Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (6)

Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (6)
Muğîre b. Şu’be’nin Emevî ailesine en üst düzeyde bağlı olduğunu ve onları başkalarına karşı candan desteklediğini biliyoruz. Ebû Lülü’nün Muğîre b. Şu’be’nin hizmetkârı olduğunu ve Muğîre’nin adına çalıştığı bir Emevî teşkilatın bulunduğunu da biliyoruz... Yazar, Mekke’nin fethinden sonra “tulekâ”nın oluşturduğu gizli bir teşkilatın varlığına dair kanıtlar zikretmektedir.

 

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. “Mutârahâtun fi'l-Akîde” programımızın yeni bir bölümüyle huzurlarınızdayız. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyorum. Saygıdeğer Seyyid önceki programda nifak ve münafıklar konusu ile bağlantılı olarak ‘‘tevil asrının münafıkları'' diye yeni bir kavram ortaya attınız. Bununla neyi kastetmektesiniz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Çağdaş eserlerde özellikle de son dönemlerde kaleme alınan teliflerde oldukça önemli bir soru sorulmaktadır: Müslümanların yönetim dizginlerini ele alan bazı kimselerin ve sahâbenin bir bölümünün münafık olduğunu nasıl söyleyebiliriz? İslami fetihler bu kişilerin elleriyle gerçeklemiştir. Bu sorunu nasıl halledeceğiz? Eğer bunlar münafık iseler münafıklar İslam'ın yayılmasını arzulamazlar. Bunlar İslam sancağının yayılması, İslam toprağının genişlemesi için didinen ve İslam için özveri ile çalışan kimselerdir. Bu esasa göre bazı sahâbîleri, yöneticileri ve halifeleri savunan bu kimselerin, bunların uygun olmayan davranışlarını gördüklerinde “Onlar eliyle gerçekleşen İslami fetihlerden dolayı bu günahları bağışlanmıştır” dediklerini işitiyoruz. Yani bizler onların fetihleriyle İslam'a aykırı olan bu davranışlarını tarttığımızda İslami fetihlerinin günahlarına ağır bastığını görürüz. Şeyh İbn Teymiyye'nin deyimiyle “Muâviye'nin iyiliklerini terazinin bir kefesine, günahlarını ve eksikliklerini de diğer kefesine koyduğumuzda iyiliklerinin günahlarına ağır bastığını” görmekteyiz.

 

Bu tür sözleri çeşitli kanallarda dinlemekte, çağdaş eserler ve teliflerde okumaktayız. İşte bu akşam şu konuyu ele alacağız: Nifak kavramından ne kastedilmektedir?

 

Azizlerim, Hz. Resûl-u Azam'ın (s.a.a.) “Sizinle Kur'ân'ın tenzili üzere savaştığım gibi O da sizinle tevili üzere savaşacaktır” taksimine müracaat ettiğimizde O'nun (s.a.a.) açık ve net bir şekilde Sadr-ı İslam'ı tenzil ve tevil dönemi olmak üzere ikiye ayırdığını görürüz. Bu oldukça açık bir durum olduğundan herhangi bir beyana ihtiyaç duymamaktadır. Zaten biz de önceki programlarda bunun üzerinde durmuştuk.

 

Tenzil ve tevil dönemlerini ele aldığımızda ikisinin aynı özelliğe sahip olmadığını açıkça görebilmekteyiz. Hem tenzil hem de tevil döneminin kendilerine has birtakım nitelikleri bulunmaktadır. Tenzil ve tevil dönemlerine vâkıf olan bir kimse her birinin kendine has birtakım hedeflerinin olduğunu görecektir.  İkisinin aynı hedeflere sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü dönemler farklılık arz etmektedir. İki dönemin de ortamları farklıdır.

 

İşte buradan asıl konuya geçmek istiyoruz. Tevil döneminde nifak hareketinin en önemli hususiyetleri nelerdir ve asıl sorun nedir?

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid bu aynı zamanda tenzil dönemi nifakı hakkında da bir okumayı gerektirmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah hayrınızı versin. İşte ele almak istediğimiz konu da budur. Eşya zıddıyla bilinir. Tenzil döneminin nifak hareketinin ve münafıklarının özelliklerini bilirsek tevil döneminin nifakının ve münafıklarının hususiyet ve amaçlarını da çözebiliriz.

 

Meselenin vuzuha kavuştuğunu düşünüyorum. Lütfen konunun önemine dikkat ediniz. Bu konu vuzuha kavuşur ve biz tenzil döneminde sahâbe içinde birtakım münafıkların olduğunu söylediğimizde kimse bize itiraz etmez ise Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra da sahâbe içinde münafıkların bulunduğunu söylediğimizde kimse bize karşı çıkmayacaktır. Çünkü tenzil döneminin nifakı, tevil döneminin nifakından ayrıdır. Bir başka ifadeyle tenzil döneminin nifakının ulaşmak istediği hedefler tevil döneminin hedeflerinden farklıdır.

 

Sunucu: Tabiatıyla kullanacakları aletler de farklılık arz edecektir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Bu hakikatin anlaşılabilmesi için bu konu çerçevesinde birtakım esas noktalara işaret etmek istiyorum ve konuyu oldukça özet ve hızlı bir şekilde ele almaya çalışacağım.

 

İlk nokta: Deyim yerindeyse Hz. Peygamber'in (s.a.a.) siyaseti ve stratejik hareket planı niceliksel boyutu önemsiyordu. Yani Hz. Peygamber'in (s.a.a.) zamanı oldukça kısaydı. Medine dönemi on yılı aşmıyordu. Hz. Peygamber (s.a.a.) olabildiğince geniş bir İslami bir temel oluşturmak istiyordu. Çünkü eğer temel dar, küçük ve parmakla sayılabilecek kadar az olursa karşı bir hamle işi bitirebilirdi. Kimler işini bitirecekti? Komşu ülkeler. Komşu ülkeler içinde oldukça büyük ve kuvvetli devletler bulunmaktaydı. Roma ve Fars İmparatorlukları ile onlara bağlı devletler vardı. Onlar İslam'a tuzak kuruyor ve İslam'ı yok etmeye çalışıyorlardı. İslam sancağı bu dönemde oldukça küçük bir coğrafyaya hapsolsaydı ve gücü de son derece sınırlı olsaydı tek hamle ile ortadan kalkabilirdi.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) İslami kuralların geniş bir alana tesis edilmesi için hareketini ve davetini dikey ve niceliksel bir strateji üzerine inşa etmiştir. Allah'a hamd olsun bu noktada da muvaffak oldu. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim “Allah'ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde ve insanların akın akın Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde”[i] buyurmaktadır. İnsanlar Allah'ın dinine özellikle Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hayatının son dönemlerinde girmişlerdir. Ancak Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vazetmiş olduğu bu siyasetin birtakım kaçınılmaz olumsuz sonuçları da doğmuştur. Bunlardan önemlisi de İslam dinine girenlerin birçoğunun kalbine imanın yerleşmemiş olmasıdır. Bu husus Kur'ân'ın açık ifadesidir. Yani rivayet değildir ki ‘‘bunun tefsiri nedir'' diye soralım. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ/ A'râb (bedevîler) ‘‘İman ettik'' dediler. Şunu söyle: "Henüz iman gönüllerinize yerleşmedi, biz Müslüman olduk deyin. Bununla beraber Allah'a ve Resûlüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.''[ii]

 

İslam'ın bidayetindeki bu olgu oldukça önemlidir. Bu konuda çeşitli âyetler bulunmaktadır. Vaktimiz sınırlı olduğundan bu âyetleri teker teker ele alabilecek durumda değiliz. Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra sahâbenin ileri gelenleriyle özel bir bağları olan ve kalplerine henüz iman yerleşmemiş olan bu kimseler onların gafletlerinden yararlanmışlardır.

 

Sunucu: Yahut da bunları Muhâcirler ve Ensâr ile değiştirmek istemişlerdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii, olanlar oldu. Bu konu inşallah ileride gelecektir. Çağdaş âlimlerden ve alanın muhakkiklerinden birisinin bu konuda bir tespiti var. Bu tür meseleleri araştıran aziz dostlara bu kitabı okumalarını tavsiye ederim. Abdullah Alâyilî'nin İmam Hüseyin adlı eseri. Yazar Ehl-i Sünnet âlimlerindendir. Bu açıdan kimse onun hakkında ileri geri konuşamaz. Gerçi İbn Teymiyye'nın bağlıları olan Vehhâbîler Abdullah el-Alâyilî'den hazzetmezler. O şöyle der:

 

Dinî terbiye, sahih bir şekilde bütün Arapları etkisi altına almış eğildi. Halifeler de Ebu Zer'in imanı gibi vicdanî bir metodun yayılmasına önem vermediler. Ebu Zer, bu ahlakın yayılması için özel bir çaba gösterdi. Araplar İslam'ı eda ettikleri bir ritüel olarak kabul etmekte ve o şekilde uygulamaktaydılar. Onlar henüz Câhilî örf ve adetlerinden de uzaklaşmış değillerdi. İslam, ilkeler ve kanunlardan oluşan bir din olmasının yanında bir devlet şeklini de almaya başlamıştı.[iii]

 

Sunucu: Öyleyse burada bir örnek var.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Yazar paragrafta devletleşmenin İslam'a hızlı bir yayılma süreci kazandırdığını belirtiyor. Çünkü sen İslam'ın niteliksel değil de niceliksel boyutunu istemektesin. Bundan dolayı da insanlar İslam dinine bölük bölük girmekteydiler. Devamında şöyle diyor:

 

İslam başlangıçta tebliğsel boyut üzerine kuruluydu. Devamında da devlet hüviyetine büründü. Bundan dolayı ilk Müslümanlar sahih anlamda mümin idiler ve kuvvetli bir dinî ve ruhî yapıya sahiptiler. Arap Yarımadası'nın uzak diyarlarında yaşayan ve İslam'ın otoritesi altına topladığı kimseler ise ritüelleri yerine getirme anlamında birer Müslüman idiler. Onlara ulaşan yegâne şey birtakım ibadetler ve ritüeller idi. İman onların derinliklerinde yer etmiş değildi. Bu nebevî ifade hakkında ise Kur'ân-ı Kerim ‘‘Bedevîler, iman ettik, dediler. Henüz iman etmediniz…'' buyurmaktadır. Sahâbenin inanç noktasında farklı derecelere sahip olduklarını Kur'ân da onaylamaktadır.[iv]

 

Sahâbenin derece derece olduğu, bazılarının kalbine imanın yerleştiği, bazılarınınkine henüz imanın yerleşmediği ve bir bölümünün de münafık olduğu şeklindeki tespitimize Kur'ân'ın açık ifadeleri de işaret etmektedir. İşte bu ilk noktadır.

 

Burada sözü uzatamadan küçük bir parantez açmak istiyorum. Allah aşkına, bu mukaddimeden anlaşıldığı üzere on yıl gibi bir sürede Ebu Zer, Selman vb. gibi insanlardan oluşan bir ümmet inşa etmek mümkün değildi. Açıktır ki bu kadarcık bir süre buna yeterli gelmeyecektir. Allah aşkına, ilahî boyutunu bir kenara bırakınız!

 

Bir komutanın bir reform, bir inkılap projesi olsun. O komutanın insan inşa etmek için zamanının sınırlı olduğunu bilmesi durumunda, bu amaçla sonrakiler için ıslah edilmiş komutan ve kadrolara işaret etmeksizin ümmeti başıboş bırakıp “Benden sonra dilediğinizi yapabilirsiniz” demesi hiç makul müdür?

 

Sunucu: Esasında ilahî strateji, tenzil merhalesiyle başlayıp tevil merhalesiyle tamamlamayı gerektirmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Nasıl ki ilk dönem için işleri idare eden rabbanî bir komutan bulunmaktaysa ve bu komutan tenzil için çarpışıyorduysa, tevil merhalesini idare edecek rabbanî bir komutanın varlığı da zorunludur ve kaçınılmazdır. Zaten bundan önceki programlarda okuduğumuz rivayetlerde şöyle bir ifade geçmekteydi:

 

Allah üzerinize tevil üzere sizinle çarpışacak birisini gönderecektir.

 

İkinci nokta: Bu da oldukça önemlidir. Üstad Ala, değerli izleyicilerin bu noktaya dikkat etmelerini istiyorum. Sınıf farklılığı, kölelik ve Câhilî ilkeler vb. durumlar üzerine kurulu bir toplumdaki imtiyaz sahibi kimseler birtakım köklü değişiklikler meydana getirmek isteyen İslami hareket ve şeriata nasıl tepki verirler?

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

Peygamber ölür veya öldürülecek olursa ökçeleriniz üzere gerisin geriye mi döneceksiniz?

 

Sunucu: Günümüzde de olduğu gibi o akımın içinde yer almaya çalışırlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, hayır. İlk olarak mukavemet gösterirler.

 

Sunucu: Acze düşecek olurlarsa…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ki öyle de oldu. Sizler Câhilî toplumun ileri gelenlerinin ister Emevî Hanedanından ister diğer aile ve kabilelerden olsunlar Mekke'nin fethine kadar çarpıştıklarını görmektesiniz. Bunlar İslam'ın yayılmasına engel olmak için çarpıştılar. Ancak İslam'ın Arap Yarımadası'nı ele geçirdiğini ve İslam'ın yayılmasının önünde durmanın mümkün olmadığını görünce stratejilerini değiştirdiler.

 

Sunucu: Direniş stratejilerini değiştirdiler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu hareketin içine dâhil oldular.

 

Bundan dolayı Müminlerin Emiri'nin Nehcü'l-Belâga'da şöyle dediğini görmekteyiz:

 

Birisi bidatlere sebep olan ve halk arasında yaygınlaşan çok çeşitli rivayetler hakkında soru sorunca Hz. Ali (a.s.) şöyle buyurdu:

 

İnsanların elinde hak ve bâtıl, doğru ve yalan, nâsih ve mensûh, genel ve özel, muhkem ve müteşabih, hıfzedilmiş ve şüpheli olan (rivayetler) vardır. Resûlullah'ın (s.a.a.) sağlığında bile hadis uydurdular. Nitekim Resûlullah bir gün minbere çıkıp ‘‘Benim adıma bilerek yalan söyleyen kim­se cehennemde yerini hazırlasın!'' buyurdu.

 

Sana dört kişi hadis getirir. Bunların beşincisi olmaz.

 

(Bu dört kişinin ilki) İman gösterisinde bulunan, Müslümanların yaptıklarını yapan münafıktır. Günahtan korkmaz, suçtan çekinmez, Resûlullah'a (s.a.a.) karşı kasten yalan isnat eder. Eğer insanlar onun yalancı bir münafık olduğunu bilseler söylediğini kabul etmezler, sözünü tasdik etmezlerdi. Fakat onlar, ‘‘O Resûlullah'ın arkadaşıdır, O'nu görmüş, O'ndan duymuş ve duyduğunu bellemiştir'' deyip sözünü kabul ederler. Allah, münafıkları haber vermiş, hâlleri nasılsa öylece anlatmıştır sana. Resûlullah'tan sonraya da kalan münafıklar (…)[v]

 

Öyleyse tenzil döneminin münafıklarının önemsedikleri şey neymiş? Yani Abdullah b. Selûl'ün himmeti ve amacı neydi? Amacı İslam'ın yayılmamasıydı. Aynı şekilde Mekkeli müşriklerin hedefi de İslam'ın yayılmamasıydı. Bunlar İslam'ın karşısında durmuşlardır. İslam toplumunda yaşayan bu münafıklar da Hz. Peygamber'in işini bitirmek için düşmana yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bundan dolayı Hz. Peygamber'e (s.a.a.) karşı birkaç kez komplo kurduklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber'den sonraya kalan münafıkların stratejileri ve amaçları neydi peki? İslam'ı bitirmek mi? Hayır, artık bu mümkün değildi. Çünkü İslam dininin temelinin genişlediğini görünce yani İslam âleminin büyüdüğünü ve artık bir hakikat halini aldığını görünce geriye tek bir yolun kaldığını anladılar.

 

Bakınız, Müminlerin Emiri ne buyurmaktadır:

 

Resûlullah'tan sonraya da kalan münafıklar, yalan ve iftirayla halkı ateşe çağıran dalalet önderlerine yaklaştılar. Yaklaştıkları kimseler de onları iş başına geçirdiler, insanlar üzerinde hüküm sahibi yaptılar, onlarla dünyayı yediler. Allah'ın koruduğu kişinin dışındaki insanlar, dünya ve yöneticilerle beraberdir. İşte bu (rivayet eden) dört gruptan biridir.[vi]

 

Stratejilerini tümüyle değiştirdiler. Sultaya dâhil oldular ve köşe başlarını kaptılar.

 

Evet, Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra gerçekleşen savaşlar...

 

İşte Hz. Resûlullah (s.a.a.), açık ve net bir şekilde kendisinden sonraki nifak olgusuna işaret etmektedir. Ancak bu olgu, İslam ile doğrudan savaş esası üzerine kurulu değildir. Aksine sultaya nüfuz etmek ve köşe başlarını kapmak şeklindedir.

 

Soru: Sultaya dâhil olan -ki bunlar münafık idiler ve ömürlerinin son anlarına kadar münafıklıklarını sürdürdüler-, iktidarda kalmak isteyen, “Müminlerin Emiri ve Hz. Resûlullah'ın halifesi” olmayı arzulayan bu kişiler İslam'ın ilim, takva, zühd, ibadet ve adalet ile yönetme gibi ilahî ve insanî ölçütlerinin mevcudiyetinin devamına hiç izin verirler mi? Bu değer yargıları geçerli olduğu müddetçe yönetimde pay sahibi olabilirler mi? Öyleyse bu ilkeleri ve değer yargılarını ilk ortadan kaldıran kimdir?  

 

Sunucu: Kademe kademe ortadan kaldıran…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hz. Resûlullah'tan sonraki hilafet ve imamet makamı için bunlar temel şart olur, Resûlullah'ın yerine geçmek isteyen kimsenin ilim ve amel yönünden Hz. Resûlullah'ın hakiki halifesi olması gerektiği kabul edilirse tabiatıyla bunlara hiç sıra gelmez. Asla! İlahî değer yargıları hâkim olduğu müddetçe bunlara sıra gelmeyeceğine göre bunlar ne yapmalıdırlar? İslam'ın içi boşaltılmalı, üzerine inşa edildiği ilkelerin altı oyulmalıdır ki bu şahıs Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra Müslümanların imamı olabilsin!

 

Bundan dolaydır ki Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) Muâviye ile konuşurken defalarca bu hakikate işaret ettiğini görmekteyiz:

 

Ey Muâviye! Geçmişte bir hizmetiniz ve üstünlüğünüz olmadığı halde, nasıl halkın idaresini üstlenir, ümmetin hâkimiyetini ele geçirirsiniz! Kötülüğe, isyana sevk eden hallerden Allah'a sığınırız. Arzularının aldatıcılığına kapılıp gitmekten, içinin ve dışının bir olmayışından seni sakındırırım.[vii]

 

Bakınız, İmam Ali (a.s.) “متى كنت / sen nasıl” demiyor da كنتم / Siz” diyor. Tevil asrının münafıklığı olarak ifade ettiğim şeyin ölçütlerine bir bakınız. İmam Ali (a.s.) “Siz” ifadesini kullandığına göre İslam âlemine hükmetmek isteyen bir akım söz konusudur. Sizler hangi ölçülere dayanarak bu mevkileri ele geçirdiniz?

 

Buradan tahkik ve mütalaa ehline bir çağrıda bulunmak istiyorum. Lütfen, Nehcü'l-Belâga'yı yeni bir okumaya tâbi tutunuz.

 

İmam Ali (a.s.) ona ‘‘hangi üstünlüğünüz ve şerefiniz var'' diye soruyor. “Sizler ilk Müslümanlardan mısınız, Muhacirlerden misiniz yoksa Ensar'dan mısınız?” diye soruyor. Bu sorulara verilecek cevap ‘‘hayır''dır.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Savaşa çağırıyorsun. İnsanları bir yana bırak. Hangimizin kalbinin paslı ve basireti örtülü olduğunun bilinmesi için benim karşıma çık ve iki tarafı da savaşmaktan muaf tut. Ben Hasan'ın babası! Bedir Savaşı'ndaki dedenin, dayının ve kardeşinin katiliyim! O kılıç hala yanımdadır. O kalple düşmanımla karşılaşıyorum. Din değiştirmedim, yeni bir peygamber edinmedim. Ben boyun eğerek terk ettiğiniz ve istemeyerek girdiğiniz yol üzereyim! [viii]

 

Metnin orijinalinde geçen المرين / kalbi paslı” kelimesi Kur'ânî bir kelimedir. Allah-u Teâlâ بل ران على قلوبهم ما كانوا يكسبون / Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.”[ix] buyurmaktadır.

 

‘‘Kılıç yanımdadır'' demek, yani sizinle tenzil üzere savaştığım bu ölçüt hala benimle, demektir. Şimdi ise sizinle tevil üzere, sapmalarınız ve dinin içini boşaltmanız karşısında savaşmaktayım.

 

Hz. Ali (a.s.) zımnen şöyle diyor: Ben Câhiliye üzereydim de sonra Müslüman olmadım. Ben ta ezelden beri Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) yolu üzereydim.

 

Ey beyanın İmam'ı! Sizler dine isteyerek girdiniz. Yani sizler dinin ilkelerine vâkıf olmak için yola girdiniz. Hâlbuki onlar yolları çıkmaza girince stratejilerini değiştirmenin daha iyi olduğunu gördüler.

 

Ey Emevîler! Sizler dine istemeyerek girdiniz. İmam burada iki hakikate işaret etmektedir.

 

İlk hakikat: Bunlar (Emevîler) ümmetin işlerini yönetmeye ehil değildirler.   

 

İkinci olarak da bunlar İslam'a isteksiz oalrak girmişlerdir. İmam Ali (a.s.) başka bir yerde ise şöyle buyuruyor:

 

Şimdi ‘‘Biz de Abdumenafoğullarıyız'' sözüne gelelim, biz de öyleyiz! Fakat Ümeyye Hâşim gibi, Harb (Ümeyye'nin oğlu) Abdulmuttalib gibi, Ebu Süfyân da Ebû Tâlib gibi değildir. Muhacir, azat edilene benzemez, soyu belli olan, soyu şüpheli olana benzemez; Hakka uyan, batıla uyana, mü'min de bozguncuya denk olamaz. Atalarının heva ve hevesine tâbi olup cehenneme düşen evlat, ne kötü evlattır!

 

Elimizde nübüvvet üstünlüğü var ki, onunla aziz olanı zelil kıldık ve zelil sayılana da üstünlük verdik. Araplar akın akın dinine girdiğinde ve bu ümmet, isteyerek veya istemeyerek Müslüman olduğu zaman siz de isteyerek ya da korkarak bu dini kabul ettiniz. O zamanda ise İslam'a ilk girenler, ilk Müslümanlar olmalarıyla itibar kazanmış, ilk Muhacirler üstünlükleriyle geçip gitmişlerdi. O halde şeytanın seni azdırmasına, sana ulaşmaya yol bulmasına fırsat verme.[x]

 

Şimdi bunun detayına girmek istemiyorum.

 

مدغل/” nifak ve şaibesi olan kimse. Bunların selefi olan Ebû Süfyân ve Harb cehennem ateşindedirler. Sen ise güzel bir halef değil, kötü bir halefsin.

 

Bazı cahiller televizyon kanallarına çıkıp ‘‘Müminlerin Emiri kendisini övmüş ve sahâbeyi yermiştir'' diye itiraz ediyorlar. İşte İmam Ali'nin “Elimizde nübüvvet üstünlüğü var ki, onunla aziz olanı zelil kıldık ve zelil sayılana da üstünlük verdik” cümleleri buna cevap veriyor.

 

Evet, pasajda geçen “وأسلمت له هذه الأمة / isteyerek veya istemeyerek Müslüman olduğu zaman” ifadesinde de bir incelik söz konusu. İmam Ali (a.s.) آمنت kelimesini kullanmıyor.

 

Şu ibareye dikkat ediniz lütfen: إما رغبةً وإما رهبة / rağbetle ya da korkarak” Yani ganimetlerden istifade etmek istediniz, boyunlarınızın vurulmasından da korktunuz!

 

Öyleyse sizler isteyerek ve ikna olarak İslam dinine girmiş değilsiniz.

 

Bundan dolayıdır ki Allame Alâyilî İmam Hüseyin adlı eserinde oldukça önemli bir konuya parmak basıyor. O şöyle diyor:

 

Ümeyyeoğulları İslam'ın öncü tabakasından değildiler. Allah'a ve Resûlüne düşmanlığa arka çıkmak ve bunda ellerinin bulunması dışında bir özellikleri de yoktur… Emevîlerin lideri Ebû Süfyân'ın nasıl Müslüman olduğunu ve İslami muhit içinde Emevîler için itibar görebilecekleri bir makamın kalmadığını öğrenmiştik… Sultayı kendilerine tahsis etmek ve kendilerine zemin hazırlamak için dinin gölgesinde çalışmaya başladılar.[xi]

 

Yani strateji değiştirdiler.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid, küçük bir hususa işaret etmek istiyorum. Bazıları şöyle bir okuma yapmaya çalışmaktadırlar. Haşimoğulları ile Emevîoğulları arasındaki mücadele kabilevî bir mücadeledir ve iki boy arasındaki çekişme ve çatışmadır. Acaba bu yorum doğru mudur yoksa bu İslam ve Câhiliye kavgası mıydı?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Allame Alâyilî de bu hususa işaret etmektedir. O da mealen şöyle diyor: Bunlar (Haşimoğulları) din, takva ve mürüvvet sahibi insanlar idiler. Buna ilişkin birtakım deliller de saymaktadırlar. Osman'ı en çok savunanlar Ali ve Ali'nin oğullarıdır. Bunu da sadece ümmeti korumak ve Müslümanlar arasında savaş ve ayrılık çıkmasın diye yapmaktaydılar.

 

Bundan dolayıdır ki çağdaş yazarlardan Doktor Humaydi el-Münâfıkûn fi'l-Kur'âni'l-Kerim adlı eserinde şöyle der:

 

Yönetim ve hükümet merkezlerine ulaşmak için nifakı bir araç olarak kullanmak ya da bazılarının müptela olduğu liderlik arzusunu tatmin etmek… Yahut da çirkin ve habis emellerini gerçekleştirmek için…[xii]

 

Yönetim mevkilerine ulaşmak Hz. Resûlullah (s.a.a.) sonrası münafıklarının en önemli hedeflerindendir. Ben bunlara ‘‘tevil dönemi münafıkları'' diyorum.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ile şu önemli hususa ulaştık: Tevil döneminin münafıklarının hedefleri mahiyet itibariyle tenzil dönemindekilerin hedeflerinden farklıdır. Tevil döneminin münafıklarının hedefleri, İslam'da yönetimde kalmak ve İslam dairesini genişletmektir. Ama hangi İslam'ın?

 

Sunucu: Kendi düşüncelerine uygun bir İslam...

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, kendi yorumlarına göre. Üstad Ala, kimileri bu yorumların onların ictihâdları olduğu değerlendirmesinde bulunabilir, ancak bu kanaat kesinlikle yanlıştır. Onlar İslam'ı yok etmek istiyorlardı. Yani İslam'ın içini boşaltma derdindeydiler.

 

Bundan dolaydır ki onları fetihler yaparken ve İslam dairesini genişletirken görmekteyiz. Tabii ki bunlar, Kur'ân ve Muhammedî İslam için değildi. İslam sancağı altında Câhilî ve Emevî düşüncesine uygun bir İslam'ı genişletmek istiyorlardı.

 

Geliniz, bunların ilk tabakasına bakalım. Müminlerin Emiri onlar hakkında ne buyuruyor:

 

İlminin ve Ümeyyeoğulları fitnesini beyanındadır:

 

Bilin ki uğrayacağınız fitneler içinde en çok korktuğum Ümeyyeoğullarının fitnesidir. Çünkü bu kör ve karanlık bir fitnedir, hâkimiyeti yayılır, belası (iyi insanlara) özgüdür. Görenler bu fitnenin belasından zarar görür, görmeyen insanlardan ise bu bela uzaklaşır. [xiii]

 

Evet, Ümeyyeoğulları da İslam'ı istiyor, ancak hangi ölçütlere göre?

 

Bazı kaynaklar bu hutbeyi aktarmakta, ancak İmam Ali'nin sözlerinin kime yönelik olduğunun bilinmemesi ve anlaşılmaması için ‘‘Benî Ümeyye'' kelimesini hazfetmektedirler.

 

İmam Ali (a.s.) bu fitnenin geniş ve kapsayıcı olduğuna dikkat çekmekte ama sıkıntısını onlara muhalefet eden Ehl-i Beyt'in çekeceğini belirtmektedir. Çünkü bu belanın karşısında Ehl-i Beyt durmaktadır. 

 

Sunucu: Muhammedî ve Sahih İslam.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani tevil üzere savaşanlar. Bundan dolayı Muhammed Abduh dipnotta şöyle der:

 

Hutta: Benî Ümeyye'nin yönetiminin kapsayıcı olmasıdır. Yani genel liderliği ele geçirmeleridir. Bunun belasını ise Âl-i Beyt çekmektedir. Ümeyyeoğulları onların hakkını gasp etmiştir.

 

İmam Ali (a.s.) bu fitneyi görenlerin zarar gördüğüne vurgu yapıyor. Aslında hakikati gören bir kimse itiraz etmeye başlar. Nitekim despotik devletlerde de durum bu şekildedir. İtiraz etmeye başlar başlamaz bin bir türlü ithama maruz kalır. Sonra da öldürülme, zindan vb.

 

İmam (a.s.) devamında yemin ederek şöyle buyuruyor:

 

Allah'a and olsun, Ümeyyeoğulları benden sonra size musallat olacak kötü buyruk sahipleridir. Onlar kötü huylu, kocamış bir deveye benzerler. Sağılırken sağan kimseyi ısırır, elleriyle yere vurur, tekmeler, sütünü vermez. Size böyle davranacak, sizden ancak kendilerine zararı olmayıp fayda vereni sağ bırakacaklardır. Onların belası içinizde uzun zaman sürecek; öyle ki içinizden birinin onları cezalandırması, ancak kulun erbabını, hizmetçinin efendisini cezalandırmasına benzeyecek. Size gelip çatacak olan Ümeyyeoğulları fitnesi çirkin ve korkunç bir yüze sahiptir. Yaptıkları Câhiliye devrinin işleridir; onda ne bir hidayet meşalesi vardır ne de (kurtuluş) bayrağı görülür.[xiv]

 

Selâm olsun Ali'ye! Siyaset bütünüyle despotizm ve zulüm halini alınca ve nifak sultaya dâhil olunca insan ne yapar?

 

Sunucu: Ya dost olacaksın yahut da susacaksın!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel, bizimle birlikte olmayanlar bizim karşımızdadır!

 

Pasaja göre İmam ‘‘onlar sizleri köle edineceklerdir'' diyor.

 

Bir başka pasaja geçelim. İmam Ali (a.s.) Nehcü'l-Belâga'nın 98. Hutbesi'nde şöyle buyurmaktadır:

 

Ümeyyeoğullarının zulmüne işarettir:

 

Allah'a and olsun, Allah'ın bütün haramlarını helal saymadan, bütün dinî bağları çözmeden bu işi bırakmazlar. Zulümlerinin girmediği bir ev veya çadır; kötü muamelele­rinden yıkılmamış, terk edilmemiş bir yurt kalmaz. [xv]

 

Sunucu: Bütün değer yargılarını değiştireceklerdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki geriye hiçbir şey kalmayacak. Aziz dostlarım, Sadr-ı İslam'ı ve özellikle de bu otuz yılı (yani Hz. Resûlullah'ın vefat ettiği hicrî 11 yılından Emevîlerin yönetimin dizginlerini ellerine geçirdikleri 40. yıla kadarki süreç) ciddi bir analize tâbi tutmazsak… Bu otuz yıllık süreçte neler meydana geldi ki bunlar siyasî erki ele geçirebildiler?

 

Sunucu: İşte sorulması gereken soru bu Sayın Seyyid!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir kuşak veya yarım kuşaklık bir süreçte…

 

Sunucu: Sahâbe tümüyle mevcuttu. İslam'ın inkıraza uğrayacağı savaşlar da meydana gelmemiş. Aksine fetihler ve yayılmalar söz konusu. Neler meydana geldi ki hilafet Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin ifadesini kullanacak olursak “ısırıcı melikliğe” dönüştü. Bir şeyler olmuş olmalı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hiçbir kimse bu soruya cevap vermiyor.

 

Sunucu: Değişen ilkeler ve değer yargıları nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Emevîlerin iktidarı ele geçirebilmelerine zemin hazırlayan ve değişen değer yargıları ve ilkeleri nelerdir?

 

Sunucu: İslam devleti diğer ülkelerdeki gibi olmuştu.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hatta nifak, zulüm, haksızlık yönünden diğer ülkelerden daha şiddetli olmuştu.

 

Sunucu: Ne oldu? Ne değişti?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu sorunun cevabını büyük âlimlerden birisinin eserinde buldum. Bu soruyu Allame Alâyilî cevaplandırıyor. O şöyle diyor:

 

Araştırmacı, başını Muâviye'nin çektiği Emevî Hanedanının hicretin 40. yılında birden ortaya çıktığını ve “Müminlerin Emiri olabildiğini” düşünüyorsa yanılgı içindedir. Tarih böyle bir okuma biçimine izin vermiyor. Aziz dostlar sözü oldukça uzattım ancak konu oldukça önemlidir. Onun İmam Hüseyin adlı eserinden okuyacak ve herhangi bir değerlendirmede bulunmayacağız zira vaktimiz sınırlı.

 

Muğîre b. Şu'be'nin bu aileye en üst düzeyde bağlı olduğunu ve onları başkalarına karşı candan desteklediğini biliyoruz. Ebû Lülü'nün Muğîre b. Şu'be'nin hizmetkârı olduğunu ve Muğîre'nin adına çalıştığı bir Emevî teşkilatın bulunduğunu da biliyoruz. Açıkça aynı şekilde birtakım olayların peşi sıra gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu teşkilat Yezîd b. Ebî Süfyân ve ardından da Muâviye döneminde ilk adımı atabilecek bir ortama ulaşabildi. Önemli bir işi eda edebilecek fırsatı yakaladılar. Salih halife Ömer b. Hattâb'ı şehit ettiler. Bu kölenin dışında böyle bir suçu işleyecek kimseyi de bulamıyorlardı. Buradan hareketle de Ömer'in suikastla öldürülmesinin Fars kaynaklı bir düşünce olmadığı sonucunu elde edebiliyoruz.[xvi]

 

Pasaja göre Muğîre bu aileyi desteklemekte diğer insanlara da muhalefet etmekteydi. Dikkat çeken noktalarından biri bu kişinin Araplığa son derece bağlı Emevîlerin kölesi olmasıdır. Tarihin ayrım noktalarından biri olan bu durum cevap bekleyen sorulardandır. Alâyilî, Mekke'nin fethinden sonra tulekanın oluşturduğu gizli bir teşkilatın varlığına dair kanıtlar zikretmektedir.

 

Allame, olayları yan yana koyup da değerlendirdiğimizde sonuca ulaşabiliyoruz, diyor.

 

Pasaja göre önemli olan Ömer b. Hattâb'ın öldürülmesidir.

 

Sunucu: Emevî düşüncesi bir kölenin eliyle meyvesini de vermiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu suikastın etkileri günümüze kadar gelmiştir. Emevîci din anlayışına sahip bazı yazarlar Şiîlik meselesini Fars düşüncesine bağlamaya çalışmaktadırlar. Bu yaranın izi tarihin son evresine dek kalacaktır.

 

Lütfen dikkat ediniz. Sizlere şunu söyledim. Eğer tarihi doğru bir şekilde okuyamazsak bu tür televizyon kanallarının kimlere hizmet ettiğini anlayamayız. Devamında şöyle diyor:

 

Bir taraftan Ömer döneminde İran topraklarındaki bu büyük fetihler diğer taraftan da Ömer'in bir köle tarafından öldürülmesi meselenin bazı boyutlarının analiz edilip diğer önemli boyutlarının ihmal edilmesini beraberinde getirmektedir. Örneğin Ömer b. Hattâb'ın yasağını bilmesine rağmen Muğîre bu köleyi neden Medine'ye getirme çabası içine girmişti? Emevîperver bir yapıya sahip olan Muğîre'nin bu kölesinin Ömer'in katili olmasını sadece tesadüfle mi yorumlayacağız? Bu türden yığınlarca örnek var. [xvii]

 

Yazar zımnen şunu diyor: Bu Arap-Fars çekişmesinin birtakım şahitleri olabilir. Ancak Ömer'in öldürülmesi meselesinde hâlâ cevap bekleyen yığınlarca soru var.

 

Örneğin Muğîre'yi böyle bir emre muhalefet etmeye iten sebep nedir?

 

Allame Alâyilî'nin dediği gibi denklem çözülüyor:

 

Daha sonra bu durum ikinci halife Ömer'in oluşturduğu altı kişilik şûra ile tamamlanmıştır.[xviii]

 

Çünkü o ancak Osman'ın seçilebileceği bir altı kişilik meclis oluşturmuştu. Üçüncü halife yani Emevî halifesi. Bunu biz söylemiyoruz. Muhammed Abduh Nehcü'l-Belâga'da meşhur Şıkşıkiyye Hutbesi'nin şerhinde söylüyor.

 

“… hilafeti bir gömlek gibi giyindi… Ne kadar ilginç! Yaşarken halkın kendisini bırakmasını isterdi. Ama ölümden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı… Derken o da yolunu kat etti ve hilafeti öyle bir topluluğa bıraktı ki benim de o topluluktan biri olduğumu sanıyordu.

 

Allah'ım sana sığınırım, ne şûraydı bu! Benim hakkımda birincisiyle ne zaman şüphe hâsıl oldu ki bu tür kimselere denk tutuldum ben! Ama buna rağmen (kuşlar gibi) inerlerken onlarla indim, uçarlarken onlarla uçtum. İçlerinden biri (Sa'd b. Ebi Vakkas) haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf da) damadı olduğundan ona meyletti, öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki söylenmesi, anılması bile çok çirkin…”[xix]

 

İmam Muhammed Abduh şerhte şöyle diyor:

 

Şûrada bulunanlar şu altı kişiydi: Ali b. Ebî Tâlib, Osman b. Affân, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Ebî Vakkâs. Abdurrahman'ın kalbinde Ali'ye karşı birtakım ukdeler bulunmaktaydı. Çünkü annesi Hamne b. Süfyân b. Ümeyye b. Abdüşems'ti. Kureyş'in ileri gelenlerinin İmam Ali'nin eliyle öldürüldüğü meşhurdu. Abdurrahman, Osman'ın damadıydı. Çünkü hanımı Ümm-ü Gülsum b. Ukbe b. Ebî Muayt, Osman'ın anne bir kardeşiydi. Talha'nın ise bazı hadis râvilerinin belirttiklerine göre Osman ile arasında bir bağ ve dostluk bulunmaktaydı. Osman'a eğilim göstermesi hususunda şu kadarı yeterlidir ki Hz. Ali'den yüz çevirmiştir.[xx]  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu seçim inceden inceye ayarlanmıştı. Bu seçim İmam Ali'nin seçilmesiyle mi sonuçlandı? Hayır! Böyle bir şekilde sonuçlanmadı. İmam Ali'nin taraftarı bir veya iki kişiydi. Yani dörde karşı iki olacaktı. 

 

Sunucu: Kendisi ve Zübeyr.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam Ali (a.s.) devamında şöyle diyor:

 

Onunla babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah'ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır-çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler. Sonunda onun da ipleri çözüldü. Amelleri işini bitirdi. Karnının dolgunluğu (şişliği), onu yere serdi. [xxi]

 

‘‘Babasının oğlu'' ifadesiyle kastedilen Ümeyyeoğullarıdır.

 

Sunucu: Bu sözler de Allame Alâyilî'nin açıklamalarını desteklemektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bütünüyle... Allame Alâyilî de tarihi okuyor ve bu sonuca ulaşıyor. Bizim için önemli olan şurası: “Karnının dolgunluğu onu yere serdi.” Yani organları… 

 

Sunucu: Yani sorumlular nihayet onu da öldürdüler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki! Sorumlular, naipler…

 

Sunucu: Ey Allah'ın Resûlü! Allah'ın salat ve selâmı senin ve tertemiz pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun!

 

Saygıdeğer Seyyid, oldukça önemli bir konuya parmak bastınız. Dost, sırdaş, müsteşar meselesi… Münafıklar bu sırdaşlık aracılığıyla birçok tahriflerde bulunmuşlardır. Biz bunun değişik şekillerini görebilmekteyiz. Damat, yardımcı, kâtip vb. Peki, İmam Ali'nin (a.s.) sözlerinde buna ilişkin herhangi bir değini var mıdır? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sizler de biliyorsunuz ki Osman meselesi… Ömer'den sonra Osman'ı hilafet makamına kimin atamaya çalıştığını biliyorsunuz. Hilafetin Osman'ın eline geçebilmesi için takip edilen strateji, plan ve proje anlaşıldı. Osman döneminde ne tür problemlerin meydana geldiğini de biliyorsunuz.

 

Müminlerin Emiri'nin şu hutbesi önümüzde. Hutbe uzun olduğundan sadece bir bölümünü okuyacağım:

 

H. 34 yılında halk Osman'ı şikâyet etmek ve Osman'la görüşmesini istemek için Hz. Ali'nin yanına geldi. Hz. Ali de Osman'a giderek şöyle dedi:

 

Bil ki Allah katında Allah'ın kullarının en efdâli; hidayete ermiş, hida­yete çağıran, malum olan sünneti ayakta tutan ve meçhul olan bidatleri öldüren adil imamdır. Sünnetler aydınlatılmış, alametleri var; bidatler de açıkça gösterilmiş, onun da alametleri vardır. Allah katında insanların en şerlisi, sapmış ve halkın da ona uyarak sapıttığı zalim imamdır. O yaşanan sünneti öldürür, terk edilen bidati diriltir. Resûlullah'ın (s.a.a.) ‘‘Zulmeden imam, Kıyamet Günü beraberinde hiçbir yardımcısı ve mazeret bildireni olmaksızın getirilir, cehennem ateşine atılır, içinde değirmen taşı gibi döner sonunda ta dibinde bağlanır” dediğini duydum. [xxii]

 

İmam Ali (a.s.) bütün bu sözleri bir mukaddime olsun diye Osman'a söylüyor. Lütfen buraya dikkat ediniz! Bakınız, bundan sonra ne diyor:

 

Yaşının kemâline, ömrünün sonuna geldikten sonra, Mervân'ın istediği yere sürdüğü binek olma.[xxiii]

 

Öyleyse Mervân da özel dostlardan ve sırdaşlardan!  Değerli izleyiciler “kaid” ile “saik” arasındaki farkı bilmektedirler.

 

القائد / Kâid” kişiyi önünden tutup çeken ve sürükleyen kimsedir. السائق/ Saik” ise kişiyi arkadan yönlendiren ve dilediği tarafa sürükleyendir.

 

Muhammed Abduh السيقة /” kelimesi için şu açıklamayı yapıyor:

 

Bu sözcük “كيسة” vezninde bir kelime olup düşmanın sevk ettiği davarlar demektir. Mervân, Osman'ın kâtibi ve müsteşarıydı.[xxiv]

 

İşte şimdi sorumuzu soralım. Müminlerin Emiri'nin hutbesinde geçen Mervân kimdir? Değerli izleyiciler üçüncü halife Osman'ın müsteşarının kim ve kimler olduğunu tanısınlar diye bu sorunun cevaplanması gerekiyor.

 

Sunucu: Ya da hükmedenler kimlerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Böylece kimse ‘‘Müminlerin Emiri sahâbe hakkında nerede ileri geri konuşmuş?'' diye itirazda bulunmasın. Ey cahiller! Nehcü'l-Belâga'yı okuyun da Müminlerin Emiri'nin sahâbe veya en azından Resûlullah'ın bazı sahâbîleri hakkında neler söylediğini görün!

 

Geliniz, Nehcü'l-Belâga'ya bir bakalım:

 

Cemel Savaşı'nda Mervân b. Hakem esir düşünce Hz. Hasan ve Hüseyin şefaatçi olarak bırakılmasını istediler ve ‘‘Mervân sana biat etsin'' dediler. [xxv]

 

Mervân, Osman'ın öldürülmesinden sonra Müminlerin Emiri'ne biat etmiş, sonrasında da biatini bozmuştu! “Cemel'de sana karşı çıktığından biatini bozdu, öyleyse sana biatini yenilesin” denince Müminlerin Emiri “Osman'ın öldürülmesinden sonra bana biat etmemiş miydi?” diyor.

 

Lütfen dikkat ediniz! Bu şahıs üçüncü halifenin müsteşarıydı.

 

Müminlerin Emiri devamında şöyle buyurmaktadır:

 

Bunun üzerine Hz. Ali Basra'da onu serbest bırakarak şöyle buyurdu: Osman'ın öldürülmesinden sonra bana biat etmemiş miydi? Benim onun biatine ihtiyacım yok. Onun eli, Yahudilerin eli gibidir. Eliyle biat etse de arkadan (hile ve düzeniyle) bana gaddarlık eder. Köpeğin burnunu yalaması kadar bir müddet hükümeti ele geçirecektir. O dört koçun babasıdır. Ümmet ondan ve evlatlarının elinden kanlı günlere duçar olacaktır.[xxvi]

 

Burada Yahudilere haksızlık edilmiyor. Konumuz şu an bu değil.

 

Sunucu: İhanet edenler…

 

Seyyid Kemal Haydarî: İhanet ve hileye dikkat çekiyor. Muhammed Abduh كفٌ يهودية / Yahudilerin eli gibidir” ifadesi hakkında “Yani hilekâr ve dalavereci” demektedir.

 

لغدر بسبته / (hile ve düzeniyle) bana gaddarlık eder” ifadesi hakkında da şöyle diyor: Yani yüzüne karşı biat etse de arkasından kuyusunu kazar.

 

أما إن له إمرة كلعقة الكلب أنفه / Köpeğin burnunu yalaması kadar bir müddet hükümeti ele geçirecektir.” Yani ısırıcı meliklik çok kısa bir müddet Mervân'ın eline geçecektir. Ondan sonra da oğulları Abdülmelik'e ve sonrakilere geçecektir.

 

Sunucu: On iki yüce şahsiyetten biri olarak da kabul edilecek!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Müminlerin Emiri'nin (a.s.) ve İbn Teymiyye'nin onlar hakkında neler söylediğine ayrı ayrı bir bakınız. İbn Teymiyye, Hz. İsmail'in bunları müjdelediğini, İslam'ın kendileriyle izzet kazanacağı büyük şahsiyetlerden olduğunu söylemektedir!

 

İmam Ali (a.s.) ise onun hakkında “O dört koçun babasıdır. Ümmet onun ve evlatlarının eliyle kanlı günlere duçar olacak” buyuruyor.

 

İşte bu son cümle İmam Ali'nin “ihbar-ı gaybî”sinden, ileride gerçekleşecek olan şeylere ilişkin haberlerindendir.

 

Üstad Ala'nın ortaya attığı sorunun cevabına geçelim. Tevil asrı nifak hareketinin en önemli özellikleri nelerdir?

 

El-cevap: Hedefler değişmişti. Bunlar İslam'a iman etmeyen kişiler olarak varlıklarını sürdürdüler. İslam'ın yayılmasının önünde durma stratejisi, İslam'ın içini boşaltma stratejisine dönüştü. Bunlar siyasî erke nüfuz edip hükümeti ele geçirmeye ve içeriğini tamamen boşaltmaya başladılar.

 

Sunucu: İşte ‘‘otuz yıllık sürede neler gerçekleşti'' sorusunun cevabı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Tam bir plan ve proje ortaya koydular. Buna otuz yıl sonra ulaştılar. Nitekim siz Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği rivayete göre hilafet otuz yıldır. Hâlbuki biz bu tür rivayetleri kabul etmiyoruz. “Hilafet otuz yıldır. Sonrası ise ısırıcı melikliğe dönüşecektir.” Bundan dolayı Allame İbn Kesîr'de oldukça değerli bir cümle buldum. Oldukça ilginç. Resûlullah'ın haklarında “Benden sonra halifeler on iki kişidir” buyurduğu halifeleri sayarken Muâviye'yi, Mervân b. Hakem'i, Abdülmelik'i de bu sayının kapsamına koyarlar. Hâlbuki, Resûlullah (s.a.a.) otuz yıl sonra ısırıcı melikliğin başlayacağını söylemektedir, diyorsunuz. Bunlar nasıl halife olabilirler bu durumda? ‘‘Benden sonra halifeler on ikidir'' rivayetinin günahkâr kişilere yorumlanmasının bâtıl olduğunun en hayırlı kanıtıdır bu.

 

Üstad Ala siyasî boyuta çok girmek istemiyorum. Şimdilerde Arap Baharı olarak karşımızda duran şeyin içeriğinin istikbar güçleri tarafından boşaltılmaya çalışıldığını görebilmektesiniz. Kimlerin elleriyle? Dün bu değişim ve reforma muhalif olanlar bugün bu değişimin temel saç ayakları olmuşlar. Bunun en açık misdaklarından biri Irak örneğinde karşımızda durmaktadır. Irak'ta günümüzde muhalefet bayrağını taşıyanlar dün Baas'ın ileri gelenleri ve onların takipçileri olan kimselerdi.

 

Emevîlerin metotlarını da buna kıyas ediniz. Bundan dolayı bir defa daha belirtmek istiyorum. Lütfen Sadr-ı İslam'da ne oldu bir bakınız. Bu hakikati anlamadığınız müddetçe nelerin cereyan ettiğini anlamanız, gerçeği hastalıklı ve çürük olandan ayırt etmeniz mümkün olmayacaktır.

 

Sunucu: Allah mükâfatınızı versin Sayın Seyyid! İşte şimdi tevil asrında nifakın manasını anladık.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hadisin özetine geçiş yapalım. “Sizinle tenzili üzere savaşıldığı gibi Ali de Kur'ân'ın tevili üzere sizinle savaşacaktır.”

 

Üstad Ala önceki programlarda İbn Ebî Şeybe'nin (ö. h. 235) el-Musannef'inden şu sahih hadisi okuduk. Muhammed Avvâme bu hadisten sonra “Hadisin isnadı sahihtir” diyor.

 

Rivayet şöyledir:

 

Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet edilmektedir: Bizler mescitte oturuyorduk. Hz. Resûlullah çıkıp yanımıza geldi. Başlarımızın üstünde kuş varmış gibiydik. İçimizden hiç kimse konuşmuyordu. Hz. Resûlullah ‘‘Nasıl ki Kur'ân'ın tenzili üzere sizinle savaşıldıysa içinizden bir kişi de Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır” buyurdular. Bunun üzerine Ebû Bekir ayağa kalkarak ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır!'' buyurdu. Ömer ayağa kalkarak ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' dedi. Hz. Resûlullah ‘‘Hayır. O ancak hücrede ayakkabıyı onarandır!'' buyurdu. Ali, elinde Resûlullah'ın onardığı ayakkabısı olduğu halde hücreden çıkıp geldi.

 

Muhakkik ‘‘Bu hadisin isnadı sahihtir''[xxvii] notunu düşmektedir.

 

Çünkü onlar tevil üzere savaşmamışlardır. Çünkü onlar sapmanın nedeni olan bu hareketin parçasıydılar veya en azından Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki sapmaya dikkat etmeyen ve bunun farkında olmayan kimseler idiler. Hz. Resûlullah (s.a.a.) açık ve net bir şekilde şunu söylüyor: Sizin yapacağınız savaşların hiçbiri tevil üzere değildir. Yani sizler tevil üzere savaşmayacaksınız. Bir başka ifadeyle siz sahih, derinlikli bir hareket içine giremeyeceksiniz. Her halükârda bu işi gerçekleştirecek, hücrede ayakkabıyı onarandır, Ali'dir.

 

Sözü uzatmayalım. Bu metinden özellikle de bu teşbih ve benzetmeden yararlanmak istiyorum. “Sizinle Kur'ân'ın tenzili üzere savaşıldığı gibi Ali (a.s.) de sizin karşınızda Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır.” Öyleyse Ali'nin (a.s.) fiili ile Hz. Resûlullah'ın fiili arasında bir benzerlik söz konusudur. Lütfen dikkat ediniz! Bu mana bize şu hususları vermektedir: Bizler Hz. Peygamber'in tenzil dönemi savaşlarının şu dört niteliği taşıdığını bilmekteyiz.

 

İlk husus: Hz. Resûlullah (s.a.a.) tenzil üzere insanlarla savaşırken tenzili biliyor muydu? Biliyordu. Aksi takdirde bilmediği bir şey hakkında nasıl savaşacak ki… Öyleyse İmam Ali (a.s.) de Kur'ân'ın tevilini bilmektedir. Tevil üzere savaşan kimse Kur'ân'ın tevilini bilmelidir. Aksi takdirde mana doğru olmamış olur.

 

İkinci olarak; Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu bilgisi, O'nun tenzil üzere savaşması bazen isabet edilen ve bazen de hata edilen ictihâdî bir bilgi midir yoksa masum / yanılgıya mahal bırakmayan bir bilgi mi?

 

 “O, kişisel arzularına göre konuşmaz. O, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir.”[xxviii] “Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.”[xxix]

 

Öyleyse bu karşılaştırmadan şu sonucu çıkartabiliriz. Sizinle tevil üzere savaşan kimse ile mücadeleniz ictihâd çatışması değildir. Aksine O'nun ilmi hak ilimdir ve kaçınılmaz olarak doğrudur. Yoksa teşbih yerli yerine oturmamış olur.

 

Bundan dolaydır ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) sahâbeden kimse için ‘‘Onun fiiline bakın'' diye bir ifade kullanmamıştır.

 

Bunu sadece İmam Ali için söylemiştir. Bundan dolayı bu karşılaştırmadan şu sonucu elde edebilirsin: “O'na itaat eden bana itaat etmiş, O'nu seven beni sevmiş olur. Ona buğzeden bana buğzetmiş, O'na söven bana sövmüştür.” Bunların tümü bu karşılaştırmanın kapsamında yer almaktadır.

 

Üçüncü husus: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bütün savaşları ve gazaları hak olmalıdır. Öyleyse Ali b. Ebî Tâlib'in bütün savaşları da haktır. Yoksa bu karşılaştırma doğru olmazdı. Bu da üçüncü mesele.

 

Dördüncü husus: Bu en önemlisidir. Bir kimse ‘‘Evet, Ali hak üzeredir. Ancak bu Ali'nin kendileriyle savaştığı kimselerin bâtıl üzere oldukları anlamına gelmez'' diyebilir. ‘‘Belki de Ali'nin (a.s.) karşısında yer alanlar ictihâd etmiş ve yanılmışlardı.''

 

Nasıl ki Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) karşı savaşanlar ve O'nun karşısında duranlar bâtıl ehli ve varacakları yer cehennem ise İmam Ali'nin (a.s.) karşısında duranlar da bâtıl üzeredirler ve gidecekleri yer cehennemdir. Çünkü elimizde bir karşılaştırma bulunmaktadır. Yoksa bu karşılaştırma ve yakınlaştırma anlamsız olur. “Sizinle tenzil üzere savaşıldığı gibi tevil üzere de sizinle savaşılacaktır” denilmesinin bir anlamı da olmazdı.

 

Değerli izleyiciler, bu dördüncü mananın delilleri nelerdir, diye sorabilirler. Önümüzdeki programlarda Müminlerin Emiri Ali'nin savaşlarına ve Hz. Resûlullah'ın Cemel, Sıffîn ve Nehrevan Savaşları hakkındaki sözlerine değineceğiz. O'nun sözlerinin açık ve net olduğunu görünce de bunların tümünün bâtıl üzere olduğunu anlayacağız.

  

Sunucu: Birçoğu bu hakikati itiraf etmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İnşallah önümüzdeki programda bu konunun üzerinde duracağız.  Aksi takdirde “Onu azgın bir topluluk öldürecektir.”, “Ey Ammâr! Seni azgın bir topluluk öldürecektir. Sen onları Allah'a ve cennete davet edeceksin. Onlar ise seni cehennem ateşine davet edecektir.” sözleri anlamsız olurdu.

 

Hz. Resûlullah'ın sözünden elde edilen bu dört sonuçta herhangi bir problem ve kuşku bulunmamaktadır. Bu hususu destekleyen birçok hakikat mevcuttur. İnşallah önümüzdeki programda bunları ele alacağız.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Değerli izleyiciler sizlere de teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Önümüzdeki programda görüşmek üzere. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Nasr, 1-2.

[ii] Hucurât, 14.

[iii] Abdullah el-Alâyilî, İmam Hüseyin, s. 44-45, Darü't-Terbiye, Beyrut.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] Nehcü'l-Belâga, s. 352, 209. Hutbe, Şerh: Muhammed Abduh.

[vi] A.g.e., a.g.y.

[vii] Nehcü'l-Belâga, 10. Mektup.

[viii] A.g.e., a.g.y.

[ix] Mutaffifîn, 14.

[x] A.g.e., s. 403.

[xi] Allame Alâyilî, İmam Hüseyin, s. 30-31.

[xii] el-Münâfıkûn fi'l-Kur'ân-ı Kerim, s. 23.

[xiii] Nehcü'l-Belâga, 93. Hutbe.

[xiv] A.g.e., a.g.y.

[xv] Nehcü'l-Belâga, s. 166, 98. Hutbe.

[xvi] İmam Hüseyin, s. 31.

[xvii] A.g.e., a.g.y.

[xviii] A.g.e., A.g.y.

[xix] Nehcü'l-Belâga, s. 33-34, 3. Hutbe.

[xx] A.g.e., s. 34-35.

[xxi] A.g.e., s. 35.

[xxii] Nehcü'l-Belâga, s. 163. Hutbe.

[xxiii] Nehcü'l-Belâga, c. 2, s. 68-69.

[xxiv] A.g.e., Nehcü'l-Belâga, c. 2, s. 69.

[xxv] Nehcü'l-Belâğa, c. 1, s. 112.

[xxvi] A.g.e. a.g.y.

[xxvii] İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, c. 17, s. 105, Hadis No: 32745, thk: Muhammed Avvâme.

[xxviii] Necm, 3-4.

[xxix] Haşr, 7.