Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (9)

Kur'ân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (9)
Ümeyyeoğulları, Ebû Bekir ve Ömer döneminde valilikler elde ettiler. Benî Hâşim’den ise hiç kimse valilik makamına atanmadı. İşte bu ve benzeri davranışları Benî Ümeyye’nin azı dişlerini keskinleştirdi, onlara kapılar açtı, onların kâselerini doldurdu. Hatta öyle ki Ebû Süfyân b. Harb, Hz. Hamza’nın kabrinin başına gelip şöyle dedi: Senin kendisi için bizimle çarpıştığın şey en sonunda bizim elimize geçti!

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salât ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

Ayetullah Seyyid Kemâl Haydarî Bey'e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz diyorum. Hz. Peygamber'in vefatından İmam Ali'nin halifeliğine kadarki sürece ilişkin bir yorum yaptınız. Bu hassas döneme ilişkin özet bir açıklama sunmanız mümkün mü? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda Sadr-ı İslam'ın bu tarihî döneminin üzerinde durmamızı gerektiren delili inceledik. Eğer yirmi beş yıllık süreyi geçmeyen bu kısacık dönemi öğrenmezsek ve çeyrek asrı aşmayan bu sürenin üzerinde durmazsak sonraki olayları anlamamız da mümkün olmaz. Özellikle de tahkik erbabı ve günümüzdeki İslami durumumuzun ve geri kalmışlığımızın köklerini ve sebeplerini ve İslami ihya hareketini öğrenmek isteyen bir kimse bu dönemi incelemelidir. Bir buçuk milyarı aşkın fertli İslam ümmetinin yaşadığı bu zillet, miskinlik ve parçalanmışlığın nedeni ne ola ki! Bütün bu soru ve problemleri öğrenmek isteyen bir kimse işaret edeceğimiz bu yirmi beş yıllık sürece iyi bakmalıdır.

 

Aziz dostlarım, Emevîler ve Abbasîler döneminde cereyan eden olayları anlamak isteyen bir kimse Sadr-ı İslam'ın bu ilk dönemini iyi bilmelidir. Düşünsel, akidevî, siyasi akımları ve hicretin altıncı ve yedinci asrındaki Müslümanlar arasındaki ihtilafları öğrenmek isteyen bir kimse Sadr-ı İslam'ın bu dönemini çok iyi bilmelidir. Çünkü bütün bu gelişmelerin kökleri ve tohumları bu dönemde mevcuttur. Günümüz İslam dünyasında yer bulmaya başlayan tekfirî hareketin tabiatını öğrenmek isteyen bir kimse de Sadr-ı İslam'ın bu dönemini öğrenmelidir. Dolayısıyla Hz. Resûlullah'ın vefatından sonraki bu yirmi beş yıllık dönemi öğrenmek, tarihin ikincil ve tali meselelerinden değildir. Aksine bu bizim en önemli görevlerimizdendir.

 

Sonraki bütün olayların kökleri bu dönemde saklıdır. Ben tarihî determinizme inanan biri değilim. Ben insanların ve ümmetlerin ihtiyar ve irade sahibi olduklarına inanıyorum. Fakat neticede tarihsel olaylar bu şekilde cereyan etmiştir. Nitekim biz önceki programda detaylı bir şekilde, sahip olduğumuz bu bakış açısını arz ettik. Beri taraftan da bizler tarihî olayların köklerini araştırmalıyız. Şu an yaşadığımız bu fitnelerin tohumlarının ve köklerinin nereden başladığını araştırmalıyız. Öyleyse aziz dostlarım bu konu inançsal ve siyasi nazariyeler tarihinin anlaşılmasında merkezî bir öneme sahiptir. Bütün bunların kökleri hep bu döneme gelip dayanmaktadır. Belirtmek istediğimiz ilk husus bu idi.

 

Bu dönemi bilmenin anahtarı bir cümlede özetlenebilir. Aziz dostlarım beni mazur görsünler. Bazen bazı konuları sadece bir cümleyle geçmek zorunda kalıyorum, detaylandıramıyorum. Deyim yerindeyse tarihî fetva gibi sunuyor ve geçiyorum. Nasıl ki fıkhî ilmihal kitaplarında detayları ve gerekçeleri sunulmayan fetvalar varsa ben de tarihe ait fetvalardan bir grup sunmak zorunda kalıyorum.

 

Aziz dostlarım, bu olayın anahtarına dikkat ediniz. Buradan kalem erbabına, tahkik ve marifet ehline, hakikati araştırmak isteyenlere bir çağrıda bulunmak istiyorum. Lütfen bu soruyu cevaplasınlar. Sizler de biliyorsunuz ki bu tarihî dönemi okuma hususunda iki yaklaşım bulunmaktadır.

 

İlk yaklaşım Ehl-i Beyt Okulunun yaklaşımı. Ben bunu tarihî gerçeklik olarak ifade ediyorum. Ehl-i Beyt Okulu şöyle diyor:

 

Araplar Câhiliye hayatı yaşayan, kabile esaslarına göre yaşamlarını sürdüren ve asabiyenin hâkim olduğu bir ümmet idi. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle söyleyecek olursak ‘‘Câhiliyyetü'l-Ûlâ'' (ilk Câhiliye) diyebiliriz. Araplar kültürel, toplumsal, ilmî olarak Câhiliye çerçevesi içinde yaşamaktaydı. Ben tarihsel mantıkla baktığımda ‘‘Kur'ân'ın Câhiliye olarak ifade ettiği bu tarihsel dönemin değişimi için on veya yirmi yıllık bir sürenin gerektiğinden bahsedebiliriz'' diyebilirim. Bununla birlikte Câhiliyenin etkileri ve tortuları hâlâ etkisini sürdürecektir.

 

Benim ‘‘tarihsel gerçeklik'' olarak ifade ettiğim ve Ehl-i Beyt Okulunun benimsediği yaklaşım şudur: Hz. Resûlullah (s.a.a.) sorumluluk ve vazifesini yerine getirdi. Ancak Câhiliyenin kabile yapısı, asabiyeti, maslahatlar vb. şeyler devam etmekteydi. Bundan dolayı Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) çevresinde Ala-i İlliyyin'de olanlar da, Esfel-i Safilin'e yuvarlananlar da bulunmaktaydı. Müminlerin Emiri ve Selman gibi zirve şahsiyetler de mevcuttu. Bunlar sahâbenin ilk tabakasından idiler. Bunların hepsinin masum olduğunu söylemek istemiyorum. Açıktır ki bizim inancımıza göre Müminlerin Emiri'nin Selmân, Ebû Zer ve Ammâr gibileriyle kıyas edilmesi mümkün değildir. Bu tabaka bu şekildeyse diğerlerini varın siz düşünün! Ben sahâbe kavramını temel alarak konuşmak istiyorum. Aziz dostlarım, lütfen dikkat ediniz. Ancak toplumda başka bir grup da vardı. Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle cehennemin en alt tabakasında bulunanlar, münafıklar.

 

Diğer akıma gelince -ki bu akımın Emevîler tarafında revaçta tutulmaya çalışıldığını düşünüyorum- bu grup, Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile çağdaş olan herkese bir kutsiyet zırhı vermek ve onları beşeriyet haletinin dışına çıkarıp melekî bir hal kazandırmak istemiştir. Buradan hareketle de hadisler uydurmuşlardır. Şu meşhur hadis de bunlardandır.

 

Hz. Peygamber'den (s.a.a.) şöyle rivayet edilmektedir:

 

İnsanların hayırlısı benim asrımdaki sahâbîlerimdir. Sonra onlara yakın olan tâbiîlerdir. Sonra onlara yakın olanlardır (yani tabiîlerin tâbiîleri). Sonra birtakım kavimler gelir ki, onlardan herhangi birinin şehâdeti yemininin önüne, yemini de şehâdetinin önüne geçer.[i]

 

Öyleyse nesillerin en hayırlısı Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde yaşayanlardır. Doğal olarak çağların en hayırlısı ilk çağ oluyor. Sonra ikincisi, sonra üçüncüsü… Madem durum böyle, yani bunların hepsi adalet, iman, takva ve İslam'a hizmetin en üst derecelerinde yer alıyorlar madem, benim bir sorum olacak. Lütfen bana cevap versinler. Osman b. Affân'ın öldürülmesini nasıl yorumlayacağız? Onu öldürenler kimlerdir? ‘‘Osman'ı öldürenler çapulculardır'' diyorlar. Haydi bunu kabul ettik diyelim! Cemel Savaşı'nda da bu çapulcular bulunmaktaydı. Cemel Savaşı'nda iki taraf vardı. Bir tarafta Ali b. Ebî Tâlib, diğer tarafta da diğerleri. Şu an hangisinin haklı olduğu tartışmasına girmek istemiyorum. Ali'nin (a.s.)  karşısında ise Talha ve Zübeyr gibi güya cennetle müjdelenenler vardı! Yine O'nun karşısında Ümmü'l-Müminin Aişe bulunmaktaydı. Allah aşkına bu durumda sahâbenin zirveye ulaştığını nasıl tasavvur edeceğiz? Binlerce insan öldürülmüş, bazıları bu sayının yirmi veya otuz bine ulaştığını bile söylüyor! Bunların Allah Resûlü tarafından eğitilip terbiye edildiğini nasıl söyleyebiliriz? Şu an İmam Ali'nin (a.s.) haklı olup olmadığı konusuna girmek istemiyorum. Cemel Savaşı'nı ele alırken bu konuyu inceleyeceğiz. Bunlar o dönem toplumunun ileri gelenleri; takva, adalet, iman ve İslam sevgisi gibi konularda zirvede bulunan kimseler iseler niçin on binlerce Müslüman öldürülüyor? Cemel Savaşı'nı nasıl yorumlayacaksınız? Bize nasıl cevap vereceksiniz?

 

Şimdi bir kitaptan bir pasaj okuyacağım. Bu eser İbn Teymiyye ekolüne bağlı Vehhâbi mezhebinin en önemli kitaplarındandır. Bir komisyon tarafından oluşturulmuş bir fetva kitabıdır. 6363 no.lu fetvanın ikinci sorusu:

 

Hz. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: Hilafet benden sonra otuz yıldır. Sonrasında da ısırıcı melikliğe dönüşecektir. Bundan dolayıdır ki Muâviye bu otuz yıl bitince ‘‘ben meliklerin ilkiyim'' dedi.[ii]

 

Pasaja göre konuşacak olursak Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarihsel anlamda sadece otuz yıllık bir süreyi bina etmiştir. Bu dört halifenin döneminin ‘‘râşid hilafet'' olduğunu kabul edelim. Bu durumda Resûlullah'ın (s.a.a.) tarih boyunca inşa ettiği şeyin tamamının ömrü otuz yılı geçmiyor. Sizler öte yandan Hz. Resûlullah'ın inşa ettiği yapının sağlam olduğunu iddia ediyorsunuz.

 

Bence Muâviye “ben meliklerin ilkiyim” sözüyle ‘‘sadece unvanım değişti'' demeyi kastetmemektedir. O bununla ‘‘benim siretim, olaylara bakış açım, insanlarla ilişkilerim, onların benimle ilişkileri benden öncekilere nazaran farklıdır'' demek istiyor. Sorum şu: Eğer diğer bakış açısı râşid ise ve hak ise bu durumda Muâviye'nin sireti bidat olmuş olur. Yok eğer Muâviye'ninki hak ise bu durumda diğerleri bidat oluyor. Bu sorunu nasıl hallediyorsunuz?

 

Aziz dostlarım, lütfen bu sorumuza cevap veriniz! Bunlar bizim tarihe ve bu merhaleyi savunanlara yönelik sorularımızdır.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bu hadisi İmam Ahmed Müsned'inde, Hâkim el-Müstedrek'inde, Ebû Ya'lâ Müsned'inde, İbn Hibbân Sahih'inde, Tirmizî de Sünen'inde tahric etmişlerdir. Bu hadisin anlamını Hafız İbn Hacer el-Askalânî Fethu'l-Bârî'de şöyle açıklamaktadır:

 

Resûlullah'ın bu hadiste geçen hilafetten kastı nebevî hilafettir. Muâviye ve sonrakiler her ne kadar halife olarak isimlendirilseler de meliklerin siretini uygulamışlardır.[iii]

 

Onlar Hz. Resûlullah'tan sonraki hilafeti râşid hilafet olarak kabul ederler. Haydi biz de öyle diyelim! Aziz dostlarım, şunu demek istiyorum. Siz diyorsunuz ki bunlar nebevî terbiyeden geçmişlerdir. Olayları da sahâbenin kutsiyeti çerçevesinde yorumlamaktasınız. Peki, bu süre neden sadece otuz yıl sürdü de ardından ısırıcı bir saltanata dönüştü? Dahası var, Ehl-i Sünnet nezdinde en önemli eserlerden sayılan Allame Albânî'nin Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha'sından bir hadis aktaracağım.

 

HZ. PEYGAMBER'İN GAYBÎ NÜBÜVVET ALAMETLERİNDEN (BAŞLIK)

 

Sünnetimi ilk değiştiren Benî Ümeyye'den bir adam olacaktır.[iv]

 

Hadiste ‘‘sünneti değiştirmek'' ifadesi geçiyor. Bu hadisi aktarmamın sebebi râşidî dönemden ısırıcı melikliğe geçişin olumsuz bir durum olmadığını, aksine olumlu bir değişiklik olduğunu ispat etmeye çalışan kimselerin varlığıdır. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu hadisiyle bu soruya cevap veriyor. Biliniz ki Muâviye'nin eliyle meydana gelen değişiklikler Hz. Resûlullah'ın sünnetine aykırı bidatlerdir. Sizler de biliyorsunuz ki Resûllerin Efendisi “sünnetim” ifadesi kullandığına göre bu sünnetin karşıt tarafıyla amel etmek bidattir. Bütün bidatler sapıklıktır ve bütün sapıklıklar da cehennem ateşindedir. İzleyiciler lütfen uzaklara gitmesinler. Hadiste geçen Benî Ümeyye'den muradın ‘‘Muâviye'' değil -örneğin- ‘‘Abdülmelik b. Mervân'' olduğunu söyleyebilirler.

 

Allame Albânî devamında şöyle der:

 

Hadisten murat galiba şudur: Hilafet nizamının değiştirilip saltanata dönüştürülmesidir. Allah en iyisini bilir.[v]

 

Allame Albânî aslında hadisi Muâviye'ye yorumluyor. Onlar ise Muâviye'yi dördüncü halife kabul etmektedirler. Peki neden bu açıklamaları yaptım? Emevî İslamı'nın teorisyeni İbn Teymiyye açık ve net bir şekilde bu hadisi inkâr edemeyince -çünkü inkâr edilebilecek türden değildir- hadisi yorumlamaya gider. Hadis, hilafetin otuz yıl olduğunu, sonrasında ise ısırıcı melikliğe dönüştüğünü söylemektedir. O bu hadisin Benî Ümeyyee'yi ve Muâviye'yi yergi sadedinde olmadığını, -aksine melikliğin Kur'ânî bir aslının olduğunu vurgulayarak- övdüğünü söyler! Çünkü Kur'ân bazı peygamberleri melik olarak isimlendirmektedir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) “benim sünnetimi değiştirecek” diyor, bu adam ise bunu bir fazilet telakki ediyor! Seyyidim, âlimler arasında bu kanal ile Muâviye'yi savunan birilerinin olması mantıklı ve mümkün müdür, diye sorabilirsiniz. Ben de diyorum ki sadece savunmakla kalınmamış bu şekilde eserler de telif edilmiştir. İmam Ali karşısında Muâviye'yi savunmak için böyle bir eser kaleme almıştır. Konuyu uzatmadan pasaja geçelim.

 

MELİKLERİN HALİFE OLARAK İSİMLENDİRİLMESİNİN CAİZ OLMASI (BAŞLIK) [vi]

 

Başlığa göre Muâviye'nin melik olarak isimlendirilmesi sahihtir. Aynı şekilde halife olarak isimlendirilmesi de doğrudur.

 

Eserin ilerleyen bölümünde ise şu başlığı atar:

 

HİLAFETİN MÜLK OLARAK İSİMLENDİRİLMESİNİN CAİZ OLUŞU [vii]

 

Bir de şu başlığa bakınız:

 

ZARURETTEN DOLAYI BAZI ŞERÎ YÜKÜMLÜLÜKLERİ TERK ETMENİN VE BAZI HARAMLARI İŞLEMENİN CAİZ OLUŞU [viii]

 

Bütün bu başlıklar Muâviye'nin, Hz. Resûlullah'ın sünnetini değiştirmesinin sahih olduğunu temellendirmek için!

 

Bu başlıkların en önemlisi ise şu:

 

MELİKLİĞİN NÜBÜVVETİN BİR PARÇASI OLMASI [ix]

 

İbn Teymiyye burada ‘‘salih meliklerin'' varlığına değinir. Bütün bunlar Muâviye'yi de ‘‘salih melikler'' kategorisine koymak içindir.

 

Bakış açılarının artık belirginleştiğini düşünüyorum. İşte burada şu soruyu soruyoruz. Diğer okullar Hz. Resûlullah'ın çevresindeki tüm insanların salih, âbid, adil ve en üst derecede insanlar olduklarını, İslam aşkıyla yanıp tutuştuklarını iddia ediyorlar. Lütfen bu iddianın sahipleri ‘‘Neden derin ve salih nebevî terbiye Câhiliye karşısında otuz yıldan fazla dayanamadı? Neden Cahiliye'ye ve bidate dönüştü?'' sorularına cevap versinler.

 

Aziz dostlarım, ben bu durumun tarihin açık konularından biri olduğunu düşünüyorum. Sahâbenin tamamının adil olduğu görüşü tarihin hakikatlerine aykırıdır. Dahası var! Kerbelâ'da İmam Hüseyin'in karşısında duranlar ve O'nu öldürenler arasında sahâbeden bazı kimseler de vardı! Bu ayrı bir konu olup şu an bu konuya girmek istemiyorum. Bunlar Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Hasan ve Hüseyin benim dünyadaki iki reyhanımdır” sözünü işitmişlerdi! Bu sözü Resûlullah'tan duymuşlardı. Tarihi eşelemek istemiyorum ama Ömer b. Sa'd, Hz. İmam Hüseyin'i çok iyi tanıyordu!

 

Hz. Resûlullah'tan sonra meydana gelen olaylar, Osman döneminde gerçekleşen hadiseler, Müminlerin Emiri (a.s.) dönemindeki savaşlar ve on binlerce Müslümanın öldürülmesine ve daha sonrasında da ısırıcı melikliğe dönüşmesine yol açan olaylar... Ardından da yönetimin Yezîd b. Muâviye gibilerinin eline geçmesi ve onun ‘‘müminlerin emiri'' olarak isimlendirilmesi ve Hz. Hüseyin'in katili olması... Demek ki bu dönemi bir defa daha okumamız gerekiyor.

 

Sunucu: Çok güzel. Hz. Resûlullah'ın vefatından hicrî 35 yılına kadarki dönemi hızlıca değerlendirdiniz. Biz de anlatımlarınızdan olayların sistematik bir şekilde meydana geldiğini ve gelişigüzel olmadığını gördük. Bu dönemin arkasında bir tür plan ve projenin olduğunu mu düşünüyorsunuz? Eğer böyle bir şeyin olduğuna inanıyorsanız bu plan ve projeyi kim çizmiş olabilir? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Oldukça önemli bir soru. İlk olarak giriş sadedinde şunu belirtmeliyim ki ben dışsal bir planın, projenin ve komplonun olduğu nazariyesine inanmıyorum. Ben şimdilerde çokça gündeme getirilen “dış güçlerin Arap Yarımadası'nda İslam'ı bitirmek istedikleri” şeklindeki görüşe de inanmıyorum.

 

Sunucu: Öyleyse iç etkenlerin etkili olduğu görüşündesiniz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, iç etkenlerin. Gerçi dış mihrakların etkili olduğunu söylesek dahi bu iç etkenlerin yardımıyla olduğunu kabul etmek zorundayız. Yani o dönemdeki beşinci kol faaliyetlerinden söz edebiliriz. Ben öncelikle iç etkenlerin incelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Konuyu uzatmalıyım. Ben o dönemdeki dış mihrakların ancak iç etmenlerin oluşmasıyla etkisini gösterdiğini düşünüyorum. Yani Malik b. Nebi'nin nazariyesini kabul ediyorum. Dış güçlerin kuvvetlenmesine neden olan iç etmenleri araştırmamız gerekiyor. Dış güçler İslam'ı yok etmek için fırsat kollar. Eğer iç şartlar Kur'ân'ın ifadesiyle söyleyecek olursak “sağlam bir yapı gibi” olursa dış düşmanlar hiçbir şey yapamaz.

 

Kur'ân-ı Kerim'in ifadesini (istihfaf; hafife almak, küçümsemek) kullanalım. Kur'ân-ı Kerim “Firavun kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler”[x] buyurmaktadır. Bu Firavun'un mantığı ve tarihin yasalarındandır. 

 

Yani ümmet aklını ve mantığını yitirdi. Bir başka ifadeyle ümmet akılsız ve mantıksız bir şekilde hareket etmeye başladı. Ümmet düşünmemeye ve kalbini kullanmamaya başladı. İşte bunlar Emevîler döneminde meydana geldi. Bu konunun detaylarına girmek istemiyorum. Aziz dostlarım, ben iç âmillerin etkin olduğuna inanmaktayım.

 

Özetle tarihî bir fetvaymış gibi belirteyim. Hz. Peygamber “Gidin, sizler salıverilmiş kimselersiniz” buyurarak “tulekâ” kelimesini Emevî hanedanı için kullanmıştır. Bu konu tarihin sabit ve tartışma götürmeyen hakikatlerindendir. Bu tulekâ grubunu ele alıp incelediğinizde onların Kureyş'in ileri gelenleri ve özellikle de Emevî hanedanı olduğunu görürsünüz. Aziz dostlarım, lütfen dikkat ediniz. Bu topluluğun sayısı yüze, bine belki iki bine ulaşmıştı. Hz. Peygamber'in “Haydi gidin, sizler salıverilmiş kimselersiniz” buyurduğu bu grubu ele alıp incelediğimizde tarihçiler ‘‘Bu gruplar, bu ev, aile ve boylar son ana kadar İslam'a direnmiş kimselerdir'' derler. Yani bütün bu gruplar İslam dini karşısında zafer elde edemeyeceklerini ve İslam'ın kaçınılmaz olarak zafer kazandığını görünce gönülsüz bir şekilde İslam dinine girdiler. “Allah'ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde ve insanların akın akın Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde.”[xi]

 

Müminlerin Emiri'nin buyurduğu gibi kendi özgür iradeleriyle isteyerek İslam ile savaştılar, istemeyerek İslam dinine girdiler. Lütfen bu kurala dikkat ediniz. Sizler de biliyorsunuz ki hicrî on senesinde Müslüman olan bu kimseler nebevî terbiyenin sancağı altında yer almamıştılar. Bunların, Müslümanlıklarında güzel bir niyete sahip olduklarını varsaysak dahi yine de süre oldukça kısa olduğundan nebevî eğitimden geçmiş olmaları oldukça zor görünüyor. Bir başka ifadeyle bu kimseler “Çevrenizdeki bedevîler içinde münafıklar var. Medine ahalisi içinde de münafıklığı huy edinmiş olanlar var. Sen onları bilmezsin; onları biz biliriz. Onları iki defa cezalandıracağız, ayrıca çok büyük bir azaba itilecekler.[xii]  âyetinin kapsamına girmektedirler.

 

Bu âyete göre Medine'nin çevresinden ve Medine ahalisinden münafıklığı alışkanlık haline getirenler vardır. Esasında nifak bunların kalplerinin ve varlıklarının derinliklerinde yer etmiştir. Bu ilk âyet idi.

 

İkinci âyete geçelim. Değerli izleyicilerin dikkat etmelerini istiyorum.  Hucurât Sûresi'nin on dördüncü âyeti:

 

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ/ Bedevîler, ‘‘İman ettik'' dediler. Şunu söyle: “Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, biz Müslüman olduk deyin. Bununla beraber Allah'a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”[xiii]

 

Bu âyeti bir önceki âyetin yanına eklediğimizde tehlikenin oldukça büyük olduğunu görürüz.

 

Kur'ân-ı Kerim Tevbe Sûresi'nde bunları ‘‘nifakı, huy ve alışkanlık haline getiren kimseler'' olarak ifade etmektedir. Varsayalım ki bunların niyetleri güzeldi. Bunların gerçeği öğrenmek istediklerini ve İslam dinine inanç beslediklerini kabul edelim. Ancak İslam onlara ‘‘evet, sizler İslam dinine girdiniz ancak henüz iman etmiş değilsiniz'' diyor.

 

Kureyş'in liderleri ve özellikle de Emevî hanedanının bütün ileri gelenleri bu topluluğun içinde yer almaktaydı. Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinden birisinin bu konuda bir değerlendirmesi vardır. Defalarca da belirttiğimiz gibi Ehl-i Sünnet âlimlerinin olayları okuma tarzı Emevî İslamı'nın ve bu İslam'ın teorik temellerini oluşturan İbn Teymiyye'nin tarzından farklıdır.

 

Geliniz, çağdaş âlimlerden Abdullah el-Alâyilî'nin İmam Hüseyin adlı eserine bir bakalım.

 

O şöyle diyor:

 

Emevî teşkilatı Hz. Peygamber'e ve davetine tuzak kuruyordu. Emevîlerin lideri Ebû Süfyân'ın nasıl Müslüman olduğunu gördük. İslam toplumunda Emevîlerin Haşimilere galebe çalıp da ele geçirecekleri itibarlı bir makamın kalmadığını da görmekteyiz.[xiv]

 

Yazar Emevîlerden oluşan bir grubun varlığına ve bunların İslam dinine zorla girdiklerine inanıyor. Tarihin, bu hakikati inkâr edeceğini düşünmüyorum. Evet, bu pasajın sahibi Şiî biri değildir. Bu sözler ve açıklamalar Ehl-i Sünnet âlimlerinden birisine aittir. Hatta Ebû Süfyân ve Abbâs arasında geçen diyalogda Ebu Süfyân'ın “Kardeşinin oğlunun hükümdarlığı büyümüş” şeklindeki sözlerini de görüyoruz. Bu cümle onun o güne kadar meseleye ‘‘mülk ve sulta'' olarak baktığını ortaya koyuyor.

 

Yazar devamında şöyle diyor:

 

Bunun üzerine bunlar kendileri için zemin oluşturmak ve siyasi otoriteyi ellerine geçirmek için dinin gölgesi altında çalışmaya başladılar.[xv]

 

Pasajın ilk cümlesi için ‘‘tevilî nifak'' ifadesini kullanmıştım. Yani direnme güçleri olmadığından İslam dininin zâhirini gözetmeye çalışıyorlardı. Bunlar İslam dinine girdiler ve hedeflerini gerçekleştirmek için çalıştılar. Ben bunun tarihin yasalarından biri olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki bir cemaat, aşiret, kabile, hanedan yeni düzene karşı direnmeye çalışır. Direnemedikleri zaman ve güçleri buna yetmeyince de diğer yollara başvururlar. “Arap Baharı” ve günümüzde bu çerçevede gerçekleşenlerin tümü bunun en güzel örneğidir. Şimdi son olaylara bir bakınız, sonra da lütfen dönüp bir de tarihi okuyunuz, hakikati görecek ve hadiseleri anlayacaksınız.

 

Yazar eserin bir başka yerinde şöyle diyor:

 

Emevîlerin oynadığı rolü anlayabilmek için İslam öncesi Arap tarihine biraz dikkatli bakmamız gerekiyor. Bizler Benî Haşim ile Benî Ümeyye arasında şiddetli bir nefretin ve büyük çatışmaların olduğunu görüyoruz. Bütün bunlar İslam'ın gelişi ile son buldu. Hz. Resûlullah Mekke'nin fethi ile kesin zaferi elde etti. Emevîler de O'nun itaati altına girdiler. Benî Haşim'e duydukları kin yüzünden onlara karşı hazırlıklara başladılar. Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat edince bu alan kendilerine açıldı ve onlar da çalışıp çabalamaya başladılar.[xvi]

 

Câhiliye döneminde Emevî hanedanının kendisine has ajandaları, amaçları ve menfaatleri vardı. İslam gelince bütün bu menfaatleri yerle bir etti.

 

Pasaj kabileci mantığın döneme hâkim olduğunu ve Emevîlerin bazı hedefler gözettiğini belirtmektedir.

 

Beri taraftan pasajdan şunu da çıkartabiliyoruz. Tarihin de belirttiği gibi Emevîler İslam dinine istemeyerek girdiler, Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise doğrudan kendi gündemlerini ilerletmek için icraatlarına başladılar. 

 

Geliniz, şimdi de Emevî İslamı'nın düşünsel temellerini oluşturan İbn Teymiyye'ye bir bakalım. O “tulekâ” olgusunu nasıl değerlendiriyor, bir görelim. Tulekâ kapsamına giren kimselerin İslam dinine gönülsüzce, mecburiyet yüzünden girdikleri hususunda görüş birliği vardır. Sadece bu kadar da değil, bunlar münafık yahut da kalplerine henüz iman yerleşmemiş kimselerdi.

 

Minhâcü's-Sünne'ye bir bakalım. İbn Teymiyye, Allame Hillî'nin Yezîd hakkında ‘‘Tâlik oğlu tâlik'' şeklindeki sözünü aktardıktan sonra şöyle der:

 

Bu bir yergi ifadesi değildir. Çünkü tulekâ, Mekke'nin fethedildiği yıl İslam dinine geçen, Hz. Peygamber'in (s.a.v.) kendilerini salıverdiği fetih Müslümanlarıdır. Bunların sayıları iki bin dolayındadır.[xvii]

 

Yazar, “tulekâ” kelimesinin yergi değil övgü bildirdiğini söylüyor. Bir veya iki kişi değiller, büyük bir gruplar. Değerli izleyiciler ve tahkik erbabı, lütfen buna dikkat etsinler. Madem bunlar iki bin kişi, neden sen sadece Ümeyyeoğullarını ele alıyor ve onları örnek gösteriyorsun? Çünkü bunların ileri gelenleri Benî Ümeyye'den idiler. O bu konuda şöyle diyor:

 

Bunların arasında Müslümanların hayırlılarından olan kimseler de vardır. Hâris b. Hişâm, Sehl b. Amr, Safvân b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil, Yezîd b. Ebî Süfyân, Hâkim b. Hizâm, Ebû Süfyân b. Haris b. Abdülmuttalib (Hz. Peygamber'in amcası oğlu idi. O'nu hicvetti, sonrasında da güzel bir Müslüman oldu) ve Hz. Peygamber'in Mekke'ye vali olarak atadığı Attab b. Esid bunlardandır.

 

Güzel bir Müslüman olduğu hususunda ikim ehlinin ittifak ettiği Muâviye de tulekâdandır. Bundan dolayıdır ki Ömer b. Hattâb, kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyân vefat edince onu yerine vali olarak atamıştır. Yezîd b. Ebi Süfyân da insanların seçkinlerindendi. O, Ebû Bekir ve Ömer'in Şam'ı fethetmek için görevlendiği emirlerdendi.[xviii]

 

O da biliyor ki tulekânın başında Benî Ümeyye bulunmaktadır. Eğer Muâviye güzel ve salih Müslümanlardan idiyse,  kendisi için “sünnetimi ilk değiştiren” diye buyuran Hz. Peygamber (s.a.a.) ona karşı adaletli ve insaflı davranmamıştır!

 

Sunucu: Allâme Albânî de ehl-i ilimden değildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Pasajdan ‘‘hareketin ilkeleri ve Emevî İslamı Müminlerin Emiri ile başlamamıştır'' sonucunu çıkartabiliriz. Etkileri ve koşulları bundan çok önce oluşmuştur. Benî Haşim için kullanmadığı övgü ifadelerini tulekâ için kullanmaktadır.

 

Bizler bunların Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra siyasi otoriteyi ellerine geçirmek için bir plan ve proje çizdiklerine inanmaktayız. Ancak ‘‘bu proje nedir ve nasıldır'' sorusunu sorma hakkına sahipsiniz.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid açıklamalarınızdan hareketle insanın aklına oldukça güzel bir konu geliyor ve bu konu ilmî açıdan da incelenmeyi hak ediyor: “Hz. Peygamber'den sonra tulekânın siyasi otoriteye etkileri.”

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel.

 

Sözünüze destek mahiyetinde Allame Alâyilî'den bir pasaj okumak istiyorum. Bu değerlendirme bir Şiî'ye değil de bir Sünnî'ye aittir. O şöyle diyor:

 

Emevî teşkilatının temel gayesi bütün yetkili makamları Emevîlerin ellerinde toplamak, ne şekilde ve hangi vesilelerle olursa olsun en büyük siyasi gücü ellerine geçirmekti. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) vefatının ardından onların devlet siyasetinde büyük bir etkileri oldu. Tabii bu genellikle dolaylı bazen de doğrudan gerçekleşmekteydi. (İbn Haldun'un öğrencisi; Seyyid Kemal Haydarî) Makrizî'nin de bize belirttiği gibi Ebû Bekir ve Ömer döneminde Benî Haşim'den hiç kimse yönetim makamına atanmamıştır. Onların İslam dinine istemeyerek girmeleriyle…[xix]

 

Yani ‘‘gaye, vesileyi meşru kılar'' diyen Makyevelli'nin nazariyesi. Yazar ilerleyen bölümlerde Emevîlerin siyasi otoriteye etkilerine dair birçok örnek sıralayacaktır.

 

Müminlerin Emiri Nehcü'l-Belâga'da geçen şu ifadeleriyle bu duruma işaret etmektedir:

 

Birisi bidatlere sebep olan ve halk arasında yaygınlaşan çok çeşitli rivayetler hakkında soru sorunca Hz. Ali (a.s.) şöyle buyurdu:

 

Resûlullah'tan sonraya da kalan münafıklar, yalan ve iftirayla halkı ateşe çağıran dalalet önderlerine yaklaştılar, yaklaştıkları kimseler de onları iş başına geçirdiler, insanlar üzerinde hüküm sahibi yaptılar, onlarla dünyayı yediler. Allah'ın koruduğu kişinin dışındaki insanlar, dünya ve yöneticilerle beraberdir.[xx]

 

Öyleyse mesele oldukça açıktır. Plan ve projenin ilk adımı Hz. Resûlullah'ın vefatıyla başladı. Peki bu adım nedir? Bu konuyu da ele alacağız.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid planı, projeyi, karşı devrimi anladık. Peki siyasilere ve sulta sahiplerine etki edebilmek, siyasi makamları ele geçirip ısırıcı melikliğe dönüşmesini sağlamak için özelde Emevî Hanedanı genelde ise münafıklar tarafından atılan adımlar nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aziz dostlar sözü çok da uzatmak istemiyorum. Bugün çağdaş büyük âlimlerden Allâme Alâyilî'nin belirttiği gibi ‘‘bu sahada atılan adımlar nelerdir'', bunun üzerinde durmak istiyorum.

 

Bu sahada atılan adımların aşağıdaki şekilde özetlenebileceği düşüncesindeyim.

 

İlk adım: Onlar var güçleriyle Hz. Resûlullah'ın hilafete aday gösterdiği kimseyi devre dışı bırakmaya çalışmışlardır. “Nas” lazını kullanmak istemiyorum ki kimse bize bu konuda ‘‘nas mı var ki'' diye bir itirazda bulunmasın. Varsayalım ki Hz. Resûlullah'tan sonra İmam Ali'nin (a.s.) imam ve halife olacağına ilişkin bir nas bulunmamış olsun. Ben öyle düşünüyorum ki İmam Ali hakkında Hz. Resûlullah'ın bildirdiği fazilet ve menkıbelerin yüzde biri bile başka hiçbir sahâbî hakkında söylenmemiştir.

 

Öyleyse ilk adım İmam Ali'nin bu makamdan uzaklaştırılmasıdır. Ta ki mübarek nebevî hareket devam etmesin. Bu hususta birçok yardımcı da buldular. Çünkü Benî Ümeyye'den olmadığı halde İmam Ali'den zarar görmüş pek çok başka kişi vardı. Bu hususta Benî Ümeyye tek değildi. Birçok kabile, aile ve grup da İmam Ali'den darbe yemişti. Çünkü İmam Ali (a.s.) onlarla savaşmıştı. Azizlerim, bunlar İmam Ali'yi (a.s.) başa geçirip O'nun siyasi iktidarından faydalanabilir ve müsteşarlarından olabilirlerdi. Ancak onlar Hz. Ali'nin bu tür şeylerden gafil olmadığını biliyorlardı. Dolayısıyla bu yolu kullanamazlardı. Bu işin bir boyutudur. Öte yandan bunlar İslam ümmetinin İmam Ali'yi (a.s.) ve Ehl-i Beyt'i sevdiklerini de biliyorlardı. “De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir.”[xxi] Bu sevgi dinin cüzlerindendir.

 

İşin bir başka boyutu da şudur: Eğer İmam Ali (a.s.) siyasi otoriteyi ve sultayı eline geçirecek olur da ümmet İmam Ali'nin adalet ve hakkaniyetini tadar, Hz. Resûlullah'ın hükmünü İmam Ali'de (a.s.) görecek olurlarsa hilafeti Âl-i Beyt'ten almak artık bir daha mümkün olmayacak, yüzlerine bütün kapılar kapanacak! Yakınlık, nesep, İslam'daki şeref, savaş, cihad ve takva gibi hususların hiçbirinde O'nunla mücadele edemezlerdi. Çünkü Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır:

 

Kim Ali'yi severse beni sevmiş, kim Ali'ye buğzederse bana buğzetmiş olur.

 

“Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisi de sizin yanınızda müsellemdir.  Bu hadiste geçen ‘‘mevlâ'' kelimesinin sizin dediğiniz gibi “sevgi” anlamında olduğunu da kabul edelim. Ancak hilafet, İmam Ali'nin (a.s.) eline geçecek olsaydı artık bir daha O'nun evinden çıkmayacaktı.

 

Allâme Alâyilî bu konuda ‘‘ben Ali hakkında ne diyebilirim ki'' demektedir. Bu bakış açısı Şiî bir bakış açısı değildir. O şöyle der:

 

En kısa ifadeyle Ali çok yönlü bir insandır. O âlim, hekim, hür, özgün düşünceli, cüretli, şeriata sımsıkıya bağlı, hatip, pehlivan ve gözü pektir. “Bütün tarih boyunca kahramanlık ve yetkinlik unvanı adı altında Arapların zirve şahsiyeti O'dur” diyecek olursak şaşırılmaması gerekir.[xxii]

 

Bu belirtilen niteliklerin Ehl-i Beyt Okulu ve ismet ile bir bağı yoktur. O, Hz. Ali'yi başka bir dil ile övmektedir. O, İmam Ali hakkında Sünnîlerin benimsediği inanca sahiptir.

 

O eserin bir başka yerinde şöyle der:

 

O'nu devre dışı bırakmak için bütün bu toplulukları bir araya getiren sebeplere gelince… Bu işin O'na ulaşmasına mâni olmak için pek çok grup faaliyet yürüttü. Hem de bu dinî ve aklî kemâl sahalarında tek idi. Din alanında ise nazarî olarak son derece nadir erdemlere sahipti… Bu konunun gerekçesini araştırırken tek bir cümlede özetlemek mümkündür. İnsanların Ali'nin evine karşı sevgi ve alakalarını bizzat görmekteydiler… Bu durum, siyasi erk Hz. Ali'nin eline geçer de adaletini görecek olurlarsa bir daha O'nun elinden çıkmaz demekti. Bundan dolayı kendileri için fırsatlar oluşturmaya çalıştılar.[xxiii]

 

‘‘Neden bunca topluluk O'nun aleyhinde birleşiyor?'' diyor. Burada Talha, Zübeyr ve diğer isimleri de zikreder. Nas nazariyesini bir kenara bırakacak olursak dahi sahip olduğu bunca erdem ve özellikler ile İmam Ali bu makamı hak etmekteydi.

 

Evet, insan tarihî hakikatler karşısında hayrete düşmektedir! Neden bu toplulukların tamamı İmam Ali'yi (a.s.) hilafet makamından uzaklaştırmak için bir araya gelmişti?

 

Pasaja göre insanlar İmam Ali ve Ehl-i Beyt'i (a.s.) sevmekteydiler. Bu aynı zamanda Kur'ân'ın da mantığıdır. Yani İmam Ali hilafete geçecek olursa artık diğer herkes için bütün kapılar kapanır. Çünkü insanlar diğerlerini hep O'nunla kıyaslayacaklardır ve asla ellerine fırsat geçmeyecektir.

 

Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır, önceki programda genelde Emevî İslamı özelde de Emevîlerin propaganda ağına kapılan kimselerin, Alevî hilafetin meşru olmadığını ispata çalıştıklarına vurgu yapmıştık. Çünkü İmam Ali'nin halifeliği kendisinden öncesiyle de sonrasıyla da uyuşmamaktadır. Topu topu dört beş yıl süren İmam Ali'nin bu hilafetinin meşruluğunu kabul edecek olurlarsa bu durumda Alevî-İslami yönetimin ilkeleri ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla İmam Ali'nin (a.s.) halifeliğinin meşruluğunun zedelenmesi zorunludur.

        

Sunucu: Çünkü Alevî hükümet hem kendisinden önceki hem de sonraki yönetimlerin meşruiyetine dönük soru işaretleri doğurmaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bundan dolayı Muâviye ve Emevîler eliyle ciddi çabalar sarf edilmiştir. İşin teorik boyutunu ise İbn Teymiyye ve önceki programlarda okuduğumuz modern çalışmalar ortaya koymuştur.

 

Öyleyse en başta İmam Ali'yi hilafet makamından düşürmek gerekiyor. Bu ilk adımdı.

 

İkinci adıma geçeceğiz. Ancak ondan önce şu hususu belirteyim. Allâme Alayilî eserinin kırkıncı sayfasında buna değinmektedir.

 

İkinci adım: Seyyidim durum bu şekilde seyrettiğine, Emevîler bir karşı devrim yaptıklarına ve bir proje uyguladıklarına göre neden kendi aralarından birisini aday göstermediler, diye bir soru gelebilir. Bu siyasi aklî bir kuraldır. Sen eğer yönetici ve baş olmak istiyorsan hangi özelliğin, erdemin ve ilmin ile İslami hilafet makamına geçeceksin, bunu araştırman gerekiyor. 

   

Sunucu: Dolayısıyla hadis kaynaklarını susturman ve nesillerin değişmesi gerekiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. İlk önce başkalarını takdim etmelidirler ki ‘‘bakın, biz bu işi kendimiz için isteseydik doğrudan onu ele geçirmek için çalışırdık'' diyebilsinler. Birçok sahâbîye gittiler, birçok değişiklikler yaptılar. Başkalarını öne çıkartıp kendilerini geride tuttular. Az önce yukarıda Müminlerin Emiri'nin bu konudaki sözlerine işaret etmiştik. O ‘‘bunlar siyasi mekanizmanın içinde yerlerini aldılar'' diyor.

 

Allâme Alâyilî bu hususta şöyle diyor:

 

Birçokları bu karşı devrimin Emevî hizbine nispet edilmesini uzak görmektedir. Ancak elimizde tartışma götürmez ve aksi düşünülemeyecek şekilde kesin veriler var. Tarihin bu dönemiyle meşgul olan herkese ‘‘en-Niza ve't-Tahâsum fî mâ beyne Benî Ümeyyete ve Benî Hâşim'' adlı eseri incelemelerini tavsiye ederim.[xxiv]

 

Bazıları ‘‘abartıyorsun'' diyebilir. Emevîlere kapasitelerinin üzerinde şeyler yüklüyorsun, diye itiraz edebilirsiniz. Hayır, tarihin seyri bu şekilde cereyan etmiş, hilafet zaman içerisinde ısırıcı melikliğe dönüşmüştür, diyebilirsiniz. Ancak bu sahanın muhakkiklerinden olan Allame Alayilî böyle bir şeyi kesinlikle kabul etmemektedir.

 

Pasajda geçen eser İbn Haldun'un öğrencilerinden Makrizi'ye aittir.

 

Yazar bir sayfa sonra ise şu şiiri kaydeder:

 

‘‘Abdüşşems Haşimoğulları için öyle bir ateş tutuşturdu ki bebeğin saçı ağarır'' sözünü söyleyene bravo!

 

İbn Harb Mustafa'ya, Hind Ali'ye ve Yezîd de Hüseyin'e karşı mücadele etti!

 

Ümeyyeoğulları, Ebû Bekir ve Ömer döneminde valilikler elde ettiler. Benî Hâşim'den ise hiç kimse valilik makamına atanmadı. İşte bu ve benzeri davranışları Benî Ümeyye'nin azı dişlerini keskinleştirdi, onlara kapılar açtı, onların kâselerini doldurdu. Hatta öyle ki Ebû Süfyân b. Harb, Hz. Hamza'nın kabrinin başına gelip şöyle dedi: Senin kendisi için bizimle çarpıştığın şey en sonunda bizim elimize geçti![xxv]

 

Buna göre projenin adımları nereden başlıyor?

 

‘‘Seyyidim ne demek istiyorsun? Birinci ve ikinci halife kasıtlı olarak mı onları bu göreve getirdiler, demek istiyorsun? Onlar da mı bu projenin içindeydiler? Yoksa bunu gafletlerinden dolayı mı yaptılar?'' diye sorulabilir. Ben derim ki bu da başka bir tarihî konudur. Ben şu an proje ve komplonun genel çizgileri hakkında konuşuyorum.

 

Sunucu: Esasında bunların Emevî teşkilatının içinde yer almaları zorunlu değildir. Sadece yolları kesişmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir başka ifadeyle olayların arka planını okumak istiyoruz. Tarihî analizler yapmak istiyoruz. Bunların bu işi bilerek mi yoksa gafletlerinden mi yaptıkları ya da pişman olup olmadıkları ayrı bir konu. Kimse bize ‘‘sen birinci ve ikinci halifeyi itham altında bırakıyorsun'' diyerek itirazda bulunmasın. Konumuz asla birinci ve ikinci halife değil.

 

Evet, pasajda geçtiği üzere Emevîlerin valiliklere atanıp Hâşimîlerin atanmamaları oldukça önemlidir. “Tulekâ” dediğimiz bu kimseler önemli makamları işgal ederken Benî Hâşim'den hiç kimse neden herhangi bir göreve atanmaz?

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bunların hepsi istemeyerek İslam dinine giren tabakadandır. Ancak planlarını aşamalı bir şekilde uygulayarak yönetim makamını ele geçirdiler.[xxvi]

 

Esasında tarihî, toplumsal ve dinî olayların atlanması mantıklı da değildir. Yazar ilerleyen bölümlerde bir başka hususa işaret eder ki bu en önemlisidir.  Hz. Peygamber (s.a.a.) hilafetin Ehl-i Beyt'inden yani İmam Ali'den dışarı çıkmaması için bir plan ve proje çizdi. Evet, Kur'ân-ı Kerim “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor”[xxvii] buyurmaktadır. Aziz dostlarım, masumiyeti ve nassı bir tarafa bırakınız. Peygamber (s.a.a.) Ehl-i Beyt'ini tavsiye ediyor. Ümeyyeoğulları ise İslam toplumu için başkalarını ön plana çıkarıyor. Böylece Ehl-i Beyt'ten olmayan kimselerin yönetimlerine alışsınlar. Çünkü yönetim Ehl-i Beyt'in eline geçecek olursa bir daha onların elinden almak mümkün değildir.  Evet, o şöyle diyor:

 

Müslümanlar Haşimoğullarının dışındaki kimseleri yönetimin başına getirdiler. Âl-i Beyt-i Nebevî'nin dışındakilere boyun eğmeyi alışkanlık haline getirdiler. Emevîlerin arzusu giderek kuvvet kazandı. Bu da gerçekleştirmek istedikleri inkılabın zeminini hazırlayan en büyük etkendi. Benim kanaatime göre halifeler döneminde İslam toplumundaki bütün karışıklık ve kaosta Emevîlerin parmakları vardır.[xxviii]

 

Nefis, bir şeye alıştığında artık bu hakikati çiğnemeleri daha kolay olur.

 

Evet, bu pasaj bana ait değil, çağdaş bir Sünnî bir âlimin değerlendirmeleridir. Seyyidim bu yorumu nereden getirdin, diyebilirsiniz. Allah şahittir ki bu okumanın tarihsel birçok kanıtı vardır.

 

Bu ikinci adımı da özetleyip üçüncü adıma özet bir şekilde geçelim.

 

Hilafet veliahtlık esası üzere olmamalıdır. Benî Ümeyye hilafet konusunda çoğunluğun hâkim olması görüşünü savunarak Benî Hâşim'e şiddetli muhalefeti terk etmedi. İşte bu Benî Ümeyye'nin elde ettiği ilk zaferdi.[xxix]

 

Başta veliahtlık sistemi olacak olursa nebevî hilafet asla kendilerine ulaşmaz. Ama hilafet kendilerine ulaşınca da halifeliği veliahtlığa dönüştürdüler. Çünkü Arap toplumu veliahtlığı kabul eder. Tablo karşımızdadır. Emir ve meliklerin birçokları veliahtlıkla geçmiştir.

 

Sunucu: Ben şeyh oğlu, şeyh oğlu şeyhim...

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Hilafet sebebiyle önemli makamları elde etmeye güç yetirdiler. Kendilerine yol açtılar, halifeler nezdinde kendilerine mevkiler hazırlamak için çalıştılar. Nihayetinde de İslami saltanatın temel sütunlarından biri oldular.[xxx]

 

Hilafet sebebiyle İmam Ali'yi makamından ettiler. Halifelerin bunları göreve atamaları da açıktır. Zaten bunu da delil olarak kullanıyorlar. Falancayı Ebû Bekir göreve getirdi, filancayı Ömer göreve getirdi, filanca Osman tarafından atandı, diyorlar.

 

Sunucu: Böylece bu atama meşru olmuş oluyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Devamında şöyle diyor:

 

Bir başka başarı da Osman'ın tahta geçmesiyle olmuştur. Böylece mutlak başarı elde ettiler. Din adı altında Benî Haşim'den gelecek hareketleri ve öncü Müslümanları baskı altına aldılar. Şaşmaz hedeflerine göre hareket ettiler. En nihayetinde karşı devrim muzaffer oldu. Nihaî zaferi ise Hz. Hasan'ın sulhu ile elde ettiler.[xxxi]

 

Bu ifadeler bana ait değildir. Bu ifadeler Allame Alâyilî'nin ifadeleridir. İşte üçüncü adım da budur.

 

Üçüncü basamak altı kişilik şûra ile olmuştur. Altı kişilik şûra öyle bir şekilde tasarlanmıştı ki iş önünde sonunda Osman'a varacaktı. Osman'a varınca da bütün işler onların eline geçmiş oldu.

 

Seyyidim işaret ettiğiniz bu hakikatleri Müminlerin Emiri'nin buyrukları da teyit etmekte midir, diye sorulabilir.

 

Yani bu Sünnî okuyuş Şiîlerin İmamı'nın sözlerinde de yer bulmakta mıdır? Sünnî bir âlimden naklettim ki ‘‘Şiîler İslam tarihini itibarsızlaştırmaktadırlar'' şeklinde bir itirazla karşılaşmayalım.

 

Müminlerin Emiri şöyle buyurmaktadır:

 

Derken o da (İkinci halife; Seyyid Kemal Haydarî) yolunu katetti ve hilafeti bir topluluğa bıraktı ki benim de o topluluktan biri olduğumu sanıyordu.

 

Allah'ım sana sığınırım, ne şûraydı bu! Benim hak­kımda birincisiyle ne zaman şüphe hâsıl oldu ki bu tür kimselere denk tutuldum ben! Ama buna rağmen (kuşlar gibi) inerlerken onlarla indim, uçarlarken onlarla uçtum. İçlerinden biri (Sa'd b. Ebî Vakkâs) haset ve kininden ötürü doğru yoldan saptı, öbürü (Abdurrahman b. Avf da) damadı olduğundan ona meyletti, öbürleri de öyle şeyler yaptılar ki söylenmesi, anılması bile çok çirkin...

 

Derken onların üçüncüsü iki yanı şişmiş bir halde kalktı. Yediği yerle kirlettiği yer arasında yaşadı.

 

Onunla babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah'ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler. Sonunda onun da ipleri çözüldü. Amelleri işi­ni bitirdi. Karnının dolgunluğu, onu yere serdi.[xxxii]

 

Üçüncü halifenin eline geçmekle Ümeyyeoğulları da fırsatı ellerine geçirdiler.

 

İşte şu önemli sorunun cevaplandırılması gerekiyor. Osman'a bunu kim yaptı da işini bitirdi?

 

Sunucu: Gerçi ondan önce de Ömer var.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Gerçi Ömer meselesi geniş bir tarihî malumat ve hazırlık gerektiriyor. Şu an Müminlerin Emiri'nin “Mervân'ın bineği olma” buyurduğu kimse (Osman) hakkında konuşuyoruz. Müminlerin Emiri ona ‘‘Mervân seni peşinden sürüklemesin'' buyuruyor.

 

Sunucu: Mervân hem o olayda hem de Cemel'de hazırdır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu planı kimin çizdiğinin üzerinde duracağız. Geçmişe o kadar da gitmeye gerek yok. Günümüze bakalım. Körfez ülkelerinin yöneticileri, kralları neler yapıyorlar?

 

Sunucu: Bazıları iğne ile öldürüldü, bazıları sürgüne gönderildi. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Müminlerin Emiri bu meseleye açık bir şekilde işaret etmektedir. Müminlerin Emiri'nin Nehcü'l-Belâga'da şöyle buyurduğunu işitmekteyiz:

 

İlmini ve Ümeyyeoğulları fitnesini beyan etmektedir.

 

Bilin ki uğrayacağınız fitneler içinde en çok korktuğum, Ümeyyeoğullarının fitnesidir. Çünkü bu kör ve karanlık bir fitnedir, hâkimiyeti yayılır, belası (iyi insanlara) özgüdür… Size gelip çatacak olan Ümeyyeoğulları fitnesi çirkin ve korkunç bir yüze sahiptir. Yaptıkları Câhiliye devrinin işleridir.[xxxiii]

 

Evet, Ümeyyeoğullarının fitnesi korkunç bir yüze sahiptir. Çünkü din adı altında yapılacaktır. İşte ‘‘tevilî nifak'' dediğimiz şey budur.

 

Devamında şöyle buyuruyor:

 

Onda ne bir hidayet meşalesi vardır ne de (kurtuluş) bayrağı görülür. Biz, Ehl-i Beyt, o fitnelerden kurtulmuşuz… Sonra Allah; Ümeyyeoğullarını zillet ve horluğa düşüren, tahtından indiren, onlara ölümü tattıran, onlarla sadece kılıç diliyle konuşan ve üzerlerine korku örtüsünü geren kimsenin eliyle bu fitneyi, hayvanın derisini yüzer gibi yüzer, sizden giderir.[xxxiv]

 

Pasajın son bölümü Müminlerin Emiri'nin kerametlerindendir.

 

Abbasî inkılabına işaret ediyor ve gaybî ihbarı ile haber veriyor. Abbasiler onlar hakkında kılıçtan başka bir şeyle hüküm vermeyeceklerdir.

 

Lütfen şu cümleye bir bakınız:

 

O zaman Kureyş, bugün bir kısmını istediğim halde bana vermedikleri şeyi vermek üzere beni devenin kesildiği kısa bir süre de olsa görmek için bütün dünya ve içindekileri feda etmeye hazır olacaktır.[xxxv]

 

Müminlerin Emiri ‘‘Kureyş'' sözcüğünü ‘‘Benî Ümeyye'' sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanmaktadır. Yoksa bütün Kureyş'i kastetmiyor.

 

İlmin, Kur'ân'ın ve tarihin imamı, selâm olsun sana!

 

Sunucu: Sanki tarihi okuyor. Mervânü-ı Himar olayını anlatıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, sanki bütün tarihi okuyor. Allame Alâyilî başka hutbelerini de eserinde takdim ediyor. Buradan da şunu anlıyoruz ki Emevîler bütün olanaklarıyla bu tarihî vesikayı yani Nehcü'l-Belâga'yı itibardan düşürmeye çalışmışlar!  

 

Sunucu: Teşekkürlerimizi sunuyoruz Seyyid Kemal Haydarî Bey. Değerli izleyiciler sizlere de teşekkürlerimizi arz ediyoruz.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Sahîhü'l- Buhârî, c. 2, s. 449, Kitabü'ş-Şehadat, Bab No: 9, Hadis No: 2652, Tahkik: Şuayb el-Arnavut.

 [ii] Ahmed b. Abdürrezzâk ed-Duveyş, Fetava'l-Lecne'd-Dâimetu li'l-Buhûsi'l-İlmiyye ve'l-İfta, c.2, s. 403, Fetva No: 6363 Dârü'l-Müeyyed.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 4, s. 329, Hadis No: 1749.

[v] A.g.e., c. 4, s. 330.

[vi] İbn Teymiyye, Resâilü Şeyhü'l-İslam İbn Teymiyye, el-Hilâfetu ve'l-Mülk, s. 25, Tahkik: Hammad Selâme ve Muhammed Uvayze, Mektebetü'l-Menâr.

[vii] A.g.e., s. 31.

[viii] A.g.e., s. 34.

[ix] A.g.e., s.  38.

[x] Zuhruf, 54.

[xi] Nasr, 1-2.

[xii] Tevbe, 101.

[xiii] Hucurât, 14.

[xiv] Abdullah el-Alâyilî, İmam Hüseyin, s. 31.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] A.g.e., s. 57.

[xvii] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye fî Nakzi Kelâmi'ş-Şia, c. 3, s. 74, Tahkik: Muhammed Reşâd Sâlim.

[xviii] A.g.e., a.g.y.

[xix] İmam Hüseyin, s. 56.

[xx] Nehcü'l-Belâga, s. 352, Hutbe No: 209.

[xxi] Şûrâ, 23.

[xxii] İmam Hüseyin, s. 38.

[xxiii] A.g.e. s. 28.

[xxiv] İmam Hüseyin, s. 55.

[xxv] A.g.e., s. 56.

[xxvi] A.g.e., a.g.y.

[xxvii] Ahzâb, 33.

[xxviii] A.g.e., s. 58.

[xxix] A.g.e., a.g.y.

[xxx] A.g.e., a.g.y.

[xxxi] A.g.e., a.g.y.

[xxxii] Nehcü'l-Belâga, Hutbe No: 3.

[xxxiii] Nehcü'l-Belâga, s. 160, Hutbe No: 93.

[xxxiv] A.g.e., a.g.y.

[xxxv] A.g.e., a.g.y.