İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (8): Fârâbî’nin Düşüncesinde Hayâlin Rolü

İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (8): Fârâbî’nin Düşüncesinde Hayâlin Rolü
Fârâbî’nin benimsediği bu felsefî yorum, sırr makamına ve Zât-ı Ahadiyyet’e işaret etmektedir. Varlıkta hep bir muamma söz konusudur. Eğer bu sır bir kerede çözülseydi, varlık adi, değersiz bir hale bürünürdü. Zaten insanın tüm merakı da, o sırra erişmektir. Bu, varlığın sonsuz olduğu anlamına gelir. Eğer her gizem çözülebilseydi, varlık sonlu ve sınırlı olmuş olurdu. Oysa varlık sonsuzdur.

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programının kıymetli takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi, konumuz hakîm Fârâbî’nin epistemolojik sistemiydi. Önceki derslerimizde, mezkûr epistemolojik sistem içinde yer alan duyusal bilgi, aklî bilgi ve işrakî bilgi hakkında saygıdeğer üstadımızın yaptığı açıklamalardan faydalanmıştık.

Üstad, hakîm Fârâbî’nin bu epistemolojik seyrinde, hayâl adlı bir halka da mevcuttur. Eğer izin verirseniz, konuyla ilgili metni okumak istiyorum:

O şöyle söylüyor: Duyunun tasarrufu yaratılmışlar âlemi, hayâlin tasarrufu hakikatlerin suretleri, aklın tasarrufu ise âlem-i emr üzerindedir. O, halk ve emr [âlemlerin]in fevkinde olan şeydir; aklın özüdür/zâtıdır. Duyu, hayâl ve akıl tarafından perdelenir.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Evet. Sizin hakîm Fârâbî’den okuduğunuz bu özlü ifadenin içinde, epistemolojinin tümü mevcuttur. O, bilgiye duyudan başlamakta, sonra hayâle ve vehme ulaşmaktadır. Ancak o bu ifadelerinde, vehmi açıklamamıştır. Akabinde akla ve aklın fevkine de ulaşmaktadır ki, bu da Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın Zât’ıdır. O Zât duyu, hayâl ve akla kapalıdır. Her tür idrak, o Zât’a perdelenmiştir.

Bu Arapça ifadede geçen “tasarrufu-hu” kelimesindeki “hû” zamiri hem duyu hem hayâl hem de vehim ile ilgili kısımlarda geçmiştir. Kim tasarruf ediyor? Bir anlamıyla Hakk Teâlâ, bir anlamıyla da insan… İnsanın da tasarrufta bulunma hakkı vardır. Çünkü o, Hakk’ın mazharıdır. Siz halk (yaratılmışlar) âlemi üzerinde tasarrufta bulunduğunuzda, mahsûsât [duyumsanan şeyler] üzerinde tasarrufta bulunmuş olursunuz. Bunun karşısında da makûl âlemi olarak bildiğimiz emr âlemi bulunmaktadır. Halk âlemi sizin gördüğünüz, işittiğiniz ve dokunduğunuz vd. müşâhedât âlemidir. Halk âlemi üzerinde, duyuyla tasarrufta bulunursunuz. Birazdan “tasarruf”un ne anlama geldiğini de açıklayacağız.  

Bunun akabinde hayâl âlemine geldiğimizde buradaki tasarrufun, hakikatlerin suretleri üzerinde gerçekleştiğini görürüz. Bu, Fârâbî’nin hayâl hakkında ortaya koyduğu özel bir anlamdır. Yani zihninizdeki o duyusal hakikatlerin suretleri, hayâldir. Örneğin siz bir binayı, bir ülkeyi, bir yerküreyi ya da Ay’ı tasavvur ettiğinizde, bunların suretleri zihniniz üzerinde bir tür tasarrufta bulunmaktadır. Ve aynı zamanda bunların bir hayâlî sureti de vardır. Daha önce de belirttiğim gibi hem insan hem de Hakk Teâlâ tarafından icra edilmesi mümkün olan bu tasarruf, bir şekli ve sureti olmayan hakikatler âlemindedir. İşte bu âlem-i emrdir. Gerçekte hayâl âlemi, halk âlemi ile emr âlemi arasındadır. Halk âlemi, mahsûsâttır; yani duyumsanan şeylerin âlemidir. Âlem-i emr ise, duyumsanamayan makûller ve küllî (tümel) hakikatlerdir. Hayâl âlemi, aklî hakikatlerin âlemi olan âlem-i emr ile duyusal âlem olan halk âlemi arasında bir berzahtır. Hayâl âlemi hadd-i vasattır, berzahtır ve misâl âlemidir. Hayâl âlemini ister muttasıl ister munfasıl bilelim – ki bu ayrı bir açıklamayı gerektirir - fark etmez. Biz mi hayâl ve misâl âleminin içindeyiz, yoksa hayâl ve misâl âlemi mi bizim içimizdedir? Aynı soru şurada da geçerlidir: Biz mi duyu âleminin içindeyiz, yoksa duyu âlemi mi bizim içimizdedir? Eğer fırsat olursa, bunu başka bir programda ele almak isterim. Fârâbî, epistemolojisini bu şekilde ayırmakta ve âlem-i emrin makamının diğer âlemlerin fevkinde olduğunu söylemektedir. Emr âleminin fevki, tüm idrak türlerine perdelenmiştir. Burası Zât-ı Ahadiyyet makamıdır. Akıl burada aczini izhar etmekte ve burası için daima bir sırr vaki olmaktadır. Varlık, sırdan ari değildir, Sayın Lârîcânî. Eğer siz, varlıkların tamamından sırrı alırsanız, belki de varlığı bayağı bir hale getirmiş olacaksınız. Yani her zaman bir sırr mevcuttur. Bu, konunun felsefî bir açıklamasıydı. Burada âriflerin sözlerini aktarmaya lüzum görmüyorum. Fârâbî’nin benimsediği bu felsefî yorum, sırr makamına ve Zât-ı Ahadiyyet’e işaret etmektedir. Varlıkta hep bir muamma söz konusudur. Eğer bu sır bir kerede çözülseydi, varlık değersiz, adi bir hale bürünürdü. Zaten insanın tüm merakı da, o sırra erişmektir. Bu, varlığın sonsuz olduğu anlamına gelir. Eğer her gizem çözülebilseydi, varlık sonlu ve sınırlı olmuş olurdu. Oysa varlık sonsuzdur.

İnsaflıca söylemek gerekirse, Fârâbî epistemoloji ve ontolojiye oldukça önem vermiştir. Zira günümüzde Batı felsefelerinde de bunlar birbirlerinden keskin sınırlarla ayrılmışlardır. Bu, Fârâbî’nin de farkında olduğu ve geniş bir şekilde açıkladığı bir mevzudur. İlk olarak bilgi, insanın kendisinde gerçekleşir. İnsan bilgi sayesinde kendisini keşfetmektedir. İnsan bir şeyleri bildiği zaman, aynı zamanda onları keşfetmiş olduğunu da görmektedir. Evet, bir yönüyle doğrudur da. Ancak insan bir şeyleri keşfettiğinde, başka bir şeyi daha keşfetmiş olmaktadır ki bu pek çok kez kendisinden gaflet edilen bir şeydir. İnsan başka şeyleri keşfettiğinde kendini de keşfetmiş olmaktadır. Siz bir şeyin – örneğin bir ormanın – kendinizin dışında olduğunu gördüğünüzde, [o şeyle birlikte] kendinizi de keşfetmiş oluyorsunuz. Mülkü bilmiş ve kendinizi de mülk âleminde keşfetmiş oluyorsunuz. Melekûtu biliyorsunuz ve kendinizi melekût âleminde keşfetmiş oluyorsunuz. Âlem-i emri bildiğinizde de kendinizi âlem-i emrde keşfediyorsunuz. Eğer siz melekût âleminin de fevkinde olan âlem-i emre erişecek olur (ki bu âlem, halk âleminin de üstündedir ve küllî hakikatler âlemidir: Lehu’l-halku ve’l-emr[1] Bu sınıflandırmayı da bizzat Allahu Teâlâ, âyet-i kerimesinde yapmıştır) ve bu âlemi keşfedecek olursanız, âlem-i emri keşfeden bir kimse olarak kendinizi de keşfetmiş, yani emrî olmuş olursunuz. Kendiniz emrî olmadıkça, âlem-i emri de keşfedemezsiniz.

Lârîcânî: Yani kendisini yine kendisiyle keşfetmektedir.

Dînânî: Evet, insan kendi katmanlarını/boyutlarını keşfetmektedir. Halk âleminde donmuş/katılaşmış bir kimse hiçbir zaman emr âlemini keşfedemez. Eğer âlem-i emre erişememişse, emrî olamamış ve halk âleminde halkî kalmış demektir. Âlem-i emri keşfeden kimsenin kendisi de emr cinsinden oluverir. Diğer bir deyişle, size bu konuda genel bir kanun arz etmiş olayım: İnsanın, keşfettiği her şeyle bir türdeşlik oluşturması gerekir. Keşfedebildiğiniz herhangi bir şeyle türdeşliğinizin olmamasına imkân yoktur. Algılayabildiğiniz ve sizin keşif ve bilgi alanınıza giren her şey, sizinle türdeştir. Sizinle türdeş olmayan bir şeyi, siz de keşfedemezsiniz. Peki, bu söylediklerim ne anlama geliyor? Bunların anlamı şudur: Sizin için tüm âlem, keşfedilebilirdir. Siz de gerçekte tüm âlemleri içinizde barındırmaktasınız ve bu âlemlerle bir türdeşlik ilişkisi içindesiniz. İnsan, Hakk Teâlâ ile türdeştir; çünkü O’nun mazharıdır. Buradaki sinhiyet (türdeşlik) ifadesini bazıları yanlış anlamasın lütfen. Burada kastettiğimiz, insanın Allah’ın cinsinden olması değildir. Evet, O’nunla türdeştir; çünkü O’nun mazharıdır. Eğer türdeşi olmasaydı, O’nun mazharı olamazdı. İnsanın Şeytan ile de türdeşliği vardır. Yok mudur? Evet, vardır. Hem de onunla öylesine türdeştir ki… Yani o, şeytanî fiillerin mazharı ve bunların bir aracı olabilir. Öyle değil mi? Nice şeytan insanlar vardır. Şeytan, insanlar vasıtasıyla işlerini yerine getirmektedir. Fakat o aynı zamanda Hakk’ın sıfatlarının mazharı da olabilir. Peygamberler, veliler, müteellihler, hakîmler ve ârifler Hakk’ın sıfatlarının mazharlarıdırlar. Dolayısıyla insan, bildiği her şeyin türdeşidir. Bilgide sürekli bir akışkanlık (seyyâliyet) söz konusudur ve bilgi sabit ve donuk değildir. En az bunun kadar önemli olan bir şeyden daha söz etmek istiyorum: Bilginin mucizeviliği, onun daima mutlak akışkanlık (seyyâliyet) ile mutlak donukluk (incimâd) arasında yer almasıdır. Mutlak akışkanlığa gelince; o, tıpkı bir suyun akışkanlığı gibidir. Su akışkan değil midir? Evet, o mutlak bir şekilde akışkandır. Mutlak katılık/donukluk nedir? Örneğin eksi yirmi derecelerde muhafaza edilmiş bir buz… Buz, akışkan mıdır? Hayır, katıdır. Akışkan, yumuşak ve latif olan bu su, belli bir sıcaklığın altında tutulduğunda tıpkı bir demir gibi katılaşır. Bir şey nasıl olur da hem mutlak akışkan hem de mutlak katı olabilir? İşte idrak de böyledir. İdrak, Zât’a akar. Peki, idrak her zaman akışkan mıdır? Bunun açıklanması gerekir. İdrak niçin akışkandır? İdrak yerinde mi saymaktadır, yoksa sürekli yükselişe mi geçmektedir? Eğer o, yerinde sayarsa katılaşır. Dolayısıyla o, her bir yükselişin ardından tekrar yükselmeye devam etmekte, her bir keşfin sonrasında bu keşiflerini sürdürmektedir. Bu keşifler sırasında, kendisini de keşfetmektedir. Bu, idrakin akışkanlığıdır. Sakın ola ki bu idrak, bir yerde kalakalmasın… İşte o zaman, mutlak katı oluverir.

Lârîcânî: Sizi teyit bâbında ben de şunu eklemek istiyorum: Allâme Tabatabâî de, Bakara Sûresi’nin 37. âyetinin tefsirinde, insanın bilginin/marifetin her bir menzilinde Rabbinden yeni kelimeler işittiğini söylemektedir. Bu kelimeler de gerçekte bilginin derecelerini temsil etmektedirler.

Dînânî: Evet, tam olarak böyledir.

Lârîcânî: Yani Allah, insandan sürekli olarak kendisine doğru gelmesini istemektedir.

Dînânî: İşte bu “öğrenme”, donuk ve katı olmamanın kendisidir.

Lârîcânî: Ne kadar da hikmetli bir ifade!

Dînânî: Elbette. Sonuçta Kur’ânî bir ifadedir. Yani Yüce Allah, bilgiyi akışkan bilmektedir. Bu öğrenmeler anbean yenilenmekte ve dur durak bilmemektedir.

Burada bir başka kurala daha değinmek istiyorum: Bu, aklî bir kuraldır ve insana pek çok yerde lazım olabilir. Nitekim biliyorsunuz ben de Kavâid-i Külli-i Felsefe (Felsefenin Genel Kuralları) adlı bir kitap kaleme almıştım. Bu duyu âleminde bildiğiniz/tanıdığınız hiçbir varlık, sadece mevcut olmakla yetinmez. Şu önümüzdeki masaya bir bakınız. Bu, sıvı değil, katı bir cisimdir. Bu masa, “kendi varlığında” (kendinde) bir masadır. Ancak aynı masa ve bunun gibi diğer her türlü varlık, kendi mevcudiyetiyle hiçbir zaman yetinmemektedir. Peki, bir varlığın var olmakla yetinmemesi ne demektir? Kendisinin de ötesine geçmesi/kendisini aşması demektir. Bu masa şu an sizin için duyumsanabilir midir, değil midir? Masada duyumsanabilirlik var mıdır? Sonuçta duyumsanmayabilir de…

Lârîcânî: Bu duyumsanabilirlik, “kendim”dedir (ben’dedir).

Dînânî: Bu masaya dokunduğunuzda onun yumuşak olduğunu görürsünüz. Peki, bu yumuşaklığı neydedir? Kendisini aşmasında… Üç boyutludur: Derinliği, eni ve boyu vardır. Katı bir cismin pek çok etkilerinin (âsâr) olması mümkündür. Bu etkiler, birbirinin ardı sıra gelir. Boyut, bir kemm (nicelik) türü olarak adlandırılır. Aristotelesçi gelenekten gelen tüm filozoflar, kemmi basit bilmektedirler. Kemm kategorisi de dâhil olmak üzere tüm arazlar (ilinek) basit kabul edilirler. Fârâbî’nin bazı beyanlarında ise kemmiyetin (nicelik) bileşik (mürekkep) kabul edilebileceği de ifade edilmiştir. Bu ne kadar da yeni bir söz! Şu ana kadar bunu söyleyebilen bir filozofa rastlamamıştım. O niçin bunu söylemiş? Boy (tûl) bir kemmiyet değil midir? Evet. Aynı zamanda çizgi de (hat) böyledir. Zihninizdeki geometrik çizgiyi kastetmiyorum. Dış dünyada çizmiş olduğunuz herhangi bir çizgiyi gözünüzün önüne getirin: Geometrik çizginin bir eni yoktur, yalnızca boyu vardır. Ancak dış dünyada – örneğin bir kâğıda ya da bir yere sınır olarak çizdiğiniz çizgi, bir boy’un yanı sıra en’e de sahiptir ve hiçbir boy, ensiz olamayacağından, Fârâbî bunu bileşik (mürekkep) kabul eder. Bu oldukça yeni bir söylem ve bu ifadelere hiçbir yerde rastlamadığımı söyleyebilirim. Geometrik çizginin yalnızca boyu (uzunluğu) vardır. Geometrik yüzey, sadece bir yüzeydir. Geometrik noktanın da eni, boyu ve derinliği bulunmamaktadır. Ancak aynı noktayı, dış dünyada bir kâğıdın üzerine çizdiğinizde artık onun bir eni, boyu ve derinliği vardır. Yine bir kâğıdın üzerine bir çizgi çizdiğinizde onun da bir eni, boyu ve derinliği olacaktır. Kısacası, evrendeki her bir varlık kendini aşar. Bu varlıkların içinde en şaşırtıcı ve mucizevi olanı insandır. İnsan, varlığının herhangi bir mertebesinde öylece kalmakta mıdır, yoksa bulunduğu mertebeyi aşmakta mıdır? Yani o, duyu mertebesinde mi kalmaktadır? Eğer duyu mertebesinde kalırsa, ölür. Tıpkı biraz önce okuduğunuz metinde de geçtiği gibi, o, duyu mertebesinden hayâl mertebesine ulaşmaktadır. Hayâl âleminin genişliği sonsuzdur. Biz hayâl âleminin ne kadar geniş olduğunu bilmiyoruz ve bu âlemde sonsuz sayıda suret oluşturabiliriz. İnsan buradan akıl âlemine ulaşır. Akıl âlemi de sonsuzdur. Azameti konusunda hiçbir ölçü belirlenemeyecek olan akıl âleminden de sırr makamına, yani Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın Zât makamına erişir. Peki, dur durak bunun neresindedir? Hiçbir varlık, kendisiyle yetinmez. Bu, bir cevherî harekettir. Hatta Mollâ Sadrâ’nın cevherî hareketinden de fazlasıdır. Burada ne söylediğime dikkat ediniz. Bunlar, aynı zamanda Fârâbî’nin sözleridir. Mollâ Sadrâ’nın cevherî hareketi, cisim ve madde âlemindedir. Oysa Fârâbî’nin burada çok ilginç açıklamaları vardır: O, varlığın sürekli olarak bir teâlî (yükseliş/yüceliş) halinde olduğunu söylüyor. Burada bana bir eleştiri yöneltmeniz mümkündür: Evet, meleklere varıncaya kadar tüm varlıklar teâlî halindedir. Peki, Allah da kendisini aşmakta mıdır? Allah katı bir varlık mıdır? Hayır, tabii ki değildir. Allah sonsuzluğun da ötesindedir. Sonsuz ne kadar sonsuz olabilirse, O, onun da ötesindedir. Allah, katı ve sabit bir vaziyette midir, yoksa sürekli bir işte (şa’n) midir?[2] Allah’ın tecellisiz bir ânı bile mevcut mudur? O, sürekli yeni bir tecellidedir. Dolayısıyla söylediğimiz kaide doğrudur. Halktan Hâlık’a, zerreden sonsuza kadar her varlık, kendi varlığının ötesindedir ve kendiyle sınırlı kalmamıştır. Eğer kendiyle sınırlanırsa kendisini aşamaz. Kendisini aşabiliyorsa, kendiyle sınırlanmamış demektir. Eğer aşkın bir özelliği var ise, bilinci de var demektir. Bunun kaynağı da bilincin/bilginin, baştan sona varlığı aşmış ve aynı zamanda açılmış (münfetih) olmasıdır. İşte tam da burada şu âyeti okumamın zamanı gelmiştir: Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?[3] Bu âyet, her ne kadar Hz. Hatmî Mertebet’e (s.a.a.) hitap ediyor gibi görünse de aslında tüm insanlara seslenmektedir. “Göğsü genişletmek” diye bir şey yok mudur? Evet, vardır. Genişlemek ne demektir? “Açılmak” demektir. Yani kendiyle sınırlı kalmamak… Senin yükünü indirmedik mi? Açılmanın ve genişlemenin özelliği, noksanlıklarınızın sizden alınmasıdır. Yükselmenin özelliği nedir? Noksanlıkların ve yüklerin, üzerinizden kaldırılmasıdır. Buraya dikkat ediniz: Göğsün genişletilmesinden sonra, yükün kaldırılmasından söz edilmektedir. Yani sürekli bir yükseliş nazara alınmıştır. Bu bağlamıyla değerlendirildiğinde, mezkûr âyetler ne kadar da güzel!

Lârîcânî: Gerçekten de çok güzel! Yine “kelimeler”den söz eden o âyete Bakara Sûresi, 37. âyet] dönüyoruz.

Dînânî: Hakk’ın kelimeleri ne kadardır? Sonsuzdur. Eğer insan, kelimeleri öğrenmeye kalkarsa, bu kelimeler kaç tanedir? Nihayetsizdir. Dolayısıyla insan, Rabbinden sonsuz miktarda kelime öğrenebilir. İnsanın açıklığı (infitâh) sonsuzdur. Her zaman açık olduğuna göre, hiçbir zaman da durmayacak demektir ve katı/donmuş ve yerinde kalakalmış değildir: Senin üzerinden yükünü indirdik. Çünkü “vizr: yük”, durmanın kendisidir [durmanın nedenidir]. Duran bir insanın, yükü ve vebali vardır.

Lârîcânî:

Dün gece onun ağzından kulağıma öyle şirin sözler ve vaatler çalındı ki,

Bunların ne olduğunu asla sorma.

Bunları söylememem için niçin dudaklarını ısırarak bana susmamı işaret ediyorsun?

Ben dudaklarımı la‘l olmuş dilimle ısırmışım ki, bunun lezzeti anlatılabilir değildir

Dînânî: Yani o, bu mertebedeyken bazı sözleri anlayamaz. Anlamak için yükselmek gerekir. İnsan sürekli olarak yükselmeyi hedeflemelidir.

Lârîcânî: Hakîm Fârâbî’nin, hayâl âlemine dair oldukça latif ifadeleri vardır. Henüz hayâl âlemi konusuna giriş yapmış değiliz. Bazı büyüklerimiz, hayâl âlemini muttasıl ve munfasıl olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Örneğin, kişinin iç dünyasındaki hayâl âleminin dışsal misâl âlemine mutabık olduğunu söylemişlerdir. Ancak Fârâbî’nin öyle ifadeleri var ki, o, bu ifadelerinde mezkûr sınırı adeta ortadan kaldırmış gibidir. Çünkü o, meseleye faal aklın perspektifinden baktığından, hayâlin işlevinin hem mahsûs (duyumsanan) şeylerin hem de hakikatlerin suretlerini kurmak olduğuna işaret etmektedir. Burası oldukça önemlidir. Bu ifadelere bakılırsa, aslında ortada bir sınır bulunmamaktadır.

Dînânî: Evet, çok doğru söylediniz. Bu, hakîm Fârâbî’nin değindiği çok ilginç noktalardan biridir. Ancak yine de hayâl-i muttasıl ve hayâl-i munfasıl hakkında söylenmesi gereken pek çok şeyin olduğunu bilmeliyiz. O, bir taraftan hayâlin, hakikatlerin suretlerini teşkil ettiğini ve duyuyu aştığını söylediğinde gerçekte hayâli bir berzah olarak yorumlamaktadır. Hayâl âlemi, emr âlemi ile halk âlemi arasında bir berzahtır. Siz halk âleminden başlarsınız. Örneğin bu âlemde her gün binlerce şey görürsünüz. Her insan, her gün onlarca mahsûs ile karşı karşıyadır. Görür, duyar, koklar, tadar, dokunur… Bunların hepsi mahsûsâttır. Mahsûsât ile karşı karşıya olunduğu müddetçe bunlar mahsusturlar. Örneğin, şu önümüzdeki masayı görmeye devam ettiğiniz müddetçe o sizin için mahsûstur. Ancak gözlerinizi kapattığınız ya da buradan ayrılıp bir odaya çekildiğiniz andan itibaren, artık o sizin gözlerinizin önünde değildir. Fakat sureti, sizin zihninizdedir. Siz buradan kalkıp evinize gittiğinizde, bu masanın sureti sizin zihninizde midir, değil midir? Önümüzde durduğu müddetçe, biz onu görürüz ve o bizim için mahsûstur. Ancak buradan çıkıp gittiğimiz andan itibaren onun sureti zihnimizde kalır. İşte bu suretin kendisi hayâldir. Ân itibariyle bizim için mahsûstur. Ancak bu masayla karşı karşıya değilsek ve o bizim zihnimizdeyse, artık [mahsûs değil] mütehayyel olur. Dolayısıyla hayâl âlemi, mahsûsâtı bu halk âleminden alabilecek (zerreden Süreyyâ yıldızına ve mikroskobun altındaki atomdan teleskoptaki galaksilere kadar, bu halk âleminde her ne var ise) ve bunları sizin zihninizde mahfuz kılabilecek bir kudrete sahiptir. Uyuduğunuz anda dahi, zihninizde bunların suretlerini bulundurursunuz. Örneğin teleskobun önünde galaksileri izlediğinizi varsayalım. Onun başından kalktığınız andan itibaren gördüğünüz şeylerin suretleri sizin zihninizde yer edinir. Yine bir mikroskopta görülen şeyler, mikroskobun başından kalkıldığı andan itibaren artık mütehayyel olurlar. O, bu halk âleminden mahsûsâtı alır ve bir mertebe daha ötesine giderek sizin zihninize taşır. Bu, hayâlin işlevlerinden biridir. Onun bir işlevi daha vardır: Bu işlev de, onun halk âlemindeki işlevinin tersidir: Suretsiz olan akıl âleminden aldığı şeyi, sureti olan âleme indirger. Çünkü akıl âlemindeki makûllerin, şekilleri/suretleri yoktur. Mahsûsâtın (örneğin önümüzdeki masanın, karşımızdaki duvarın vd.) bir şekli vardır. Ancak akıl âleminin, küllî aklın, külliyâtın ve makûllerin bir şekli yoktur. Yine Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın bir şekli yoktur. Cebrâîl’in nasıl bir şekle sahip olduğunu da bilmemekteyiz. Varlıkta, belli bir şekli olmayan hakikatler vardır. Onlar şeklin de ötesindedirler. Bunlara külliyât (tümeller) demekteyiz. Buna a‘yân-ı sâbiteyi de örnek verebiliriz. Onlar her yere yayılmış olup, tek bir yerde sabit değildirler. Hakikatlerin şekli olmaz. Akıl âlemi şekilsizdir ve tamamıyla hakikatten ibarettir. Peki, hayâl burada ne yapmaktadır? Akıl âlemindeki şekilsiz/suretsiz hakikati, hayâle dönüştürmektedir. Böylece akıl bir mertebe daha aşağı (yani hâyâl âlemine) inmekte ve hayâl âlemindeki o suretsiz hakikate şekil vermektedir. Konuyla ilgili olarak bir örnek vermek istiyorum:

Lârîcânî: Yani anlamlara (me‘ânî) suret kazandırmaktadır.

Dînânî: Evet. Manâ akıl âlemindedir. Manânın şekli nasıldır? Manânın nasıl bir şekle sahip olduğunu söyleyebilecek olan var mıdır? Manâ şekilsizdir. O, akıldadır. Akıl bir mertebe aşağı inerek, celâletinden nüzûl eder ve hayâl âlemine gelir. Hayâl âlemi ise şekil olmaksızın onu alamaz. Bakınız, Hz. Cebrail (s.a.), ilâhî bir nefha idi. Onun bir şekli yoktu: O, düzgün bir beşer (insan) kılığında göründü.[4] Yani bu hakikat, hayâl âlemine nüzûl etmiş ve bir insan şeklinde görünmüştür. Cebrâîl, akıl âleminde küllî akıldır. Zira vahiy de mekmen-i gaybden gelmektedir. Gayb âleminin bir şekli yoktur. Burası, Hakk’ın gayb âlemidir. İlâhî ilmin mahzeninin bir şekli yoktur. Oradan Dihyetü’l-Kelbî suretinde gelir. Hayâl âlemi budur ve şekilde zahir olur. Dolayısıyla hayâl âlemi, berzahtır. O, mahsûsât âleminden suretleri soyutlar ve onları maddeden ayırır. Çünkü hayâl âleminde maddeye yer yoktur. Örneğin, bu sandalyenin ve karşımızdaki duvarın bir maddesi vardır. Ancak hayâl âlemi, şeylerin maddesini onlardan soyutlar ve o şeyin suretini hayâle götürür. Nereye giderseniz gidin, hatta isterseniz uyku halinde olun, yine de o şeyin hayâli zihninizde sizinle birlikte olmaya devam eder. Artık o şeyin bir maddesi yoktur. Hayâlin işlevlerinden biri, az önce sözünü ettiğimiz şeyi yapmasıdır. Diğer bir işleviyse, şekilsiz şeyleri şekle büründürmesidir. Burası iklimlerin buluştuğu (mülteka’l-iklimeyn) yerdir. Yani iki denizi birbiriyle birleştirmektedir. Bu denizlerden biri, makûllerin sonsuz denizi, diğeri ise dal dal [kesretlerin oluşturduğu] mahsûsât denizidir. O, şeylerin şekillerini bu duyu (mahsûsât) âleminden emr âlemine ulaştırmakta, bazen de şekilsiz şeylere şekil vermektedir. Saydığımız bu şeyler, hayâl ve misâl âleminde birbirlerine kavuşmaktadırlar. Dolayısıyla misâl âlemi, hem akıl âleminden (çünkü akıl âlemini bir mertebe aşağı indirmiş ve ona şekil vermiştir) hem de duyu âleminden faydalanmaktadır (buradaki şeylerin suretlerini hayâl âlemine taşımaktadır). Diğer bir deyişle, hayâl âlemi aşağıda olanı yukarı çıkarmakta, yukarıda olan akıl âlemini ise aşağıya indirmektedir. Bunları kendi mertebesinde birbirleriyle buluşturmaktadır. İşte hayâl âlemi bu denli geniştir. Bunlar aynı zamanda Fârâbî’nin sözleridir.

Lârîcânî: Hz. Meryem (s.a.) de Rûhu’l-Kuds’ü gördüğünde şaşkınlığa kapılmıştı. O hem bir hilâl hem de bir hayâl idi.

Bir hayâl gelip gönle oturur

Nereye gidersen git, orada seninle beraberdir

Dînânî: Mevlânâ’nın sözlerinin ne kadar da ilginç olduğuna bir bakın. O, kendisini “müşkül bir resim” olarak görmektedir. Bu resim niçin müşküldür? Ressamlar için ne kadar zor olursa olsun, bir resmi çizmek zor değildir. Sonuçta tüm maharetiyle ortaya bir resim koyarlar. Onu karşınıza alırsınız ve seyretmekten, kendi sanatsal zevkiniz ölçüsünde haz duyarsınız. Ancak Mevlânâ “müşkül bir resim”den söz etmektedir. Bu resim niçin müşküldür? Çünkü o hem duyu hem de akıldır. Hem emr hem de halktır. Hem gökyüzünün hilâli hem de kalbin hayâlidir. Elbetteki bu semâ, yeryüzünün semâsı değil, melekûtî bir semâdır. Hem melekût-i a‘lâ’nın semâsında (yani aklî hakikatlerde) hem de duyu âlemindedir. “Müşkül resim” işte budur. Bakınız, Mevlânâ bu konuya ne kadar da dikkat etmiş! Yani benim hakikatim hem âlem-i emrden hem de âlem-i halktandır. Ben her ikisine de sahibim. Hz. İsâ Mesih[‘in hakikati] de işte budur.

Lârîcânî: Nitekim Muhyiddin ibn Arabî de hayal kuvvesini duyudan melekûta kadar genişletmiştir. Zât-ı âliniz de Filozofun Yakarışı adlı kitabınızda hayâlin ademe (yokluk) dahi nüfuz edebilen bir nur olduğunu söylemişsiniz.

Dînânî: Adem, varlığın çelişiğidir (nakız). Çelişmek, zıt olmaktan fazlasıdır. Çelişik mi daha çok düşmandır yoksa zıt mı? Tabii ki çelişik olan… Zıt, bir şeyin uzağında olmaktır; ancak o, vücûd cinsinden bir şeydir. Çelişikte ise – örneğin varlık, yokluğun çelişiğidir. Yokluğa nüfuz edebilecek tek şey hayâl kuvvesidir. Hayâl kuvvesi yokluktan bile bir şeyler kurabilecek niteliktedir. Fârâbî’nin söyledikleri gerçekten de çok ilginçtir. Onun sözleri oldukça veciz ve derindir. İnsaflıca söylemek gerekirse o kurucu (müessis) bir hakîmdir. Bizim Fârâbî’den önce onun azametinde bir filozofumuz yoktur. Yani İslâm dünyasının ilk filozofu bütün azametiyle Fârâbî’dir. Ondan önce Kindî gibi şahsiyetler (elbette kanımca o, filozof değil, mütekellimdir) vardı; ancak bunlar onun kadar önemli değildirler. Bunların hiçbiri, Fârâbî’nin azametine erişemezler. İslâm dünyasında salt rasyonelliğin ilk kurucusu Fârâbî’dir. Ondan sonra ise İbn Sînâ gelmektedir. Elbette biz onun, Fârâbî’nin de ötesine geçtiğine inanıyoruz. Fakat bu işin öncüsü Fârâbî’dir. Söylediğim gibi, Fârâbî’nin sözleri oldukça veciz, anlamlı ve derindir.

Yine bir yerde, pek az kimsenin dikkat ettiği bir şeye rastladım: Bizler aklı daima nazarî ve amelî olmak üzere iki kısma ayırıyoruz. Tıpkı dersimizin başında, hayali de muttasıl ve munfasıl olarak ikiye ayırdığımız gibi… Nazarî akıl nazar, dikkat ve bakış makamıdır. Amelî akıl ise fiille/fiilde görünen şeydir. Örneğin, iki kere ikinin dört etmesi, yalnızca bir nazardır. Ancak “Adalet iyidir” önermesi, bilinmesi gereken bir şey midir, yoksa amel edilmesi gereken bir şey mi? Yine “Zulüm kötüdür” örneğine bakarsak, benim bilmem gereken şey yalnızca zulmün kötü olduğu mudur, yoksa aynı zamanda zulmetmemem gerektiği midir? Zulmetmemem gerektiğidir. Yine “Her malûl (sonuç) bir illete (neden) ihtiyaç duyar” önermesi, amel edilmesi gereken bir şey değildir. Bunlar nazar[î akıl] ile ilgili şeyler olup, tüm hakîmlerin ifade ettiği tanımlardır.

Bunlara ilaveten, Fârâbî’nin oldukça derin bir sözü daha vardır. Yaklaşık olarak değil, kesin olarak söylemek gerekir ki, onun bu argümanı oldukça yenidir; fakat ne yazık ki üzerinde pek az durulmuştur. Fârâbî, nazarî aklın görevinin hakikate ulaşmak, amelî aklın görevinin ise iyiye ulaşmak olduğunu söylemiştir. Buraya dikkat ediniz. Hakk nazarın, iyi ise amelin işidir/görevidir. Amelî aklın gayesi, iyilik; nazarî aklın gayesi ve nihayeti ise Hakk’tır. İnsanın hem nazarî hem de amelî aklı vardır. İnsan kendi nihayetine ulaştığında burada artık Hakk ile iyilik (hayır) bir arada olur. Hakkın hayır (iyilik), hayrın da (iyiliğin) Hakk olduğu yerde tüm hakikatler hayır, tüm hayırlar da (iyilikler) Hakk’tır. İnsan mutlak Hakk ile mutlak hayrın vahdetine erişirse insan-ı kâmil olur. Bu, iki yönlü bir şekilde gerçekleşir: Yani o hem nazarî aklını kullanarak mutlak Hakk’a hem de amelî aklını kullanarak salt iyiliğe erişmiştir. Burada Hakk ile iyiliğin (hayrın) vahdeti gerçekleşmiş olur.

Lârîcânî: Üstad, konumuza dönecek olursak, hayâl âlemi oldukça önemli. Bu konuda da çok sayıda soru alıyoruz. Bu nedenle asıl konumuzun dışına pek çıkmayalım isterseniz. Bunlara başka bir programda da değinebiliriz.

Hayâl, derya olmanın arzusunda

Heyhât, bu katrede düşünmesi ne kadar da imkânsız/muhâl şeyler var

Vücûdun çelişiği olan ademe (yokluk) bile nüfuz edebilen ve aklın maverasına kadar uzanabilen bu âlemin kapsamı oldukça geniştir. Denizi dahi hayâl edebilen bu katre nedir?

Dînânî: İzin verirseniz bu konuya girmeden önce Hâfız’ın bu şiirini biraz açmak istiyorum. Ne kadar da güzel ve latif bir şekilde terennüm etmiş! Hâfız’ın bu şiirinde iki zarif nokta bulunmaktadır: “Hayâl, bir denizi pişirmektedir, heyhat!” “Heyhât” da demektedir o. Denizi bile hayal eden bu katre nedir? Bir katre dahi, derya olduğunu söyleyebilmektedir. Yani o, derya olmak istiyor. Bir damla, bir denizi kabul edebilecek kapasitededir. Şu kapasiteye bir bakın! Ve bu katre, denize ulaştığında kendisinin bir deniz olduğunu söyleyebilecek durumdadır. Sözünü ettiğim iki noktadan biri bu idi. Bundan daha zarif ve hikmetli olan diğer ifade ise, Hâfız’ın bundan sonra söyledikleridir: “Denizi bile hayâl eden bu katre neyin nesidir?” “Muhâl-endîş” ne demektir? Bu öylesine kapsamlı bir konudur ki, hakkında bir kitap kaleme almak gerekir. “Muhal” ne demektir? İmkânsız ve mümteni olan şeydir. Peki, “mümteni” nedir? İdrak edilemeyecek, yani olmayacak şeydir. Ne zamana kadar? Sonsuza kadar olmayacak şey… Ezelden ebede kadar hiçbir zaman olmayacak şey… Muhal budur. Buraya kadar, mesele anlaşılmıştır umarım. Bu, muhalin felsefî anlamıdır. Filozof, hiçbir zaman olmayacak/gerçekleşmeyecek şeye “muhal” der. Çünkü bu terim, mutlak imkânsızlığı ifade etmektedir. Bir şeyin mutlak anlamda imkânsız olduğunu nereden anlarız? Olabileni (mümkün olanı) anlarız. Peki, olmayacak olan (imkânsız olan) nasıl anlaşılır? Anlamak, olmak cinsinden bir şeydir. Olmayacak olan şey ise, vücûd cinsinden değildir. Olmayacak olanı anlayan tek şey, hayâldir. Bu, hayâlin felsefî hakikatidir: “Düşünmesi imkânsız olan bu şeyi düşünmek neyin nesidir?” Muhali anlayan tek şey, hayâldir. Akıl, bir şeye muhal dediği zaman o şey muhaldir. Akla muhalin ne olduğunu soracak olsak, bunun “hiçbir şekilde olmamak/gerçekleşmemek” [demek] olduğunu söyleyecektir. Ancak aynı soruyu hayâle sorduğunuzda, o size muhalin ne olduğunu açıklar. Muhalin ne olduğunu açıklayabilecek tek şey, hayâldir. O, muhali ve ademi bile düşünebilir. Hayâl, ademi tasavvur eder. Akıl ise tasavvur edilebilenin de ötesindedir. Akıl, muhalin ve ademin olmadığını söyler. O, sadece “yoktur” der. Ancak hayâl, muhali de düşünebilir.

Lârîcânî: Hâfız bundan da daha zarifini söylemiştir:

Her kim bu hayâl-engîz kalemden bir şey anlamazsa

Her ne kadar mahir bir ressâm da olsa resim ona haram olsun

Dînânî: Kişi eğer bir şeyleri anlamazsa, mahir ressam ne yapsın! O sadece bir şeyleri görüp çizmektedir. Ancak eğer muhal şeyleri çizdiğinin farkına varırsa, o zaman aslında hiçbir şey anlamadığını görmüş olacaktır. Örneğin, Picasso’nun o kadar ilginç çizimleri vardır ki, belki de dış dünyada bunların hiçbirini görmemişsinizdir. Nihayetinde hayâl gücü oldukça kuvvetlidir. Hayâl gücü geniş olursa, dış dünyada asla görülemeyecek şeyler bile çizilebilir. Hayâlin mahareti, size imkânsız olanı göstermesi, hatta çizmesidir. Bunun üzerine söylenecek çok şey vardır. Hâfız ile Fârâbî bu meseleyi çok iyi anlamışlardır.

Lârîcânî: Fârâbî’nin bu konu hakkındaki genel görüşü şudur: Olanca genişliğine rağmen biz niçin hayâli sadece muttasıl ve munfasıl olmak üzere ikiye ayırıyoruz? Bu sınır, neden bu kadar önemli olsun ki?

Dînânî: Sizin sözünü ettiğiniz bu konu da çok önemlidir. Mezkûr konu, insanın azametine dönmektedir. Şeyh İşrâk – Allah onun makamını yüceltsin – hayâl âleminin munfasıl olduğuna inanmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, akıl ile duyu âlemleri arasında bir âlem mevcuttur. Bu âlem, benim varlığıma bağlı olmaksızın benim dışımda da mevcuttur ve bizler bu âleme ulaşabiliriz. O, aynı zamanda berzah âlemini hayâl âlemiyle eşleştirmektedir. Yine Sadrulmüteellihîn de bu konuda bazı açıklamalar yapmıştır. Bu açıklamalar bir delile dayandırılmış olmanın yanı sıra, insanın azametine de işaret etmektedir. Ona göre bu âlem, insanın içindedir. Dolayısıyla insanı, ciddiye almak gerekir. İnsanın ağırlığı, âlemlerin ağırlığı kadardır. Bundan daha önce de söz etmiştik. Sonsuz azametiyle bu varlık âlemini dikkate alalım. Biz mi âlemin içindeyiz, yoksa âlem mi bizim içimde? Âlem bizim içimizdedir; ancak diğer taraftan biz de âlemin içindeyiz. Tüm âlem bizim zihnimizdedir. Ve ben zihnimde var olan âlemin içindeyim. Ben, kendimde’yim. Benim âlemde olduğuma şüphe yoktur. Ancak benim içimde de âlem vardır. Dolayısıyla buradan çıkan sonuç ne olur? Benim, içimde olan âlemin içinde, yani kendimde olmamdır. Fârâbî’nin söylediklerinin anlamı da budur. O bunların her ikisini de uzlaştırmıştır.

Lârîcânî: Doğrusu da gerçekten budur. Mezkûr açıklamalar meselenin hem ontolojik hem de epistemolojik açıklamalarıdır.

Dînânî: Burada epistemolojiyle ontoloji arasındaki sınır ortadan kalkmaktadır. Bu kıymetli düşünür bunu bin yıl önce yapmıştır. Oysa Batılı filozoflara baktığımızda bu ayrımı ön planda tutmanın onları oldukça çıkmaza sürüklediğini görmekteyiz. Onlar bu darboğazdan bir türlü çıkamamaktalar.

Lârîcânî: Kesinlikle öyle. Batılı filozoflar, hayâli bile dünyevî bir düzleme indirgemişler ve burada hapsetmişlerdir.

Dînânî: Eğer bunlar arasında bir ayrım gözetilirse, neticesi işte bu söylediğiniz şey olacaktır.

Lârîcânî: Onlar gaybî konulara/meselelere oldukça yüzeysel bir perspektiften bakmaktadırlar.

Dînânî: Gaybe ulaşamamaları da sorun değil. Fakat onlar aynı zamanda gaybı inkâr da ediyorlar. Biz gaybe ulaştığımızı iddia etmiyoruz. En azından bendenizin böyle bir iddiası yok. Ama neden inkâr edelim ki? İnsan ulaşamadığı her şeyi inkâr mı etmelidir? Konu yine Şeyhü’r-Reîs İbn Sînâ’nın o ebedî sözlerine dönmekte. O öyle bir şey söylemiştir ki, bu söz sonsuza kadar başucumuzda bize kılavuzluk etmelidir. “İlginç ve şaşırtıcı şeyler duyduğunda ve bunları anlayamadığında, onları inkâr etme. En azından mümkün olabileceklerini söyle.” Evet, onları anlayamayabilirsin. Ama niçin inkâr ediyorsun? Sadece onları anlayamadığını söyle. Anlayamamak kötü bir şey değil ki… Gaybı anlamazsan anlama, anlamaman gayet doğaldır; fakat inkâr da etme.

Lârîcânî: Bu gibi kimselerin anlayışları şeytânî olduğundan, onlar gaybı anlayamazlar.

Dînânî: İnsan, Şeytan’ın memesinden süt emdiği müddetçe, Rahmanî bir gıdadan nasibini alamaz. Ne zaman ki bu sütü emmeyi bırakır, işte o vakit gerçekliğin [veya gaybın] tadını almaya başlar.

Lârîcânî: Üstat, konumuz gerçekten çok güzeldi. Birkaç sorumuz daha var ki, inşallah bunlara başka bir programımızda yer veririz. Örneğin, hayâl ile rüya arasındaki ilişkinin ne olduğu gibi sorular… Hiç kuşku yok ki, bu konuların da çok zarif noktaları bulunmakta. İnşallah bu soruların cevaplarından da nasiplenmek mümkün olur.

Bir sonraki programımızda görüşmek üzere, saygıdeğer üstadımızla birlikte sizlere veda ediyoruz.

Selâmun aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

www.youtube.com/watch?v=rm8Lk6bN7Dw

 

 



[1] A‘râf Sûresi, 54. âyet

[2] Rahmân Sûresi’nin 29. âyetine atıf.

[3] İnşirâh Sûresi, 1. âyet

[4] Meryem Sûresi, 17. âyet