s.a.a.) böyle bir algı oluşmasın diye cümleyi bu formatta değil de “ve la yüeddi anni illa ene ev Aliyyun / bunu ancak ben veya Ali eda edebiliriz” formatında söylemiştir. Bu cümle risâletin tek eda edicisinin iki kişi olduğunu ifade etmektedir. Yani ‘‘vahyi tebliğ ve eda edecek olan ya benim ya Ali (a.s.).''

 

Kaynak tek, ancak tebliğ ve ulaştıran birden fazla. Bu nükteye dikkat ediniz lütfen. İkinci karine; İmam Ali'nin risâlet ve nübüvvet konusunda Hz. Peygamber'in ortağı olmadığına delalet etmektedir. Müeddi ve mübelliğ ya benim ya da Ali'dir. Ancak gökten vahyi alan tek bir şahıstır. Bu alınan vahyi tebliğ edecek olan ya benim ya da Ali'dir. Bu fer'lendirme (ayrıntılandırma), eda edip ulaştırmanın feridir yoksa risâletin değil. İkinci nokta bu mübarek ve muteber sahih nas, risâletin Hz. Hâtem'in kalbine ulaştığını söylemektedir. Ancak risâleti eda eden “Onu işime ortak kıl” emriyle sadece Hz. Resûlullah (s.a.a.) değildir. Bu risâleti Resûlullah (s.a.a.) eda edebileceği gibi bazen Hz. Ali (a.s.) da eda edebilir. Özetle menba bir, eda edici iki tanedir. Arap dili gramerinde illa edatının hasr / özgülük ifade ettiğini öğrenmişsinizdir. Yani ‘‘bu makamda sadece ben ve Ali (a.s.) bulunmaktadır.'' Kendi özel bölümünde de dile getirildiği gibi bu hasr, zahirî hasrın / özgülüğün hakikî oluşunu gerektirir.

 

Bundan dolayıdır ki son nokta hakkında önceki programda Resûlullah'ın birinci halifeyi Tevbe Sûresi'nin ilk on ayetini eda etmesi için gönderdiğinde Cebrail'in (a.s.) nazil olarak “Bunu ya sen ya Ali (a.s.) yerine getirmelisiniz” dediğini belirtmiştik. Birinci, ikinci ve üçüncü halifeler ne kadar yüce makama ulaşmış olsalar da bu makam sana ve İmam Ali'ye (a.s.) özgüdür. Bu hususiyete hiçbir sahâbî ortak olamaz.

 

Eğer buna itirazınız varsa ve doğru sözlülerden iseniz kanıtınızı sunun.

 

Mütevatir nass-ı nebevîden, ayet-i kerimeden ve Sünenü İbn Mâce'de geçen hadisle delilimizi sunuyoruz. Vahy-i ibtidâînin tebliği makamında başka bir ortağın bulunduğunu söyleyen kimse delil ortaya koymak zorundadır. Bizler bu makamın Emîrü'l-Müminîn Ali b. Ebû Tâlib'e özgü olduğunu ve O'nun ibtidâî vahyin tebliği noktasında Hz. Resûlullah'ın ortağı olduğunu iddia etmekteyiz.

 

Sunucu: Tabiatıyla Hz. Ali'nin (a.s.) Resûlullah'tan taraf müeddî olduğu ve sadece ikisinin vahyi tebliğ etmekle görevli olduğu iddiası büyük bir iddiadır. Bunun neticelerinin olması gerekmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerli izleyicilerden, muhakkiklerden ve kalem erbabından bu hakikati düşünmelerini istiyorum. Çünkü insanlar, kıyamet gününde bu hakikat gereğince hareket etmedikleri takdirde sorguya çekileceklerdir.

 

İlk soru: Resûlullah'ın (s.a.a.) “Bunu ancak ben…” buyruğuna gelince burada iki tane misdak vardır. Ben ve İmam Ali. Resûlullah'ın (s.a.a.) vahyi eda ederken bir bölümünü unutma olasılığı var mıdır yok mudur? Bir diğer ifadeyle Resûlullah (s.a.a.) vahyi eda ederken unutabilir veya yanılabilir mi? Ben bunun mümkün olduğunu söyleyebilecek bir Müslümanın bulunabileceğini düşünmüyorum. Vahyin ulaştırılması noktasında kuşkuya düşecek olursak Resûlullah'ın ‘‘vahiydir'' dediği noktalara nasıl güvenebileceğiz? Belki de söylediği noktalarda yanılgı meydana gelmiştir. Belki unutmuştur. Öyleyse vahyin ulaştırılması noktasında sehvin / yanılgı, unutma ve hatanın gerçekleşmemesi gerekmektedir. Bunlar gerçekleşmeyeceğine göre kasıtlı olarak isyan ve karıştırma öncelikli olarak gerçekleşmez. Aksi takdirde vahyin ulaştırılması noktasında milyarda bir oranında bile kuşkuya düşecek olursak vahyin kriter oluşu doğrudan düşer.

 

Vahy-i ibtidâînin ulaştırılması noktasında Ali (a.s.), Hz. Resûlullah'ın ortağıdır. Bazen Resûlullah (s.a.a.) yüz kişinin önünde bir şey söyler. On tanesi karıştırınca geriye kalan doksan tanesi o on taneyi düzeltir. Yirmi tanesi Resûlullah'ın dediğini karıştırırsa geriye kalan seksen tanesi bunu düzeltir. Bu vahy-i ibtidâînin iblağı değildir. Vahy-i ibtidâîyi ulaştırma noktasında sadece ‘‘Ali (a.s.)'' bulunmaktadır. Yani İmam Ali'nin yanılacağına, hataya düşeceğine ve unutacağına olasılık verecek olursak O'nun tebliği ulaştırmasına da güvenilemez. Birinci halifenin geri döndürüldüğü Berae Sûresi'nin ilk on ayetinin tebliğinde bu durum söz konusudur. Bu tebliği ulaştırmada hata olasılığı yoktur. Eğer hatanın gerçekleşeceğine olasılık verecek olursak insanlar bu tebliğin ulaştırılmasına nasıl güvenecektir? Öyleyse Menzile hadisinin en önemli neticelerinden biri, Hz. Ali'nin tebliğ ettiği dinî maarifin Resûlullah'ın (s.a.a.) tebliği seviyesinde oluşudur.

 

Sunucu: Yani masuma eşittir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Masum olması gerekmektedir.

 

Bu sonuca nasıl ulaşıyoruz?

 

Açıkça şu neticeye varmak istiyorum: Terazinin bir kefesine tüm sahâbe diğer kefesine Ali (a.s) konulacak olursa hak, Ali (a.s.) ile birliktedir. Terazinin bir kefesine tüm insanlar diğer kefesine Resûlullah (s.a.a.) konulacak olursa hak, heva ve hevesinden konuşmayan, konuşması sadece vahiy olan Resûlullah (s.a.a.) ile birliktedir.

 

“Ümmetim dalalet üzere birleşmez” hadisini nereye koyuyorsunuz türünde bir itirazda bulunma hakkınız vardır. Sizler icmânın kanıt olma özelliğine sahip olduğunu söylemiştiniz. Şimdi ise bir kişinin haklı olabileceğini söylemektesiniz. Şimdi bir kefede beş yüz sahâbînin, sahâbenin fakihlerinin, büyüklerinin ya da Resûlullah'ın halifelerinin diğer kefesinde de Ali'nin (a.s) olduğu bir örnekte -Menzile hadisi gereğince- İmam Ali'nin haklı olduğunu mu söylemektesiniz?

 

Şimdi hakikati açıklamak istiyorum. İmam Ali'nin de aralarında bulunduğu sahâbe bir mesele hakkında görüş birliği edecek olursa bu görüşün hak olduğunda kuşku yoktur. Çünkü toplamı ümmetin dalaleti üzere birleşmeyeceği anlamına gelmektedir. İmam Ali de bu topluluk içindedir. 

 

Ama şöyle bir örnek verelim. Varsayalım ki bir mesele hakkında ümmetin %99'u bir şekilde ve Ali (a.s.) da ayrı bir şekilde düşünmektedir. Hak, çoğunluğa göre midir yoksa Ali ile birlikte midir? Çoğunluğun haklı olduğuna dair aklî-naklî-Kur'ânî ve ilmî bir delil ortaya koyamazsınız.

 

Şöyle diyebilirsiniz: Bu dayanaklara muvafakat gösteremiyoruz.

 

Çağdaş âlimlerden Allâme Muhammed Nasırüddin Albanî'den bir söz aktarmak istiyorum.

 

Soru: Ümmetim dalalet üzere birleşmez hadisinin anlamı nedir?

 

Resûlullah'ın bu buyruğu önceki soruda geçen mezkûr icmâ anlamına gelmemektedir. Yani ümmetin icmâsı veya ümmetin ulemasının ya da sahâbenin icmâsı…

 

Herhangi bir zamanda bir grup sahâbenin olduğunu varsayalım. Örneğin yüz tane sahâbî... Bu sahâbîler kendi aralarında bir meseleyi ele almış ve bu konu hakkında iki farklı görüş doğmuş olsun. 99 sahâbî bir görüşe, 1 sahâbî de başka bir görüşe sahip olmuş olsun. Bu meselede bu bir tek sahâbînin haklı olması, diğerlerinin de yanlış düşünceye sahip olmaları mümkündür. Diğer sahâbîler hatalı düşünmüş olabilir. Dolayısıyla bu mesele ümmetim dalalet üzere birleşmez hadisinin kapsamında değerlendirilemez. Çoğunluğun tercih unsuru olduğuna dair sabit bir veri yoktur. [2]

 

Yani bir tek sahâbî, 99 sahâbî karşısında haklı bir pozisyonda olmuş olabilir. Dolayısıyla bu meselede ‘‘99 kişinin görüşünü ele alıp ümmetim hata üzere birleşmez hadisini uygulamak'' doğru olamaz. Çünkü bir kişi de olsa muhalefet söz konusudur. Hadisin anlaşılması noktasında bu önemlidir. Kimileri şöyle düşünmektedirler: İlk üç halife veya aşere-i mübeşşere bir noktada buluşsalar Ali (a.s.) de başka bir pozisyona ve görüşe sahip olsa bunların tümünün yanılıp Ali'nin (a.s.) haklı olması makul değildir.

 

Hâlbuki Allâme Albanî bu düşüncenin genel geçer olmadığını ve bunun hadisin kapsamına girmediğini söylemektedir. Çünkü bir kişi tarafından da olsa muhalefet gerçekleşmiştir.

 

Pasajdan anlaşıldığına göre ekseriyet haklılığın ölçütü değildir. Günümüzde kimileri televizyon kanallarına çıkıp Şia, İslam dünyasının %10'unu oluşturmaktadır, demektedirler. Hadi dediğinizi, Şiîlerin İslam dünyasının onda birini oluşturduğunu kabul edelim. Hattâ %2'nin, %98'e muhalif olduğunu kabul edelim. Bu vaziyet, muhalefet olduğu için icmâ gerçekleşmemiş demektir. Bu görüş bana değil Allâme Albanî'ye aittir. Öyleyse kimse bize çokluğun haklılık için tercih edilir unsur olduğu fikrini dayatmaya çalışmasın, biz kalabalık olduğumuz için haklıyız, demesin.

 

Allâme Albanî devamında şöyle diyor:

 

Çoğunluğun tercih edici unsur olmadığı sabittir. Çoğunluğun yanılgı içerisinde olabileceği durumda azınlığın haklı olabileceği bir durum mümkündür. Eğer hak çoğunlukla birlikte olmuş olsaydı ümmet dalalet üzere toplanmazdı. Hak tek bir kişinin görüşünde de olmuş olabilir. Nitekim İbn Mesud tek kişi olsa dahi hak cemaatle birliktedir, demektedir.[3]

 

Öyleyse Allah'ın eli çoğunlukla birlikte değil cemaat ile birliktedir. Ey tedebbür, tahkik ve ilim ehli! Allah'ın eli cemaatle birliktedir. Gerçi televizyon kanallarının ve internet sitelerinin cemaati ‘‘çoğunluk'' olarak tefsir etmek istediklerine şahit olmaktayız. Allâme Albanî'nin ise bu eserinde cemaati “tek kişi de olsa haklı olan şahıs'' şeklinde tefsir ettiğini görmekteyiz.

 

Pasaja göre “Allah'ın eli cemaatle birliktedir” ifadesi “Allah'ın eli, haklı olan kimseyle birliktedir” diye anlaşılmalıdır.

 

Seyyidim bu çıkarsama bizce de uygundur. Peki tatbiki nasıl olacaktır? Bu programda Allâme Albanî'nin işaret ettiği tatbikatlardan bir tanesini sunmak istiyorum.

 

Allâme Albanî şöyle diyor:

 

“24 yıllık süreçte Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın gerçekleştirdiği haclar, hacc-ı ifraddır. İlk üç halife bu şekilde haccettiğine göre hacc-ı ifrad hac türlerinin en faziletlisidir” diyen kimseye ne cevap verirsiniz? Soruda gerçeğe uymayan bir durum söz konusudur… Ömer'e gelince ise mesele sadece onun hacc-ı ifrad etmesi değildir. Asıl mesele bundan daha önemlidir. Çünkü Ömer hacc-ı temettüyü nehyetmiştir. Şimdi biz soruyoruz: Sahihü Müslim'de İmran b. Husayn'dan şöyle bir hadis aktarılmaktadır: “Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile biz de temettü ettik. Sonra da hacc mut'asını nesheden bir ayet inmedi. Ancak bir adam sonra kendi reyi ile dilediğini söyledi.”

 

Bu rivayet güzel, latif ve yumuşak bir reddiyedir. Çünkü “bir adam kendi reyi ile” ifadelerini kullanmaktadır. Zira o “bir adam” sözüyle Ömer'in ictihad ettiğine işaret etmektedir. Ömer insanlara temettu haccını yasaklamıştı. O bilgili olup cahil birisi değildir. O uygun gördüğü bir maslahattan dolayı Müslümanlara hac görevlerini hacc-ı ifrad olarak yerine getirmelerini emretmiş, hacc-ı temettüyü yasaklamıştır. Osman b. Affan da bu yasak konusunda Ömer b. Hattab'a uymuştur. Halifeliği döneminde hacc-ı ifrad yapacağını ilan ederek hacca çıkmıştır. Hz. Ali onun karşısında durarak şöyle dedi: Sana ne oluyor ki Resûlullah (s.a.a.) ile yaptığımız şeyi nehyediyorsun? Sonra da Müslümanların karşısına geçerek “Allahümme lebbeyk” diyerek temettü haccına niyet etti. Hz. Ali, Osman'ın anlamadığı ve kavramadığı şeyi kavramıştır. 

 

Kimse “Onlar bizden daha bilgili veya daha kavrayışlı idi” diyerek itiraz edemez. Biz de bunu sürekli söylüyoruz. Ancak sahâbe arasında ihtilaflı olan bir meselede kimsenin mutaassıp davranması caiz değildir. Bu konuyu ilmî olarak incelememiz gerekmektedir. Ömer b. Hattab, temettü haccını nehyetmişse de beri taraftan Hz. Resûlullah (s.a.a.) bunu emretmiştir. Acaba Ömer b. Hattab'ı sevdiği için tüm meselelerde Ömerî olabilecek bir Müslümanın olması mümkün müdür? Bu olanaksızdır. Çünkü bir Müslüman Ömer'in bir konu hakkında bir görüşe sahip olduğu ama o mesele özelinde doğru olanın Ömer'in fikrinin aksi yönde bulunduğu ve Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) onun görüşünün aksini emrettiği meselelerle karşılaşacaktır.[4]

 

Pasajdan anlaşıldığına göre bazıları hacc-ı ifradın hacc-ı temettüden daha faziletli olduğunu iddia etmektedirler. Çünkü ilk üç halife ve o dönemde yaşayan on binlerce Müslüman hacc-ı ifrad etmişlerdir. Bu hacc-ı ifradın daha faziletli olduğu gerçeğine delalet eder mi? Yani sayısal çokluk ve 24 yıllık bir uygulama söz konusudur.

 

Konu önemli olduğundan biraz daha üzerinde durmak zorundayız. Şimdi biz şu soruyu sormak istiyoruz: Sahâbe konusunda hassas olan bir kimse, Ömer'in bu nehyini uygun görebilir mi?

 

İbare oldukça önemlidir. Zira Allâme Albanî, “bir adam kendi reyi ile” ifadesini kullanmaktadır.

 

Ömer âlim birisi olduğuna göre kasıtlı olarak Hz. Resûlullah'a muhalefet etmeyi arzuluyor!

 

Pasajdan anlaşıldığına göre 24 yıllık süreçte ilk üç halife ve onlarla birlikte duran Müslümanlar Resûlullah'ın gerçekleştirdiği eylemi terk etmişlerdir!

 

Evet. Ali (a.s.) mi haklıdır yoksa diğer grup mu? Yani Allah'ın eli cemaatle birliktedir derken Allah'ın eli bunlarla mı yoksa Ali (a.s.) ile mi birliktedir? Bu mesele de Menzile hadisinin sonuçlarındandır.

 

Pasaj Ali'nin (a.s.) Osman'ın kavrayamadığı bir şeyi kavradığını söylüyorsa da biz bir adım daha ileri gidiyoruz. Diyoruz ki İmam Ali (a.s.), Osman'ın ve önceki sahâbîlerin kavrayamadığı şeyi kavramıştır.

 

Bu husus anlaşıldığına göre ümmet dalalet üzere toplanmamıştır. Çünkü binlerce Müslüman bir tarafta ve bir konuda icmâ etmiş ancak Ali (a.s.) ve bağlıları onlara muhalefet etmiştir. Önemli olan Hz. Ali'nin ne dediğidir.

 

Pasajda dikkat çeken bir diğer husus şudur. Kimilerinin “Sahâbe arasında gerçekleşen ihtilaflı meselelere dâhil olma. Çünkü onlar bizden daha bilgilidir ve onların tümü bireysel olarak müctehiddir'' şeklindeki kabullerinin, Allâme Albanî'ye göre ilim ehli için geçerli olmadığıdır. O, delilsiz taassubu reddediyor. Elde delil varsa kişi mutaassıp davranabilir.

 

Pasajın çağdaş Selefiliğin en önde gelen bilginlerinden birisine ait olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesini istirham ediyoruz.

 

Pasajda geçen “Bütün meselelerde Ömerî olabilen bir Müslümanın bulunması mümkün müdür?” ifadesi oldukça ilginç. Çünkü Ehl-i Sünnet sahâbenin adaleti ve onların yaptıkları şeylerin hak olduğu nazariyesini benimsemektedir. Ancak Allâme Albanî diyor ki elde sahâbenin hatalı olduğuna dair bir delil varsa buna tâbi olmayız.

 

Azizim işte bu Ehl-i Beyt'in nazariyesidir. Ehl-i Beyt Okulu şöyle der: Hangi sahâbî olursa olsun -ister büyük ister küçük olsun- biz onu ilmî ölçütlere vururuz. Eğer ilmî ölçütlere uyuyorsa yani Kitap ve Sünnet-i Nebeviyye'ye muvafık ise kabul ederiz. Aksi takdirde bizim için bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır. Ancak Ali'nin (a.s.) ayrı bir konumu vardır. Ali'den (a.s.) kesin bir şekilde aktarıldığı ortaya konulan şeyler için kişi kendi nefsini düzenlemelidir. Tabii, İmam Ali'den aktarılan her şey değil. Sahihü'l-Buharî'de, Nehcü'l-Belâğa'da ve Sahihü Müslim'de de Hz. Ali'den rivayetler aktarılmaktadır. Ali'den (a.s.) aktarılan bu şeylerin O'na ait olduğu kesin bir şekilde ortaya konmalıdır. Resûlullah'ın işinde ortağı olduğundan dolayı Hz. Ali'den (a.s.) aktarılan şeyler Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan şeyler gibidir. Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan bir şey için ‘‘ben de şöyle ictihâd ediyorum'' deme hakkı yoktur. İnsanın, Ali'nin (a.s.) kesin bir şekilde söylediği konularda Alevî olması gerekir. Ama mutlak olarak Ömerî, Bekrî, Osmanî vd. olması mümkün değildir. Allâme Albanî bunu açıkça dile getiriyor.

 

İmam Ali'nin (a.s.) ayrı bir konumu bulunmaktadır. Çünkü vahyi eda etmektedir. Ali'nin bu noktada özel bir konumunun olduğunu insaf sahibi birçok Müslüman bilgin dile getirmiştir. Bunlardan bir tanesi et-Tefsirü'l-Kebir adlı eserin sahibi Fahrüddin er-Râzî'dir. O Eşarîlerin büyük ulemasındandır. Namazda besmelenin açıktan (sesli) okunması noktasında -Ehl-i Sünnet Müslümanları besmeleyi ya hiç okumazlar ya da okusalar dahi gizli bir şekilde okurlar- Fahrüddin er-Râzî tefsirinde şöyle der:

 

Bu sebeble, Hz. Ali'nin mezhebi­nin, bütün namazlarda besmeleyi açıktan okumak olduğu nakledilmiştir. Ben de derim ki bu delil, muhaliflerin sözleriyle silinip gitmeyecek kadar güçlü ve sağlamdır… Aklî deliller de bizim görüşümüze uygundur. Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) ameli bizimle beraberdir. Kim Hz. Ali'yi dininde imam edinirse, dini ve nefsi husu­sunda sapasağlam bir kulpa yapışmış olur.[5]

 

Bu ifadeler Allâme Hıllî, Şeyh Müfid gibi bir Şiî bilginin sözleri değildir. Bu sözler Fahrüddin er-Râzî'ye aittir. Diyor ki İmam Ali'ye tutunan sımsıkı bir kulpa sarılmış olur.

 

Sunucu: Bu da Menzile hadisine delildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çünkü ilmî ölçütler böyle diyor. Allâme Albanî'nin dediği gibi “Acaba Ömer b. Hattab'ı sevip de bütün meselelerde Ömerî olabilen bir Müslümanın bulunması mümkün müdür?” Çünkü bu olanaksızdır. Çünkü insanlar öyle meseleler ile karşılaşacaklar ki Ömer ile hakikatin ters yönde olduklarını görecekler.

 

Ömer'in Resûlullah'tan (s.a.a.) aktardığı her şeyi eda ettiği sabit değildir. Ama Hz. Ali'nin durumu farklı olup O'nu imam edinen sapasağlam bir kupa sarılmış olur.

 

Sizler de aslında bu cümlelerin sahâbenin masum olmadığı anlamına geldiğini ikrar etmiş oluyorsunuz. Buna göre sahâbenin bazı görüşleri alınır, bazıları ise reddedilir. Ama Ali'nin (a.s.) konumu farklıdır. Hiç kimsenin İmam Ali'ye ait olduğu kesin olan sözleri reddetme hakkı bulunmamaktadır.

 

Kimse bize ‘‘Nehcü'l-Belâğa da mı?'' demesin. Bizler Nehcü'l-Belâğa'da veya Usûlu Kâfî'de vs. yerlerde geçen bütün sözlerin sahih ve tam olduğuna muvafakat göstermiyoruz. Bizler diyoruz ki ‘‘İmam Ali'den sahih kanallarla sabit olan, üzerinde ittifak bulunan ve açık şeylerde ebediyen kuşku olamaz.''

 

Bir noktaya işaret etmek istiyorum. Bazıları Hz. Ali ile ilk üç halifeyi mukayese ettiğimize inanmaktadır. Hayır, konu bunun dışındadır. Biz “Onu işime (emrime) ortak kıl” ayetinden dolayı Ali'nin (a.s.) hiçbir sahâbîyle eş değer olamayacağını söylemekteyiz.

 

Sunucu: Hiçbir sahâbînin Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile eşdeğer olmadığı gibi. Mesele, inançsal ve dinî kavrayış ile marifetin önemini gösteren bir meseledir. Hadisin bütün neticeleri bunlar mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, bu hadisten elde edilen neticeleri çoktur. Ancak bizim için önemli olan noktası budur.

 

Sunucu: Emevîlerin şeyhine gelelim. Şeyhü'l-İslam tabirini kullanmak istemiyorum gerçi. Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye'nin Menzile hadisine bakışı nasıldır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ah keşke sadece Menzile hadisiyle sınırlı kalsaydı! O, gücü yettiğince Menzile hadisini reddetmeye çalışır. O “Benim yerime ancak Ali (a.s.) eda edebilir” hadisinde işaret ettiğimiz anlamların ve hususların olduğunu görünce doğrudan metodunu uygulamaya başlar. İlk önce “senedi uydurmadır”, ikinci olarak da “senedin sahih olduğunu kabul etsek dahi bu o dönemdeki bir Cahiliye âdeti idi. Arapların âdetine göre bir akid veya bir ahid oluşturup da onu bozmak isteyen ya kendisi gidip ahdi bozmalı veya ehl-i beytinden birisi aracılığıyla bunu yapmalıdır. Resûlullah'ın (s.a.a.) da ehl-i beytinden bir kişiyi göndermesi gerekmekteydi. Resûlullah (s.a.a.) Arapların âdetlerini bilmiyordu. O ancak tebliğ edebiliyordu. Çünkü başka bir devletten gelmişti ve dolayısıyla Arapların yaşamlarından ve sosyal hayatlarındaki kurallardan bîhaberdi! İlk halifeyi gönderip de gönderdiği elçi yolun yarısına ulaşınca Araplar kendisine geldiler ve O'na sen, kurallara ve âdetlere aykırı davrandın. Onu geri döndür, dediler!” demektedir!

 

Bakınız! Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile nasıl alay ediyor!

 

Seyyidim bu sözler nerede geçiyor, diyebilirsiniz. Kural gereği İbn Teymiyye ilk önce rivayeti reddetmek için sened incelemesine girişir ve şöyle der:

 

‘‘Benim adıma verilen sözleri ancak Ali yerine getirir'' rivayeti de yalan rivayetlerdendir. Hattabî, Şiarü'd-Din adlı eserinde şöyle der: ‘‘Benim adıma verilen sözleri ancak Ehl-i Beyt'imden bir kişi yerine getirir'' hadisi Kûfe ehlinden Zeyd b. Yusbe'nin rivayeti olup bu şahıs rivayette Rafızilikle itham edilmiş birisidir.[6]

 

Yani bu hadisin isnadı yok ve rivayet uydurmadır, demeye çalışıyor.

 

İçeriğe gelince ise o mealen şöyle der: Senedin tam olduğunu kabul etsek dahi bu özel bir muhtevaya delalet etmez. Bu ancak Cahiliye döneminde tatbik edilen bir âdete dayanmaktadır.

 

O şöyle der:

 

Müşriklerle yapılan anlaşmanın iptal edilmesi için Ali'yi Ebû Bekir'in ardından göndermesinin gerekçesi Araplar arasında uygulanan bir âdettir. Şöyle ki gerçekleştirilen veya çözülecek olan bir akid ancak itaat edilen veya O'nun ehl-i beytinden birisi tarafından uygulanabilirdi. Cahiliye Arapları sıradan bir kimseden bunu kabul etmezlerdi.[7]

 

Yani Resûlullah (s.a.a.) Cahiliye âdetlerini bilmiyordu. Bütün bu açıklamalar Ali (a.s.) içindir. Mesele Ali (a.s.) olduğunda her şeyi unuturlar. Öyle ki Resûlullah'a (s.a.a.) dahi taan ederler. Aslında kendisi Ali'yi (a.s.) eleştirmek istiyor fakat eleştiriden payını Resûlullah (s.a.a.) da alıyor.

 

Sunucu: Muaviye ve Ümeyyeoğullarından dolayı Resûlullah (s.a.a.) eleştirilebilir mi?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu soru Ümeyyeoğulları ve Muaviye'nin bağlılarına, İbn Teymiyye ve Vehhabilere yöneltilmelidir.

 

Yani Cahiliye âdetlerinden dolayı Hz. Resûlullah (s.a.a.) ilk halifeyi geri çağırttı, yerine İmam Ali b. Ebû Tâlib'i gönderdi.

 

Rivayetin sened ve içeriğine ilişkin belirtilen bu açıklamaları önceki programda da zikretmiştik. O şöyle der: Bidat ehli, Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan bir hadisi ele aldıklarında hadisin senedini ve medlulünü münakaşa etmeye başlarlar.

 

O Mecmûu Fetâvâ adlı eserinde şöyle der:

 

Hariciler dışındaki bidat ehlinin geneli hakikatte bu konuda Haricilere uyarlar. Bazen hadisin isnadına bazen de metnine taan ederler. Kendileri lehine hüccet oluşturabilmek için ya nakli reddeder ya da rivayeti tevil ederler.[8]

 

İbn Teymiyye'nin kendisi de bu şekildedir. Bir hadis onun Ümeyyeci din anlayışıyla uyuşmuyorsa ya hadisin isnadına taan eder yahut da metnine.

 

Soru: Belirttiğimiz bu hususta ona uyan kimse ya da kimseler var mıdır?

 

El-cevap: Evet. Ona öğrencilerinden ve onun metodunu benimseyenlerden bir grup uymaktadır. İbn Kesir bunlardan birisidir.

 

Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim adlı eserinde şöyle der:

 

Allah Resûlü onlarla birlikte olmayı hoş görmedi ve o sene insanlara hac farzlarını ifa ettirmesi, bu seneden sonra müşriklerin haccetmeyeceklerini bildirmesi ve insanlar arasında, bu ihtarı ilan etmesi için hac emiri olarak Ebû Bekir'i gönderdi. Onlar yola çıktıklarında, baba tarafından akrabası olduğu için Allah Resûlü'nden (s.a.a.) tebliğ almaları için -ileride açıklaması geleceği üzere- Ali b. Ebû Tâlib'i peşinden gönderdi.[9]

 

Yani meselenin vahyî boyutu yoktur, demeye çalışıyor.

 

Çağdaş bilginlerden de bu meseleyi anlayıp içeriğinin önemli olduğunu kavrayanlar vardır.

 

Muhammed Abduh Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim adlı eserinde şöyle der:

 

Bundan dolayıdır ki bilginler şöyle derler Ebû Bekir'in ardından Ali'nin gönderilmesinin nedeni Arapların yaygın olan âdetlerine dayanmaktadır. Şöyle ki Araplara göre bir ahdin bozulması ya ahdi gerçekleştiren veya ehl-i beytinden bir kişi tarafından gerçekleştirilir. Resûlullah (s.a.a.) da Arapların âdetlerini uyguladı.

 

Bundan dolayıdır ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Benim görevimi ancak ben veya Ehl-i Beyt'imden biri yerine getirebilir. demiştir. (İmam Ahmed ve Nesâî rivayet etmiştir.)[10]

 

Resûlullah (s.a.a.) Arap âdetlerini bilmediğinden Ebû Bekir'i gönderdi. Ebû Bekir yolun ortasına varınca insanlar kendisine “Sen yanlış davrandın” dediler. Yani bu mesele de hurmanın aşılanması meselesi gibidir. Hurma bozulup da Resûlullah kınanınca O “Siz dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz” dedi! Yani Resûlullah (s.a.a.) bu işleri bilmeyen cahil bir insandır anlayışı tam da Ümeyyeci din anlayışıdır. Bu anlayış, Resûlullah'a (s.a.a) taan edecek bir fırsatı bulduğunda bunu hemen yapar. Allah aşkına Resûlullah (s.a.a.) Arapları tanımıyor muydu? Onların arasında büyümemiş miydi? Diğerlerinin bildiği şeyi O bilmiyor muydu?

 

“Benim görevimi…” diye başlayan hadisin bu şekildeki yorumu İbn Teymiyye, İbn Kesir ve Muhammed Reşid Rıza'ya aittir.

 

Yazar daha sonra uzun açıklamalara girişerek şöyle der:

 

Bazı Şiîler her zaman yaptıkları gibi, Hz. Ali (a.s) için bu meziyeti gereğinden fazla büyütüyorlar, hiçbir rivayetin doğrulamadığı ve hiçbir aklî değerlendirmenin onaylamadığı şeyleri bu rivayete ekliyorlar. Ayrıca buradan hareketle İmam Ali'nin Ebû Bekir'den (Allah ikisinden de razı olsun) üstün olduğunu, dolayısıyla halifelik görevine ondan daha layık olduğunu ileri sürüyorlar. Bu arada Peygamber'in (s.a.a.) Ebû Bekir'i Tevbe Sûresi'ni tebliğ etme görevinden azlettiğini ve bunu Cebrail'in vahiy yoluyla kendisinin görevini ancak kendisi veya kendisinden birinin yerine getirebileceği şeklinde bildirdiğini iddia ediyorlar. Böylece bu sözü, antlaşmaların bozulması ve benzeri konularla sınırlı tutmayıp dinin tamamıyla ilgili bir kanıt olarak görüyorlar.

 

Oysa dini tebliğ etmenin bütün Müslümanlar için bir yükümlülük olduğunu bildiren sayısız rivayet vardır. Din uğrunda cihad etmek ve dini savunmak gibi bu da bir farzdır, sadece bir üstünlük meziyeti değildir. [11]

 

Yazar Şiîlerin bu hadise özel bir önem verdiğini hâlbuki bu hadisin o kadar da ehemmiyetli olmadığını, Peygamber'in sadece bir Arap âdetini uyguladığını söylemeye çalışıyor. Ayrıca “ancak ben veya Ali…” şeklindeki hadisin de Hz. Ali'ye bir hususiyet katmadığını çünkü dinin ulaştırılması vazifesinde bütün Müslümanların ortak olduğunu söylüyor. Dolayısıyla bu hadiste de İmam Ali için özel bir hususiyet söz konusu değildir.

 

Kısacası bu ve benzeri rivayetler hakkında televizyon kanallarında yapılan yorumlar şu şekildedir: Bu rivayetler Ali (a.s.) için hiçbir menkıbeye ve fazilete delalet etmemektedir.

 

Sunucu: Bu hadisin reddi bağlamında İbn Teymiyye ve bağlılarının söylediklerini eleştirenler var mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hadisin sened açısından durumunu önceki programda okumuştuk. Sadece tek bir kaynağa işaret edeceğim.

 

İmam İbn Ebû Âsım'ın (h. 287) es-Sünne adlı eseri.

 

Rivayet şöyledir:

 

Resûlullah'ın “Ali bendendir, ben de Ali'denim. Benim görevimi ancak Ali eda edebilir” buyurduğunu işittim. Bu hadisin isnadı sahihtir. Bu hadisi İbn Ebû Şeybe (el-Musannef), İbn Mâce, et-Taberanî (el-Kebir), Tirmizî, Ahmed (el-Fezâil), en-Nesâî (el-Hasâisü Ali), el-Fesevî (et-Tarih), Ahmed… rivayet etmiştir.[12]

 

Dolayısıyla sened açısından tartışılacak bir şey yoktur.

 

Hadisin delaletine geçelim. Bunu söyleyen Resûlullah'tır (s.a.a.). Bunlar sanki hiç Kur'ân-ı Kerim okumamışlar gibi davranıyorlar. Kur'ân, Resûlullah için O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir. (Necm, 3-4) buyurmaktadır. Yani Resûlullah (s.a.a), konuşması vahiy olan kişidir.

 

Gerçi ‘‘bütün söyledikleri mi'' şeklinde bir itirazda bulunabilirsiniz ancak bu konu vahiy ile bağlantılı bir konudur. Çünkü Resûlullah kendi özel işinde İmam Ali'nin kendisine ortak olduğunu söylemek istiyor. Bunu bir yere koyunuz.

 

Geliniz Allah Resûlü'nün hadisine bir bakalım. Bu söz hakkında ne buyuruyor?

 

Önümüzde İmam Ahmed İbn Hanbel'in el-Müsned adlı eseri var. İlk önce hadisi okuyacak sonra da isnada bakacağız. Tabii bu hadis Abdullah b. Ahmed b. Hanbel'in ziyadelerindendir. Çünkü el-Müsned iki kısımdan oluşmaktadır. Bir bölümü Ahmed b. Hanbel'in hadisleridir. Bir bölümü ise oğlu Abdullah'ın ziyadeleri olup el-Müstedrek kabilindendir.

 

Rivayet Ali'den (a.s.) olup şöyledir:

 

Hz. Ali'den rivayetine göre O, şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e (s.a.a.) Berâe Sûresi'nden on ayet nazil olduğunda Ebû Bekir'i çağırıp bunları Mekke halkına okuması için onlara gönderdi, sonra beni çağırıp: Ebû Bekir'e yetiş. Ona nerede yetişirsen yazıyı ondan al ve Mekke halkına gidip bunu onlara oku, buyurdular. Cuhfe'de ona kavuştum ve yazıyı ondan aldım. Ebû Bekir, Hz. Peygamber'e (s.a.a.) dönerek: Ey Allah'ın elçisi, benim hakkımda bir şey mi nazil oldu, diye sordu. Allah Resûlü: Hayır, fakat Cibril bana geldi ve “Bunu sen veya ailenden bir kişiden başkası eda etmeyecek, dedi” buyurdular. Hadisin isnadı hasendir. [13]

 

Cebrail (a.s.) gelip de Allah Resûlü'ne ‘‘Cahiliye âdetini tatbik et'' demiş herhalde!  Bir diğer ifadeyle Cebrail (a.s.) Allah Resûlünü Cahiliye âdetine davet etmektedir. İşte Emevici din anlayışı!

 

“Bunu sen veya ailenden bir kişiden (recûl) başkası eda etmeyecek” bölümü işaret ettiğimiz nükteye değinmektedir.

 

Buna göre hadisin isnadı muteberdir ve hasendir. Gerçi İbn Kesir el-Bidâye ve'n-Nihâye[14] adlı eserinde hadisin zayıf ve metninde münkerlik olduğunu söylüyor.

 

Hadisin metninde neden münkerlik olduğunu biliyor musunuz? Bunların ulaştığı münkerlik nedir, biliyor musunuz?

 

İbn Kesir eserin bir başka yerinde münkerliği şöyle dile getirmektedir: Sıddık'ın geri çevrilmesinden dolayı hadiste münkerlik vardır.[15]

 

Hadis düşünce sistemlerine uygun olmayınca hemen hadiste işlemlere başlamaktadırlar. Sıddık'ın geri döndürülmesi olacak şey mi, demeye çalışıyorlar. Ali (a.s.) tahkir edilebilir, bunda herhangi bir sakınca yoktur, ama Sıddık asla!

 

Sunucu: Gerçeği olduğu gibi devre dışı bırakmaya çalışıyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet. Onlara göre Sıddık'ın ve Allah Resûlü'nün kerametinden biri devre dışı kalacaksa Hz. Peygamber'in kerameti Sıddık adına kurban edilebilir.

 

Üçüncü hususa Seyyid Allâme Tabatabaî işaret etmektedir. Allâme Tevbe Sûresi'nin tefsirinde önemli bir soru sorar.

 

Bunların söyledikleri Arap âdeti övülen mi yoksa yerilen bir âdet miydi? Eğer yerilen bir âdet ise Resûlullah (s.a.a.) böyle bir şeyle nasıl amel eder? Vahiy nasıl böyle bir şeyi getirip emreder? Eğer övülen bir âdet ise Peygamber (s.a.a.) kendisi halis muhlis bir Arap olduğu ve Arap Yarımadası'nda yaşadığı halde böyle bir şeyden nasıl gaflet eder? Bu Allah'ın Resûlü'ne hakaret değil midir?

 

O şöyle der:

 

Yine diyelim ki bu iş yerilmesi gerekmeyen bir Arap geleneği idi; o halde acaba Peygamberimiz (s.a.a) Tevbe Sûresi'nin ilgili ayetlerini Ebû Bekir'e verip onu Mekke'ye gönderirken bunu fark edemedi mi? Unuttu mu da Ebû Bekir Mekke'ye doğru yol alırken, unuttuğu geleneği hatırladı veya yanında olan birileri gözetmesi gereken bir geleneği ihmal ettiğini ve farkına varmadığını kendisine mi hatırlattı? Oysa Peygamberimiz (s.a.a.) üstün ahlak, saygı gösterilmesi gereken gelenekleri gözetmek ve en iyi tedbirleri almak bakımından en ideal bir örnektir. O halde, olayın bu şekilde cereyan ettiğini söyleyen yorumcular, bu gerçeği nasıl unutabiliyorlar? [16]

 

Resûlullah (s.a.a.) sadece Ebû Bekir ile konuşmadı ki! O çevresinde bulunan bir grup sahâbe ile de konuşmuştu. Aynı mekânda bulunan diğerleri niçin O'na böyle bir şeyi hatırlatmadılar ki! Ey Allah'ın Resûlü sen ne yapıyorsun? Yaptığın şuna aykırıdır! Niçin böyle demediler?

 

İşaret etmek istediğim bir husus var. El-Menâr müellifinin vahyin ulaştırılmasının genelliği ilkesi bağlamında yaptığı açıklamalarda vahyin ibtidâî iblağı ile vahyin ikincil iblağını birbirine karıştırdığını görmekteyiz. Bizler önceki programlarda vahyin ilk tebliği ile ikincil tebliğini açıklamıştık.

 

Sunucu: Doktor Siham Hanım hatta, buyurun.

 

Siham: Es-selâmu aleykum. Konuyla ilgili bir sorum var. Hz. Resûlullah (s.a.a.) ilk olarak neden Ebû Bekir'i gönderdi de Ali'yi (a.s.) göndermedi? “Benim görevimi ben veya ancak Ali (a.s.) eda edebilir” ifadelerini içinde barındıran Menzile hadisi bu olaydan önce söylenmiş değil miydi? Buna göre Ali (a.s.) Resûlullah'ın ortağı olduğuna göre niçin evvelemirde O gönderilmedi?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kardeşimizin ‘‘Niçin önce Ebû Bekir'in gönderildiğine'' ilişkin sorusuna cevap verelim. İlk önce bu görev noktasında Ebû Bekir'in gönderilişini ispat etmemiz lazım. Bu durum bizim kanallarımızda geçmemektedir. Bundan dolayı herhangi bir kıymeti bulunmamaktadır. Biz gönderilmiş olduğu varsayımı üzerine konuşuyoruz. Yoksa böyle bir durumun gerçekleştiği bizim kanallarımızda geçiyor değildir. Ancak Ehl-i Sünnet'in kaynaklarında Ebû Bekir'in hac emiri olarak gönderildiğini ve Ali'nin (a.s.) de onun sancağının altında olduğunu gösteren rivayetler bulunmaktadır. Bunların hiçbiri bizim nezdimizde sened açısından tam hadisler değildir. Dolayısıyla kıymet-i harbiyeleri de bulunmadığından dayanak olarak alınması mümkün gözükmüyor? Benim bu hanım kardeşimize tavsiyem bu konunun araştırılması bağlamında el-Mizan Tefsirinden Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin tefsirine müracaat etmesidir.

 

Şimdi biz Ebû Bekir'in gönderildiği varsayımı üzerinden hareket ediyoruz. Hz. Resûlullah (s.a.a.) ilahî vahyin kendisine geleceğini ve Cebrail'in bunu haber vereceğini biliyordu. Dolayısıyla da insanlara bu konumun, ilk halifeye mi yoksa Hz. Ali b. Ebû Tâlib'e mi ait olduğunu göstermek istiyordu. Eğer Ebû Bekir'i evvelemirde göndermemiş olsaydı ‘‘Birinci halife de veya başka bir şahıs da bu görevi yerine getirebilirdi'' şeklinde bazı sözler söylenebilirdi. Ancak Allah Resûlü'nün ilk halifeyi gönderip ardından bu görevden alındığını belirtmek için İmam Ali'yi yollaması bu makamın ilk halifeye ait olmadığını ortaya koymak içindir.

 

Hayber Gazası'ndaki olaya gelince ise gerekçe açıktır. Resûlullah (s.a.a.) sancağı ilk olarak Ebû Bekir ve Ömer'e vermekle bu büyük fethin ancak Ali'nin (a.s.) eliyle gerçekleşebileceğini ortaya koymayı amaçlamıştır. Eğer Ebû Bekir ve Ömer'i önce göndermiş olmasaydı bu ikisi ‘‘Allah Resûlü bizi seçmedi. Bizi seçmiş olsaydı biz de bu fethe müyesser olurduk'' diyeceklerdi. Resûlullah (s.a.a.) ilk olarak onları bu göreve göndermekle bu işe ehil olmadıklarını ortaya koymak istedi.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.  

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[1] Allâme Muhammed Nasırüddin Albanî, Sahihü Süneni't-Tirmizî, c. 3, s. 522.

[2] Fetâvâ eş-Şeyh el-Allâme Muhammed Nasırüddin el-Albanî fi'l-Medineti ve'l-İmarat, s. 47, derleme ve şerh: Ömer Abdülmunim Selim, Dârü Âlemi'l-Fevâid, 1. baskı, 1427, Mısır, Dârü'd-Diya.

[3] A.g.e., a.g.y.

[4] A.g.e., s. 125-7.

[5] Tefsirü'l-Kebir, c. 1, s. 168-170.

[6] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, c. 3, s. 238, tahkik: Muhammed Reşad Salim.

[7] A.g.e., c. 4, s. 551.

[8] Mecmûu Fetâvâ İbn Teymiyye, c. 19, s. 73, tahkik: Abdurrahman İbn Kasım.

[9] Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim, c. 4, 2. ayetin tefsiri.

[10] Muhammed Abduh, Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim, c. 10, s. 147, Dârü İhyâi't-Turâs.

[11] A.g.e., a.g.y.

[12] İmam İbn Ebû Âsım (h. 287), es-Sünne, c. 2, s. 885, hadis no: 1355.

[13] İmam Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, c. 2, s. 135, hadis no: 1296, şerh: Ahmed Muhammed Şakir.

[14] el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 7, s. 227, Dârü Âlemi'l-Kütüb.

[15] A.g.e., c. 11, s. 92.

[16] Muhammed Hüseyn et-Tabatabaî, el- Mizan fi-Tefsiri'l Kur'ân.