Ahmed el-Kâtib'e reddiye (28-29): Şia'nın ilk nesillerinin imamet hakkındaki inancı neydi / Ehlibeyt İmamları halifeleri meşru mu sayıyordu

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (28-29): Şia'nın ilk nesillerinin imamet hakkındaki inancı neydi / Ehlibeyt İmamları halifeleri meşru mu sayıyordu
"Buhârî ez-Zührî’den; o Urve’den; o da Aişe’den şöyle haber verdi: Fâtıma (a.s.) Ebû Bekr’e karşı öfkelenmiş, ona darılmış ve vefat edinceye kadar onunla konuşmamıştır… Eşi Ali O’nu geceleyin defnetmiş, bunu Ebû Bekir’e bildirmemiş ve cenaze namazını kılmalarına da izin vermemiştir.”

 

Seyyid Sâmî el-Bedrî

 

 

YİRMİ SEKİZİNCİ ŞÜPHE

 

HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.A.) “KİM ŞÛRÂYA DAYANMAKSIZIN HALKIN BAŞINA GEÇMEYE YELTENİRSE ONU ÖLDÜRÜN!” HADİSİ ÇERÇEVESİNDE

 

Yazar şöyle diyor:  Ehl-i Beyt İmamları, İslam Ümmetinin kendi yöneticilerini seçme hakkına sahip olduğuna inanıyor, egemenliğin zorla ele geçirilmesini kabul etmiyorlardı.

Ben derim ki: Tam aksine Ehl-i Beyt İmamları, Kur’ân’ın şu ilkesine inanmaktaydılar: Yönetim hakkı Peygamber’e, ardından vasiye, sonrasında da adil fakihe aittir.

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ الله وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ

“İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat'ı, elbette biz indirdik. Müslüman olan peygamberler, Yahudiler hakkında hükmederler, kendilerini Allah’a vermiş Rabbânîler, âlimler de, Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirler) ve onun Allah'ın kitabı olduğuna şahitlik ederlerdi.” (el-Mâide/44)

Daha önce bu ayetin üzerinde etraflıca durmuştuk.

Bundan İmamlar’ın (a.s.) kendilerinin dışındakilerin hâkimiyetini mahkûm ettikleri ve meşru görmedikleri anlaşılmaktadır.

İmam Ali (a.s.) “Vallahi halka nispetle bu işteki hakkım, gömleğimin kendi hakkım oluşundan daha açıktır.” buyurmaktadır. Yine O “Kararlı kırk kişi bulsaydım kuşkusuz onlarla savaşırdım.” demiştir.

 

ŞÜPHENİN METNİ:

 

Yazar şöyle demektedir: “Ehl-i Beyt İmamları, İslam Ümmetinin kendi yöneticilerini seçme hakkına sahip olduklarıma, şûrâyı uygulamanın zorunluluğuna ve egemenliği zorla ele geçirmenin kabul edilemezliğine inanıyorlardı. Nitekim Sadûk’un Uyûnu Ahbâri’r-Rızâ’da rivayet ettiği bir hadiste onların bu tutumlarını açıkça görmek mümkündür.

عن الامام الرضا عن ابيه الكاظم عن ابيه جعفر الصادق عن ابيه محمد الباقر عن علي بن الحسين عن الحسين بن علي عن ابيه عن جده رسول الله (صلى الله عليه وآله) والذي يقول فيه : "من جاءكم يريد ان يفرق الجماعة ويغصب الامة امرها ويتولى من غير مشورة فاقتلوه ، فان الله عزوجل قد اذن بذلك"”

İmam Rızâ’nın (a.s.), ataları kanalıyla İmam Ali’den (a.s.) rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdu:

“Kim size gelir de cemaati bölmek, ümmetin idaresini gasp etmek ve şûrâ olmadan başa geçmek isterse onu öldürün. Çünkü Allah azze ve celle buna izin vermiştir.”

Herhalde bu hadis Ehl-i Beyt’in şûrâya inandığının ve ona bağlı kaldığının en güzel ifadesidir. Onlar insanları kendilerine tâbi olmaya ve bağlanmaya çağırdıklarında bunu sırf Allah’ın Kitabı’yla hükmetmeyen, adaletin gereğini yapmayan ve hakka boyun eğmeyen halifelere karşı kendilerinin hilafete daha layık ve daha öncelikli olduklarına inandıkları için yapmışlardır.[1]

 

Şüphenin Reddi

 

Ben diyorum ki:

1- Eğer yazar “Ehl-i Beyt” (a.s.) kavramı ile İmam Ali, İmam Hasan,  İmam Hüseyin ve Hz. Hüseyin’in (a.s.) zürriyetinden dokuz imama karşılık gelen terimsel anlamı murat ediyorsa, onlara nispet ettiği bu görüş sahih değildir. Çünkü onlar yönetim hakkının sırasıyla Hz. Peygamber’e (s.a.a.), vasilere ve adil fakihlere ait olduğuna inanmaktaydılar. Biz bu konuyu ikinci cildin birinci bölümünde etraflıca ele alıp inceledik.

2- Yazarın “egemenliğin zorla ele geçirilmesini mahkûm ediyorlardı” şeklindeki sözüne gelince, eğer bununla yönetimin ilk merhalesindeki biatı (biat-ı ibdidâî) murat ediyorsa bu doğrudur. Yok, eğer bununla gasıpları bertaraf etmeye yönelik cihad için yapılan biatı kastediyorsa, daha önce geçtiği üzere bu görüş isabetli değildir.

3- Delil göstermeye çalıştığı hadise gelince, bu rivayetin İmam’dan sâdır olduğuna emin olsak dahi birden fazla anlama gelebileceğini belirtmeliyiz.

Evvelâ: Hz. Resûlullah (s.a.a.) “cemaat” lafzı ile şu veya bu şekilde gerçekleşen biattan sonra oluşan cemaati murat ediyordur; kendisine biat edilen bu şahıs hakkında ister nass bulunsun ister bulunmasın.

İkincisi: Hz. Resûlullah (s.a.a.) “cemaat” ile meşru biattan sonraki cemaati kastediyor olabilir. Bu durumda İslam ve cihaddaki öncü Müslümanlar, hakkında şerî nass bulunan kimseye biat etmişler demektir.

Üçüncüsü: Cemaat ile biattan önceki ümmet de kastediliyor olabilir. Şöyle ki Kitap ve Sünnet mülahaza edilirse ümmetin aslında tek olduğu görülür.

İmam Rıza’nın (a.s.) ilk ihtimali kastetmediğinde herhangi bir kuşku olamaz. Çünkü O’nun ve atalarının mezhebi ilâhî vasiyet ve nass mezhebidir; şartların uygunluğu durumunda gasıplarla cihad etmenin vacip olduğu yönündedir. Nitekim Emirülmüminin’den aktarılan hadislere göre O şöyle buyurmuştur:

انا اولى بالناس من قميصي هذا

“Vallahi halka nispetle bu işteki hakkım, kendi gömleğimin benim hakkım oluşundan daha açıktır.”

لو وجدت اربعين دوي عزم لناهضت القوم

Kırk azimli kişi bulabilseydim kuşkusuz onlarla savaşırdım.

Geriye ikinci ve üçüncü anlam kalmaktadır. Her iki anlam da ihtimal dâhilinde olmakla birlikte ikisi de Üstad Ahmed el-Kâtib’in iddiasını desteklemez.

Çünkü ikinci manadaki cemaat ile hakkında nass bulunan kimseye biat eden topluluk kastedilmektedir. Böyle bir toplulukla savaşanın da öldürülmesi vacip olur. İmam Ali’nin, Cemel ve Sıffîn ehliyle bu delille savaştığını görmekteyiz.

Üçüncü manaya gelince, burada biattan önceki ümmet kastedilmektedir. Bunun tekliği de Kitap ve Sünnet mülahaza edildiğinde bellidir. Böyle bir topluluğun vazifesi Allah ve Resûlü tarafından nassla tayin edilen imama biat etmektir. Eğer ümmet Kitap ve Sünnet’in murat etmediği bir şahsa biat etmeye zorlanırsa, bu durumda hakkı gasp edilmiş demektir ve kanunsuz bir şekilde yönetime geçen kimse ile savaşması vacip olur. İmam Ali (a.s.) bu nedenle şöyle buyurmaktadır:

لو وجدت اربعين دوي عزم لناهضت القوم

Kırk azimli kişi bulsaydım kuşkusuz onlarla savaşırdım.

Çünkü Sakife ehli, Allah ve Resûlü’nün tayin ettiği kimsenin karşısına ümmeti yönetmesi için başka bir şahsı çıkardı. İmam Ali de bu sayıda yardımcı bulamadığı için zorla halifelere biat etmek zorunda kaldı.

4- Yazarın “Onlar insanları kendilerine tâbi olmaya ve bağlanmaya çağırdıklarında bunu sırf Allah’ın Kitabı’yla hükmetmeyen, adaletin gereğini yapmayan ve hakka boyun eğmeyen halifelere karşı kendilerinin hilafete daha layık ve daha öncelikli olduklarına inandıkları için yapmışlardır.” sözlerine gelince… O bununla Ehl-i Beyt’in (a.s.) yönetimi hak etmesinin ihtisas değil de efdaliyet evleviyeti ile olduğunu söylemek istiyor ki önceki bölümlerde bu bakış açısının geçersizliğini göstermiştik.

 

 

YİRMİ DOKUZUNCU ŞÜPHE

ŞİA’NIN İLK NESİLLERİNİN İMAMET KONUSUNDAKİ İNANÇLARI

 

Ahmed el-Kâtib kitabında şunları yazıyor:

Nevbahtî şöyle der: Şia’nın ilk kuşakları Hz. Ali’nin insanların en üstünü olduğunu söylemekle birlikte Ebû Bekir’in imametini de caiz görürlerdi. Abdullah b. Hasan: “Biz hilafet ve imamette diğerleri gibiyiz.” diyordu. Kardeşi Hasan ise: “Hz. Resûlullah (s.a.a.) Gadîr’de hükümeti kastetmiş olsaydı bunu onlara açıkça söylerdi.” demiştir.

Ben diyorum ki: Nevbahtî şu sözü de söylüyor: “İlk Şiîler içinde şu görüşte olanlar da vardır: Hz. Rasûlullah’tan (s.a.a.) sonra itaat edilmesi farz olan kişi Ali’dir (a.s.). İnsanların O’ndan başkasına itaat etmeleri caiz olmaz. Ayrıca İmam Sâdık (a.s.) Hasan b. Hasan b. Ali’nin ayıplarını açıkça tenkit ederdi.

 

ŞÜPHENİN METNİ

 

Öncelikli olma (evleviyet) konusunda ilk Şia kuşağından bazıları, özellikle birinci hicrî yüzyılda, şöyle demiştir:

Ali (a.s.) fazileti, İslam’a ilk girenlerden olması ve ilmi ile Rasûlullah’tan (s.a.a.) sonra insanların hilafete en öncelikli olanıdır. Peygamber’den (s.a.a.) sonra bütün insanların en faziletlisi, en cesur, en cömert, en zâhid ve en dindarı O’dur. Bununla birlikte onlar Ebû Bekir ve Ömer’in imamlığını onaylamış, bu makam için her ikisini de ehil saymışlardır. Ali’nin (a.s.) yönetimi onlara teslim ettiğini, buna razı olduğunu, zorlama olmaksızın onlara biat ettiğini ve hakkını onlara bıraktığını zikretmişlerdir. Müslümanlar buna razı olduğu gibi biz de buna razıyız. Bundan başkasını söylemek bizim için helal olmaz. Hiçbirimizin bundan başka yapacağı bir şey de yoktur. Ebû Bekir’in yönetimi Ali’nin (bu hakkı) teslim etmesi ve ona razı olması sebebiyle hidayet edicilik vasfını kazanmıştır.

Bunun yanında Şia içerisindeki başka bir grup ise şöyle demiştir:

Ali (a.s.) Resûlullah’a yakınlığı, İslam’a ilk girenlerden oluşu ve ilmi sebebiyle insanların hilafete en layık olanıydı. Ancak insanların O’ndan başkasını yönetimin başına getirmeleri de caizdir. Yeter ki yönetime getirdikleri kişi bu iş için yeterlilik vasfına sahip olsun. Kişinin bunu istemiş olması ya da istememesi burada fark etmez. Onların kendi kararları ve gönül rızaları ile başa geçirdikleri yöneticinin yönetimi doğru bir yönetimdir. Allah Teâlâ’ya itaat kapsamında yer alır. Bu durumda ona itaat etmek de Allah tarafından belirlenmiş bir görev kabul edilir.

Şia’nın başka bir kesimi ise Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s.) imameti, O insanları kendisine çağırdığı ve bu daveti açık olduğu zaman sabit olur demektedir.

Zamanının Tâlibîlerinin büyüğü, babasının vasisi ve dedesinin sadakalarının mütevellisi olan Hasan b. Hasan b. Ali’ye

ألم يقل رسول الله : من كنت مولاه فعلي مولاه ؟ فقال : بلى ولكن - والله - لم يعن رسول الله بذلك الامامة والسلطان ، ولو اراد ذلك لأفصح لهم به

Resûlullah (s.a.a.), ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır!” buyurmamış mıdır, dendiği zaman o, ‘Evet, yalnız Allah’a and olsun ki Resûlullah (s.a.a.) bununla yönetimi ve imameti kastetmemiştir. Eğer bunu kastetseydi bunu onlara açıkça söylerdi.’ diye cevap vermiştir.

Öte yandan oğlu Abdullah da şöyle diyordu: “Yönetim işinde başkası için caiz olmayan bizim için de caiz olmaz. [Bizim diğerlerinden bir farkımız yoktur.] Ehl-i Beyt arasında Allah tarafından itaat edilmesi farz kılınmış hiç kimse yoktur. Müminlerin Emiri’nin velayeti Allah tarafından belirlenmemiştir.”

Bütün bunlar göstermektedir ki nass nazariyesinin ve imametin yalnız Ehl-i Beyt içinde veraset yoluyla intikali fikrinin Şia’nın birinci kuşağı nezdinde herhangi bir temeli yoktur. Bunun içindir ki Ebû Bekir ve Ömer’e bakışları olumluydu. Onlar bu iki kişiyi, Resûlullah’ın (s.a.a.) Müslümanlara şûrâ ile halledilmek üzere emanet bıraktığı ve özellikle kimseyi aday göstermediği halifeliği gasp eden şahıslar olarak görmüyorlardı. Bu olgu İmam Sâdık’ın kendi taraftarlarına onları (Ebû Bekir ve Ömer’i) kabullenip sevmelerini emretmesinin sebebini de açıklamaktadır.”

 

ŞÜPHENİN REDDİ

 

Ben diyorum ki: Üstad Ahmed el-Kâtib’in ilk Şiî kuşaktan bazılarına nispet ettiği söz, erken dönem Zeydiyyesi’nin Betriyye grubuna mensup kimselerin görüşüdür.

Onların bu görüşünün karşısında, ihtisas evleviyeti mefhumuna tâbi olan ilk Şiîlerin bir bölümü şöyle diyordu:

“Ali (a.s.), itaati Allah ve Resûlullah (a.s.) tarafından farz kılınan bir imamdır. Halkın O’nun söylediklerini kabul etmesi ve her şeyi O’ndan öğrenmesi vaciptir. O’na itaat eden Allah’a itaat etmiş, isyan eden ise Allah’a isyan etmiş olur. Çünkü Resûlullah (s.a.a.), O’nu insanlara rehber kılmış, imametini ve O’nunla dost olmayı farz etmiştir. Aynı şekilde O’nun, insanlara kendi nefislerinden dahi öncelikli (evlâ) gelmesi gerektiğini söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.a.), halkın ihtiyacı olan her türlü dinî bilgiyi, dinleri ve dünyalarına fayda verecek mücmel ve mufassal her ilmi O’na vermiştir. Bunların hepsini de O’na tevdi etmiş ve kendisinden onları korumasını istemiştir. Bu sebeple O, günahlardan korunmuş olması, ilk Müslümanlardan oluşu, ilmi, kahramanlığı, savaştaki başarısı, cömertliği, zühdü ve sorumluluğu altındakilere gösterdiği adaleti sebebiyle imameti ve Nebi’nin (s.a.a.) makamını hak etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.a.) açıkça; ismi, soyu ve şahsı ile O’nu bildirmiş, imametini ümmete bir mecburiyet olarak yüklemiş ve onlara rehber yapmış, ümmetin başına başkan kılmıştır. Birçok yerde O’nu vasi, halife ve vezir diye ilan etmiş ve halka, Ali’nin (a.s.) kendi yanındaki konumunun Musa’ya (a.s.) göre Hârûn’un (a.s.) durumuyla aynı olduğunu, ancak kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini bildirmiştir. Hz. Nebi (s.a.a.), hayatta iken kendisinin onlara kendi nefislerinden daha öncelikli olması gibi, O’nu da müminlere kendi nefislerinden üstün kılmıştır.”

Nevbahtî ve el-Eşarî devamında şöyle der: “Bu fırka, Ali’nin (a.s.) şehit edilmesine kadar, yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde O’nun imametine sıkı sıkıya bağlı kaldı ve varlığını sürdürdü[2].”

Üstad Ahmed el-Kâtib de bu grubun sözlerine daha önce işaret etmiş, ancak onları Sebeiyye olarak isimlendirmiş ve devamında da onlar hakkında şöyle demiştir: “Vesayet görüşünün, İmam Ali (a.s.) döneminde, Şia içerisinde yalnızca küçük bir topluluk tarafından kabul edilmiş olmasına, İmam’ın kendisinin bile bunu sert bir biçimde reddetmesine ve kabul edenleri azarlamasına rağmen…[3]

Kâtib’in bu yaklaşımına ilişkin açıklamalarımızı ve notlarımızı ileride sunacağız.

Yazarın Hasan b. Hasan b. Ali’ye nispet ettiği söze gelince… Bu nakil İbn Asâkir’in “Hasan b. Hasan b. Ali’nin Tercüme-i Hâl’i” başlığı altında rivayet ettiği bölümden olmakla birlikte, sözler Hasan b. Hasan b. Hasan’a aittir.

Rivayetin tamamı şöyledir:

“el-Fudayl b. Merzuk şöyle der: Abdullah b. Hasan’ın kardeşi Hasan b. Hasan’ın bir Râfizî’ye şöyle dediğini işittim: Sizin belirttiğiniz gibi Allah ve Resûlü bu iş için Ali’yi (a.s.) seçmiş ve kendisinden sonra Ali’yi hilafete atamış olsaydı kuşkusuz O bu durumda Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) bu konudaki emrini terk ettiğinden insanların en günahkârı olurdu.

Bunun üzerine Râfızî ona: Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ali için ‘من كنت مولاه فعلي مولاه / Ben kimin mevlâsı isem Ali (a.s.) de onun mevlâsıdır’ buyurmadı mı, diye sorunca Hasan b. Hasan şöyle dedi: Vallahi de bunu söyledi. Ancak Resûlullah (s.a.a.) bununla halifeliği ve insanlar üzerinde yönetici olmayı kastetseydi namazı, zekâtı, Ramazan orucunu ve haccı açıkça belirttiği gibi kuşkusuz bunu da onlara açıkça anlatır ve onlara: ‘Ey insanlar! Bu benden sonra sizin emirinizdir. Onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin!’ derdi.[4]

Abdullah b. Hasan’ın kardeşi Hasan b. Hasan b. Hasan hakkında Tabrisî’nin el-İhticâc’ında geçtiği üzere İmam Sâdık (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

ان الحسن لو توفي بالزنا وشرب الخمر كان خيراً مما توفي عليه

Şüphesiz Hasan zina edip içki içerken vefat etseydi, bu inanç üzere ölmesinden daha hayırlı olurdu.

El-İhticâc’ın bir başka haberinde ise şöyle geçmektedir:

عن أبي يعقوب  قال: لقيت أنا ومعلى بن خنيس  الحسن بن الحسن بن علي بن أبي طالب عليه السلام فقال: يا يهودي فأخبرنا بما قال فينا جعفر ابن محمد عليه السلام فقال: هو والله أولى باليهودية منكما إن اليهودي من شرب الخمر.”

“Ebû Yakûb’dan şöyle rivayet edilmektedir: Ben ve Muallâ, Hasan b. Hasan[5] ile karşılaştık. Bize ‘Ey Yahudiler!’ dedi. Cafer b. Muhammed’e (a.s.) [bizim hakkımızda] söylediğini haber verdik.’ Dedi ki: Vallahi o, Yahudiliğe ikinizden daha yakındır! Kuşkusuz Yahudi içki içendir![6]

İbn Asakir ise Fudayl b. Merzûk’tan şöyle rivayet etmektedir:

عن فضيل بن مرزوق قال : « سمعت الحسن بن الحسن يقول لرجل من الرافضة : والله ان قتلك لقربة إلى الله عز وجل ، فقال له الرجل : انك تمزح ! فقال : والله ما هذا بمزاح ولكنه مني الجد

“Hasan b. Hasan’ın bir Râfizî’ye şöyle dediğini işittim: Vallahi seni öldürmek Allah azze ve celleye yakınlıktır. Bunun üzerine adam ona ‘Şaka ediyorsun herhalde!’ dedi. Hasan: ‘Vallahi bu şaka değil. Ben son derece ciddiyim!’ dedi.[7]

Yine aynı eserde Fudayl b. Merzûk’tan şöyle rivayet edilmektedir:

عن فضيل بن مرزوق قال : « سمعت الحسن بن الحسن يقول لرجل من الرافضة : والله لئن أمكننا الله منكم لنقطعن أيديكم وأرجلكم ثم لا تقبل منكم توبة

Hasan b. Hasan’ın bir Rafizî’ye şöyle dediğini işittim: Vallahi Allah bize size galip gelme fırsatı verecek olursa kuşkusuz ellerinizi ve ayaklarınızı keseriz. Sonra içinizden hiçbirinizin tövbesi de kabul edilmez.[8]

İbn Asâkir, Abdullah b. Hasan b. el-Hasan’ın tercüme-i hâlinde Rafizîlere karşı ikisinin de aynı inancı beslediğini gösteren bir takım rivayetler aktarır. O, Ebû Bekir b. Ayyaş’tan, o da Süleyman b. Karm’dan şöyle rivayet etmektedir:

قلت لعبد الله بن الحسن في أهل قبلتنا كفار ؟ قال نعم ، الرافضة

Süleymân der ki: Ben Abdullah b. Hasan’a ‘Ehl-i Kıblemiz içinde kâfirler de var mı?’ diye sordum. O, ‘Evet, Râfizîler’ dedi.

عن أبي خالد الأحمر قال سألت عبد الله بن الحسن عن أبي بكر وعمر فقال صلى الله عليهما ولا صلى على من لم يصل عليهما

Ebû Hâlid el-Ahmer’den ise şöyle rivayet etmektedir: Abdullah b. el-Hasan’a, Ebû Bekir ve Ömer’i sorduğumda şöyle dedi: Allah’ın salâtı o ikisinin üzerine olsun! Allah’ın salâtı o ikisinin üzerine salât getirmeyen kimsenin üzerine olmasın!

عن عمار بن زريق عن عبد الله بن الحسن قال : « ما أرى رجلا يسب أبا بكر وعمر تيسر له توبة أبدا

“Ammâr b. Züreyk, Abdullah b. Hasan’dan şöyle rivayet etmektedir: Ebû Bekir ve Ömer’e sövenin tövbesinin asla kabul edilmeyeceği görüşündeyim.

عن شبابة عن حفص بن قيس قال : « سألت عبد الله بن الحسن عن المسح على الخفين ؟ فقال امسح فقط مسح عمر بن الخطاب ، فقلت إنما أسألك أنت أتمسح ؟ قال ذلك اعجز لك حين أخبرك عن عمر وتسألني عن رأيي فعمر كان خير مني وملء الأرض مثلي ، قلت يا أبا محمد ان ناساً يقولون ان هذا منكم تقية فقال لي ونحن بين القبر والمنبر : اللهم ان هذا قولي في السر والعلانية فلا تسمعن قول أحد بعدي ، ثم قال هذا الذي زعم ان عليا كان مقهوراً وان رسول الله (صلى الله عليه وآله) أمره بأمر فلم ينفذه فكفى بهذا إزراء على علي (عليه السلام) ومنقصة ان يزعم قوم ان رسول الله (صلى الله عليه وآله) أمره بأمر فلم ينفذه

Şebbâbe, Hafs b. Kays’tan şöyle rivayet etmektedir: Abdullah b. Hasan’a mest üzerine meshetmek hakkında sordum. Dedi ki: ‘Meshet! Zira Ömer b. Hattâb da meshetti.’ Hafs der ki: Bunun üzerine dedim ki: ‘Ben senin meshedip etmediğini soruyorum.' O da cevaben şöyle dedi: ‘Ben sana Ömer’den haber veriyorum, sen ise benim kişisel görüşümü soruyorsun! Ömer benden ve benim gibi yeryüzünü dolduranların tamamından daha hayırlıdır.’ Ben de: ‘Ey Ebû Muhammed! İnsanlar bu sözünüzün takıyye olduğunu söylüyorlar!’ dedim. ‘Biz kabir ile minber arasındayız.’ [‘Burada yalan söyleyemem’ anlamında] dedikten sonra ‘Allah’ım şüphesiz bu benim gizlideki ve açıktaki sözümdür! Benden sonra kimsenin sözünü dinleme!’ diye cevap verdi.’

Devamında da şöyle dedi: Ali’nin (a.s.) baskı altında biat ettiğini, Resûlullah’ın (s.a.a.) O’na bir emir verdiği halde onu uygulamadığını iddia etmek Ali’yi küçük düşürmektir.[9]

Saffâr, Basâirü’d-Derecât’ta şöyle rivayet etmektedir:

عن علي بن سعيد وكان عند الصادق (عليه السلام) « ان رجلا قال له : جعلت فداك ان عبد الله بن الحسن يقول ليس لنا في هذا الأمر ما ليس لغيرنا؟ فقال أبو عبد الله (عليه السلام) بعد كلام : أما تعجبون من عبد الله يزعم ان أباه علي لم يكن إماما ويقول انه ليس عندنا علم ، وصدق والله ما عنده علم ولكن والله وأهوى بيده إلى صدره ان عندنا سلاح رسول الله (صلى الله عليه وآله) وسيفه ودرعه وعندنا والله مصحف فاطمة ما فيه آية من كتاب الله وانه لإملاء رسول الله (صلى الله عليه وآله) وخط علي بيده

“Ali b. Said’den şöyle rivayet edilmektedir: Ben İmam Sâdık’ın (a.s.) huzurundaydım. Bir adam ona şöyle dedi: Fedanız olayım! Abdullah b. Hasan ‘Yönetim işinde bizim başkasından farkımız yok’ diyor. Ebû Abdullah (a.s.) bu sözden sonra şöyle buyurdu: ‘Abdullah’a hayret etmiyor musunuz? Babası Ali’nin (a.s.) imam olmadığını iddia ediyor ve bizim yanımızda ilim yoktur diyor! Vallahi o doğru söylüyor! Onun nezdinde ilim yoktur!’ Ve elini sinesine koyarak şöyle buyurdu: Bizim yanımızda Allah Resûlü’nün (s.a.a.) silahı, kılıcı ve zırhı vardır. Vallahi Fâtıma’nın (a.s.) mushafı bizim yanımızdadır. Onun mushafında Allah’ın Kitab’ından hiçbir ayet yoktur. Resûlullah (s.a.a.) bunu imla etmiş, Ali de kendi eliyle yazmıştır.[10]

Allame Tusterî (r.a.) şöyle demektedir:

Bihârü’l-Envâr’ın el-İkbal’den aktarımı Hasanoğullarınının dedesini ve bu kişiyi (yani Abdullah b. el-Hasan’ı) mazur göstermeye yöneliktir. O şöyle açıklıyor: Abdullah Bağdat’a sürüldüğünde İmam Sâdık (a.s.) kendisini teselli için ona bir mektup yazmış ve başlığında da ‘Halef-i Salih’e, kardeş oğullarının pak zürriyetine ve amcaoğluna!’ demiştir. Ardından şunları ekler: İmam Sâdık’ın (a.s.) Abdullah’ı salih kul niteliği ile anması, onun ve amcası oğullarının saadet ehli olmaları için dua etmesi, bu kişilerin Mevlâmız Cafer-i Sâdık (a.s.) nezdinde mazur, övülmüş, mazlum olduğuna ve İmam’ın hakkına [imametlerine] ârif olduklarına delalet etmektedir. Gerçi bazı başka mektuplar da onların İmam Sâdık’tan ayrı olduklarını gösteriyor. Bu durumda da onların, mensubiyetlerinin izhar edilmemesi için takiyyeye başvurdukları ihtimali devreye girmektedir.

Müellif sonra da onların mazur olduklarına, marifetlerine ve Abdullah’ın, oğlunun Vadedilen Mehdî olmadığını itiraf ederek İmam Sâdık’ı tasdik ettiğini teyit eden haberleri nakleder. Buna göre İmam Sâdık (a.s.) babasından, O da Fâtıma binti’l-Hüseyin’den şöyle rivayet eder: ‘Ben (Fâtıma), babamın şöyle buyurduğunu işittim: Senin neslinden, ne öncekilerin kendilerini geçebildiği ne de sonrakilerin onlara denk olduğu öyle kişiler dünyaya gelecek ki, onlar Fırat’ın kenarında öldürülecekler. Abdullah bu öldürülenler arasındadır. O onların lideri ve Benî Hâşim’in şeyhidir.’ Musannif der ki[11]: Övgü ve yergi ile ilgili haberlerin üzerinde etraflıca düşündüğümde aralarını nasıl bulacağıma dair bir yol bulamadım.”

Allame Tusterî şöyle der: “Kadha (yergiye) delalet eden rivayetler oldukça çoktur. Övgü rivayetleri ise şâzdır ve Zeydiyye kanalından gelmektedir. Kadim ulema taan içeren rivayetleri nakletmiştir. Muhammed b. Hasan es-Saffâr, Muhammed b. Yakub el-Kuleynî ve benzer kadim âlimler İmamların bu olayların tevili hakkında sustuklarını rivayet etmiştir. Ayrıca tarihî bilgiler de bunu desteklemektedir. Bu konudaki haberler burada nakledilenlerle sınırlı değildir. Bu konudaki tüm bilgiler sunulacak olursa kitabın hacmi oldukça büyüyecektir. Onun hakkında, hakikati göremediğini ortaya koyan pek çok çirkin söz rivayet edilmiştir. Bir habere göre o İmam Sâdık’a (a.s.): ‘Hüseyin (a.s.) adil olsaydı imameti Hasan’ın çocukları içinde kendisinden daha büyük birisine bırakması gerekirdi.’ demiştir.” Taberî ise rivayetin zeylinde kendi isnadıyla Süleyman b. Karm’dan şöyle rivayet etmektedir: ‘Ben Abdullah b. Hasan’a ‘Kıblemize yönelenler arasında kâfirler var mıdır?’ diye sordum. O: ‘Evet, Râfizîler’ dedi. İbn Kuteybe ise şöyle demektedir: Abdullah b. Hasan’ın bir gün ayağını meshederek ‘Ömer de ayağını meshetmiştir. Kim Allah ile kendisi arasındaki meselelerde Ömer’e tutunacak olursa sağlam bir kulpa tutunmuştur.’ demiştir.[12]

Yazarın: “Bunun içindir ki onların Ebû Bekir ve Ömer’e bakışları müspet bir niteliğe sahiptir. Çünkü onlar bu iki kişiyi, Rasûlullah’ın (s.a.a.) Müslümanlar arasında şûrâ ile halledilmek üzere bıraktığı ve özellikle kimseyi aday göstermediği halifeliği gasp eden şahıslar olarak görmüyorlardı. Bu olgu İmam Sâdık’ın kendi taraftarlarına onları (Ebû Bekir ve Ömer’i) kabullenip sevmelerinin sebebini de açıklamaktadır.” şeklindeki sözlerine gelince:

Ben derim ki: Eğer yazar Ehl-i Beyt ile Masum İmamları kastediyorsa onlara nispet ettiği bu görüşte hataya düşmüştür. Çünkü Ehl-i Beyt İmamları’nın (a.s.) Ebû Bekir ve Ömer’e karşı tutumları babaları İmam Ali ile anneleri Hz. Zehrâ’nınki ile aynıdır.

Babaları İmam Ali’nin (a.s.) tutumu ise “Şıkşıkiyye” diye ünlenmiş hutbesinde geçen sözlerinden anlaşılmaktadır.

O şöyle buyurmaktadır:

اما والله لقد تقمصها ابن ابي قحافة وانه ليعلم ان محلي منها محل القطب من الرحا . . . وطفقت ارتئي بين ان اصول بيد جذاء او اصبر على طخية عمياء . . . فرأيت ان الصبر على هاتا احجى

Allah’a and olsun ki falan kimse, hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim… kör bir karanlığa sabır mı göstereyim? Sabretmenin daha uygun olduğunu gördüm!

Bir başka yerde ise şöyle demektedir:

اللهم اني استعديك على قريش . . . فنظرت فاذا ليس لي رافد ولا ذاب ولا مساعد الا اهل بيتي فضننت بهم عن المنية . . . وصبرت من كظم الغيظ على امر من العلقم وآلم للقلب من حز الشفار

Ey Allah'ım! Kureyş'ten ve onlara yardım edenlerden intikamımı almanı istiyorum… Baktım da, Ehl-i Beyt'imden başka destekleyen, hakkımı savunan ve yardım eden kimsenin olmadığını gördüm. Onları ölüme sürüklemekten kaçındım... Bu işin zehirden acı olan, bıçaklarla doğranmaktan daha elem verici olan kederli öfkesine sabrettim.

لو وجدت اربعين دوي عزم لناهضت القوم

Kırk azimli kişi bulabilseydim kuşkusuz onlarla savaşırdım!

Anneleri Hz. Zehra’nın (a.s.) tutumuna gelince kesin nakillere göre O (a.s.) her ikisine öfkelenmiş, sonra da bu öfkesini kendi ölümünden sonrasına taşıyacak ve herkese ilan edecek şekilde, o ikisinin cenazesinde bulunmamalarını ve cenaze namazını kılmamalarını vasiyet etmiş ve bu amaçla da geceleyin gömülmesini ısrarla talep etmiştir. İmam Ali (a.s.) de O’nun vasiyetini yerine getirmiş ve Ebû Bekir’e defnini bildirmemiştir.

عن الزهري عن عروة عن عائشة « ان فاطمة (عليه السلام) وجدت على ابي بكر فهجرته فلم تكلمه حتى توفيت . . . دفنها زوجها علي (عليه السلام) ليلا ولم يؤذن بها ابا بكر وصلى عليها

“Buhârî ez-Zührî’den; o Urve’den; o da Aişe’den şöyle haber verdi: Fâtıma (a.s.) Ebû Bekr’e karşı öfkelenmiş, ona darılmış ve vefat edinceye kadar onunla konuşmamıştır… Eşi Ali O’nu geceleyin defnetmiş, bunu Ebû Bekir’e bildirmemiş ve cenaze namazını kılmalarına da izin vermemiştir.[13]

Aynî ve İbn Hacer Buhârî’nin şerhinde şöyle derler: “Hadiste geçen ‘leylen /geceleyin’ sözü gece vaktinde anlamındadır. Bu, Hz. Fâtıma’nın (a.s.) vasiyeti olup cenaze merasiminin [mahremiyeti korumak amacıyla] azami gizlilikte yerine getirilmesi amacını gütmektedir.”[14]

Ben derim ki: Durum onun anlattığı şekilde değildir. Aksine Hz. Zehra, o ikisinin cenazesinde hazır bulunmamaları ve cenaze namazı kılmamalarına oldukça özen göstermiştir. Bu konudaki karine de İmam Ali’nin (a.s.) Ebû Bekir’e Hz. Zehra’nın vefatını, defin ve cenaze namazını bildirmemiş olmasıdır.

Taberî’nin Delâilü’l-İmâmet adlı eserinde ise şöyle geçmektedir:

عن ابي بصير عن ابي عبد الله (عليه السلام) قال : « لما دخلا عليها قالا لها : كيف انت يا بنت رسول الله (صلى الله عليه وآله) فقالت بخير والحمد لله . ثم قالت لهما : اما سمعتما النبى (صلى الله عليه وآله) يقول فاطمة بضعة مني فمن آذاها فقد آذاني ومن آذاني فقد اذى الله ؟ قالا : بلى ، قالت : والله لقد آذيتماني فخرجا من عندها وهي ساخطة عليهما

Ebû Basîr, Ebû Abdullah’tan şöyle rivayet etmektedir: Ebû Bekir ve Ömer, Hz. Zehra’nın (a.s.) huzuruna vardıklarında O’na şöyle dediler: ‘Ey Allah Resûlü’nün kızı! Nasılsın?’ Hz. Zehra: ‘Hayır üzereyim, Allah’a hamd olsun’ diye karşılık verdi. Devamında da onlara şöyle buyurdu: Siz Hz. Peygamber’in ‘Fâtıma benden bir parçadır. O’na eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiştir!’ sözünü işitmediniz mi?’ O ikisi: ‘Evet işittik’ dediler. Bunun üzerine Zehra (a.s.): ‘Vallahi siz ikiniz bana eziyet ettiniz!’ buyurunca onlar, Hz. Zehra’nın kendilerine öfkeli olduğu bir halde huzurundan çıkıp ayrıldılar.[15]

عن الباقر (عليه السلام) « ان زيداً لما قال له سالم بن ابي حفصة وكثير النوا وابو الجارود انهم يتولون ابا بكر وعمر ويتبرءون من اعدائهم قال لهم زيد ويلكم أتتبرءون من فاطمة ؟ بترتم امرنا بتركم الله فيومئذ سموا البترية

“Zürâre’nin İmam Bâkır’dan rivayetine göre ise İmam şöyle buyurmuştur: Sâlim b. Ebî Hafsa, Kesir en-Nevâ ve Ebü’l-Cârud, Zeyd’e ‘Biz Ebû Bekir ve Ömer’i veli edindik ve düşmanlarından da beriyiz’ deyince, Zeyd onlara şöyle karşılık verdi: ‘Yazıklar olsun size! Sizler Fâtıma’yı (a.s.) terk mi ediyorsunuz? Emrimizi [velâyetimizi] böldünüz. Allah da sizi parçalasın! İşte bunun üzerine onlar o gün ‘Betriyye’ olarak isimlendirildiler.[16]

وقد سئل الرضا (عليه السلام) عن الشيخين فقال : « كانت لنا امة بارة خرجت من الدنيا وهي عليهما غضبى ونحن لانرضى حتى ترضى

İmam Rızâ’ya Şeyheyn hakkında sorulunca şöyle buyurdular: Bizim, o ikisine öfkeyle dünyadan göçmüş saliha bir annemiz vardı. O razı olmayıncaya dek biz de razı olmayız.[17]

İmam Bâkır ve İmam Sâdık’a (a.s.) nispet edilen, onların Ebû Bekir ve Ömer’den razı olduklarını ve onları dost edindiklerini bildiren rivayetlere gelince bunlar Emevî döneminin takıyye gerektiren ortamında söylenmiştir. İmam Ali’ye (a.s.) nispet edilen sözler ise Abbâsî döneminde O’nun adına uydurulmuş rivayetlerdir. İnşallah en yakın fırsatta bu konuyu da incelemeye çalışacağız.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

Medya Şafak

 

 

 



[1] et-Tatavvur, s. 421.

[2] s. 107.

[3] et-Tatavvur, s. 25

[4] Muhtasaru Tarîhi Dımaşk, c. 6, s. 329-333; Tarîhu Dımaşk, c. 13. İbn Asâkir rivayetlerde Hasan b. Hasan b. Ali ile Hasan b. Hasan b. Hasan b. Ali’yi birbirine karıştırmıştır. Bu karışıklık nâsihten kaynaklanmış da olabilir.

[5] Kâmûsu’r-Ricâl’de Hasan b. Hasan b. Hasan b. Ali ile Hasan b. Hasan b. Ali’nin tercüme-i halinde geçmektedir. Tüsterî merhum şöyle der: Onun hamr (içki) içmesinden murat nebiz içmesidir. Zira nebiz İmamlarımızın nezdinde haram, diğerlerine göreyse helaldir.  

[6] Muhterem müellifin adres olarak kaynak (el-İhticâc) ile buraya alıntıladığı hadis arasında ufak tefek farklılıklar vardır. Biz de adres olarak gösterdiği Tabrisî’nin el-İhticâc’ına (c. 2, s. 138) göre çevirdik. (çev.)

[7] Muhtasaru Târîhi Dımaşk, c. 6, s. 331.

[8] A.g.e., c. 6, s. 332.

[9] Târîhu Medineti Dımaşk, c. 27, s. 373-376, Abdullah b. Hasan b. Hasan’ın tercüme-i hâli.

[10] Basâirü’d-Derecât, s. 253. Ayrıca bkz. s. 156-160.

[11] Bununla Tenkîhü’l-Mekâl adlı eserin müelllifi Allame Mâmekânî’yi (r.a.) kastediyor.

[12] Kâmûsu’r-Ricâl, Abdullah b. Hasan b. Hasan b. Ali’nin tercüme-i hâli.

[13] Sahîhü’l-Buhârî, Kitâbü’l-Meğâzî, Hayber Gazası Bâbı ve Resûlullah’ın “Biz peygamberlere mirasçı olunmaz” Hadisi Bâbı; Sahihü Müslim, Kitâbü’l-Cihâd ve’s-Siyer; Müşkilü’l-Asâr, c. 1, s. 48; Tarîhü’t-Taberî, c. 3, s. 208.

[14] Umdetü’l-Kârî, c. 17, s. 259; Fethü’l-Bârî, c. 9, s. 34.

[15] Bihâr, c. 43, s. 170

[16] Kamusu’r-Ricâl, c. 4, s. 599

[17] Mecmûatün Nefîse, Elkâbü’n-Nebiyyi ve İtretuhu, s. 44; et-Tarâif, s. 252.