İbn Teymiyye'nin Hz. Ali'ye küfredenlere yaklaşımı (2)

İbn Teymiyye'nin Hz. Ali'ye küfredenlere yaklaşımı (2)
Bilemiyorum, sizler sahâbenin masum olmadığını söylemiyor musunuz? Muâviye’nin hata ettiğini ve bunu hak ettiğini söyleyiniz ne olacak ki? Hayır, konu Muâviye olunca sanki kırmızıçizgileriymiş gibi Muâviye’den değil de Resûlullah’tan vazgeçiyorlar!

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Salât ve selâm bütün varlıkların en üstünü Hz. Muhammed'e (s.a.a.), pak ve mutahhar Âl'ine olsun. Sevgili dostlar, Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Seyyid Kemal Haydarî Bey ile yaptığımız programımızın yeni bir bölümüyle karşınızdayız. Teberrük olsun diye âlimlerden birisinden aktarılan bir nükte ile programa başlamak istiyorum. Şöyle ki ona “Allah Tebarek ve Teâlâ neden Peygamberinden tek bir şey istemesini talep etti? Peygamber'in onca gördüğü baskıya, eziyet ve işkencelere karşı ümmetinden istediği tek bir şey vardır, o da Ehl-i Beyt'e meveddettir.” diye sorulunca o büyük âlim bu soruya şu cevabı verdi: “Çünkü meveddet (sevgi) bütün hayırların başıdır. Sevgi itaati, itaat ittibaı celp eder. Dolayısıyla kim Resûlullah'a (s.a.a.) itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim Resûlullah'ı (s.a.a.) severse Allah'ı sever, Allah'ı seveni ise Allah herkese sevdirir.” Allah bizlere ve siz değerli kardeşlerimize Hz. Muhammed'in ve Âl-i Muhammed'in sevgisini bağışlasın. Seyyid Kemal Haydarî Bey hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyidim önceki programda sizin ve değerli izleyicilerin hizmetinde bulundum. Önceki programda İbn Teymiyye'nin İmam Ali'ye eziyet eden ve hakaretlerde bulunanlara yaklaşımını ele alıyordunuz. Programa başlarken izleyicilerin konu hakkında bir kopukluk yaşamamaları için ilk bölümün bir özetini sunabilir misiniz?  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman ve Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda sahâbeden hiç kimsede bulunmayan, İmam Ali'ye ait birtakım fazilet ve menkıbelere değindik. Kimse bize ‘‘Diğer kaynaklarda da Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) diğer sahâbesinin birtakım faziletlerine değinilmektedir'' diye itirazda bulunmasın. İnşallah bazı internet sitelerinde veya televizyon kanallarında sık sık dile getirilmeye başlanan bu söz üzerine ilerleyen bölümlerde duracağız. Bizler önceki programlarda şunu belirttik: Takip edeceğimiz ilmî ve doğru metod şudur ki, bizler âlimlerin üzerinde icma ettikleri Sünnet-i Nebeviyye'yi delil olarak alacağız. Ben Ebû Bekir ve Ömer'e varıncaya kadar sahâbe kuşağından hiçbirisinde bulunmayıp sadece Ali'ye (a.s.) mahsus faziletler ve menkıbelere değindiğimde muradım değişik fırka ve yönelişlere sahip olan âlimlerin üzerinde icma ettikleri Sünnet-i Nebeviyye'dir. Önceki programlarda sahih bir şekilde ve âlimlerin ittifakıyla sabit olduğu üzere İmam Ali'nin faziletlerinden biri “Kim Ali'yi (a.s.) severse Allah Resûlünü sevmiş olur.” ve “Kim Ali'yi (a.s.) severse beni sevmiş olur. Kim Allah Resûlünü severse de Allah'ı sevmiş olur” buyruklarıdır. Netice olarak kim Hz. Ali'yi severse Allah-u Teâlâ'yı sevmiş olur.

 

İkinci sonuç; âlimlerin açıklamaları ittifakla şunu göstermektedir. Kim Ali'ye (a.s.) buğzederse Allah Resûlüne (s.a.a.) buğzetmiştir. Allah Resûlüne buğzeden ise Allah'a buğzetmiş olur.

 

Önceki programda üzerinde durduğumuz üçüncü menkıbe de şu idi: Kim Hz. Ali'ye söverse Allah Resûlüne (s.a.a.) sövmüş olur ve kim Ali'ye eziyet ederse Allah Resûlünü incitmiştir. Ben Allah Resûlüne söven kimsenin Allah'a sövmüş olduğu konusunun açık olduğunu düşünüyorum. Hatta değerli izleyiciler için “Kim Ali'ye eziyet ederse Allah Resûlüne eziyet etmiş olur. Kim Allah Resûlüne eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş olur.” hadisini de okumuştuk. İşte bunlar önceki konularda işaret ettiğimiz faziletler ve menkıbeler idi. Gerçi bu konu çerçevesinde işaret edeceğimiz onlarca menkıbe ve fazilet de bulunmaktadır ve bunların tümü İmam Ali'ye özgüdür ve hiçbir sahabî hakkında varid olmuş değildir.

 

Kimse bize “Falanca ve filanca hakkında da buna benzer faziletler varid olmuştur.” diye itirazda bulunmasın. Varid olmuşsa dahi deyim yerindeyse bu mezhebî bir şekilde yani tek bir mezhep kanalından varid olmuştur. Yani sadece bir kitapta varid olmuş diğerinde ise varid olmamıştır. Yahut da Buhârî veya Müslim, sahâbeden falanca hakkında bir şey nakletmektedir ancak bu nakledilen şey konusunda âlimler ittifak etmiş değildir. İkinci veya üçüncü defa vurgulamış olayım, bizler Hz. Peygamber'den (s.a.a.) aktarılan rivayetler, hadisler, naslar ve eserleri delil olarak ileri sürmek istiyorsak bu hadislerin şu iki şartı haiz olması gerekiyor:

 

a- Delil olarak ileri sürülen hadisin âlimlerin icmasına konu olması.  

 

b- Âlimler nezdinde sahih ve makbul sayılması. Yani delil olarak gösterilecek hadis zayıf olmamalıdır.

 

Bundan dolayı bizler diğerlerinin kitap ve açıklamalarında mevcut olan zayıf rivayeti delil olarak ileri sürmüyoruz. Yani örneğin İmam Ahmed'in Müsned'inden bir şey nakledeceğimiz zaman sahih rivayetleri aktarmaktayız, zayıf rivayetleri değil. Bundan dolayı bir rivayete işaret etmek istediğimiz zaman sahih veya zayıf olduğunu da belirtiyoruz. Öyle olmasaydı muhataplarımız emin olunuz ki hemen itiraz eder ve bu rivayet bizim aleyhimize kanıt gösterilecek seviyede değildir, derlerdi. Biz nasıl ki böyle davranıyorsak muhataplarımızdan da bunu bekliyoruz. Ben bazı televizyon kanallarını izliyorum. İlmî bir üslup ile konuyu ele aldıklarını söyleyenler veya kendilerinin akademik bir kariyere sahip olduklarını iddia edenler Usûlu Kâfî'den veya Bihârü'l-Envâr'dan veya bizim başka kaynaklarımızdan aleyhimize delil getirmeye çalışıyorlar. Ancak bu ileri sürdükleri deliller bizim nezdimizde makbul değildir ve zayıftır. Bir başka ifadeyle reddedilmiştir. Değerli izleyicilerin dikkatlerini bir noktaya çekmek istiyorum. Bu konuyu defalarca vurguladım. Bize karşı bir şeyi delil olarak kullanmak istiyorsanız o şey müttefakun aleyh olmalı ve sahih olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber“Ümmetim dalalet üzere birleşmez.”, “Ümmetim hata üzere bir araya gelmez.” buyurmaktadır. Kendi kaynaklarınızda olmayan ancak bizim kaynaklarımızda geçen bir rivayet varsa bunu ألزموهم بما ألزموا به أنفسهم /Onları kendilerine sorumluluk addettikleri şeylerle yükümlü tutunuz” kuralı gereği kullanabilirsiniz.   

   

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid bir rivayet bizim kaynaklarımızda geçiyor ve bizler de o rivayetin zayıf olduğunu ve sahih olmadığını belirtiyorsak…  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerli izleyicilerin dikkatlerini şu noktaya çekmek istiyorum. Bizler önceki programlarda ele aldığımız konularda şimdi ele aldığımız bu konuda ve dahası ele alacağımız bütün konularda âlimlerin üzerinde icma ettikleri rivayetlere, bir başka ifadeyle üzerinde icma edilen Sünnet-i Nebeviyye'ye dayanmaktayız ve onları delil olarak ileri sürmekteyiz. Çünkü Resûlullah (s.a.a.) “Ümmetim dalalet üzere birleşmez.”, “Ümmetim hata üzere bir araya gelmez.” buyurmaktadır. İkinci olarak bu rivayetlerin tamamının âlimlerin kitaplarında yer alıyor olması ve üzerinde icmanın tahakkuk etmiş olması yeterli değildir. Aynı zamanda âlimler nezdinde sahih de olmalıdır.

 

Sunucu: Ya tümünün nezdinde sahih olmalıdır veyahut da onu delil olarak kabul eden nezdinde sahih olmalıdır.  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani bütün âlimler nezdinde sahih olmalıdır. Tabii, bu tür şeylere önem vermeyip yalan ve düzmece olduğunu söyleyenlerin değerlendirmelerinin hiçbir kıymeti bulunmamaktadır. Değilse âlimlerin nezdinde sahihtir. Bu husus, göz önünde bulundurulması gereken bir meseledir. Önceki programlarda elde ettiğimiz bir diğer sonuç da şudur: Hiç kuşkusuz şeksiz ve şüphesiz Muâviye İmam Ali'ye buğzetmekte ve O'na sövgülerde bulunmaktaydı. O, İmam Ali'ye hakaretlerde bulunurdu. Sahîhü Müslim ve İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adlı eserinden bunu açıkça ortaya koyan pasajları okuduk. Diğer onlarca kaynak da bu hakikati ispat etmektedir ve tarihe insaf, adalet ve ilmî perspektiften bakan bir kimse için bu konuda kuşkuya yer yoktur. Tarihî kaynaklara müracaat eden bir kimse İmam Ali'ye sövmeyi bir uygulama haline getirenin ve bunu ilk tesis edenin Muâviye olduğunu görür. Bu İmam Ali'ye daha öncesinde sövme ve hakaretlerin bulunmadığı anlamına gelmez. Evet, daha öncesinde de büyük olasılıkla vardı. Ancak bunu bir metot ve uygulama haline getiren, İmam Ali'ye buğzeden, O'na ve Ehl-i Beyt'e düşmanlık eden bir toplum ve nesil yetiştiren kişi Muâviye'dir.

 

Yeri gelmişken özet de olsa bir başka meseleye değinmek istiyorum. “Ey Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder” şeklinde geçen nifaktan murad amelî nifak değil, imanî nifaktır. Çünkü nifak konusu çerçevesinde münafıklığın alametlerini açıklayan rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerde geçen münafıklığın alametleri amelî boyutla bağlantılıdır, iman boyutu ile değil. Bundan dolayıdır ki Allâme Alûsî'nin Rûhu'l-Meânî adlı tefsirinde Muhammed Sûresi'nin 27-31. âyetlerini açıklarken Yezîd'in münafık olduğunu ispat ettikten sonra şöyle dediğini görmekteyiz:

 

Mütevatir hadislerde bu mana aktarılmıştır. Buna göre Lain'in (Yezîd'in) münafık olduğunda kuşkuya mahal bir durum yoktur. Sahih hadislerde ise bunların dışında nifakın alametleri sayılmıştı… Ancak âlimler bunun amelî nifakın alametlerinden olup imanî nifakın alametlerinden olmadığını söylemişlerdir.[i]

 

Allâme Alûsî'nin sahih rivayetlerden diye belirttiği rivayetlerden biri de “Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder” rivayetidir.

 

Kimileri imanî nifakın İmam Ali'nin düşmanlarına özgü olmadığını söylemeye çalışırlar. İbn Teymiyye de bütün eserlerinde bu görüşü savunmaya çalışır ve bunun İmam Ali'ye (a.s.) özgü faziletlerden olmadığını söyler. Allâme Alûsî bu pasajda buna da cevap vermektedir: ‘‘Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğzeder'' hadisinde geçen nifak, imanî ve akidevî nifaktır.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalar ve Müslümanların icmasıyla ilk olarak bu fazilet ve menkıbelerin sadece İmam Ali'ye özgü olduğu ve başka hiçbir kimseye ait olmadığı, ikinci olarak da İmam Ali'ye buğzeden, söven ve hakaretlerde bulunanların en açık örneklerinden birisinin de Muâviye olduğu anlaşıldı. İşte bu açıklamalar önceki konuların birer özetidir.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid Kemal Haydarî Bey, ısrarla Muâviye'nin Müminlerin Emiri İmam Ali'ye buğzu ve sövmesi üzerinde duruyorsunuz. Tarih kitapları da bu açık buğzun birçok örneklerini aktarmaktadır. Muhtemelen bunların içinde oldukça açık sözler de vardır. Belki de Muâviye'den daha önce de Hz. Ali'ye söven ve buğzeden kimseler vardı. Muâviye'den önce Müslüman olanlarda da buna rastlanabilir. Ancak neden Muâviye üzerinde bu derece çok duruyorsunuz? 

  

Seyyid Kemal Haydarî: Hakikatte bu soru birçok kimse tarafından sorulmaktadır: İmam Ali'ye buğzetmek ve sövmek sadece Muâviye gibi bir sahabîye özgü değil ki! Muâviye dışında da birçok sahabî İmam Ali'ye buğzetmekteydi, neden Muâviye?

 

Aslında bu konuya ve şu soruya önceki programda kısmen değindik. Şimdi ise biraz daha detaylandırmaya çalışalım. Muâviye üzerinde bunca durmamızın nedeni kesinlikle Muâviye'nin şahsiyetinden kaynaklı bir durum değildir. Onun şahsı bizi çok da bağlamamaktadır. Bu konulara başlarken şu hususu belirttik: İslam tarihinde Emevîci din anlayışı diye bir anlayış vardır. Bu anlayış birtakım ilke ve öğretiler üzerine kuruludur. İşte Muâviye'nin tesis ettiği Emevîci din anlayışının en önemli öğretilerinden biri İmam Ali'ye nefret beslemektir. Hatta sadece İmam Ali'ye düşmanlıkla kalmadılar, O'nun ailesine de kin beslediler. Meseleyi daha önemli hale getiren ise şudur: Bizler bu din anlayışının âlimler arasında yayıldığını görmekteyiz. Günümüzde çağdaş âlimler arasında da bu görüşü benimseyenler bulunmaktadır. Büyük büyük yazarlar Emevîci din anlayışını ve bu anlayışı tesis eden Muâviye'yi savunmaktadırlar! İnşallah ilerleyen programlarda ele alacağımız konular ile bu husus vuzuha kavuşacaktır.

 

Ben Muâviye'nin İmam Ali'ye buğzettiği, O'na sövüp saydığı ve hakaret ettiği ve O'na buğzedenin münafıklığı sabit olduğu halde var güçleriyle Muâviye'yi savunmaya çalışan bazı büyük âlimlerin üzerinde durmaya çalışacağım. Sizler Ehl-i Beyt Okulunun, bu mezhebe bağlı olanların ve âlimlerinin bir sahabîye karşı olumsuz tutum içine girdiğini görmektesiniz, fakat Ehl-i Beyt Okulu ona sahabî olduğundan ötürü olumsuz tutum içine girmiş değildir. Aksine onun münafık olduğuna inandıklarından, dahası İmam Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e buğzetme bidatını inşa etmesi yüzünden olumsuz bir tutum içindedirler.  Bu alanda Muâviye'yi savunmak için eserler kaleme alınmıştır. Ben öyle düşünüyorum ki biz birtakım hakikatleri arz edince değerli izleyiciler durumun vahametini anlayacaklardır. İnşallah bazı âlimlerin Muâviye'yi ölümüne savunmalarının üzerinde duracağız.

 

Örnek verecek olursak Nevevî'nin Sahîhü Müslim şerhi, İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-Nihâye'si, İbn Teymiyye, İbn Baz, Muhammed b. Abdülvehhâb'ın açıklamaları hep bu kategoriye girmektedir. Âlimlerden bir grup ise hiçbir sahabîyi savunmadığı kadar Muâviye'yi savunmuştur.

 

Kimse bize “Niçin böyle söylüyorsunuz? Âlimler falanca ve filancayı da savunmuşlardır” diyerek itirazda bulunmasın. Doğrudur, ancak merkezde ve eksende sürekli bir şekilde Muâviye'nin savunulduğunu görmekteyiz. Bundan daha korkuncu ise bu âlimler Muâviye ve Ümeyyeoğulları hakkında Hz. Peygamber'den aktarılan bütün hadisleri tevil etmeye kalkışmalarıdır. Ya rivayetleri zayıf göstererek devre dışı bırakmaya çalışmakta ya da yalan saymaktadırlar. Yahut da ileride de üzerinde duracağımız gibi hadisi, içeriği ile uygun düşmeyecek bir tarzda tevil etmeye kalkmaktadırlar.

 

Son dönemlerde elime bir eser geçti. Eseri internet sitesinden indirdim. Münir Muhammed Gadbân'ın Büyük Sahabî ve Mücahid Kral Muâviye b. Ebî Süfyân adlı kitabı. Müslüman Önderler serisinin 21. kitabıdır. Kapağında şu ifadeler geçmektedir:

 

Birçok kimse sözünü ölçüp biçmeksizin çok acele davranarak bu kişiyi -Muaviye'yi-müminlerin meşru yöneticisi Ali b. Ebî Tâlib'e karşı çıktığından, O'nunla hilafet konusunda mücadele ederek ümmetin kanının dökülmesine sebep olduğundan ötürü itham etmektedir. Onu, hilafeti saltanata dönüştürdüğünden ötürü de eleştirmişlerdi… Büyük âlimlerimiz, İslam'ın imamları, muhaddisleri, fakihleri ve müfessirleri, tarihçileri ise bu şahsı suçsuz görmüş ve onu içtihad eden ve içtihadında yanılan bir müçtehid kabul etmişlerdir.  İnşallah ecir ve sevaba da nail olacaktır.[ii]

 

Pasaja göre Muaviye haksız yere itham altında kalmaktadır ve bu ithamın herhangi bir hakikati de bulunmamaktadır. Hz. Ali b. Ebî Tâlib Sahâbe Ekolünün inanç ve kabulüne göre -en azından- dördüncü halifedir.

 

İşte bu adamın sözleri! Şimdi pasajdan bir cümle aktaracağım. Lütfen değerli izleyiciler, Muâviye'yi savunanlardan işaret edeceğimiz isimlere dikkat etsinler ki genel hat açığa çıksın ve vuzuha kavuşsun.

 

O şöyle diyor:

 

Buhârî, Müslim, Gazzâlî, Nevevî, İbn Teymiyye, Zehebî, İbn Kesîr, İbn Hacer ve diğerlerinin söz ve açıklamaları…[iii]

 

Defalarca belirttik. Gazzâlî dışındakiler genel Emevîci din anlayışının tesis edicileri ve âlimleridir. Sahîhü Buhârî ve Sahîhü Müslim hadis düzeyinde Emevîci din anlayışının tesis edicileridir. Bu konudaki karineler ortaya konulunca durum anlaşılacaktır. İşin teorik boyutunu ise açıkça İbn Teymiyye, İbn Kesîr, Zehebî ve İbn Hacer ve bunlardan sonra gelip de bunları taklid eden Muhammed b. Abdülvehhâb ve İbn Baz gibilerinde görebilmekteyiz. Muhammed b. Abdülvehhâb ile İbn Baz gibilerini anmamalarının nedeni bunların aslında hakiki anlamda âlim ve müçtehid olmayışıdır. Bunlar İbn Teymiyye'yi ve ondan sonra gelenleri taklit eden mukallitlerdir.  Bütün bunlara rağmen son dönemlerde Muhammed b. Abdülvehhâb ile İbn Baz'ı büyük âlim gösterme çabaları görülmektedir. Biz ise Muhammed b. Abdülvehhâb'ın bazı açıklamaları üzerinde bir nebze duracağız. Muhammed b. Abdülvehhâb büyük bir âlim olamaz ancak küçük bir mukallit olabilir. O, İbn Teymiyye'nin kelimelerini olduğu gibi aktarmaktadır. İnşallah ilerleyen bölümlerde bu konuya işaret edeceğiz.

 

 Münir Muhammed Gadbân'ın Muâviye adlı eserinin önsözünde şu açıklamalar bulunmaktadır.

 

“Bütün halk, hicretin kırk dördüncü senesinde Muâviye'ye biat etti. Nitekim bunu önceki kısımlarda da anlatmıştık. Hicri kırk birinci seneden Muaviye'nin vefat senesi olan hicri altmışıncı seneye kadar yönetim müstakil olarak Muâviye'nin elinde kaldı. Düşman ülkelerine cihada gidildi. Allah'ın kelimesi yüceltildi. Çevre ülkelerin hepsinden Muâviye'ye ganimetler geliyordu. Müslümanlar, onun yönetiminde rahat bir şekilde, adalet ve barış içinde yaşıyorlardı.” (İbn Kesîr)

 

“Muâviye b. Ebî Süfyân: Müminlerin Emiri, İslam'ın meliki Ebû Abdurrahmân el-Kureşî el-Emevî el-Mekkî.” (ez-Zehebî) [iv]

 

İbn Kesîr'den yaptığı alıntıya bakar mısınız? Müslümanlar adalet içinde yaşıyorlarmış! Sanki İmam Ali'nin ashabı takibat altında değilmiş ve İmam'ın ashabı öldürülmüyormuş! Yahut da bunlar Müslüman değilmişler gibi!

 

Zehebî'den yapılan alıntıda ise İmam Ali'ye hakaret eden, buğzeden ve söven münafık Muâviye hakkında “Müminlerin Emiri” ifadesi kullanılmaktadır!

 

Müellif eserinin önsözünde bu eseri niçin kaleme aldığını da belirtir. O şöyle der:

 

“Ben İslam tarihinde ve Resûlullah'ın terbiyesiyle yetişen, vahyin gölgesinde yaşayan sahâbenin öncü tabakasının ilk kuşağından hiç kimsenin Muâviye b. Ebî Süfyân (Allah ikisinden de razı olsun) kadar iftira, tezvirat ve bühtana maruz kaldığına inanmıyorum. Resûlullah'ın sahâbesine yaraşır olmayan bilgilerden birçoğu, insanların zihinlerinde kuşku götürmez ve tartışma kabul etmez birer sabit bilgi haline dönüştü.”[v]

 

Bir tuleka ve tulekanın oğlu nasıl sahâbe kuşağının öncü tabakasından olabiliyor? Demagojiyi ve yalanı görebiliyor musunuz?

 

Değerli izleyiciler görüyor musunuz, Muâviye yetmezmiş gibi babasını da ekliyor!

 

Müsaade ederseniz Gadbân'ın işaret ettiği bu isimlerden bir bölümünün üzerinde bir nebze de olsa durmak istiyorum.

 

Sahîhü Müslim'in üzerinde durmak istiyorum. Sizler de biliyorsunuz ki Sahîhü Müslim bir rivayet kitabıdır ve Allah'ın Kitabı'ndan sonraki en sahih kitaplardan kabul edilmektedir. İlerleyen bölümlerde Sahîhü'l-Buhârî ve Sahîhü Müslim'in niçin en sahih kitaplardan sayıldığını açıklamaya çalışacağız.

 

Sahîhü Müslim'de İbn Abbâs'tan bir rivayet aktaracağım.

 

Rivayet şöyledir:

 

İbn Abbâs'tan naklen rivayet etti. Şöyle demiş: Çocuklarla beraber oynuyordum. Derken Resûlullah (s.a.a.) geldi. Ben hemen bir kapının arkasına gizlendim, gelerek avucuyla omuzlarımın arasına dokundu. Ve ‘‘Git bana Muâviye'yi çağır!'' dedi. Ben derhal (gittim), geldim ve ‘‘O yemek yiyor'' dedim. Sonra bana tekrar ‘‘Git bana Muâviye'yi çağır!'' dedi. Hemen (gittim) geldim ve ‘‘O yemek yiyor'' dedim. Bunun üzerine ‘‘Allah onun karnını doyurmasın'' buyurdu.”[vi]

 

Bu rivayet Ehl-i Sünnet tarafından kesin hakikatlerden sayılır. Sened yönünden bu rivayetin isnad zinciri hakkında bir şey söyleyemezler. Ancak benim için önemli olan Müslim'in bu rivayeti hangi bâb başlığı altında ve hangi hadisten sonra rivayet ettiğidir. Lütfen dikkat ediniz! Bugün biraz bu nokta üzerinde duracağız.

 

Lütfen bâba bakınız: “من لعنه النبي أو سبه أو دعا عليه وليس هو أهلاً لذلك /Peygamber Bir Kimseye Hak Etmediği Halde Lanet Eder veya Söver yahut Beddua Ederse Bunun O Kimse için Arınma, Ecir ve Rahmet Olacağı Bâbı”

 

Bazıları bâb başlığının Müslim tarafından konulmadığını ve bâb başlıklarını kitabı basanların yerleştirdiklerini söylemektedirler. Bu o kadar da önemli değil. Çünkü rivayetlerin konusu bunu ihsas ettirmektedir.

 

Bu bâb başlığına göre Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) adalete uygun olmayacak bir şekilde sövüp, hakaretlerde bulunduğu anlaşılıyor! Allah-u Teâlâ'nın hakkında “O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) sadece vahiydir.” (Necm, 3-4) buyurduğu bir kimseyi adaletten düşürmekteler!

 

Bâb başlığının son bölümünü okuyalım lütfen. Müslim'in Muâviye için Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) neler yaptığını bir görelim: “O Kimse İçin Arunma, Ecir ve Rahmet Olacağı”

 

Bu rivayetten bir önceki rivayeti okuyalım.

 

Rivayet şöyledir:

 

“Bana Enes b. Mâlik rivayet etti. Dedi ki: Ümmü Süleym'in yanında yetim bir kız vardı. Ümmü Süleym Enes'in annesidir. Resûlullah (s.a.a.) bu yetim kızı görerek ‘‘O sen misin? Hakikaten büyümüşsün! Yaşın büyümesin!'' dedi. Bunun üzerine yetim kız ağlayarak Ümmü Süleym'e döndü. Ümmü Süleym ‘‘Sana ne oldu ey kızcağız'' diye sordu. Câriye ‘‘Allah'ın Peygamber'i (s.a.a.) bana yaşın büyümesin diye beddua etti. Şimdi artık benim yaşım ebediyen büyümeyecek veya ömrüm uzamayacak'' dedi.

 

Ümmü Süleym acele başörtüsünü örterek hemen çıktı. Allah'ın Resûlüne rastladı. Resûlullah (s.a.a.) ona ‘‘Ne var ey Ümmü Süleym?'' diye sordu. O da ‘‘Ey Allah'ın Peygamber'i (s.a.a.)! Sen benim yetim kızıma beddua mı ettin?'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Neymiş o ey Ümmü Süleym?'' buyurdular. Ümmü Süleym ‘‘Yaşı büyümesin ve ömrü uzamasın diye beddua ettiğini söyledi'' dedi. Bunun üzerine Hz. Resûlullah (s.a.a.) güldü. Sonra şöyle buyurdular: ‘‘Ey Ümmü Süleym! Bilmez misin ki benim Rabbime şartım vardır. Ben Rabbime şart koştum da söyle dedim: Ben ancak bir beşerim. Beşerin razı olduğu gibi razı olur, beşerin kızdığı gibi kızarım. İmdi ümmetimden herhangi biri aleyhine hak etmediği halde duada bulunursam, bunu onun için bir temizlik suyu, bir zekât ve kıyamet gününde onu kendisiyle Allah'a yaklaştıracak bir ibadet kılmalısın, dedim.”[vii]

 

Müslim'in bu pasajına dikkat ediniz lütfen. Bu nas, Resûlullah'ın (s.a.a.) Muâviye'ye duası mıdır yoksa bedduası mıdır? Müslim'in Muâviye ile ilgili hadisi bu bab başlığı altında ve bu rivayetten sonra zikretmesi Hz. Resûlullah'ın bedduasına Muâviye'nin layık olmadığına işaret etmektedir. Öyleyse Muâviye Resûlullah'ın (s.a.a.) bu bedduası ile arınma, ecir, rahmet, mağfiret ve Allah'a yakınlığa erişecektir.

 

Kimse bize ‘‘Seyyidim neden metne içerdiği anlamdan daha fazlasını yüklüyorsun?'' diye itirazda bulunmasın.

 

Yukarıda Muâviye adlı eserin müellifinin zikrettiği Muâviye'yi savunanlardan Nevevî'nin yorum ve açıklamalarına bir bakalım.

 

O bu hadisin şerhinde Müslim'in bu hadisi neden bu bâba ve Ümmü Süleym hadisinden sonraya yerleştirdiği hakkında şöyle der:

 

“Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun, Müslim bu hadisten Muâviye'nin bedduaya layık olmadığını anlamıştır. Bundan dolayı bu hadisi bu bâb başlığının altına yerleştirmiş ve bu hadisi Muâviye'nin diğer menkıbeleri haline getirmiştir. Çünkü Resûlullah'ın bu bedduası hakikatte Muâviye için bir duaya dönüşmüştür.”[viii]

 

Pasaja göre Müslim söz konusu hadisten Muâviye'nin bedduaya layık olmadığını anladığından rivayeti bu bab başlığı altına ve Ümmü Süleym hadisinden sonra yerleştirmiştir. İşte en-Nevevî'nin açıklamaları.

 

Şimdi de el-Bidâye ve'n-Nihâye'ye bir bakalım. O bu konu hakkında bir adım daha ileri gider. Öyle ifadeler kullanır ki insanın tüyleri diken diken olur.

 

O “Allah karnını doyurmasın” hadisini naklettikten sonra şöyle der:

 

“Gerçekten de artık bundan sonra Muâviye'nin karnı doymadı.” Dikkatle dinleyiniz değerli izleyiciler. Ben İbn Kesîr, İbn Hacer ve İbn Teymiyye Emevîci din anlayışına mensup kimselerdir, dediğimde bazıları ‘‘Bunu hangi delille söylüyorsunuz?'' diyebilir. İşte delillerden biri budur.

 

Bakınız, İbn Kesîr ne diyor:

 

Muâviye hem dünyasında hem ahiretinde Resûlullah'ın bu duasından yararlandı. Dünyadaki yararlanışı şöyledir: Muâviye, Şam'a vali olduğunda günde yedi kez yemek yerdi. Kendisine içinde bol miktarda et ve soğan bulunan bir yemek tabağı getirilir, o tabaktan yerdi, günde yedi kez et, tatlı ve bol miktarda da meyve yerdi. Sonra da ‘‘Vallahi doymadım. Ancak yemekten yoruldum, usandım.'' derdi. Bu nimet ve mideye bütün hükümdarlar rağbet ederler. Ahirette bu duadan yararlanışına gelince Müslim, Buhârî ve diğerlerinin sahâbeden bir gruptan aktardığına göre bununla ilgili olarak Resûlullah (s.a.a.) şöyle demiştir: ‘‘Allah'ım, ben sadece bir beşerim, herhangi bir kula sövmüş veya onu kırbaçlamış veya ona hak etmediği halde beddua etmiş isem bunu onun günahlarına kefaret yap ve kıyamet gününde sana yaklaşmasına vesile kıl.'' İşte Müslim ilk hadisi irad etmiş, ardından da bu ikinci hadisi irad etmiştir ve böylece bu hadis Muâviye'nin bir fazileti haline dönüşmüştür. Bundan dolayı Sahîhü Müslim'de bundan başka bir metin aktarmıştır.[ix]

 

Pasaja göre Muâviye ne yerse yesin doymuyordu.

 

Aslında bu pasaj Emevîci din anlayışının peygamber tasavvurunu da ortaya koymaktadır. Pasaja göre Hz. Resûlullah (s.a.a.) sövmekte, hem de haksız ve sebepsiz yere sövmektedir! Peygamber (s.a.a.) hakkında böyle düşünen birisi İmam Ali, Hz. Fâtıma ve Ehl-i Beyt (a.s.) hakkında neler düşünür, varın siz tasavvur ediniz!

 

Bilemiyorum, vallahi haksız yere sövmek sıradan ve mürüvvetsiz insanların dahi yapabileceği bir şey değildir. Ehl-i iman, ehl-i ilim, imam, hafız, büyük halifelerin böyle bir şey yapmayacağını bir tarafa bırakalım, sıradan insanlar dahi böyle davranmaz.

 

Yani Müslim'in hadisi serdediş şekline, hangi bâbda ve hangi hadisten sonra tahric ettiğine dikkatlice bakan biri Müslim'in bu hadisi Muâviye'nin ayıp ve kusuru olarak görmediğini ve Hz. Peygamber'den Muâviye'ye yönelik bir beddua olarak telakki etmediğini anlar. İşte bundan dolayı biz Sahîhü Müslim'i Emevîci din anlayışının tasnifleri arasında saymaktayız.

 

Öyleyse buraya kadar yapılan açıklamalarla bunların Muâviye'yi savunmak için Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) makamını küçük düşürmeye kalkıştıkları veya Resûlullah'ı (s.a.a.) bu tür ithamlarla itham ettikleri vuzuha kavuşmuştur.

 

Şimdi size bir pasaj okuyacağım. Bu pasaj yukarıda okuduğumuz pasajlardan daha net gibi. Bu pasaj, âlimlerin bir hadisin sıhhat derecesini belirlemek için kendisini dayanak olarak aldığı bir şahsa aittir. Onlar tarafından cerh ve tadil sahasının Allâme-i Ekber'i olarak kabul edilmektedir. Evet, Allâme Albânî'den bahsetmekteyiz.

 

Bakınız, o ne diyor:

 

“Allah karnını (Muâviye'yi) doyurmasın” hadisi.

 

Ben derim ki; bu hadisin isnadı sahihtir ve isnad zincirinde bulunan bütün râviler sikadır.[x]

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bazı fırkalar bu hadisi Muâviye'ye bir eleştiri ve ta'n vesilesi edinmişlerdir. Bu hadiste onlara yardımcı olabilecek bir durum yoktur. Hz. Peygamber'in vahiy kâtibi olan bir şahıs için böyle bir şey nasıl mümkün olabilir ki! Nitekim Hâfız Asâkir'in de belirttiği gibi bu hadis Muâviye'nin fazileti hakkında varid olan hadislerin en sahihidir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu bedduası kasıtlı bir şekilde söylenmiş değildir. Arapların âdeti üzere niyetsiz ve kasıtsız söylenen söz gibi… [xi]

 

Pasaja göre söz konusu hadis Muâviye'ye ta'n için kullanılabilecek bir hadis değildir. Yani bu hadis Muâviye için bir dua ve ikramdır.

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a.) dilinden dökülen bu sözler öylesine dökülmüş sözlerdir! Bilemiyorum, bunlar acaba hiç Kur'ân-ı Kerim okumuyorlar mı? Kur'ân-ı Kerim “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.” (Haşr, 7) “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) sadece vahiydir.” (Necm, 3-4) buyurmaktadır. Sanki sıradan bir insanın gaflet halinde söylediği bir söz gibi telakki ediyorlar! İşte Emevîci din anlayışının nezdinde Seyyidü'l-Kevneyn'in makamı ve Resûllerin ve nebilerin efendisinin konumu! İşte Emevîci din anlayışı dediğimizde bunu kastediyoruz. Ümeyyeoğullarının yegâne problemi Ali'ye (a.s.) buğzetmek ve sövmek değildir. Emevîci din anlayışı İslam'ı yok etmek, İslam'ın mesajını yozlaştırmak üzerine kurulu bir anlayıştır. Emevîci din anlayışı sadece Muâviye, Yezîd ve Ümeyyeoğulları ile sınırlı değildir. Günümüze kadarki bütün uzantıları ve kollarıyla değerlendirmek gerekiyor.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Resûlullah'ın beşerî dürtülerle böyle bir bedduada bulunduğunu söylemek de mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.a.) bunu birçok ve mütevatir hadiste kendisi açıkça dile getirmiştir. Nitekim Aişe'den nakledilen şu hadis bunlardandır:

 

Resûlullah'ın (s.a.a.) yanına iki adam girdi. Ve O'nunla ne olduğunu bilmediğim bir şey konuştular ve O'nu öfkelendirdiler. O da kendilerine lanet ve sitem etti. Çıktıkları vakit ben ‘‘Ey Resûlallah! Şu iki adamın kazandığı hayırdan kim bir şey kazanabilir'' dedim. ‘‘Ne o?'' buyurdu. ‘‘Sen onlara lanet ve sitem ettin!'' dedim. ‘‘Sen benim Rabbime koştuğum şartı bilmiyor musun? Allah'ım! Ben ancak bir beşerim, Müslümanlardan hangisine lanet veya sitem edersem bunu onun için bir arınma ve ecir kıl, dedim”[xii]

 

‘‘Beşerilik dürtüsü'' ifadesine dikkat ediniz lütfen. Bu ifade ile istediği eksiklikleri Resûlullah'a (s.a.a.) yükleyebilmektedirler.  Kur'ân-ı Kerim إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ /Ben de ancak sizin gibi bir beşerim” buyurmaktadır. Bu bakış açısına göre beşerilik eksikliklerinin tümü Hz. Resûlullah'ta bulunmalıdır.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) tasavvuruna dikkat ediyor musunuz? Kur'ân-ı Kerim Resûlullah (s.a.a.) hakkında وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ /Kuşkusuz sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 4) “وَلَوْ كُنْتَ فَظّاً غَلِيظَ الْقَلْبِ لانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ / Sen onlara sırf Allah'ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmrân, 159) buyururken bunlar ise bakın ne diyorlar? Resûlullah'tan mütevatir nakillere göre… İşte Emevîci din anlayışına göre Hz. Resûlullah (s.a.a.) haksız yere lanet etmekte, sövüp saymakta ve hakaret etmekte! Bir de pasaja göre Hz. Resûlullah (s.a.a.) lanet ettiğinin farkında değil. Lanet ediyor, sövüp sayıyor ve böyle bir şey yaptığının hiç farkında olmuyor!

 

Devamında Allâme Albânî şöyle diyor:

 

Müslim bu hadisi kendisinden önceki hadisle birlikte “Peygamber Bir Kimseye Hak Etmediği Halde Lanet Eder veya Söver yahut Beddua Ederse, Bunun O Kimse İçin Arınma, Ecir ve Rahmet Olacağı Bâbı” başlığı altında tahric etmektedir.[xiii]

 

Öyleyse Muâviye'yi savunanlardan birisi de Allâme Albânî'dir. Bilemiyorum, sizler sahâbenin masum olmadığını söylemiyor musunuz? Muâviye'nin hata ettiğini ve bunu hak ettiğini söyleyiniz ne olacak ki? Hayır, konu Muâviye olunca sanki kırmızıçizgileriymiş gibi Muâviye'den değil de Resûlullah'tan vazgeçiyorlar! Biz Resûlullah'ın kasıtsız bir şekilde söylediğine inanır ve Resûlullah'ı hatalı görürüz, demeye çalışıyorlar. İnsanların yaptıkları hataları, eksiklikleri, kusur ve lanetleri Resûlullah'a da yükleriz, demeye getiriyorlar.

 

Konuyu tamamlamadan iki hususa işaret etmek istiyorum.

 

İlk nükte; ilginç olan şudur ki Müslim haram mal yiyen kimse hakkında Resûlullah'tan (s.a.a.) “Haram mal yiyen kimsenin durumu yiyip de doymayan kimsenin durumu gibidir” hadisini aktarıyor. O sanki bu hadisi unutmuş gibidir. Allah-u Teâlâ ondan bu hadisi anlama olgusunu almış gibi. Çünkü onlar Resûlullah'ı (s.a.a.) eksik ve nakıs göstermeye çalışıyorlar.

 

Rivayet şöyledir:

 

“Şimdi her kim hakkıyla bir mal alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Her kim de hakkı olmadığı hâlde bir mal alırsa onun misâli yiyip yiyip doymayan obur gibidir” [xiv]

 

Allah-u Teâlâ bunların basiretini almış ve bunları kör kılmıştır. Eğer yiyip doymama olgusu bir övgü, bir fazilet ise Hz. Resûlullah (s.a.a.) neden haram mal yiyen kimse için bu teşbihi yapıyor. İşte ben bu hadisi değerli izleyicilerin, muhakkik ve insaf ehli kimselerin huzurlarına arz ediyorum. Yiyip doymama bir övgü sıfatı ise…

 

Bir kimse “Bunun övülen bir sıfat olduğunu söyleyen hiç kimse var mıdır?” diye sorabilir. Bu soruya cevabımız olumludur. Değerli izleyiciler lütfen İmam Zehebî'nin Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'sında geçen şu ibarelere dikkat etsinler. Zehebî “Allah karnı doyurmasın” hadisini naklettikten sonra şöyle der:

 

Muâviye'nin sevenlerinden bazıları ‘‘Allah karnını doyurmasın'' hadisini şöyle tefsir etmişlerdir: Ta ki Kıyamet Gününde karnı acıkan kimselerden olmasın diye. Çünkü o gün hakkında Hz. Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Dünya hayatında insanların en çok tok yaşayanı Kıyamet Gününde en fazla açlık çekeni olacaktır'' buyurmuştur.[xv]

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) Muâviye için bu duada bulunmuş ki o Kıyamet Gününde açlık çekmesin! Bundan dolayı Muâviye hakkında Müminlerin Emiri sıfatını kullanan Zehebî dahi bu yorum karşısında ‘‘bu kabul edebileceğimiz bir yorum değildir ve bu bir zorlamadır'' der.

 

O bu yorum hakkında şöyle der:

 

“Bu haber her ne kadar sahih olsa da bu yorum çürüktür.”[xvi]

 

Bu tevillerin çürük ve yersiz olduğunu söyler. Ancak Muâviye'yi savunanlar bu rivayetlerin isnad zinciri hakkında bir münakaşaya girişemeyince zorunlu olarak hadisin yorumuyla ve mazmunuyla oynamaya kalkışırlar. Muâviye'yi ve makamını koruma adına Hz. Resûlullah'ın makam ve izzetini küçültmeye çalışırlar. 

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid, rivayet meşhur olduğundan dolayı onlar bu tür açıklamalar yapmak zorunda kalmışlardır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette bu yorumu Müslümanların zihinlerine yerleştirmeye çalışmışlardır. İkinci nükteye geçelim.  İbn Kesîr gerçekten bu manayı zikrederken herhalde şu rivayetin farkında olsaydı şu ifadeleri kullanmazdı.

 

O, el-Bidâye ve'n-Nihâye'de şöyle der:

 

“Muâviye, Şam'a vali olduğunda günde yedi kez yemek yerdi… Günde yedi kez et, tatlı ve bol miktarda da meyve yerdi.”[xvii]

 

Bunlar Sahihü'l-Buhârî'de geçen şu rivayeti unutmuş gibidirler.

 

Rivayet şöyledir:

 

Nâfi' şöyle demiştir: İbn Ömer, beraberinde yemek yemek üzere sofrasına bir fakir getirilmedikçe yemek yemezdi. Ben bir gün onunla yemek yiyecek bir adamı yanımda getirdim. Fakat adam çok yemek yedi. Bunun üzerine İbn Ömer: Ey Nâfi'! Bu adamı bir daha yanıma sokma! Çünkü ben Peygamber'den (s.a.a.) işittim: Mümin bir midesine koymak için yer, kâfir ise karnındaki yedi bağırsağını doldurmak (karnım şişirmek) için yer, dedi.[xviii]

 

Bir diğer rivayet şöyledir:

 

İbn Ömer şöyle demiştir: Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Mümin tek mideye koymak için yer, kâfir yahut münafık -Ben Ubeydullah'ın bu iki kelimeden hangisini söylediğini bilmiyorum- karnındaki yedi bağırsağı doldurmak (karnını şişirmek) için yer'' buyurdu.[xix]

 

Sadece kâfir değil Muâviye gibi görüntü itibariyle Müslüman olan ama asılda münafık olanlar da yedi mide ile yer. Bu ikinci rivayet Sahîhü Müslim'de de geçer.[xx]

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla şu hususların vuzuha kavuştuğunu görüyoruz.

 

İlk olarak Sahîhü Müslim'in İmam Ali'ye söven, lanet eden ve minberlerde hakaret ve sövgülerde bulunan Muâviye'ye karşı tutumu. Yine aynı şekilde Muâviye'yi savunan Nevevî'nin tutumunun ne olduğu, yine Muâviye'yi savunan İbn Kesîr ve çağdaş âlimlerden Allâme Albânî'nin Muâviye'yi savunma hususundaki tutumları.  

 

Sunucu: Öyle anlaşılıyor ki Muâviye'yi savunma adına Resûlullah'ın makam ve mevkiini küçültmeye çalışan birçok örnek bulunmaktadır. Bu konuda başka örnekler sunabilir misiniz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Cevap sadedinde şunu belirtelim: Emevîci din anlayışına mensup olup da Muâviye'yi savunma adına Hz. Resûlullah'ın makam ve mevkiini küçültmeye çalışanlar kesinlikle az değildir. Ancak Sahâbe Okulunun büyük âlimleri böyle bir tutuma sahip değildirler. Onların Muâviye ve Ümeyyeoğulları hakkında kendilerine özgü tutum ve tavırları vardır. Biz ilerleyen bölümlerde büyük âlimlerin Muâviye ve Ümeyyeoğullarına karşı tutumlarını ortaya koyan bazı isimlere işaret edeceğiz.

 

Bir önceki programda okuduğumuz rivayete bir bakınız lütfen. Rivayet Sahîhü Müslim'de geçmekte ve Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan nakledilmektedir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bunun üzerine Muâviye ona ‘‘Ali b. Ebî Tâlib'e sövmene engel olan şey nedir?'' diye sorunca ‘‘Benim söyleyeceğim üç şey var ki; bunları onun için…”

 

Bakınız, Nevevî bu hadisin şerhinde ne diyor:

 

Âlimler derler ki zahir manası itibariyle bir sahabîyi zemmeden hadislerin tevili icab eder. Burada Muâviye'nin sözü Hz. A1i'ye sövmesi için açık bir emir değildir. O yalnız sövmesine ne mani olduğunu sormuştur. Ve herhalde ‘‘Vera ve takvadan dolayı mı, yoksa korku gibi bir şey sebebiyle mi bundan vazgeçtin? Eğer takva ve ihtiram için sövmedinse isabet etmişsin, iyi yapmışsın, başka bir sebeple vazgeçtinse onun da cevabı başkadır.'' demek istemiştir.[xxi]

 

Sahâbeye eleştiriye neden olacak hadislerin tevil edilmesi genel bir kuraldır. Hatta Resûlullah'ın (s.a.a.) hakkının çiğnenmesini gerektirse dahi! Pasaja göre sahabînin kusurlu görülmemesi gerekir. Değerli izleyiciler şunun farkında olsunlar ki onlar bu kuralı bütün sahâbeye uygulamazlar. Bunu sadece belirli birtakım sahabîler hakkında söylerler. İşte Muâviye bunlardan birisidir. Yani İmam Ali (a.s.) hakkında onun değerini düşüren bir hadis nakledilse herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Bir rivayette Ammâr eleştirilse, bu onlar için herhangi bir problem teşkil etmez. Onlar bu kural ile aralarında Muâviye'nin de olduğu birtakım özel sahabîleri kastetmektedirler. Her halükârda böyle bir rivayet tevil edilmelidir. İmam Nevevî'nin bu rivayeti teviline bir bakınız lütfen.

 

Pasaja göre Muâviye, Sa'd'a Ali'ye söv diye bir emir vermemiştir. Hâlbuki hadisin açık ifadesi أمر معاوية بن أبي سفيان سعداً /Muâviye b. Ebî Süfyân Sa'd'a sövmesini emretti.” şeklindedir.

 

Tevildeki zorlamayı görüyor musunuz?

 

Bu pasaja kendiliğimden cevap vermek istemiyorum. Sahâbe Okulunun çağdaş büyük âlimlerinden cevap aktarmak istiyorum. Nevevî, Emevîci din anlayışına mensup bir âlimdir.

 

Şimdi ise Ezher'in büyük âlimlerinden Üstad Doktor Musa Şahin Laşin'in Fethü'l-Münim adlı eserinden bir pasaj aktarmak istiyorum.

 

Hadisin ‘‘Muâviye b. Ebî Süfyân, Sa'd'a emretti.'' bölümünde geçen emredilen şeyin ne olduğu mahzuftur. Cümlenin takdiri şudur: Muâviye, Sa'd'a Ali'ye sövmesini emretti. O da fitneden kaçındı.

 

‘‘Ebû Turab'a sövmekten kaçınmanın nedeni nedir?'' cümlesi de mahzuf olan cümleye matuftur…

 

Nevevî bu hadisin şerhinde Muâviye'yi temize çıkarmaya çalışmıştır. Ancak onun tevili oldukça zorlama ve uzak bir tevildir. Sabit olan şudur ki Muâviye İmam Ali'ye sövmesini emrediyordu ki bu bir hatadır ve Muâviye masum da değildir. Ancak biz dilimizi Allah Resûlünün ashabına kötü söz söylemeye alıştırmayız. [xxii]

 

İşte Sahâbe Okulunun âlimlerinden birisinin konuya bakışı. Görüldüğü gibi Muâviye'nin hata ettiğine inanmakta ve Muâviye'nin İmam Ali'ye sövdüğüne kanaat getirmektedir. 

 

Sunucu: Saygı eğer Seyyid Kemal Haydarî Bey'e çok çok teşekkür ediyoruz.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 



[i] Alûsî, Rûhu'l-Meânî, c. 14.

[ii] Gadbân, Münîr Muhammed, Muâviye b. Ebî Süfyân Sahabîyyun Kebir ve Melikun Mücahid, Dârü'l-Kalem, Dımaşk ve Beyrut.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] A.g.e., s. 3.

[v] A.g.e., s. 5.

[vi] Sahîhü Müslim, c. 4, s. 387, Kitâbü'l-Birr ve's-Sıla, Bab No: 25 Hadis No: 2604 Tahkik, tahriç ve talik: Müslim b. Mahmûd Osmân es-Selefî el-Eserî.

[vii] A.g.e., Hadis No: 2603.

[viii] Nevevî, el-Minhâc Şerhü Sahihi Müslim b. el-Haccac, c. 15, s. 371, Dârü'l-Marife, Beyrut.

[ix] el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 11, s. 401.

[x] Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 1, s. 165, Hadis No: 82.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] A.g.e., a.g.y.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] Sahîhü Müslim, c. 2, s. 190, Kitâbü'z-Zekât, ‘‘باب تخوف ما يخرج من زهرة الدنيا /Bol Bol Verilen Dünya Nimetlerinden Korkulması Bâbı'' Bab No: 41 Hadis No: 1052.

[xv] Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 3, s. 123.

[xvi] A.g.e., a.g.y.

[xvii] el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 11, s. 400.

[xviii] el-Câmiü's-Sahîh, c. 3, s. 434, Kitâbü'l-Etime, Bab No: 11 Hadis No: 5393, el-Mektebetü's-Selefiyye.

[xix] A.g.e., Hadis No: 5394.

[xx] Sahîhü Müslim, c. 3, s. 588.

[xxi] el-Minhâc, c. 15.

[xxii] Laşin, Doktor Musa Şahin, Fethü'l-Münim Şerhü Sahîhi Müslim, c. 9, s. 332, Dârü'ş-Şurûk.