Ayetullah Kemal Haydari: Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin! hadisi (2)

Ayetullah Kemal Haydari: Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin! hadisi (2)
“Cennet ehlinin hanımlarının efendisi” ibaresi Sahihü’l-Buhârî ve diğer hadis mecmualarında geçmektedir. O’nun ilk halifeye biat etmediği de kesin bir şekilde biliniyor.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Salat ve selâm Allah'ın güvenilir elçisi Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a), tertemiz Âl'ine, seçkin ve değerli sahabelerine olsun.

 

Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Seyyid Kemal Haydarî'ye tebriklerimizi ve selâmımızı sunuyoruz. Programımıza dün başladığımız Resûlullah'ın (s.a.a.) “Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin” hadisinin ikinci bölümüyle devam edeceğiz. Ancak programa geçmeden önce geçen programın özetini Seyyid'den istiyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Allah-u Teâlâ'ya hamd-ü senalar olsun ki önceki programda Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet-imamet-velayet meselesinin temel konularından bir bölümünü ele almıştık. Bu mesele, Sadr-ı İslam'dan başlayıp günümüze kadar Müslümanları meşgul etmiştir. Kanaatimizce bu mesele bütün beşeriyet için hakikatleri ortaya koyacak olan, Ehl-i Beyt'in 12. İmamının (a.f.) zuhuruna kadar da devam edecektir. Dün gece ele aldığımız noktaları şöyle özetleyebiliriz:

 

Bizler programda Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetinin iki boyutu olduğuna dikkat etmemiz gerektiğini belirtmiştik. İlk boyut, dinin açıklanmasıyla alakalı olup O'nun tebliğî veya tebyinî boyutudur.

 

İkinci boyut ise tatbik (uygulama) sahasıdır. Diğer bir ifadeyle ‘‘insanların hayatına dinin ve şeriatın ikame edilmesi''dir. Resûlullah (s.a.a.) öncelikle insanlara zekâtın vacip olduğunu açıklamıştır, daha sonra Allah-u Teâlâ, O'na hitaben “Onların mallarından sadaka al” buyurmuştur.

 

İkinci nokta; Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in şahsiyetindeki ikinci boyuta “veli” ve “velayet” kavramlarıyla işaret etmektedir. “Sizin veliniz ancak Allah ve Resûlüdür.” Kurân-ı Kerim'de bu makamı açıklayan bazı kelimeler de vardır. Bu makam hakkında ‘‘imam'' lafzı da kullanılmaktadır. “Seni insanlara imam kılacağım.” Ancak bu ayet İbrahimî imametle ve O'nun makamlarıyla bağlantılıdır. Şimdilik bu konuya girmek istemiyorum. Çünkü Kurân-ı Kerim, Kitab'ın imam olduğunu belirttiği gibi imamı bu anlamda da kullanmaktadır. Bu ayrı bir konudur.  Ancak bu boyuta işaret etmek için “imam” sözcüğünün de kullanıldığını belirtmekle yetiniyoruz.

 

Önceki programda işaret etmediğim bir üçüncü nokta daha bulunmaktadır: İnsanların yaşamına dinin ikame edilmesi ilahî sorumluluğunu üstlenecek olan şahıs hakkında Kur'ân-ı Kerim'in “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır” buyruğu. Bunu ele almak istiyorum. Bu mesele teşri, tebliğ ve şerî hükümlere davet ile bağlantılı değildir. Mesele şerî hükümlerin tatbiki ile ilgilidir. Yani “Ey insanlar! Sizler bir şey isteseniz, Resûlullah (s.a.a.) da başka bir şey isterse öncelikli olan Allah'ın Resûlü'dür''. Bu sadece bireysel şeyler için geçerli değildir. Ferdî eylemleri kapsadığı gibi toplumsal ve siyasî durumları da içerir. Hatta modern zamanların deyimiyle devlet işlerini de kapsamaktadır. Bu ayet Kur'ân-ı Kerim'de hayatî bir öneme sahiptir. “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha önceliklidir.” Usûl bilginlerinin dediği gibi mütaallakın (çev. fiile konu olan nesnelerin) cümle içinde belirtilmemesi, mutlaklığa ve genelliğe delalet etmektedir.

 

Peki “O'nun evlâ oluşu” ne anlama gelmektedir? Kur'ân-ı Kerim'e ‘‘evla oluş” (evleviyet) sadece ilahî boyuta mı özgüdür?'' diye bir soru sorduğumuzda aldığımız cevap şu olur: Hiçbir fark bulunmamaktadır. Bir diğer ifadeyle Allah-u Teâlâ şöyle diyor: Sizler ve Resûlullah aynı şeyi istiyorsanız öncelik Resûlullah'a aittir. “Peygamber evlâdır” ayet-i kerimesi, ‘‘Peygamber sadece dinî, bireysel ya da toplumsal işlerde evlâdır'' anlamına gelmiyor. Ayet, O'nun murat ettiği her şeyde evlâ olduğunu söylüyor. “Allah ve Resûlü bir şeye hükmettikleri zaman müminler için seçimi hakkı yoktur” buyurmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'deki latif nüktelerinden biri Allah-u Teâlâ'nın “Kim Allah'a ve Resûlüne isyan ederse…” buyurmasıdır. Bu ayet Peygamber-i Ekrem'in seçtiği şeye aykırı bir tercihte bulunan kişinin Allah'a ve Resûlüne isyan ettiğini ve uzak bir sapıklık içine düştüğünü belirtmektedir. Bu nokta hayatî öneme sahiptir. Bu noktanın hayatî oluşunun gerekçesi nedir?

 

Üçüncü noktaya geçerek şöyle diyoruz: Allah-u Teâlâ tarafından kendisine verilen velayet makamını, Resûlullah'ın (s.a.a.) başkasına verdiğini gösteren naslar var mıdır? Kur'ânî olarak sabit olan “evleviyet” makamını Resûlullah (s.a.a.) başkasına vermiş midir, vermemiş midir?

 

Sonraki programlarda ele alacağımız konuları şimdiden ele alıp da bir karışıklığa yol açmak istemiyorum.

 

Ancak Allah-u Teâlâ “Nefislerimizi ve nefislerinizi (kendimizi ve kendinizi) çağıralım.” (Âl-i İmrân, 61) buyurmaktadır. Mübahele ayetinin nassıyla Emîrü'l-Müminîn (a.s.), Allah Resûlünün nefsidir (kendisidir). Allah Resûlü için sabit olan “evleviyet” ve “velayet” gibi makamların tümü İmam Ali (a.s.) için de geçerlidir. Mübahele ayetinin Hz. Ali (a.s.) hakkında nazil oluşunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Resûlullah (s.a.a.) İmam Ali'nin kendisinin nefsi oluşunu etraflıca açıklamıştır. Bundan dolayıdır ki Resûlullah (s.a.a.) “Ali'yi seven beni sever, Ali'ye buğzeden bana buğzeder. Ali'ye hakaret eden bana hakaret etmiştir.” buyurmaktadır. Resûlullah (s.a.a.) için sabit olan tüm makamlar ve detayların İmam Ali (a.s) için de geçerli olduğunu etraflıca açıklamıştık.  

 

Geriye Resûlullah (s.a.a.) için sabit olan velayetin İmam Ali'ye mi yoksa başka birisine mi ait olduğu konusu kalıyor. ‘‘Niçin hemen Ali (a.s.) diyorsunuz? Belki de bu velayet Ebû Bekir'e aittir'' diye itiraz gelebilir. Biz de onlara ‘‘Eğer doğru sözlülerden iseniz, delilinizi getirin” diyoruz.

 

Dördüncü nokta ise delillerin tasnif edilmesi gerektiğidir ki bu da hayatî bir önemi haizdir. İlk boyutu konu edinen deliller olduğu gibi ikinci boyuta işaret eden deliller de mevcuttur. İkinci boyutun ispatı için ilk boyutun delillerine dayanmak mümkün değildir. Tersi de söz konusudur.

 

Bir örnek verelim. Bunlara “Hz. Peygamber (s.a.a.) bir kişiyi atamıştır'' diyecek olursan hemen karşı çıkarak bu durum “Bugün size dininizi kemâle erdirdim” ayetine aykırıdır, diyeceklerdir.

 

Bu tam bir laf cambazlığıdır. Bu ayet ilk boyut ile alakalıdır. Şeriata bir şey eklenmemiştir. Çünkü şeriat Hâtemü'l-Enbiya ile sona ermiştir. Teşri kapısı Resûlullah (s.a.a.) ile kapanmıştır. Peki, tatbik yani uygulama kapısı da Resûlullah (s.a.a.) ile kapanmış mıdır yoksa O'nun vefatından sonra da devam etmekte midir?

 

Risâletin tatbik edilmemesi ve insanların hayatında uygulanmaması, raflardaki kıymetsiz şeyler gibi olması demektir. Kıymeti haiz olan nokta, adaletin ikame edilmesidir yoksa ‘‘adalet nazariyesi'' olarak kalması değil. İnsan hakları hususunda dünyada birçok nazariye-teori mevcuttur. Bu nazariyelerin pratik yönüne bakıldığında hiçbir tesirinin olmadığı görülüyor. Eğer Kur'ân sadece, insanların yaşamında pratiğe dökülme özelliğinden yoksun bir nazariye olsaydı Hâtemü'l-Enbiya'nın şeriatının diğer nizamlardan ve diğer safi teorik kurgulardan ne farkı kalırdı? Bu hususa dikkat edilmesi gerekmektedir. ‘‘Madem Ali (a.s.) halife, o zaman niçin Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmiyor'' şeklinde bir soru da gelmektedir.

 

El-cevap: Bizler İmam Ali'nin tatbikî boyutta halife olduğuna inanmaktayız. İlk boyutta değil. İlk boyut Hz. Peygamber'e özgüdür. Bundan dolayıdır ki Allah-u Teâlâ, “Bugün size dininizi kemâle erdirdim” buyurmaktadır.

 

Bu açıklamalar ışığında yukarıda geçen demagojinin iç yüzü anlaşılıyor. Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Bana bir kalem ve kâğıt getirin, size benden sonra asla sapıtmamanız için bir yazı yazayım” deyince başını ikinci halife Ömer'in çektiği bu grup hemen bu demagojiye sarılarak “Bize Allah'ın Kitabı yeter!” dediler. Hâlbuki Allah'ın Resûlü ikinci boyutu yani risâletin tatbikî boyutunu açıklamak istiyordu. Risaletin teşriî boyutuna ilişkin bir açıklama yapmak istemiyordu ki bunlar “Bize Allah'ın Kitabı yeter” desinler. Dikkat, anlayış, kavrayış ve düşünceden yoksun olup Kur'ân'ı ve nebevî nasları anlama özürlü kimseler “İkinci halife haklıdır, zira şerîat Resûlullah'ın döneminde sona ermiştir” diyorlar!

 

Buradan kalem sahiplerine, ilim ehline, araştırmacılara ve davetçilere bir çağrıda bulunmak istiyorum. İlk boyutun delillerini ikinci boyutun delilleri ile karıştırmasınlar. İlk boyutun delillerinin ikinci boyutun delillerini ispat etme zorunluluğu bulunmadığı gibi ikinci boyutun delillerini olumsuzlama zorunluluğu da yoktur. Biz buna “delillerin tasnifi'' diyoruz. Buna göre delilleri tasnif etmemiz gerekiyor. İnşallah başlamış olduğumuz bu programlarda bunu uygulamaya çalışacağız.

 

Sunucu: Sorumuza dönelim. Acaba Hz. Peygamber (s.a.a.) kendisinden sonra ikinci boyutu yani velayet-hilafet-tatbik boyutunu üstlenecek bir kimseyi belirlemiş midir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizler konuya başlarken Kur'ânî veya nebevî nasların devre dışı kalmaması için Hz. Resûlullah'ın modern terminolojiyi kullanmadığını belirtmiştik. Dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'de geçen ifadeler kullanılmalıdır. Kurân'da bu makam çeşitli lafızlarla ifade edilmektedir.

 

İlk kelime; “veli” ve “velayet”.

 

İkinci tabir; “en-Nebiyyu evlâ bi'l-müminine min enfusihim. / Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır.”

 

Bu makam kendisinin dışında başka bir kimse için de geçerli midir?

 

Bu makama sahip olanın kim olduğu ortaya konulacak olursa ikinci boyutun halifesi o kimse olmuş olur. Yani Resûlullah (s.a.a.) herhangi birini halife olarak belirlemiş midir?

 

“Bu ifade ne anlama geliyor?” denebilir.

 

Ben derim ki: İşaret ettiğimiz gibi halife sözcüğü O'nun ilk boyutunun değil ikinci boyutunun halifesi olduğunu göstermektedir. Gerçi ilk boyutun da halifesi olduğuna dair dışsal veya içsel bir karinenin varlığı şimdilik bu konunun dışındadır. Ancak akidevî veya kelâmî bir terim olarak ‘‘Allah Resûlünün halifesi'' ibaresini kullandığımız zaman maksadımız tatbik ve insanların yaşamına dinin ikame edilmesi, siyasî işler ve ümmetin yönetimidir. Ümmetin çeşitli noktalarda kemâle ulaşması için onları yönetecek olan halifeyi kastetmekteyiz.

 

Acaba Resûlullah böyle bir ifade kullanmış mı?

 

Gelin bu tür nasların ve rivayetlerin mevcut olup olmadıklarına ve sıhhat derecelerine bir bakalım.

 

Fazâilü's-Sahâbe adlı esere bakalım. Belirttiğimiz gibi şimdilik bu rivayetlerin isnad zincirini ele almayacağız. Rivayetlerin sahihliğini sonraki programlarda inceleyeceğiz.

 

Sunucu: Sadece vârid olmaları bile delaletin bulunduğuna işaret ediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bütüncül bir şekilde bakıldığında her şeyin yerli yerinde olduğu görülür. Ama parçacı bir yaklaşımla bakılacak olursa istenilen neticeye ulaşılamaz.

 

İşte Ahmed b. Hanbel'in Fazâilü's-Sahâbe adlı eseri. Eserin muhakkiki bu hadisi naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisin isnadı zayıftır.

 

Rivayet Amr b. Meymun'dandır.

 

O şöyle demektedir:

 

Ben İbn Abbas'ın yanında oturuyordum. Bu sırada dokuz kişi geldi ve ona şöyle dediler: Ya bizimle gelirsin ya da meclisi boşaltır, bizimle yalnız konuşursun.

 

İbn Abbas onlara “Hayır ben sizinle gelirim” dedi. O zamanlar henüz İbn Abbas'ın gözleri kör olmamıştı. Biraz konuştular. Onların konuşması bir müddet devam etti ve biz onların ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ancak İbn Abbas onlardan ayrılıp bize dönünce yakasını silkerek ufluyor ve şöyle diyordu: Onlar hiç kimseye nasip olmayan on faziletin sahibi biri aleyhinde konuşuyorlardı.

 

Onlar öyle bir kişinin aleyhinde konuşuyorlardı ki Hz. Resûlullah (Hayber Savaşı'nda) O'nun hakkında “Öyle bir kişiyi göndereceğim ki Allah onu hiçbir zaman hiç kimse karşısında mağlup etmez. O, Allah ve Resûlünü sever, Allah ve Resûlü de O'nu sever!” buyurmuştur… “Sen, benim velimsin, benden sonra da bütün müminlerin velisisin...”[1]

 

Yani bu dokuz kişilik grup İbn Abbas'a seninle özel konuşmamız gereken bir konu var demektedirler.

 

Pasaj şu iki hususu içermektedir.

 

İlk olarak; Resûlullah (s.a.a.) burada “Ben kimin mevlâsı isem işte bu Ali de onun mevlâsıdır” demedi ki bizler de ‘‘mevlâ kelimesinin 22 manası vardır'' diyelim. Nitekim bazıları bu tür itirazlarla verilmek istenen mesajı boğmaya çalışıyor.

 

Resûlullah (s.a.a.) “veli” sözcüğünü kullanıyor. ‘‘Allah-u Teâlâ velidir'' ifadesinde geçen veli lafzını kullanmıştır. “Veli”, muhabbet ve yardım anlamına gelmekte midir? 

 

“İnnemâ veliyyukumullâhu ve Rasûlühü…” (Sizin veliniz ancak Allah ve Resûlüdür). Hz. Resûlullah'ın velayeti sadece yardım ve sevgiye mi özgüdür yoksa ikinci boyutu da içermekte midir?

 

Bu pasaj açık seçik bir şekilde bize İmam Ali'nin “veli” olduğunu açıklamaktadır. Bu hadisin isnad zincirine ilişkin sorular akla gelebilir, ancak dediğimiz gibi acele etmeyelim, senedini de ele alacağım.

 

Bizim için önemli olan, bu tabirin Fazâilü's-Sahâbe adlı eserde geçmesi ve Resûlullah'ın Ali'ye (a.s.) “Sen benim ve bütün müminlerin velisisin” demesidir.

 

İkinci kaynağımız Kur'ân-ı Kerim'in nassıdır. Kur'ân-ı Kerim açık seçik bir şekilde Hz. Peygamber'in müminlere kendi canlarından ve nefislerinden daha evlâ-öncelikli olduğunu söylüyor. Bu ayetin yorumunda herhangi bir belirsizlik bulunmamaktadır. Gelin Allah Resûlüne soralım. Ey Allah'ın Resûlü, bu makamı (her müminin üzerinde evleviyet sahipliğini) kendin dışında başka bir kimseye de verdin mi?

 

Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel'e bir bakalım.

 

Rivayet Bera b. Azib'den olup şöyledir:

 

Bizler bir yolculukta Resûlullah (s.a.a) ile birlikteydik. Gadir-i Hum denilen yerde konakladık. “Namaz toplayıcıdır” denilerek bize nida edildi. Resûlullah için bir ağacın altında gölgelik yapıldı. Öğle namazını kıldırdıktan sonra Ali'nin (a.s.) elini tutarak şöyle buyurdu: Benim müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?

 

Orada bulunanlar “Evet biliyoruz” dediler.

 

“Benim her bir mümin için kendi nefsinden daha evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?” buyurdu.

 

Oradakiler “Evet biliyoruz” dediler.

 

Resûlullah Ali'nin elini tutarak “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” buyurdular.[2]

 

Allah Resûlünün (s.a.a.) güneşin sıcaklığından etkilenmemesi ve gölgelenmesi için kendisine gölgelik yapılıyor.

 

Gadir-i Hum hadisinin giriş cümleleri “Müminlere kendi nefislerinden daha evlâ oluş” ifadelerini içermektedir.

 

Evlâlığın (evleviyetin) sahasını Resûlullah (s.a.a.) oldukça geniş tutuyor ve her şeyi kapsadığını belirtiyor. Buna göre bu hususun en açık tezahürlerinden biri de ümmetin idaresidir.

 

Peki, bu mevleviyet, ‘‘mevleviyet-i muhabbet'' midir yoksa ‘‘mevleviyet-i evleviyet'' mi?

 

El-cevap: Mevleviyet-i muhabbet olasılığını Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Benim her bir mümin için kendi nefsinden daha evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?” cümlesi ortadan kaldırıyor. Bu girişin bu anlamla bağlantılı olmadığını söyleyecek olursak hiçbir anlam ifade etmemiş olur ve amaçsız bir cümle haline gelir.

 

Resûlullah (s.a.a.) ayetle istidlal ederek konunun eksenini sunuyor. Eğer “mevlâ”dan kastın muhabbet olduğunu söyleyecek olursak bu durumda ayet konuyla alakasız olmuş olur.

 

Bir diğer kanıt daha var. Ancak bu pek çok kimsenin gözünden kaçmış ve çok az kişi bu nükteyi yakalayabilmiştir. Bu, “Allah'ım! O'na dost olana dost, düşman olana düşman ol!” nebevî buyruğudur.

 

Bu olay gerçekleştikten sonra Ömer O'nunla karşılaşınca kendisine Ne mutlu sana! Ne mutlu sana ey Ebû Tâlib'in oğlu! Benim ve her mümin ve müminenin mevlâsı oldun! demiştir.[3]

 

İlk dikkat edilmesi gereken husus Allâme Şuayb el-Arnavut'un hadis hakkında “sahih li-ğayrihi” nitelemesini kullanıyor oluşudur.[4]

 

İbn Useymin Mustalahü'l-Hadis adlı eserinde şöyle der:

 

Sahih li-zâtihî: Zaptı tam, adaletli râvînin muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şâz olmayan ve mertebesini kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir.

 

Sahih li-ğayrihi: Bu birkaç yoldan rivayet edilmesi halinde sahih sayılan, hasen li-zâtihi olan hadistir.

 

Hasen li-zâtihi: Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şâzlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak hadistir. [5]

 

Dolayısıyla bu hadis muteberdir.

 

İkinci halife Ömer, Ali'ye (a.s.) “…mevlâsı oldun!” diyor. Aziz dostlara soruyoruz. Bu mevlâlık muhabbet anlamında mıdır, yoksa siyasi yönetim anlamına gelen velayet anlamında mı?

 

Eğer sevgi anlamında ise zaten daha öncesinde de Ali (a.s.) bu makama sahipti. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu durumda “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” demesine gerek kalmazdı. Zira Resûlullah (s.a.a.) “Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder” demiştir. Ancak ikinci halifenin Arap dilini bilmediğini söylerseniz o da artık size kalmış!

 

Muhabbet ve meveddet meselesi Kur'ân ve Sünnet'te sabittir. İkinci halife “…mevlâmız oldun” diyorsa şu anlama gelmektedir: Sen bu olayla ve bu atamayla, Resûlullah'ın bu eylemiyle öncesinde sahip olmadığın bir makam elde ettin. Eğer bu konum sevgi ve muhabbet makamıdır denecek olursa Emîrü'l-Müminîn Ali (a.s.) bu makama daha öncesinde sahipti deriz.

 

Yüz defa da olsa söyleyeceğim. İkinci halife, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) İmam Ali'yi imamet makamına atadığını biliyordu.

 

Kimse bize “Resûlullah (s.a.a.) bu sözü söylemiştir. Ancak sahâbenin büyüklerince açık olarak anlaşılacak bir şekilde değil” şeklinde bir itirazda bulunmasın. Ömer'in bu sözleri ve bu makbul ve sahih rivayetler açıkça Ali'yi kutladığını ve O'na biat ettiğini göstermektedir.

 

Sunucu: O'nun dışında da pek çok kişi bu hadisten atamayı anlamıştır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İkinci halife, Gadir-i Hum olayından sonra “Benim ve her mümin ve müminenin mevlâsı oldun” demiştir. İkinci halifenin kendisi her mümin ve mümine grubunun kapsamına girmekte midir? Girmediğini söylüyorsanız o da sizin bileceğiniz bir iştir. Ama o zaman siz, ikinci halifenin iman ettiğini inkâr etmiş ve onu dinden çıkarmış olursunuz. Ali (a.s.) bu vakıayla onun mevlâsı, imamı, velisi ve nefsinden daha evlâ olduğu kimse olmuş olur. Sonda söyleyeceğimiz şeyleri başta söylemek ve konuların dizilişini dağıtmak istemiyorum.

 

Azizlerim “Esasında bu imamet-hilafet-velayet sabit olmamıştır” türündeki itirazlar geçerli değildir. Hilafet ve imamet sabit olmuştur. İlk biat edip ikrar edenlerden birisi de Ömer İbn el-Hattab'dır. İkrar etmesinin ardından bununla amel etmemesi ise ayrı bir konudur. Şimdilik bu konuyu ele almak istemiyorum.

 

İkinci husus: Hz. Peygamber (s.a.a.) sahih, muteber ve açık hadislerde İmam Ali'nin müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğunu söylemiştir. Şaşılacak olan nokta şu ki Nehcü'l-Belâğa'da da Ali b. Ebû Tâlib'in imamet-hilafet-velayet-kıyadete ait olduğunu ispatlayan açık ifadeler vardır. Hz. Ali'nin (a.s.) kendisi ‘‘Ben insanlara (müminlere değil) kendi nefislerinden daha evlâyım!'' diyor.

 

Bunlar diyorlar ki Ali (a.s.) böyle bir söz söylememiştir. Bu bütünüyle bir demagoji ve hakikatlerle oynamadır. Kendi terminolojimizi Kur'ân'ın ve nebevî nasların karşısında hakem tayin etmektir. Elimizde “nassa-yenussu / ismen atadı-ismen atıyor” kipinde ayetler ve rivayetlerin bulunmadığı doğrudur. Elimizde “ceale”, “evlâ”, “velî”, “halife” şeklindeki elfâzı içeren rivayetler bulunmaktadır. “Resûlullah'ın İmam Ali'yi ismen halifeliğe atadığının geçtiği tek bir rivayet var mıdır?” demeyiniz. Bu bir demagojidir ve tartışmadan kaçmaktadır. Çünkü bizlerin bu konuya başlarken dile getirdiğimiz gibi Kur'ân-ı Kerim'in kullandığı terimlere bakmamız gerekiyor.

 

Azizlerim! Ali b. Ebû Tâlib'in “velî” ve “müminlere kendi nefislerinden daha evlâ” olduğu ortaya konduğuna göre belli olmaktadır ki O ikinci boyutta da Allah Resûlünün halifesidir. Ancak buna rağmen ‘‘Seyyidim bir nas varsa bize gösteriniz'' denilebilir ki bunun da cevabını verelim.

 

İmam Ebû Bekir Ahmed b. Ömer İbn Âsım (h. 287)'in es-Sünne adlı eserine bakıyoruz.

 

Rivayet İbn Abbas'tandır. O şöyle demektedir: Resûlullah (s.a.a.) İmam Ali'ye şöyle buyurdular: Ey Ali! Sen bana oranla Harun'un Musa'ya nispeti konumundasın. Ancak sen peygamber değilsin. Sen, benden sonraki bütün müminler için benim halifemsin.[6]

 

Buna göre Allah Resûlünün hadislerinde üç tane terim (velî, halife, evlâ) bulabildik: “Sen bütün müminlerin velisisin.”, “Sen müminler hakkında benim halifemsin.”, “Sen müminlere kendi nefislerinden daha evlâsın.”

 

Özetle naslar açısından tartışmaya mahal hiçbir alan kalmıyor.

 

‘‘Seyyidim bu nasların sahih bir isnad zincirine sahip olduğunu kim söylüyor, bunları kim kabul ediyor?'' sorularına ileride cevap vereceğiz.

 

Sunucu: Bu nasların ayırt edici özellikleri nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu nasların ikiye ayrılması mümkündür. Bizler bunlar arasından üç nas zikrettik.

 

İlk nas: Sen benden sonra bütün müminlerin velisisin.

 

İkinci nas: Sen benden sonra bütün müminler hakkında halifemsin. “Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır. Ben kimin mevlâsı isem işte bu Ali de onun mevlâsıdır!”

 

Üçüncü nas: Bizler Menzile hadisi ile istidlal ettiğimizde “Bunda Resûlullah'tan sonraki hilafete delalet yoktur” denilmektedir. Bu halifelik sadece O'nun hayatta olduğu dönem ile sınırlıdır.

 

“Ben kimin mevlâsı isem işte bu Ali de onun mevlâsıdır.” hadisi ile istidlal edecek olursak İbn Teymiyye ve yandaşları, Ümeyyeci din anlayışını benimseyenler “Hadiste geçen mevlâ sözcüğünden murat, imamet ve hilafet değil muhabbet ve yardımdır'' diyerek itiraz edeceklerdir.

 

“Veli” ve “halife” sözcükleri hakkında bize itiraz edemeyecekleri bir hususu dile getirmek istiyorum. Hadis ‘benden sonra' ifadesini içermektedir. 

 

Değerli izleyiciler hadisin ifadesi “Sen benden sonra bütün müminlerin velisisin!”, es-Sünne adlı eserde ise “Sen benden sonra müminler hakkında halifemsin” şeklindedir.

 

Öyleyse bu halifelik Resûlullah'ın mübarek hayatından sonrası ile bağlantılıdır. Dolayısıyla kimse bize itiraz edemez. Bu halifeliğin Resûlullah'tan sonrası için olduğu açıktır.

 

“Sen benden sonra bütün müminlerin velisisin” hadisinde geçen velayet de muhabbet anlamında değildir. Çünkü bu sevgi Resûlullah hayattayken de İmam Ali için sabitti. Dolayısıyla hadis “benden sonra” diyerek sınırlandırmaktadır.

 

Seyyidim “benden sonra” ifadesinin hilafete yani imamet ve velayete delalet ettiğini söyleyen Ehl-i Sünnet bilgini var mıdır?

 

El-cevap; vardır. Ehl-i Sünnet kaynaklarından bunu ortaya koymaya çalışacağız.

 

Allame Mübarekfurî (h. 1353) Tuhfetü'l-Ahvezî adlı eserinde şöyle demektedir:

 

“O benden sonra bütün müminlerin velisidir” bazı nüshalardan “ba'di”(benden sonra) sözcüğünden önce “min” harf-i cerri bulunmaktadır ki her iki durumda da hadisin anlamına tesir söz konusu değildir. Hadisin bazı varyantlarında ba'di sözcüğünden önce min ifadesi geçmektedir. İmam Ahmed'in Müsned'inde de bu şekildedir. Şia, İmam Ali'nin Hz. Resûlullah'tan hemen sonraki halife olduğu hususunda bu hadisle istidlal etmektedir. Hadisten bu şekilde bir istidlal bâtıldır. Çünkü istidlâlin sahih oluşu, hadiste ba'di sözcüğünün bulunmasına bağlıdır. Kanıt olarak kullanılabilecek mahfuz ve sahih bir hadis olmasına bağlıdır. Ancak böyle bir hadis yoktur. (Yani hadis sahih değildir. Çev.) Çünkü Cafer b. Süleyman yalnız kalmıştır ki bu şahıs Şiî'dir, hatta Gulat-ı Şia'dandır.[7]

 

Pasaja göre nasta “ba'di” (benden sonra) sözcüğü bulunacak olursa Şia'nın istidlâli sahih olur. Ancak Mübarekfûrî “Sahih hadislerde bu ifade geçmemektedir” demektedir. Buna göre hadisin istidlâlinde müşkül yoktur, sorun senede ilişkindir. Şia, hadisin isnad zincirinin sahihliğini ispatlarsa istidlâli doğrudur demektir ve Ali (a.s.), Hz. Resûlullah'tan hemen sonraki halife olmuş olur.

 

İnşallah önümüzdeki programlarda hadisin bu bölümünün sahihliğini ispat edeceğiz.

 

Şia-i İmâmiyye'nin “Allah Resûlünden hemen sonraki halife Hz. Ali'dir” şeklindeki nazariyesinin sahih olduğuna dair Ehl-i Sünnet'in büyük bilginlerinden birinin açık ifadelerine bakacağız.

 

Önümüzdeki programlarda bu rivayetin gerçekten de sadece Gulat-ı Şia'ya mensup tek bir şahıs tarafından mı rivayet edildiğine bakacağız. Kişinin Şiîliği taan edilmesi nedenidir, görüşü Ümeyyeci din anlayışına aittir. Kişi Nâsıbî (Ehl-i Beyt düşmanı) olacak olursa problem yok, güvenilir olabilir, ama Şii oluşu problemlidir! Resûlullah'ın hakkında “Sana ancak münafık kişi buğzeder!” dediği kişiye düşmanlık besleyen birisinden hadis alınmasında herhangi bir engel bulunmamakta, ancak İmam Ali'yi sevince problem doğmaktadır!

 

Sunucu: Suudî Arabistan'tan İbrahim kardeş hatta, buyurun.

 

İbrahim: Es-selâmu aleykum. Şeyhim bazı sorularım var.

 

İlk sorum: Belirttiğiniz naslardan anlaşılıyor ki İmam Ali mevlâmızdır ve müminlerin emiridir. Bu hadis Âl-i Beyt'in tümünün veli oluşunu ve hilafetin onlara ait olduğunu da ispatlar mı?

 

İkinci soru: “Ali benden sonra halifedir.” Hz. Ali'nin ilk veya son halife oluşunda ne gibi bir fark vardır?

 

Sunucu: Ali'nin (a.s.) birinci veya dördüncü halife olması aynıdır denmek isteniyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Azizlerim, oldukça büyük bir problem vardır. Eğer büyük, önemli bir problem olmamış olsaydı bu konu günümüze kadar devam etmezdi. İslam tarihinde tartışılıp da ortadan kalkan birçok mesele vardır. Ancak bu mesele günümüze kadar varlığını ve önemini korumuştur. Bu husus da bu meselenin dinî maarifin en önemlilerinden olduğunu göstermektedir.

 

Bir örnek vereyim. Ali'nin (a.s.) Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra imam ve halife olduğu sabit olursa Resûlullah'tan sonra yaşayıp da O'na biat etmeyenlerin hükmü ne olur? “Boynunda bir imamın biatı olmaksızın ölen kimse Cahiliye ölümüyle ölmüştür.” Bu rivayetler Müslümanlar arasında müttefekun aleyhtir (Şia ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilmiştir). Yani kendisine iman edilmesi gereken bir imam olmalıdır. Azgın bir topluluğun imamına biat eden kimse Kıyamet Gününde Muaviye'nin sancağı altında gelecektir. Çünkü ayet-i kerime, “Biz bütün insanları imamlarıyla çağıracağız” buyurmaktadır. Dünyada biat ettiği imamı batıl olan kimse bu imamın sancağının altına çağrılır. Dolayısıyla bu mesele oldukça önemlidir. Hak imametin, İmam Ali'ye ait olduğu ortaya konursa O'na biat etmeyen kimsenin de Cahiliye ölümü ile ölmüş olduğu anlaşılmış olur.

 

Birinci halife olma ile dördüncü halife olma arasında fark nedir, diye soruluyor. Fark oldukça büyük. Ali (a.s.) ilk halife olsaydı insanların tümü veya bir bölümü O'na biat etmiş olsaydı -kanaatimce insanların tümü değil bir bölümüdür Ali'ye muhalefet eden-… Sizler Ebû Bekir'e karşı çıkanları mürted olduğuna O'nun halifeliğinin şerî bir hilafet olduğuna inanmaktasınız. Peki, İmam Ali'nin imametini ve hakkını kabul etmeyenler? Bundan dolayıdır ki Cemel ve Sıffin Savaşında Hz. Ali'ye karşı çıkan kimseleri ilk halifeye karşı çıkanlar gibi değerlendirmiyorsunuz. Halifeleri de tasnif ediyor ve şöyle diyorsunuz. ‘‘Birinci halife bize göre en üst tabakadadır, ikinci halife ikinci, üçüncü halife üçüncü ve dördüncü halife ise dördüncü tabakadadır'' diyorsunuz. İlk halifeye karşı çıkanlar mürted oluyor ama dördüncü halifeye karşı çıkanlar mürted olmuyor! İmam Ali daha haklı idi, diğerleri de müctehid idi, yanılgıya düştü, diyorsunuz. Peki ilk halifeye karşı çıkanlar neden müctehid olup da hataya düşenler kategorisinde olmuyorlar? Çünkü İmam Ali'ye karşı çıkan Muaviye'dir de ondan...

 

Aziz dostlarım bu meselenin semeresi vardır. Allah aşkına şu mesele hakkında ne diyorsunuz? Allah Resûlünün vefatından sonra Hz. Fâtıma'nın (s.a.) imamı kimdir? Fâtıma (s.a.) imam olarak kimi tanımalıydı? Eğer birinci halifeyi imam edinmesi gerektiğini söylüyorsanız sizler de biliyorsunuz ki O (s.a.) Ebû Bekir ve Ömer'e kızgın idi. Bu durumda Fâtıma'nın Cahiliye ölümüyle ölmesi gerektiğini söylemeniz gerekmektedir! Peki bu durumda Fâtıma (a.s.) nasıl “Cennet Ehli Kadınların Hanımefendisi” olabiliyor? Âlemlerin efendisi ifadesini kullanmak istemiyorum. “Cennet ehlinin hanımlarının efendisi” ibaresi Sahihü'l-Buhârî ve diğer hadis mecmualarında geçmektedir. O'nun ilk halifeye biat etmediği de kesin bir şekilde biliniyor. Bu durumda Hz. Fâtıma'nın Cahiliye ölümü ile öldüğünü kabul etmelisiniz ki buna cüret edebilecek tek bir Müslümanın çıkacağını düşünmüyorum. Çünkü bu Allah-u Teâlâ'nın tertemiz kıldığı bir şahsı din dışına çıkarmak anlamına gelir.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak



[1] Ahmed b. Hanbel, Fazâilü's-Sahâbe, c.  2, s. 850, tahkik: Vasiyullah b. Muhammed Abbas, Dârü İbni'l-Cevzî, 1426, Suudî Arabistan.

[2] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 30, s. 275, hadis no: 18332, tahkik: Allâme Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risâle.

[3] A.g.e., a.g.y.

[4] A.g.e., a.g.y.

[5] İbn Useymin, Mustalahü'l-Hadis, s. 13-14.

[6] Ebû Bekir Ahmed İbn Ömer İbn Asım, es-Sünne, c. 2, s. 799, hadis no: 1222, tahkik ve tahric: Doktor Basım İbn Faysal el-Cevabire, Riyad, Dârü's-Sumayî, 3. basım, 1426.

[7] İmam Hafız Allâme Muhammed İbn Abdurrahman İbn Abdurrahim el-Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî bi-Şerhi Câmiî't-Tirmizî, c. 10, s. 199, Edisyon: Ali Muhammed Mivaz ve Adil Abdülmevcud, Dârü İhyâi't-Turâsi'l-Arabî.