İbrahimi Dinani: Fârâbi Dersleri (11): Fârâbî’ye göre Akıl ve İnsan-ı Kâmil'in Velâyeti

İbrahimi Dinani: Fârâbi Dersleri (11): Fârâbî’ye göre Akıl ve İnsan-ı Kâmil'in Velâyeti
Bunların Şiîliğin aklî açıklaması olduğunu söyleyebiliriz. Fârâbî’nin felsefesi, Şiîliğin aklî bir açılımıdır. Teşeyyü‘nün (Şiîlik) anlamı oldukça derindir. Bazılarının Şiîliği anlamaması da, öteden beri bu derinliği gereğince kavrayamamalarından ileri gelmektedir. Teşeyyü, bir hayli bâtınî ve derindir.

 

Fârâbî’ye göre Akıl ve Velâyet

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını daima içtenlikle takip eden kıymetli seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün Fârâbî’nin duasından, gerçekte onun İmam Mehdî’yi (a.f) intizâr (bekleyiş) halinde olduğuna delâlet eden bir pasaj seçtim. O bu pasajda konuyla ilgili âyet ve rivayetleri bir araya getirmiştir ki, mezkûr gerçeklik bu hakîm filozofun hünerlerinden biri sayılmıştır. Eğer izin verirseniz bu bölümü okumak istiyorum:

Allah’ım, beni ayrılık ve fenâ âleminden kurtar; safâ ve vefâ ehlinden (eyle) ve sıddîkler ve şehitlerle birlikte semânın sâkinlerinden kıl. Sen, kendinden başka hiçbir ilâh olmayansın; eşyânın nedeni, yerin ve göğün nurusun.” Bu, duanın bir kısmıydı.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Çok güzel bir pasaj seçtiniz. Daha önce de belirttiğim gibi, hakîm Ebû Nasr El-Fârâbî, “dua risalesi” olarak bilinen bu küçük risalesinde Rabbine münâcât etmiş ve bunu yaparken de felsefenin diliyle konuşmuştur. Duanın pasajları, felsefenin diliyle yazılmıştır. Onun bu dualarda zikrettiği mazmunlar, âyet ve rivayetlerimizde de geçen mazmunlardır. Fârâbî, Allah’tan heyûlânın girdabından ve tefrika (ayrılık, farklılık) âleminden kurtulmayı ve safâ ve vahdet âlemine ulaşmayı istemektedir. Bir önceki programda, duanın dilinin en hâlis dil olduğunu söylemiştik. Dil, insanın belirgin (ayırıcı) bir faslı (ayrımı) ve onun mukavvimidir (tesviye ve tanzim eden, biçimlendiren). Çünkü insan, nâtıklığı ile insandır. Dünyevî dil, bir şeylerle karışmıştır ve saf/hâlis değildir. Ancak duanın dili hâlistir. Önce hâlis olmayı bir tanımlayalım:

Hâlis olmak; taallukların (bağların, aidiyetlerin) kaydından özgürleşmektir. Dua, insanın Allah’tan başkasını nazara almadığı zaman gerçek dua olur. Tüm bağlılıklardan kopmalı ve tek bir yöne, Hakk Teâlâ’ya yönelmelidir. Hâlis olmak işte budur. Çünkü burada artık bir bağlılık ve bağlılıkların yarattığı bir katışıklık yoktur. Yani dua dilinde de artık Hakk’tan başka bir şey bulunmaz. Bu, dua sırasında dildeki hulûstur. İnsan burada saf vahdete yönelmekte ve Hakk’tan başka her şeyden yüz çevirmektedir. Duanın dili budur. Elbette ki bu dua, düşüncenin bir eseridir. Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, düşünce olmaksızın konuşma gerçekleşemez. Burada düşüncenin ne demek olduğunu bilen bir filozofun dua ettiğini sakın göz ardı etmeyiniz. Nitekim filozof düşüncenin ne olduğunu bilen kimsedir. Filozofun dışındaki kimseler de düşünürler, ancak düşüncenin ne olduğunu bilmezler. Nasıl ki düşünce bir şeyleri teşhis ediyor ve tanıyorsa, düşüncenin kendisini de tanımalıdır. Diğer bir deyişle; genelde bizler, düşünceye konu olan şeye odaklanırız, düşüncenin kendisine değil… Oysa ki düşünce, düşünceden daha çok düşünür. Bu cümleyi kavramak bazılarına zor gelebilir. Bu cümle ne demektir? Düşünce – ki bir hakîmin düşünceleri genelde derin ve mantıksaldır – diğer pek çok şey gibi sınırlıdır. Zira âlemdeki her şey sınırlıdır. Hakk Teâlâ’dan başka sınırsız bir şey yoktur. Bir şey, kapladığı yer bakımından ne kadar geniş olursa olsun, yine de sınırlıdır. İnsanın düşüncesi de sınırlıdır. Onun sınırlı olan bu düşüncesi, sınırsız olmayan şeyi düşünebilecek bir kapasitededir. İnsan, Allah’ı düşünür mü, düşünmez mi? Sonuçta, Allah sınırlı değildir. Biraz daha basit ve anlaşılır şekilde izah edeyim: Düşünce, sınırsız ve sonsuz olanı düşünür mü, düşünmez mi? Düşünce, sınırsızlığı ve sonsuzluğu kavrar. Sonsuzdan söz eden şey, düşüncedir. Yani zihnimde her ne kadar sonsuz olanın kendisine yönelik bir tasavvurum (imaj, imge) yoksa da, “sonsuz” diye bir şeyin var olduğunu bilir, anlarım. Sonsuz olanı çizemeyiz veya kâğıda dökemeyiz; ancak anlamını bilebiliriz. Sonsuz olanı anlar ve onun bir sınırının (had) olmadığını biliriz. Bizatihi düşüncenin kendisi, sonludur. Ancak bu haliyle bile sınırsız olanı düşünebilir. Dolayısıyla burada düşüncenin, düşünceden daha fazla düşündüğünü söylemeye hakkımız yok mudur? Söylediklerim, oldukça önemli hususlardır ve Fârâbî’nin ifadelerinin satır aralarında da bunlara rastlamak mümkündür. Bu sözleri Fransız Descartes’tan yüzyıllar önce Fârâbî söylemiştir. Zaten insanı Allah’a ulaştıran yollardan biri de esas itibariyle budur: Yani düşüncenin, kendini tanıdığı ve sınırlı olduğunu kavradığı sırada, sonsuz olanı düşünmeye başlaması ve “kendisinin kendisi olmadığının” farkına varmasıdır. Düşünce, kendi kendisine “düşünce olması hasebiyle” sınırlı olduğunu, ancak buna rağmen sınırsız olanı düşünebildiğini söylemektedir. Eğer sınırlı olan düşünce sınırsız olanı düşünebiliyorsa, bu düşüncenin kaynağı kendisi midir, yoksa başka bir şey mi?

Lârîcânî: Onun başka bir kaynağı vardır.

Dînânî: İşte bu, tevhidin yoludur ve aynı zamanda Allah’ın varlığını ispatlayan en muhkem delillerdendir. Düşünce, bir taraftan kendisini sınırlı bilip bir taraftan da sonsuz/sınırsız olanı düşündüğünde, artık bizzat kendisinin de kendisi tarafından değil, sınırsız olan tarafından meydana getirildiğini görecektir. Bu, çok önemli bir ifadedir.

Lârîcânî: Siz daha öncesinde de duanın, ilk olarak insanı kesretten vahdete götürdüğünü, ikinci olarak insanın, dua vasıtasıyla Yâr’in diyârını bulduğunu ve üçüncü olarak da, onun bu dua ve yakarışı sayesinde, Allah’ın bizzat kulunun dilinden konuşmaya başladığı bir makama eriştiğini söylemiştiniz.

Dînânî: İşte bu son söylediğiniz oldukça önemliydi. Bunlar daha önce söylediklerimin bir başka ifadesidir. Dua makamında akıl ile aşk tek bir şey olmaktadır. Akıl ile aşkın farklılığından söz edenlerin bu iddiası, Allah’tan gayrısı söz konusu olduğunda geçerli bir iddia olabilir. Ancak dua konusunda durum farklıdır. Çünkü burada artık sonsuz olan Allah’tan söz ederken, diğer taraftan da âşıkça ve yalvarırcasına konuşmaktasınız. Duanın dili, yalvarış ve yakarışın dilidir. Yani kişinin sahip olmadığı bir şeyi istemesi ve kendisini değil, yalnızca O’nu görmesidir. Dolayısıyla buradan yine “düşüncenin, düşünceden daha çok düşündüğü” konusuna dönüyoruz. Ancak bu kez, bu sözün farklı bir yorumunu aktaracağım: Bakınız, âşık, maşûğunu okşar; hiçbir zaman maşûka sahip olamaz. Maşûk, âşık tarafından sürekli olarak sevgiye ve övgüye mazhar olmaktadır. Ancak buna rağmen âşık ona sahip olabiliyor mu? Asla. İşte duanın dili konusunda da durum aynen bu şekildedir: Bizler sadece yakarırız. Bu halimizle baştan ayağa salt ihtiyaç ve yoksunluktan ibaretizdir; bir yakarışızdır. Maşûk karşısında safça bir saygı duyarız. Çünkü O’nun sınırsız, kendimizin ise sınırlı olduğunu biliriz. Sonlu olan, sonsuz olana sahip olabilir mi hiç? Kesinlikle hayır. Kısacası en güzel dil, duanın dilidir. Dua sırasında dil, en saf ve en hâlis halindedir. Bu nedenle dua söz konusu olunca, en hâlis dili bulmak gerekir. Çünkü O da hâlistir ve hiçbir şeyle karışmamıştır. Saf bir ihtiyaç, saf bir idrak, saf bir marifet, saf bir hulûs ve saf bir yakarış… Hâlis olan dil, bu dildir. Dua dışındaki gündelik dil, farklı şeylerle karışabilmektedir.

Lârîcânî: Fârâbî’nin sözlerinden ilhamla Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin de (a.s.) mezkûr konuları tamamlayan çok veciz bir sözünün olduğunu hatırlatmak istiyorum. Elbette ki burada Fârâbî’nin Mevlâ Ali’den (a.s.) esinlendiğini söylememiz de mümkün. Ali de (a.s.) şöyle buyuruyor. Elbette insanların büyük bir kısmı, düşüncenin bu mertebesine erişmekten uzaktır: “Allah, kullarıyla onların düşünceleri ve akılları ölçüsünce konuşmaktadır.

Dînânî: “Akılları ölçüsünce…” Bu ifadenin üzerinde sıkça durmak gerekir, Sayın Lârîcânî. Allah akıl sahipleriyle onların akılları ölçüsünce konuşur. Bu ifadenin Arapça aslında geçen “fî zâti ukûlihim” ifadesi, benim biraz önce aktardıklarımdır. Yani insan, Allah’a münâcât ettiğinde, onun aklı artık başka şeylerle karışmış değildir. Aklın zatı/özü, saf akıldır. “Fî zâti ukûlihim”, “fî hulûsi aklihim” demektir. Onlar Allah ile Allah da onlarla konuşmaktadır. Bu, insanın kelimelere dökebileceği en saf ve en temiz dildir. Allah’ın akıl sahipleriyle “akılları ölçüsünce” konuştuğu yerde saf akıl vardır.

Lârîcânî: Yani artık kavramsal [anlamda bildiğimiz] akıl yoktur.

Dînânî: Ne güzel bir tespitte bulundunuz! Evet, kesinlikle öyle! Akıl burada artık kavramı da aşar. Bu, insanın kemâlinin en son mertebesidir. Yani sonsuz olanla bağlantı kurulan yer, işte burasıdır. Bakınız, insan hiçbir şeyle tatmin olmaz. İnsana manevî makamlar da dahil olmak üzere hangi makamı verecek olursanız olun, yine de bununla yetinmez. Bu durum, dünyevî konularda yeterince tecrübe edilmiştir. Her padişah, sultan ve yönetici neyi elde etmiş olursa olsun, yine de o elde ettiğinden fazlasını istemiştir. İnsan ebediyet ve sonsuzluk dışında hiçbir şeyle tatmin olmaz. Oysa sonsuz olana eriştiğinde burada artık ben “daha sonsuz”unu istiyorum diyebilir mi? Sonsuzun daha sonsuzu var mıdır? Hayır. İsm-i tafdillerin bir işlevinin olmadığı tek yer, “sonsuz”dur. Her konuda bir ism-i tafdil vardır: “Daha yukarısı, daha üstünü…” Ancak “sonsuz” söz konusu olduğunda artık “daha sonsuz” diye bir şey olmaz. Sonsuz sonsuzdur. İnsanın kemâlî seyrinde ulaştığı ve kendisinden sonra artık tatmin olacak başka bir şey aramadığı tek şey, sonsuzdur. Burada bir şey daha eklemek istiyorum: Varlıkları beş merhaleye ayırmak mümkündür: Bu oldukça basit ve herkesin anlayabileceği bir sınıflandırmadır. Cemâd (cansız varlık), nebât (bitki), hayvan, insan ve Allah. Eğer tersinden sayacak olursak, birinci sırada Allah, sonuncu sırada ise cemâd yer almış olacaktır. Biz ise cemâddan başladık. Cemâdât akıl sahibi değildir. Nebâtâtın da (bitkiler) nebâtî bir ruhu vardır; büyüyüp gelişebilir ve beslenebilirler; ancak akıl sahibi değildirler. Hiç kimse bitkilerin akıl sahibi olduğunu söylememiştir. Nebâtât, bilimleri keşfedemez. Hayvanlara baktığımızda, onlar da büyür, gelişir, beslenir ve ürerler. Duyuları ve içgüdüleri vardır; ancak akılları yoktur. Hayvanların akıl sahibi, ilim erbâbı ve ilmî keşifleri olan varlıklar olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır. Dolayısıyla sözü geçen bu üç grup varlıklarda akıl bulunmamaktadır. Peki, sıra insan ve Allah’a geldiğinde durum nasıldır? İnsan, akıl sahibidir. Akıl, insana özgü bir şeydir ve o bunun sayesinde pek çok şey yapar. İnsan, evreni akıl ve tedbir ile idare eder. Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya geldiğimizde ise, O, salt akıl, saf ilim ve mutlak bilinçtir. İnsan akıl sahibidir, ancak mutlak akıl değildir. O halde akıl, saydığımız bu beş merhale arasında, sadece son iki merhaleye aittir (insan ve Allah). İnsan akıldan nasibini almış bir varlıktır. İnsanı “akıl sahibi” olarak nitelendiririz; fakat Allah, ilmin ve bilincin kendisidir. Allah hakkında “akıl sahibi” ifadesini kullanmak, problemli bir durumdur. Bunun yerine “O, bilginin ve bilincin kendisidir” diyebiliriz. Dolayısıyla akıl, insandan başlar, ancak onun zirvesi, sonsuz olması hasebiyle Hakk Teâlâ’dadır. İnsan da daima Mutlak Akıl’a ulaşmaya çalışmaktadır.

Sözlerimin başında, “düşüncenin düşünceden daha fazla düşündüğünü” söylemiştim. Yani Hakk Teâlâ, düşüncenin de fevkindedir. Bu durumda, kendisini sınırlı bilen insan düşüncesinin, düşüncenin kalıplarına sığmayan ve düşüncenin de ötesindeki sonsuz bir şeyi düşünebildiğini cüretle söyleyebiliriz.

Lârîcânî: Bâyezîd Bistâmî’ye, kalbinin hanesinde nasıl oluyor da Yâr’dan başkasının bir yerinin olmadığı soruluyor. O da “Hakk kalbe gelmedikçe, ağyâr oradan dışarı çıkmaz” diye cevap veriyor. Yani insanın, Allah’ın “fî zâti ukûlihim”e gelebilmesi için çaba göstermesi gerekmekte. Allah burayı mesken edindiğinde, artık başkasına yer kalmaz. Allah teşrif etmedikçe, başkaları (ağyâr) orayı işgal etmeye devam edecektir.

Eğer Yâr’i çok yüzlü (ikiyüzlü) gönüller (insanlar) arasından seçemiyorsan

Bunu kendi kirlenmiş gönlünden bil ve şikâyet etme

Eğer orada ağyâr konaklamışsa, bunu kendimizden bilmeli, başkasına şikâyet etmemeliyiz. Şu kalbimizi türlü şeylerle meşgul ediyoruz, sonrasında ise “Allah gönlüme niçin teşrif etmiyor” diye veryansın ediyoruz!

Üstad, duamıza dönecek olursak, burada gönülleri fetheden bir ifade daha mevcut: “Beni safâ ve vefâ ehlinden (eyle) ve sıddîkler ve şehitlerle birlikte semânın sâkinlerinden kıl. Sen, kendinden başka hiçbir ilâh olmayansın.” Bu ifadeler, Nisâ Sûresi’nin 69. âyetine bir atıftır: “Kim Allah’a ve resûlüne iman ederse, onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, dosdoğru insanlar (sıddîkler), şehitler ve sâlihlerle birliktedir.” Ancak Fârâbî’nin bu ifadelerden sonra gelen “Sen, kendinden başka ilâh olmayansın” şeklindeki ifadesi, “İlletü’l-eşyâ ve nûru’l-ardi ve’s-semâ” ifadesinden daha nûrânîdir. Bu ifadelerin ne kadar derin olduğuna bir bakın!

Dînânî: Daha önce de belirttiğim gibi, Fârâbî felsefenin diliyle, ıstılahlarıyla dua ettiğinden, burada rahatlıkla “İlletü’l-eşyâ” diyebilmiştir. Diğer dualarda, Allah hakkında “illet” sözcüğü kullanılmış değildir. Oysa gerçekte O, illettir. Allah, her şeyin nedenidir.

İzin verirseniz, “illet”i bir tanımlayalım. Birçok insan “illet” (neden) ve “ma‘lûl” (sonuç) sözcüklerine âşinâdır. Ve aynı zamanda bilimler de “neden” ve “sonuç”tan söz etmektedir. Bu ikisinin birbirine olan nispeti nedir? Bazıları buna çok vâkıf değil. Örneğin, ateş, elimizi yaktığında, ateşin, yanmanın sebebi olduğu söylenir. Hiç kuşkusuz ki, illet ma‘lûle önceliklidir. Umarım bundan şüphe etmiyoruzdur. Önce illet, sonra ma‘lûl… Burada kullandığımız “önce” ve “sonra” sözcükleri zamansal mıdır? İlletin ma‘lûle önceliği zamanda mıdır, yoksa lâ-zamanda mı?

Lârîcânî: Lâ-zamanda.

Dînânî: Keşke bu mevzuyu günümüz insanları ve hatta bilim dünyası bihakkın anlayabilmiş olsaydı! Buradaki “önce” (takaddüm) ve “sonra” (taahhür) sözcükleri, zamansal değildir. Gerçekte bu ifadeler, illetin daima ma‘lûl ile birlikte olduğu anlamına gelir. İllet ile ma‘lûl arasında bir an bile bir ayrılığın olabileceği tasavvur edilemez. Yani, ortada bir sıralama var da, buna göre önce illet, sonra ma‘lûl geliyor değildir. Kaldı ki böyle olmasının, felsefede sözü edilen illet-ma‘lûl ilişkisinde bir anlamı da yoktur. İllet her zaman ma‘lûl ile birliktedir. Bu, her ne kadar aklî-felsefî bir mevzu olsa da, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetinde de kendini orta yere koymaktadır. Bakınız, Kur’ân-ı Kerîm ne buyuruyor? Nitekim Fârâbî de Allah’ın “eşyânın illet”i ve “İlletü’l-İlel” olduğunu söylemiyor mu? “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.[1] İlletü’l-İlel olan Allah, sizinle beraberdir. Peki, O yalnızca insanlarla birlikte midir, yoksa her şeyle mi? Her şeyle… Dolayısıyla, illet ile ma‘lûlün birlikteliği zamanda ve zamansal değildir.

Lârîcânî: “Allah’ın nûrunun hüküm sürdüğü bir mekânda mazi (geçmiş zaman), istikbâl (gelecek zaman) ve hâl (şimdiki zaman) artık nerededir ki?!”

Dînânî: Evet. Bunu başka bir şekilde de ifade edebiliriz: Ezelden ebede tüm zamanlar Allah’a nispetle sadece bir an, tüm mekânlar ve mekânsal konumlar ise O’na nispetle bir nokta gibidir. Siz âlemi ve onun içindeki (mâ-fîh) zamansal ve mekânsal tüm şeyleri bir araya getirseniz, bunların zamansal olanları Hakk’a nispetle “bir an”, mekânsal olanları ise “bir nokta” mesabesindedir. Âlemdeki tüm şeyler Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın azameti karşısında bir “an” ve “nokta”dan ibarettirler.

Lârîcânî: Fârâbî bunları ne de güzel bir araya getirmiş!

Sonrasında ise şöyle söylüyor: “Bana faal akıldan bir feyiz ve velilerden ve sâlihlerden bir hidayet bahşet.” Evet, o, evliyâ ve sâlihlerle birlikteliği arzuluyor.

Dînânî: Acaba akıl erbâbı kimselerle (ukalâ) dostluktan ve birliktelikten daha iyi bir şey var mıdır? Düşünsenize, bunun kim bilir nasıl bir hazzı vardır… Buna karşılık, sizinle aynı kumaştan  (türdeşiniz [sinh], denginiz) olmayan biriyle birliktelik ve dostluk kurmanız da ne kadar kötüdür! Hangi alanda olursa olsun, “birliktelik” denen şey o kadar önemli bir şey ki!

Bugün öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, insanlar kendileriyle hiçbir ortak noktalarının ve türdeşliklerinin bulunmadığı kimselerin yer aldığı programlara zoraki ve emrivaki bir şekilde davet ediliyor. Şimdiye kadar hiç böyle programlara katıldığınız oldu mu?

Lârîcânî: Evet, oldu.

Dînânî: Böyle zamanlarda, sizinle aynı dilden konuşanların olmadığı bir ortamda bulunmaya adeta mecbur edilmiş gibisinizdir. Burada bu kimselerle en fazla birlikte bir çay içer, yemek yer, sonra da onlardan ayrılırsınız. Oysa birliktelik ve dostluk, aynı yemeği yemek, cismen ve ruhen aynı programda zoraki olarak bulunmak değil, aynı dili konuşmaktır. Aynı dili konuşmak mı önemlidir, yoksa bu tarz ortamlarda oturup birileriyle bir şeyler yiyip içmek mi? İşte, aynı dili konuşanlar… Bunlar o kadar nadir bulunur ki!

Lârîcânî: Gönüldaşlık, aynı dili konuşmaktan daha güzeldir.

Dînânî: Gönüldaşlık, aynı dili konuşmaktan daha güzeldir, elbette. Günümüzde insanları bir araya getiren programlar ve oturumlar epey fazladır; ancak aynı dili konuşanlar azdır. Aynı dili konuşmayıp aynı meclislerde bulunanlar hayli fazladır. Hâlbuki mühim olan, aynı dili konuşmaktır. Eğer milyonlarca insan aynı dili konuşabiliyorlarsa, birdirler. Diğer taraftan, her ne kadar oturumlar ve programlar düzenlense de, eğer şahısların kalpleri birbirine yakın değilse ve aynı dili konuşmuyorlarsa, onlar birbirlerinden ayrıdır demektir. Yan yana oturdukları halde, gönüldaş olmayan kimseler, birbirlerine yakın olabilir mi? Oysa birbirlerinden fersah fersah uzakta olan kimseler eğer gönüldaş iseler birbirlerine daima yakınlar demektir. Hz. Hatmî Mertebet de (s.a.a.) Üveys’e, “Yemen’de de olsan benim yanımdasın.” buyurmadı mı? Bu âlemin akıl erbâbı kimseleri ve velileri, birbirleriyledir. Ancak birbirine yakın olmayanlar, yan yana olup birbirlerine gülümseseler de birbirlerinden ayrı ve uzaktırlar.

Lârîcânî: Üstâd, bu duanın pasajları arasında oldukça lâtif bir ilişki söz konusu. Nitekim bir filozofun duasında mazmunlar ile pasajlar arasında mantıksal bir irtibatın, örgünün kurulu olması da gayet doğaldır. O, duasının bu bölümünde, Allah’tan kendisini, safâ ve vefâ ehlinden ve semânın sakinlerinden eylemesini ve sıddîkler ve şehitlerle bir arada kılmasını istiyor. Sonrasında bu atmosferi alıp, akıl erbâbından (veya faal akıldan) feyiz alacağı ve velilerin ve sâlihlerin hidayetinden nasipleneceği bir ortama taşıyor. Zira birçoklarına göre o burada, insân-ı kâmilin varlığını filozofça bir bakış açısıyla ispatlamıştır. Yani İmâm Mehdi’ye (a.f) olan inancını, kendi felsefî meşrebinden hareketle sabit kılmaya çalışıyor. Bu çok önemli bir noktadır. Bu minvalde bizler âyet ve rivayetlerin dışında, bu tarz bir felsefî bakış açısıyla da mezkûr zarureti [Hz. Mehdî’nin (a.f) zuhurunun ve insân- ı kâmilin varlığının zarureti] ispatlayabiliriz. Yani insanların her çağda akılcılığın ve nurâniyetin mazharı ve zât-ı âlinizin ifadesiyle, saf akıl olan fertlere ihtiyaç duyabileceği zaruretini… Bu çok ince bir nokta!

Dînânî: Bakınız, o – Allah kendisinden razı olsun – bu duasında çok önemli bir konuya işaret etmiştir. Benim onun Şiî olduğu konusunda hiçbir tereddüdüm yoktur. Çünkü esas itibariyle onun fikri bir Şiî tefekkürüdür. Kendisinin yaşantısına bir diyeceğim yok. Fakat söyledikleri, bir Şiî’nin söyleyebileceği şeylerdir. Başkaları bu konuda ne söylerse söylesin, bizler için fark etmemektedir.

İçinde yaşadığımız bu âlem fasl (ayrılık) âlemidir ve vahdet âleminin bir suretidir (form). Vasl âlemi de vardır, fasl âlemi de… Fasl âlemi, vasl âleminin bir formudur. Bizler bu âlemde kopuk ve dağınık bir haldeyiz. Çünkü burası heyûlâya gark olmuştur. Bu âlemdeki tüm şeylerin atomları birbirinden ayrıdır. Keza, insan bedenindeki hücreler de bu şekildedir. Bu saydıklarım, birbirlerinden her ne kadar ayrı olsa da, bunlar üzerinde bir vahdet de hâkimdir. Âlemdeki tüm atomlar birbirlerinden ayrıdırlar; ancak bir vahdet (birlik) bunları birbirine bağlamaktadır. O vahdet âlemi, yegânedir. İçinde yaşadığımız bu âlem ise kesret âlemidir. Duanın dili, kesretten vahdete ve tefrikadan (ayrılık, kopukluk, dağılmışlık) cem‘e (bir araya gelme, toplanma) gitmenin dilidir. Peki, bu gidiş ne şekilde olmaktadır? Öncelikle bu dil, kâmil bir dil olmalıdır. Örneğin bendeniz gibi bir hakir ve biçare bir kimse ya da Fârâbî gibi bir şahsiyet – ki kendisi elbette ki yüce bir makama sahiptir; ancak onun yine de kâmil bir veli olduğunu söyleyemeyiz – Allah’a münâcât etmek isterse, onunla hangi dille konuşmalıyız? Kâmil bir velinin diliyle… Yani bu kimse, kâmil bir veliye bağlanmalıdır. Kâmil bir veli de zaten Allah’a bağlanmıştır. Buraya lütfen dikkat ediniz. Şimdi söyleyeceklerim, oldukça önemli şeylerdir. İmâmların velâyetine inanmayan kimseler, lütfen birazdan söyleyeceklerime dikkat kesilsinler: Bizler velâyet-i külliye (genel velâyet) yoluyla Allah’a ulaşabiliriz. Ben sınırsız olanla bu sınırlı halimle irtibat kuramam. Benim mutlak bir veliye, yani Masum İmâm’a muttasıl olmam gerekir ki, o, Hakk’a bağlıdır ve ben de onun bu bağlılığı vesilesiyle Hakk’a yol bulabilirim. Bazılarının, anlamını yeterince kavrayamadığı şefaat de zaten budur. Bu kimseler için şüfa‘ânın (şefaat edenler) kimler oldukları daima bir soru işaretiydi. Birçokları bunların kim olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla şefaatçi imâmın kim olduğunu da bilemezler. Şef‘ kökünden türeyen şefî‘ (şefaatçi), vitr’e karşılık, “eşleşmek” ve “çift olmak” anlamındadır. Yani noksan olan bizler kâmil veliye muttasıl olmalıyız. Kâmil veli de Hakk Teâlâ’ya muttasıl olan kimsedir. Yani onun Hakk Teâlâ ile doğrudan bir irtibatı söz konusudur. Bu nedenle, Allah’a kâmil veli aracılığıyla ulaşılmalıdır. Peygamberlerin bi‘setlerinin sırrı da işte bu kelimedir. Eğer bu olmasaydı, birçokları peygamberlerin niçin gönderildiğini kavrayamazdı. Onlar kâmil olduklarından, bizi de Allah’a ulaştırmayı isterler. Bizim kıyamet gününe kadar velâyetin bekâsına inanmamızın ve Hz. Veliyy-i Asr’ın (Hz. Mehdî) gaybetinin anlamı da budur. Yani, biz kendisini göremesek de her zaman bir insân-ı kâmil mevcuttur. Onunla zahirî bir irtibatımız olamasa da, bunu bâtında gerçekleştirebiliriz. Siz dua ettiğinizde, gerçekte zamanınızın imâmıyla irtibat kurmuş olursunuz. Bazıları bu söylediklerimizi anlamayacaklardır; anlamasınlar! Bu sözleri kabul etmeyenler, sözünü ettiğim irtibatı, arada hiç kimse, hiçbir bağlantı ve vasıta olmaksızın kendi kendilerinin de doğrudan kurabileceklerine inanırlar. Evet, bizim doğrudan (müstakim) bir irtibat kurmamız mümkündür. “Müstakim” ne demektir? Sokakta ve caddede gördüğümüz asfaltlanmış herhangi bir yol değil, kemâl ve marifet yoludur. Siz marifette eksik oldukça Hakk’a nasıl ulaşabilirsiniz? Neticede bu, bir merdivendir ve adım adım gidilmelidir. Sizin öncelikle kâmil marifete muttasıl olmanız gerekir. Ve tabii ki öncesinde de kâmil marifetin var olması gerekir. O da, kâmil velinin kendisidir ve her asırda mevcuttur. Hatta âlem o olmaksızın, bir an bile yerinde kalamaz, var olamaz. Dolayısıyla bu açıklamalarımızla birlikte hem şefaat hem de dua meselesi çözümlenmiş olmaktadır. Bizim dualarımız İmâmların vesilesiyle Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya ulaşmaktadır. Onlar Hakk’a vaslolmuşlardır. Bizler Hakk Teâlâ’ya muttasıl olan o kâmil insan sayesinde Hakk’a ulaşmaktayız. Bizim irtibatımız işte bu şekilde olmaktadır. İbadette ihlâs da böyledir. Eğer ibadet konusuna girecek olursak, orda da konunun bu şekilde olduğunu görmüş oluruz. Ancak bu konuların, bazılarına zor ve karmaşık gelmesi mümkündür.

Dînânî: Zât-ı âlinizin az önceki ifadeleri, aynı zamanda Ziyâret-i Câmi‘a-i Kebîre’nin giriş kısmında da zikredilmiştir: “Selâm olsun sizlere ey Allah’ı tanımanın yolları, Allah’ın bereketlerinin odakları ve hikmetinin kaynakları, Allah’ın sırrının taşıyıcıları (koruyucuları)…

Dînânî: Yani Hakk’ın hikmeti, kâmil veli vasıtasıyla ulaşmaktadır. Fârâbî bu ifadeleri her ne kadar açıklığa kavuşturmadıysa da, bunların Şiî tefekkürü olduğuna şüphe yoktur. Bu ifadelere bazı Şiîlerin dahi tahammülü yoktur, Şiî olmayanların tahammülünü ise varın siz hesap edin…

Lârîcânî: İnsanın, kendi velisiyle irtibatının olması gerektiği şeklindeki cümleniz oldukça hikmetliydi. Neticede o velinin/imâmın zuhuru olmasa da huzûru vardır (hâzır ve nâzırdır).

Dînânî: Evet, sonuçta yeryüzünde hâzır olmadığı zamanlarda bu irtibat, bâtınîdir. Çünkü velâyet bâtınî bir olgudur. Nübüvvet zâhirî, velâyet ise bâtınidir. Daha önce de defalarca zikrettiğimiz üzere, eğer bir nebinin velâyeti yoksa nübüvveti de yoktur. Nübüvvet, velâyetin bâtınından risaletin zâhirine ulaşmaktır.

Lârîcânî: Hâfız ne de güzel söylemiş:

Ey nazarlardan (gözlerden) gaip (ırak) olup, gönle yoldaş olan

Sana sesleniyorum ve övgülerimi (senâ) gönderiyorum

O, tek bir beyitte her şeyi söylemiş/özetlemiştir.

Dînânî: İşte bunlar bizim de söylediğimiz şeylerdir. Yani benim dualarım, o velinin aracılığıyla ulaşmaktadır.

Lârîcânî: Eğer bu huzûr (hâzır bulunma) olmasaydı, bu irtibat da olmazdı.

Hakîm Fârâbî’nin sosyal meselelere bakışı bile bu şekildedir: Hakîm, hikmetten nasibini almalıdır. Ve sizin de açıkladığınız gibi, bu hikmeti de velâyetten kespetmek gerekir. Dolayısıyla onun bu bakışının Şia’nın imâmet ve velâyet sistemine oldukça benzer olduğunu ve bununla paralellik arz ettiğini söyleyebiliriz.

Dînânî: Hakikaten de öyle. Bunların Şiîliğin aklî açıklaması/tebyini olduğunu söyleyebiliriz. Fârâbî’nin felsefesi, Şiîliğin aklî bir açılımıdır. Teşeyyü‘nün (Şiîlik) anlamı oldukça derindir. Şiîler sayıca çoktur; ancak bunların arasında Şiîliğin anlamını kavrayanlar oldukça azdır. Bazılarının Şiîliği anlamaması da, öteden beri bu derinliği gereğince kavrayamamalarından ileri gelmektedir. Teşeyyü, bir hayli bâtınî ve derindir. Her hâlükârda Fârâbî bunu çok iyi anlamıştır. Teşeyyü‘nün anlamını bilmek isteyen, Fârâbî’nin felsefesini incelesin.

Lârîcânî: [Bir anlamın/şeyin] bâtın(ın)a gidebilmek bâtının paklığını gerektirir.

Dînânî: Ne yazık ki insanlar bâtının anlamını yeterince önemsememekte, Hakk ile irtibatın anlamını kavrayamamaktadırlar. Bu irtibat şakaya alınacak bir mevzu değildir. Rasyonel, bâtınî ve sırrîdir. Hakk’a sırr ile gidilir. Bu gidiş, zâhirî ve mekânî bir gidiş değildir. Kurb (yakınlık), zamanî ve mekânî midir ki? Hayır. Daha önce de belirttiğim gibi, ezelden ebede tüm zamanlar, Hakk Teâlâ’nın nezdinde sadece bir “an”, mekânlar da bir “nokta”dır. O an ve noktanın odak noktası ise, hayatta olan velidir. Veliyy-i Mutlak, nokta ve andır. Kâmil velinin bu an ve noktası ezelden ebede kadar genişlemektedir.

Lârîcânî: “Ukalâ (akıl erbâbı) varlığın/vücûdun pergelinin noktasıdır.

Dinânî: Ukalâ, varlığın pergelinin noktasıdır” ifadesinin anlamı işte budur. Yani esas itibariyle sonsuz olmanın anlamı, bir imtidâd (uzayış) ile birliktedir. Sonsuz olandan söz ettiğinizde hep bir imtidâd vardır. Mezkûr imtidâd, sözünü ettiğimiz noktanın imtidâdıdır.

Lârîcânî: “Bismillah’ın be’sinin altındaki noktadır.

Dînânî: Evet. Ne de güzel söylediniz. Hz. Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn Ali de (a.s.), “Ben Bismillah’ın be’sinin altındaki noktayım” buyurmuştur. Kur’ân’ın tüm âyetlerinin Fâtiha Sûresi’nde, bu sûrenin tüm anlamlarının ise Bismillah’ta, Bismillahirrahmanirrahim’in tüm anlamlarının ise Bismillah’ın be’sinin noktasında olduğunu söylemiştir. Bazı zâhirci kimseler, bu sözün doğru olmadığını, çünkü o dönemde noktanın henüz kullanılmadığını söylemişlerdir. Bunlar birtakım zâhirî eleştirilerdir. Bu kimseler, her ne kadar nokta o dönemde yazıda kullanılmasa da, böyle bir kavramın ve bu kavramın bir anlamının olduğundan habersizler. Noktanın, matematikte ve geometride bir anlamı yok mudur?

Lârîcânî: Bizim sözünü ettiğimiz nokta, vücûdun (varlığın) ben’idir, matematikteki nokta değildir.

Dînânî: Bu (zâhirci) kimselerin bu anlamlara dikkat edecek halleri mi vardı ki? İnsanlar bu şekilde mahsûsât üzerinde yoğunlaşıp, tüm düşüncelerini yalnızca bunlara odakladıkça, onların makûl âlemine yol bulmalarına imkân yoktur. Sonra da kalkıp böyle yerli yersiz eleştirilerde bulunurlar. Hâlbuki noktanın anlamı her zaman vardı. İşte bilim ile felsefenin farkı tam da buradadır: Felsefeye âşina olmayan kimseler, bu tür meseleleri anlayamazlar.

Bu programın son bölümünde felsefe ile bilim arasındaki farka değinmek istiyorum: Günümüz dünyası, artık bir bilim ve teknoloji dünyası olarak anılmaktadır. Bilim daima bir şeylerin varlığına ulaşmayı amaçlamakta; yani nelerin var olup olmadığını sorgulamaktadır. Hep yeninin peşindedir ve yeni şeyler, varlıklar keşfeder. Bu, bilimin yaptığıdır. Peki, felsefe ne yapmaktadır? Felsefe, mevcûdun varlığının ne anlama geldiğini sorgular. Bilim, nelerin var olup olmadığına bakar; felsefe ise var olanın varlığının anlamına odaklanır. Noktanın olmadığını söyleyenler, acaba ne dediklerinin farkındalar mı? Nokta her zaman vardı. Asıl bundan sonraki aşamada, var olan bu noktanın anlamının ne olduğuna bakmak gerekmektedir. Bu gibi kimselerin felsefî bir düşünce tarzları yoktur. Eğer Fârâbî gibi düşünselerdi, onun anlamını mutlaka kavrarlardı.

Lârîcânî: Çok güzel izah ettiniz.

Fârâbî, hakka ne kadar da susamış! Duasının devamında ise şunları söylüyor: “Nefsimi hikmetin nurlarıyla süsle ve bana, benim için bağış olarak takdir ettiğin nimetin şükrünü ilham et.” Burası ise çok güzel: “Bana hakkı olduğu gibi, hak olarak göster ve ona uymanın yolunu ilham et.

Dînânî: Özellikle “Nefsimi hikmetin nurlarıyla süsle” ifadesi çok önemli. Tehzib, nefsin arınması ve temizlenmesidir. Fârâbî, nefsin paklığını hikmette bilmektedir. İnsanın nefs-i nâtıkası sadece hikmet ile mühezzep (süslenmiş), pak ve müzekkâ (arınmış) olur. Eğer hikmet olmazsa, nefs temizlenmez; vehimlere, hayâllere, şehvetlere ve içgüdülere giriftâr olur.

Lârîcânî: Bu nedenle Allah, peygamberin hem Kitab’ı hem de Hikmet’i öğrettiğini[2] söylüyor.

Dînânî: Evet, o tehzip hikmet iledir. Neticede Fârâbî, felsefenin diliyle dua ediyor; ancak mazmunları Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinden almıştır.

Lârîcânî: Duada geçen, “Benim için bağış olarak takdir ettiğin nimetin şükrünü bana ilham et” ve “Bana hakkı olduğu gibi, hak olarak göster ve ona uymanın yolunu ilham et” ifadeleri de çok güzel.

Dînânî: Nimetin şükrü… Müsaadeniz olursa, “nimetin şükrü” ifadesini biraz açıklayalım. Herkes bu kelimelerin anlamını bildiğini söylüyor. Filhakika, bizler nimetlere gark olmuş varlıklarız. Bakınız, “nimet,” Allah vergisi bir şey demektir. Allah’ın vermediği bir şey var mıdır? Hayır, O, her şeyi vermiştir. Ben burada biraz da sözlüklerden yardım almak istiyorum: Siz Farsçada “adalet”i nasıl anlamlandırırsınız?

Lârîcânî: “Dâd” sözcüğü ile.

Dinânî: Evet, “adalet” sözcüğünün Farsçadaki karşılığı “dâd” sözcüğüdür. Bu kelimenin bir anlamı “adalet”, diğer anlamı da “verilen şey”dir. Bu, Allah’ın verdiği bir şeydir. O’ndan başka kim verebilir ki bunu? Dolayısıyla bizim sahip olduğumuz şey, “dâd”dır. Dolayısıyla o şey hem “Allah’ın verdiği”dir hem de adalettir. O’nun verdiği, “dâd”dır. “Adalet” anlamındaki “dâd”, “Allah’ın verdiği şey”dir; Allah’ın verdiği şey” de “adalet”tir. “Adaletli bir verme” ise şükrü gerektirmektedir.

Lârîcânî: Dolayısıyla “nimet”, şükrün kendisi olmakta.

Dînânî: Sa‘dî’nin, “Ben Sen’in şükrünü hakkıyla eda edemem” demesinin aklî bir nedeni vardı. Neticede benim her nimete şükretmem mümkündür. Ancak bu şükrümün kendisinin de bir şükrü vardır (şükrü gerektirmektedir). Peşi sıra birbirini gerektiren bu şükürler, bir teselsüle yol açarlar ve bundan dolayı hakkıyla yerine getirilemezler.

Lârîcânî: Muhakkak öyle.

Duanın devamında o şunları söylüyor: “Ve bâtılı bâtılı olarak göster; beni bâtıla inanmaktan ve onu dinlemekten koru. Beni, heyûlânın tînetinden (yapısından, mizacından) kurtar.

Dînânî: “Heyûlânın tîneti”, yani madde… Maddenin tîneti, tefrikadır (ayrılık, dağılmışlık, parça parça olmak). Maddenin tîneti, ayrılık ve uzaklıktır. Heyûlâ, yani madde… Maddenin işi ayırmaktır. “Heyûlânın tîneti olan bu tefrikadan beni kurtar.Benim maddede, madde âleminde yaşadığım doğrudur. Ancak ondan kurtulabilir ve fasl, tefrika ve kesret âleminden vasl, cem‘ ve vahdet âlemine ulaşabilirim. Ne kadar da güzel söylemiş.

Lârîcânî: O yine şöyle söylüyor: “Şüphesiz ki Sen ilk nedensin.” Ne kadar da güzel…

Üstad, programımızın sonunda bizi akılcı düşüncelere sevk edecek bir nasihat ve mesaj vermenizi rica ediyorum.

Dînânî: Size daha önce de nasihat ehli olmadığımı söylemiştim. Açıkçası bunu nasıl yapacağımı da bilmem ve kendimi buna ehil de görmüyorum. Sadece şunu söyleyebilirim: Bizler daima Alevî ve velâyî kuds makamına ulaşmak – ki bu da hikmetin yoludur – için dua etmeliyiz. Allah bizlere hikmetimizi artırma tevfiki bahşetsin. Yani yolumuz hikmet yolu olmalıdır.

Lârîcânî: Yani Fârâbî’nin, “Nefsimi hikmetin nurlarıyla arındır/süsle” şeklindeki duasını hayata geçirmeliyiz.

Dînânî: Aynen öyle. Eğer nefisler hikmetin nurlarıyla mühezzep olursa, tefrika, savaş, adaletsizlik ve şerr, âlemden bertaraf edilmiş olur. Hazret’in (Hz. Mehdî) zuhurunun nedeni de, âlemi sulh ve adaletle doldurmak ve savaştan, tefrikadan ve zulümden kurtarmaktır: “O, yeryüzünün zulümle dolmasının ardından, onu adaletle dolduracaktır.” Bu adalet, nefislerin tehzibidir. Eğer insanların nefisleri Alevî marifetin ve nurların ışığı altında tehzip olur ve arınırsa, ihtilâflar ve savaşlar âlemden bertaraf edilmiş olacaktır.

Lârîcânî: Zuhurun önündeki engeller de ortadan kalkacaktır.

Dînânî: Dünya, nefislerin tehzibi yoluyla ıslah olacaktır. Nefisler mühezzep olmadıkça, hiçbir şey âlemi ıslah edemez. Nefislerin tehzibi dışında hiçbir siyaset, gerçek anlamda ıslah edici olamaz. Nefislerin tehzibi de, hikmetin nurları iledir. Tıpkı Fârâbî’nin de vurguladığı gibi, ki o bin yıldan uzun bir süre önce, hikmete vurgu yapmıştır. Hikmetin yolu ve kalplerin ve nefislerin tehzibi, dünyanın ıslahının yoludur ve bu da Alevî bir hikmetin gerçekleştirebileceği bir şeydir.

Lârîcânî: Çok hikmetli bir nasihat idi, üstad. İnşallah hepimiz bunlara riayet edenlerden oluruz.

Bu gaybî yıldızın parıltısına [İmâm Mehdî (a.f)’nin zuhuruna] tanıklık etmenin hepimize nasip olmasını diliyoruz.

Muhterem üstadımızla birlikte, tüm güzel dostlarımıza Allahaısmarladık diyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

www.youtube.com/watch?v=IN8zCxONRY0

 

 

 

 



[1] Hadîd Sûresi, 4. âyet

[2] Bakara Sûresi, 151. âyet