İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (17)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (17)
Cisim ruhtan, ruh da cisimden ayrı değildir. Cisim, ruhun iniş yaptığı bir mertebedir. Bugünkü bilimsel ifadeyle “psikosomatik”; yani ruhla bedenin ilişkisi vardır. Ruh ve beden birbirine o kadar bağlıdır ki adeta tek bir şeydirler. Aslında aynı hakikatin iki mertebesidirler. Ruh, insanın bedeninden daha üstte olan bir mertebedir, beden de ruhun iniş mertebesidir.

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Benim baktığım gözüm senin yuvandır

Kerem et de aşağı in bu ev senin evindir

Kalbimizin zayıflığının ilacını dudaklarına bırak

O paha biçilmez yakut senin hazinendir.

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi Hz. Mevlânâ açısından aşk ve şuhûdî idrakler konusu üzerine sayın üstadımızla konuşuyoruz. Aşkın tarifi, aşkın çeşitleri ve hangi bölümlere ayrıldığı konusuna geldik. Gerçekten de Hz. Mevlânâ aşk kelimesine geldiği zaman adeta başka bir şey oluyor. İnsan gerçekten de Mevlânâ’nın aşk semalarında uçtuğunu, oradan melekûta ulaştığını ve semavi ve ruhani vecizeler söylediğini hissediyor.  

 

Üstad, Mevlânâ’da aşk konusuyla ilgili olarak çok ince bir noktaya ulaştık. Mevlânâ, aşkı “kahhâr” olarak görmektedir. Aşkla ilgili olarak “feleğin dalgası”, “kaynayan kazan”, “kumun akması” gibi nitelemeler kullanıyor.

 

Daha önceki programda aşkın dört niteliğinden bahsedildi. Şu an okuyacağım beyitlerde de sanırım beşincisinden söz ediyor. O, şöyle buyuruyor:

 

Aşkın beş yüz kanadı vardır ve her kanadı

Arşın üstünden yer altına kadar tüm kâinatı kaplar

 

Zahit korkarak ayağı ile yürümeye kalkar

Âşıklar ise şimşekten de rüzgârdan da hızlı uçar

 

Üstad, buradaki “beş yüz kanat” ile kastedilen nedir?

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Şiirde geçen “per” kelimesi kanat demektir. Kuşlar kanatlarıyla uçar, her kuşun da iki kanadı vardır. Uçmak ise daima yukarı yönlüdür. Yani uçmak yerden yukarı yükselmektir. Uçakların uçuşu için “take off” kelimesi kullanılır, yani uçak yerden sökülüp kopmaktadır.

 

Bu anlamı açıklamak için İngilizcedeki bu “take off” kelimesi çok iyi olabilir. Uçmak, yerden kopmaktır. Biz yere bağlıyız, neden yere bağlıyız; çünkü cisimiz ve ağırlığımız var; her cisim ağırlığa sahiptir ve yer çekimi onu aşağı çeker. Yer çekimi nedeniyle her cisim yere bağlanmıştır. Yer çekimiyle yere bağlı olduğumuz gibi ayrıca zamana ve mekâna da bağlıyız.

 

Uçmak ise yerden kopup sökülmektir. Her kuş iki kanatla yerden havalanır. Mevlânâ burada “beş yüz” derken çokluğu ifade etmek istiyor. Yani bir kuşun iki kanadı varsa aşkın beş yüz kanadı vardır, demek istiyor. Buradaki ‘‘beş yüz’’, kesreti (çokluğu) vurgulamak içindir. Ayrıca uçmak yalnızca iki kanatla olan bir şey değildir. Başka birçok uçuşlar da vardır. Dolayısıyla da kanat ne kadar fazla olursa sürat de yükseliş de o kadar çok olur.

 

Yani aşkın uçuşunun belirli bir sınırı yoktur. Bir kuş belirli bir sınıra kadar uçabilir, yani belirli bir yükseklikten veya mesafeden daha ilerisine gidemez. Çünkü havanın değişimi ve şartları onun uçuşuna izin vermez. Ancak aşkın uçuş alanı sınırsızdır, istediği kadar yükselebilir, aynı şekilde sürati de olağanüstüdür. Beş yüz kanatla uçuşun genişliğini de kendisi açıklıyor.

 

Aşkın beş yüz kanadı vardır ve her kanadı

Arşın üstünden yer altına kadar tüm kâinatı kaplar

 

Burada arştan bile demiyor arşın üstünden diyor. Arşın üstü artık tasavvura bile sığacak bir şey değildir. Arş en yüksek merhaledir, onun üstünü tasavvur etmek bile mümkün değildir. Burada arşın üstünden yerin altına kadar olan alanın aşkın uçuş alanı olduğunu söylüyor.

 

Yani aşka ‘‘buradan daha öteye gidemezsin’’ denebilecek bir yer yoktur. Buradaki ‘‘beş yüz kanat’’ ifadesiyle aşkın hem süratinin fazlalığını hem de uçuş alanının genişliğini ve uçuşu için belirli bir alanla sınırlanmadığını söylüyor.

 

Laricanî: Daha sonra şöyle diyor:

 

O korkaklar, aşkın tozuna mı ulaşabilirler

Aşk derdi gökyüzünü ferş eder

 

Üstad Dînânî: “Ferş”, ayağımızı bastığımız yerdir. Aşk derdi gökyüzünü ayağımızın altına serer. Yani aşk ile o kadar yükselirsiniz ki gökyüzü ayaklarınızın altında kalır. Burada da aşkın hızını ve uçuş alanının genişliğini ifade ediyor. Yani her şeyin üstünde olduğunu söyleyerek aşkı en güzel şekilde vasıflandırıyor.

 

Laricanî: Molla Hâdî Sebzevârî “Aşk derdinden maksat şudur: Aşk, ağyara [sevgilinin dışındakilere] karşıdır, her nereye ayak basarsa Hak dışındaki her şeyi yakar” diyor.

 

Üstad Dînânî: Aşkın özelliklerinden biri [sevgiliden] başkasını görmemesidir. “Bir”i görür, “bir”e tapar, dikkati tek bir yönedir, farklı yönlere ilgisi yoktur. “Biri bil, biri gör, biri söyle.” “Bir”i görür, “bir”i bilir ve “bir” yönüne hareket eder.

 

Laricanî: Daha sonra şöyle devam ediyor:

 

Aşk önce neden kanlıdır?

Dışındakiler, kaçıp gitsin diye

 

Üstad Dînânî: Kanlı olması, aşkın çok zorlu olması demektir. Herkes aşka takat getiremez ve tahammül edemez. Dışındakiler ise aşkın dışında kalanlardır. Aşkın dairesi dışında kalanlar aşkın azametini, süratini ve yakıcılığını görünce -eğer aşk ehli değillerse- kaçıp giderler. Çünkü aşk yakıcıdır ve kahhârdır.

 

Aşk cesaret, kahramanlık, cüret, küstahlık, fedakârlık, yiğitlik gerektirir. Bütün bunlar aşkın sıfatıdır. Eğer bir kimsede bunlar yoksa gerisin geri kaçıp gider.

 

Laricanî:

 

Aşk öyle bir ateştir ki tutuştuğu anda

Sevgili dışındaki her şeyi yakar.

 

Üstad Dînânî: Evet Mevlânâ, burada aşkı çok güzel tasvir ediyor. Aşkın da diğer her şey gibi mertebeleri vardır. Aklın da, hayânın da, her şeyin mertebeleri vardır, çünkü varlık mertebelidir.

 

Sadrü’l-Müteellihîn’in ifadesiyle “teşkike” elverişlidir yani mertebelidir. Aşk da tek mertebeli değildir. Aşk, bilinen zâhirî aşkla başlar. Zâhirî aşk da bir aşktır, bunun aşk olmadığını söylememek gerekir. Zâhirî aşkın sevgilisi aşağıdadır. Ancak bu sevgili de gelişmektedir.

 

İnsan âşık olduğunda şiddetli bir isteme hali edinir. Aşk şiddetli istemektir, âşık olan her neye ulaşırsa ulaşsın onunla yetinmez çünkü o, istediği şey değildir. İnsanda önemli olan budur. İnsan eline geçen ilk şeyle yetinirse onun aşkı da bitmiş demektir. Yani eline geçen ilk şeyle yetinen insanın aşkı da işi de bitmiştir.

 

Fakat insan elde ettiği şeyin istediği şey olmadığını, her neye ulaşırsa ulaşsın asıl arzusunun farklı olduğunu görürse bu harekete geçmesine vesile olur. Âlemde hayatı sağlayan da budur. Bu duygu sadece aşk için değil, idrak ve marifet için de geçerlidir.

 

Şimdi marifetten başlayarak aşka gidelim. Zira marifetten bahsetmek, aşktan bahsetmekten daha kolaydır. Aşktan söz etmek oldukça zordur. Marifet âleminde de Mevlânâ’nın burada bahsettiği muhasebe vardır. Bir kişi herhangi bir şey öğrendiğinde tüm âlemin ve bilginin o öğrendiği şey olduğunu, ondan daha yukarıda bilinebilecek bir şey olmadığını düşünürse o kişi artık yerinde sayıyor demektir. Ondan sonra da artık hiçbir şey öğrenemez, maalesef insanların büyük bir kısmı böyledir. Bir dereceye kadar öğrendikleriyle yetinirler. “Biz meseleyi anladık, biliyoruz, artık yeterlidir, gidip işimize gücümüze bakalım” derler. Böyle diyenler kalakalmıştır.

 

Ama kimisi de vardır ki marifeti ne kadar artarsa artsın, ne kadar çok şey öğrenirse öğrensin ona az gelir. Hakikat yolunun insanları, yüksek maarife ulaşanlar ve bu dünyayı inşa edenler marifetin bir derecesinde kalmakla yetinmeyen şahıslardır. Hangi mertebeye ulaşırlarsa ulaşsınlar daha da öteye giderler.  

 

Aynı şey aşk için de geçerlidir. Bir insan daha ilk aşamada istediği veya âşık olduğu bir şeye ulaşınca ‘‘tamam, artık ben mutluyum’’ diyorsa onun mutluluğu işte o ulaştığı şey kadardır. Ama Mevlânâ güzelliği onun ötelerinde gören birinin niteliğini işte bu beyitlerde anlatıyor.

 

Mutlak hakikat, sınırsızdır. Bu, “ben bu kadarla yetiniyorum” denecek bir şey değildir. Oraya ne kadar gidilirse gidilsin sonuna ulaşılamaz. Bu sülûk ebediyete kadar devam eder.

 

Laricanî: Üstad, aşkın nitelikleriyle ilgili söyledikleriniz çok ince bir meseleyi ortaya koyuyor. “Aşk derdi gökyüzünü ferş eder” mısrasında da ifade edildiği gibi aşkın alanı dertliliktir. Mevlânâ’nın aşkı yakan bir aşktır, laubali bir aşk değildir. Fakat bununla birlikte ona yönelik birtakım iftiralar atılıyor, ona yakışmayacak şeyler söyleniyor. Onun çılgın bir aşk peşinde olduğu söyleniyor ve dans meselesi de bu şekilde açıklanıyor.

 

Hâlbuki o, dansla kastettiğini şu şekilde anlatıyor:

 

Topraktan olan cisim aşktan göklere yükseldi

Dağ dansa başlayıp hareketlendi.

 

Buradaki danstan kastedilenin insan eksiklerinden çıkması olduğu anlaşılıyor. Molla Hâdî Sebzevârî de bu konuda çok güzel söylüyor, diyor ki: “İrfanda dans, nefsin kusurlarından dışarı çıkması anlamına gelmektedir. Nefsinin kusurlarından çıkıp kurtulanlar dans etmeye başlar.”

 

Ben burada şu beyti tekrar okumak istiyorum.

 

Aşk öyle bir ateştir ki tutuştuğu anda

Sevgili dışındaki her şeyi yakar.

 

Molla Hâdî bununla ilgili olarak da diyor ki: “Mevlânâ’nın peşinde olduğu aşk, zatı itibariyle ‘ağyarı yakan’  bir aşktır ve çerçöp ne varsa yakar.’’ Nitekim bir başka yerde de şöyle diyor:

 

Yandım ben yandım yakacak isteyen bana gelsin

Benden tutuştursun da böylece çerçöpü yaksın

 

‘‘Yanma içinde yanma, Mevlânâ’nın peşinde olduğu dansın anlamıdır.”

 

Üstad, bu ne kadar yüce bir makamdır, öyle değil mi? Ama bizler onu ne kadar aşağılara indiriyoruz.

 

Üstad Dînânî: Sizin buyurduğunuz hususta ona isnat edilen şeylerle ilgili olarak şunu söyleyebiliriz. Herkes kendi anlama çapına uygun şeyler söyler. Onlar o mertebede oldukları için danstan sadece hoplayıp zıplamayı anlarlar. Onların kendileri o anlayışta oldukları için Mevlânâ’yı da aynı kendileri gibi sanıyorlar. O zavallılar ne yapsın, anlayışları o kadar.

 

Ben bu konuyu açıklamadan önce gerçekliği olan bir hikâyeyi nakletmek istiyorum:

 

Sadeddin Hammûye büyük âriflerden biridir. O, âriflerin bulunduğu bir meclisteydi ve orada sema yapılıyordu. Şiirler okunurken ârifler kendilerinden geçip raks etmeye başladı. Sadeddin Hammûye sakince oturmuş tefekkür ediyordu. O dans edenlerden biri kendisine “Üstad, bu bir sema meclisidir. Sen neden böyle sakin duruyorsun” dedi.

 

Sadeddin Hammuye ona şu âyeti okudu: “Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler.” (Neml, 88) Siz şu dağların binlerce yıldır hareketsiz bir şekilde durduğunu sanıyorsunuz; hâlbuki işin iç yüzü öyle değildir. O dağlar, tıpkı bulutlar gibi hareket halindedir.

 

Dans bir harekettir fakat o bir etkenle ortaya çıkan bir harekettir. Bir hareket ettirici vardır, dans öyle durduk yere olan bir şey değildir ki. Eğer harekete geçirici bir şey olmadan yapılıyorsa bu bir teknik veya meslektir. Dansı bir meslek olarak yapan gerçekten dans ediyor değildir. Fakat dansa başlayan birinin içinde onu harekete geçiren bir “muharrik” bulunmaktadır.

 

Dans bir harekettir ama özel bir harekettir. Her hareket dans değildir. Eğer dansı, noksanlıktan, kemâle doğru bir hareket olarak tarif edersek sadece âriflerin veya insanların değil, tüm varlığın dans ettiğini görürüz. Varlık her zaman ve sürekli olarak kemâle doğru gitmektedir. Kuvveden fiile gitmektedir.

 

İlk başta söylediğim gibi eğer bir kişi herhangi bir şeyden memnun olup kalmışsa, onun çapı o kadardır işte, bir şeye ulaşmıştır ve onu sıkı bir şekilde korumakta ve onunla yetinmektedir. Bunda “hubbî” bir hareket, kemâle doğru bir hareket yoktur. Çünkü hareket isteği yoktur, hareket etmek istememektedir. Fakat kemâl konusunda daha fazlasını isteyen ve azıyla yetinmeyen, noksanlıktan kemâle doğru gitmek isteyen kişinin hareketi danstır.

 

Bu anlamıyla taş da, ağaç da deniz de, dağ da dans etmektedir; âlem dans halindedir. Sonuç itibariyle ârifin dansının cansızların, bitkilerin, hayvanların dansından farkları vardır. Evet, onlar da noksanlıktan kemâle doğru gidiyor fakat ârifin noksanlıktan kemâle doğru gitmesi ayrı bir hareketi gerektirir. Elbette ârifin bedeni de tıpkı diğer varlıklar gibi fiziki olarak hareket halindedir. Ancak ârifin fiziki ve bedensel hareketinden başka bir de ruhi hareketi vardır.

 

Ârifin ruhu uçuş haline geçiyor ve o deruni, ruhani dans bedene sirayet ediyor. Onun dansı içindedir, hubbi bir hareketi ve fikrî bir yükselişi vardır ancak o ruh bedene o kadar hâkim oluyor ki beden de harekete geçiyor. Yani ârifin dansı, içinin hareketinin bir yansımasıdır. Onun kalbi ve ruhu harekete geçtiği için bedeni de ona paralel olarak harekete geçiyor. Ârifin dansı budur ve bu hoplayıp zıplama değildir.

 

Laricanî: Çok güzel bir açıklama oldu Üstad, daha iyisi olamazdı. İzin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Üstad, sizin dansla ilgili söylediklerinize benzer şekilde de Mevlânâ şöyle diyor:

 

Yiğitler meydanda dans eder dolaşırlar

Kendi kanları içinde dans ederler

 

[Bağlardan] kurtulduklarında el çırparlar

Noksanlıklarından atlayıp çıktıklarına dans ederler  

 

Onların çalgıcıları içlerinden def çalarlar

Denizler onların coşkusundan dolayı köpürür

 

Sen görmezsin ama onların kulakları

         Dallarda el çırpmakta olan yapraklardadır

 

Yani herkes bu meydanın adamı değildir. Noksanlıklarından kurtulduklarında dans ederler. Siz de tüm âlemin dans etmekte olduğunu söylemiştiniz. Yiğitçe dans edenler kendi kanlarında dans ederler.

 

Üstad Dînânî: Evet o, ölümden korkan biri değildi. O diyor ki:

 

Ölüm eğer yiğitse söyle bana gelsin

Ta ki onu sıkıca kucaklayayım

 

O, ölümden korkmadığını çok güzel bir şekilde şöyle anlatıyor:

 

Ölümü biliyorum; ama dostun semtine

Daha yakın bir yol biliyorsan ondan haber ver

 

Yani Hak Teâlâ’ya kavuşmak için ölümü biliyorum ama eğer ondan daha yakın bir yol biliyorsan bana onu söyle diyor.

 

Evet, dans hubbi bir harekettir, ruhi ve hubbi hareket de doğal olarak cismi de etkilemektedir. Zira ruhla cisim birbirine bağlıdır. Cisim ruhtan, ruh da cisimden ayrı değildir. Cisim, ruhun iniş yaptığı bir mertebedir. Bugünkü bilimsel ifadeyle “psikosomatik”; yani ruhla bedenin ilişkisi vardır. Ruh ve beden birbirine o kadar bağlıdır ki adeta tek bir şeydirler. Aslında aynı hakikatin iki mertebesidirler. Ruh, insanın bedeninden daha üstte olan bir mertebedir, beden de ruhun iniş mertebesidir. O yüzden de ruhta olan şeyler bedende de etkisini göstermektedir. Bu, sevinç ve mutlulukta da hüzün ve gamda da geçerlidir.

 

İnsanın üzüntülü ya da sevinçli olması bedenini etkiliyor. Dolayısıyla ârifin aşktan kaynaklanan sevinci, bedenine etki yapıyor. Dolayısıyla biz bunu saçma ve laubali bir hareket olarak göremeyiz.

 

Laricanî: Ahmed Gazzâlî’yi bu konuda kınadıkları zaman o “siz benim gördüklerimi görmüyorsunuz” demişti.

 

Üstad Dînânî: Âriflere uygun olmayan şeyler yakıştırmak, cehaletten kaynaklanıyor. Âriflerin sözlerini dahi anlamak bazen imkânsızdır. Dolayısıyla yaptıkları da anlaşılmaz olabilmektedir. Cahiller onlarla ilgili olarak her zaman kendi düzeylerinde sözler söylemiştir.

 

Laricanî: Mevlânâ “eğer sizin de bu hal coşkusundan nasibiniz olsaydı Lâ kılıcını kullanabilirdiniz” diyor:

 

Lâ kılıcı Hak dışında her şeyi katleder

O zaman bak “lâ”dan sonra geriye ne kalır

 

“İllallah” kalır diğer hepsi gider

Neşelen ey şirki yakıp yok eden aşk

 

Üstad Dînânî: Tevhid, yani “lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) “lâ” ile başlamaktadır. Yani kelime-i tevhid “küfür”le başlamaktadır. Zira önce “lâ ilâhe” yani ‘‘hiçbir ilah yoktur’’ diyor, daha sonra da “illallah” yani “Allah’tan başka” diyor.

 

Ârifler, “Lâ”nın Arap harfleriyle yazılmış şeklini o dönemde yolları çalı çırpıdan temizlemekte kullanılan “carub”a benzetmiştir. Mevlânâ burada daha da öteye gidiyor ve “Lâ”yı kılıca benzetiyor. Carub çalı çırpıyı, çerçöpü temizliyor ve tevhid yolunu temiz hale getiriyor. Kılıç ise öldürücüdür. Yani “lâ” kılıcı ile Hak’tan gayrı her şeyi kesiyor. “Gayr” yok olunca da geriye Hak’tan başka bir şey kalmıyor.

 

Zaten aslında var olan “Hak”tır, bizim vehimlerimiz “gayr”ı üretiyor. Aslında “gayr” sadece bir vehimdir. Eğer en baştan aşk olsa ve vehimlere kapılmasaydı, eğer kâmil akıl olsaydı zaten “gayr” diye bir şey görmeyecekti. “Gayr”ı yaratan bizim vehimlerimizdir. Mevlânâ’nın bir kılıca benzettiği “lâ” ile yani “lâ ilâhe illallah” ile “gayr”ı yolumuzun üstünden kaldırıyoruz.

 

Gerçek cihad da budur: Yani “lâ” kılıcı ile hakikatten gayrı her şeyi ortadan kaldır ve hakikate doğru git.

 

Laricanî: Allah’ın Resûlü (s.a.a) boşuna “En üstün zikir lâ ilâhe illallah’tır” dememiş. Hz. Molla Hâdî Sebzevârî de şöyle buyuruyor: “Burada kastedilen ‘lâ ilâhe illallah’ zikrinin “mekali” (sözü) değil “hali”dir (eylemi).”

 

Üstad Dînânî: “Mekal” de eğer riyakârca veya münafıkça değilse halin belirtisidir.

 

Laricanî: Şöyle devam ediyor: “Bu, ret ve ispat kılıcıdır, Hak dışındaki her şeyi reddediyor ve sadece Allah kalıyor.” Mevlânâ da daha sonra “lâ ilâhe illallah” hakikatini ortaya koyan yani bu kılıcı doğru kullanan kimsenin sevgili Hz. Peygamberimiz (s.a.a) olduğunu belirterek şöyle diyor:

 

Temiz aşk, Muhammed’le (s.a.a) eşti

Allah, aşk ile O’na “sen olmasaydın (âlemleri yaratmazdım)” dedi.

 

Hâsılı O, aşkta yegâne olduğu için

Allah O’nu peygamberler içinden seçti

 

Üstad Dînânî: Hz. Peygamber aşk ehli olduğu için tüm peygamberler arasında O, “habîbullah” (Allah’ın sevgilisi) diye adlandırıldı.  Daha önce de söylediğimiz gibi âyetlerde ve rivayetlerde “aşk” yerine “hubb” kelimesi kullanılmıştır. “Habib” hem hem “muhib” (seven) hem de “mahbûb” (sevgili) anlamına gelir. Arapçada “fail” vezni hem “fâil” hem de “meful” için kullanılır. Hz. Peygamber için kullanılan “habib” hem Hak Teâlâ’nın “muhibbi” (seveni) hem de “mahbubu” (sevgilisi) anlamına gelir:

 

Ahmed’in adı bütün peygamberlerin adıdır

Yüz geldiğine göre doksan da bizimdir.

 

Hz. Peygamber “habib”dir ve bu muhabbet de Kur’ân’daki “Yûsuf Sûresi”nde tecelli etmiştir. Kur’ân’daki Yûsuf Sûresi, “hubb sûresidir”, “aşk sûresidir”. Bu yüzden de Allah Yûsuf Sûresi’ni “ahsenu’l-kasas” (en güzel kıssa) olarak adlandırmıştır. Kur’ân’da birçok peygamberin hikâyesi anlatılmıştır ama Allah Yûsuf Sûresi’nde “Biz, bu Kur’ân'ı vahyetmekle sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” (Yûsuf, 3) diyor. Hz. Mûsâ’nın, Hz. İsa’nın kıssaları da var, peki neden bu en güzel kıssadır? Çünkü bu, aşk kıssasıdır. Yûsuf Sûresi en güzel kıssa olduğu gibi anlatımı da en güzel olan kıssadır.

 

Laricanî: “Aşk-ı ruz efzun-ı Yûsuf” Yûsuf’un her gün artan aşkı.

 

Üstad Dînânî: Gerçekten de Yûsuf’un sürekli artan aşkıdır. Nitekim Hâfız da buna değinmiş ve şöyle demiştir:

 

Men ez an husn-i ruz efzûnn ké Yûsuf dâşt dânistem

Ké éşq ez perde-yé ismet burûn âred Zuleyha ra

 

Ben Yûsuf’un sürekli artan güzelliğinden anladım

Züleyha’nın ismet perdesinin dışına çıkan aşkını

 

Mecazi aşk durağan olabilir, bitebilir ama hakiki aşk sürekli artan bir aşktır. Aşk sürekli arttığı gibi güzellik (hüsn) de sürekli artan bir şeydir. Güzellik neden sürekli artan bir şeydir? Çünkü Hak Teâlâ’nın tecellisidir.  Hakiki hüsn ve aşk sürekli artan bir şeydir çünkü tecelli sonsuzdur.

 

Bu bahsettiğim şiir veya hayal değil, kanıtı olan bir şeydir. Güzellik neden sürekli artar? Çünkü tecelli sonsuzdur. Bir önceki tecelli bir sonraki tecelliden farklıdır. Tecelli ne kadar fazla olursa, güzellik de artıyor. Güzellik artınca aşk da artıyor. Bu sürekli oluş, yücelme (teâlî) ile ilgili bir meseledir. Arapçadaki ‘‘teâlî’’ kelimesini Farsçaya tam olarak tercüme ettiğimizde bu “ruz efzun” [her gün artan] kelimesi olur. Tabii buradaki gün de 24 saati değil, her anı ifade ediyor, yani her an artan demektir. Ben bu yüzden “ruz efzun” [her gün artan] yerine “lahza efzun” [her an artan] diyorum.

 

Âlemde yerinde kalmak diye bir şey yoktur. Âlemdeki hiçbir varlık yerinde kalmaz, yerinde kalmak ölümdür. Biri eğer yerinde kalmışsa ve “teâlî” etmiyorsa ölmüş demektir. Varlık da, güzellik de, aşk da “ruz efzun” yani her an artandır. “Teâlî”nin anlamı da budur.

 

Laricanî: Pekâlâ, Hace Abdullah, Menazilu’s-Sâirin’de irfani makamlardan birinin “ferid” olduğunu söyler. O “Ferid,  Allah’ın sadece bir kişiye duyduğu aşkın makamıdır, o kişi Peygamber’dir (s.a.a.), diğerlerine cârî olan da onun aşkının sereyânıdır-akışıdır’’ diyor.

 

Üstad Dînânî: Bu, “levlak”ın (‘‘Sen olmasan âlemleri yaratmazdım’’ mealindeki hadiste geçen “sen olmasaydın” sözü; çeviren.) anlamıdır. “Ferid” olmanın göstergesinin ne olduğunu ben size arz edeyim. Yani Hz. Peygamber (s.a.a) neden “ferid”dir, yani neden “yegane”, ‘‘biricik’’tir? Çünkü “hâtem”dir. Her peygamberden sonra bir peygamber vardı, yani onlar “ferid” değildi. Fakat Hz. Peygamber hem “hâtem” hem de “hatim”dir. “Hâtem” yüzüğün kaşı yani mühür demektir. “Hatem” bitiş mührünün vurulması, “hatim” ise ondan sonra artık peygamberin gelmeyecek olması demektir.  

 

Ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olmasından dolayı da “ferid”dir. O, hem “ferid” olduğu için “hâtem”dir, hem de “hâtem” olduğu için “ferid”dir.

 

Laricanî: Mevlânâ, bunu şöyle anlatıyor:

 

Ben gökleri öyle yükselttim ki

Ta ki sen bu aşkın yüceliğini (uluvv) anlayasın

 

Üstad Dînânî:  Buradaki “aşkın yüceliği” ifadesi, demin arz ettiğim gibi onun her an artmasıdır. Burada kullanılan “uluvv-é éşq” Farsçadaki “ruz efzuni-yé éşq”tir. Aşk daima yükselir. Mevlânâ’nın aşkı teşbih ettiği ateşin özelliği de budur. Aşk her zaman yükselir, ateşin özelliği yükselmektir, ateş hiçbir zaman aşağı inmez. Su, aşağı iner ama ateş asla aşağı inmez yukarı çıkar.

 

Siz bir yeri yanarken gördünüz mü, bilmiyorum. Ben gençliğimde İsfahan çarşısının yandığını görmüştüm. Alevlerin nasıl hızla artıp yükseldiğine inanamazsınız! Ateşin özelliği enine ve boyuna yayılmasıdır. Aşk da sürekli artan bir şeydir ve isyankârlığının sebebi de bu sürekli artmasından dolayıdır. O yüzden aşk dizginlenemiyor.

 

Laricanî: Daha sonra şöyle diyor:

 

Tahkik badesini aşk kaynatır

Sıddıklara saki olan odur

 

Molla Hâdî Sebzevârî bunu, Mevlânâ’nın “şah beyitlerinden” biri olarak görüyor ve buradaki “sıddık” ile kastedilenin akıl olduğunu söylüyor. Yani akıl ve aşk öyle bir aşamaya geliyor ki aşk, aklın sakisi oluyor.

 

Üstad Dînânî: Ayrıca bu “şah beyit” olmasının yanı sıra Mevlânâ için yersiz sözler söyleyen kişilerin iftiralarını da bu beyit bertaraf ediyor. Bakınız, bu beyitte “bade”ye nasıl anlam veriyor. “Aşk, tahkik badesini kaynatır” diyor. Tahkik burada araştırma yapmak demek değildir, hakikate ulaşmak demektir. Bu bade yani şarap, hakikate ulaşma şarabıdır. Bu şarabı aşk kaynatıyor. Sonra bu şarabın sakisini ve badenin kime ulaştırıldığını ikinci mısrada söylüyor. İkinci mısradaki “sıddık” kimdir? Ben eğer İbn Sînâ’dan ve felsefeden söz edeceksem “sıddık”ın “burhan-ı sıddıkîn” sahipleri olduğunu söylerim.

 

Peki, “burhan-ı sıddıkîn” nedir? Tek cümle ile söyleyecek olursam: Hak’tan hareketle Hakk’a ulaşmaktır. Yani O’na, başkasıyla değil, kendisiyle ulaşmaktır. Sıddık, O’nun kendisiyle O’na ulaşan, yani Hakk’a dolayı olarak değil, doğrudan doğruya gidendir. Mevlânâ’nın kullandığı “sıddık” kelimesini, daha önce İbn Sînâ kullandı. Sıddık çok büyük bir makamdır çünkü “gayr”ı tanımaz, sadece Hakk’a yöneliktir. İşte bu beyit, ona yönelik tüm iftiraları bertaraf ediyor. O, laubali işler peşinde değildi, o üzüm şarabı içmiyordu, onun şarabı hakikat şarabıydı.

 

Bunu daha önce de defalarca söyledik. Aşkın hakikati akıldır, yani akıl sarhoş olmaktadır. Aşk hiçbir zaman akılsız değildir. Akıl da aşkla birlikte tasfiye olup temizleniyor, akıl vehimlerin şüphelerinden temizleniyor.

 

Laricanî: Evet Üstad, ben tam asıl soruma gelecektim ki maalesef programımızın süresi bitti. Mevlânâ şöyle diyor:

 

Her çé gûyem éşq ra şerh u beyân

Çun bé éşq âyem khecel gerdem ez ân

 

Aşkı şerh ve beyan için her ne söylesem  

Aşkın kendisine gelince o sözlerden utanıyorum

 

Yani o, aşkı açıklayamadığını söylüyor. Fakat daha sonra öyle bir havaya giriyor ki bu bende soru işareti yaratıyor. Zira diyor ki bu vadide benimle birlikte gelecekseniz hem aşkı hem de aklı bir kenara bırakın. Yani ben bunu anlayamıyorum nasıl oluyor da buraya kadar geldikten sonra bir anda onların tümünü bir tarafa bırakıyor? Bunu sormak istiyorum ancak programımızın süresi de bitti. Bir sonraki programda bu soruyu soracağım.   

 

Değerli dostlar bizimle birlikte olduğunuz için çok teşekkür ederiz. Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=Gg4F2ysY8ZA