İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (12): Doğa ve Tarih Problematiği (Nefs ve Beden)

İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (12): Doğa ve Tarih Problematiği (Nefs ve Beden)
Bizler, nefsi ve idrâkleri mücerred (soyut) kabul eden kimseleriz. Mücerred, zaman ve mekânın ötesinde olan şeydir. Siz tarihteki olaylara geri döndüğünüzde, zamana geri dönmüş olmuyorsunuz. Tarihe geri dönen, sadece akıldır. Eğer bir insan âkil olmazsa, zamanın geçmiş olduğunu kavrayabilir mi? Geçmişi anlayabilen tek şey, düşüncedir.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını her zaman içtenlikle takip eden seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Büyük hakîm Fârâbî’nin filozofça duası hakkında konuşuyor ve saygıdeğer üstadımızın sırları çözen yorumlarından istifade ediyorduk.

Üstad, Fârâbî’nin hikemî, irfânî ve hatta ahlâkî meseleleri bir dua formunda açıklaması eminiz birçoklarının ilgisini çekmiştir. O hem duanın kapasitesini çok iyi keşfetmiş hem de dua literatürüne hakikaten de farklı bir zenginlik ve yenilik katmıştır ki, günümüze dek elimize ulaşmış olan dua külliyatını göz önünde bulundurduğumda, böyle bir şeye daha önce hiç denk gelmediğimi söyleyebilirim. İzin verirseniz bu duadan bir pasaj daha okumak istiyorum; böylece ilgili pasajın içinde ne kadar derin noktaların gizlenmiş olduğunu görmüş olalım:

Allah’ım bana vereceğin yeterliliği (kifayeti) benimle topraksı cisimler ve varlıkla ilgili olan tasalar arasındaki yerilmiş bağlılıkları(mı) kesmem için bir sebep kıl. Hikmeti, ilâhî âlemler ve yüce ruhlarla birlikte olmama vesile kıl.

Dînânî: Bismillahirrahimanirrahim.

Öncelikle ne kadar anlamlı bir iş yaptığınızı belirtmek istiyorum. Hem içinde bulunduğumuz bu günler münasebetiyle hem de her hâlükârda din ve diyanet ehli olan izleyicilerimizi göz önünde bulundurarak Fârâbî’nin tüm eserleri arasından onun dua kitabını (risalesini) seçtiniz. Nitekim ben de geçmişte, bu konuyla ilgili olarak şu an elinizde bulunan kitabı kaleme almıştım.

Lârîcânî: Evet, Filozofun Yakarışı’nı bu bağlamda telif etmiştiniz.

Dînânî: Daha önce defalarca belirttiğim gibi, duada geçen ifadelerin Kur’ân’dan ve/ya Masumlardan alınması gerekir. Bu durum, ıstılahta tevkifî olarak adlandırılır. İbadet ve duadaki lâfızların tevkîfî olması gerekir. Fakat Fârâbî burada felsefenin diliyle dua etmiş ve bunu yaparken kendisinden bir güzelliği de yansıtıp ortaya çıkarmıştır. Keza sizin biraz önce okuduğunuz pasajda, Rabbinden, kendisine topraksı yani dünyevî/maddî (unsurî) bağlardan korunacak kifayeti bağışlamasını istiyor. Bir sonraki cümlesinde de, Allah’ın, kendisine bir bağışı olan nefs-i nâtıkasının kevnî (varlıksal, oluşsal) kaygılara kapılmamasını istiyor. Evet, bu bir duadır. Neticede o, Allah’tan bir şey isteyecekse, bu kesinlikle önemli bir şey olacaktır. Şimdi ise onun bu cümlelerini şerh etmeye çalışalım ki o gerçekten yerine getirilmesi zor şeyler istemiştir.

Fârâbî, topraksı şeylere tam anlamıyla taalluk ve bağlılıktan – ki bizler sonuçta toprakta (yerkürede, madde âleminde) yaşıyoruz – kurtulmak ve Allah’ın, kendisine verdiği hikmetle – ki bunun tek yolu hikmettir – dünyevî ve kevnî tasalardan özgürleşmek istemektedir. Bu dua bizlere, dünyevî gam ve tasalardan kurtulmanın yolunun hikmet – ki o da Allah’tan bunu istiyor – olduğunu göstermektedir. Bir insan hakîm olmadıkça (hikmetle yoğrulmadıkça) bu zamansal, mekânsal ve topraksı kevnî prangaların esaretinden kurtulamayacaktır. Onun ifadesiyle tüm bu kevnî ve topraksı bağlılıklar ve bunlara bağlı tasalar zaman ve mekânda toplanmaktadır. Yani sözün özü şudur: Zaman ve mekân adlı iki zindandan mütevellit bağlılıklar, ki bizler zamanda ve mekânda yaşamaktayız; ancak nihayetinde bunlar zindan da olabilirler, kurtuluşa açılacak bir kapı da… Zaman ve mekân bazıları için bir anlamıyla zindandır. Zindan nedir? Zaman ve mekânın ötesini görememektir (çünkü duvarları yüksek, kapısı kilitlidir); zaman ve mekânın ötesini göremeyenler kimlerdir? Âlim olsun veya olmasın, hikmetli ehli olmayan kimselerdir; eğer bu kimseler dünyaya tutsak iseler, zaman ve mekânın ötesini göremezler… O, gam ve kederlerden hikmetle kurtulmak istemektedir. Zaman ve mekânın bu kilitli kapılarının hikmet vasıtasıyla açılmasını ya da bu ikisinin duvarlarından marifetin merdiveniyle yücelere yükselmeyi arzulamaktadır. Bu duvarların üzerinden, marifet merdiveni olmaksızın çıkabilmek mümkün değildir. Buradan ancak marifet ve hikmet merdiveniyle basamak basamak çıkılabilir ve “zaman” ve “mekân” adlı bu duvarların üzerinden zaman ve mekânın ötesini seyre dalınabilir. Fârâbî, Allah’tan bunları diliyor. Bu arzu hiç de küçük bir arzu değildir. İnsan, zaman ve mekânın yüksek duvarlarını hikmet merdiveniyle tırmanmazsa, bu zindanda sonsuza dek çürür, hatta sadece çürümekle kalmaz; zaman ve mekânın meşakkat ve kederleriyle de yaşar. Nitekim hem zamanın meşakkat ve kederleri vardır hem de mekânın… İşte insan, bunlardan kurtulmak zorundadır ve bu kurtuluşun yolu da yönsel ve mekânsal bir hareket değildir. Velhâsıl ışık hızıyla da gitseniz, bir jete de binseniz, zaman ve mekânın dışına çıkamazsınız. Ne kadar ilerlerseniz ilerleyin, yine de zamanda kalmaya devam edersiniz. Zamanın dışına çıkabilmeniz için nereye kadar ve hangi hızla ilerlemeniz gerekir? İsterseniz ışık hızıyla gidin, ama yine de zamanın dışına çıkamadığınızı göreceksiniz. Zamanın dışına çıkmadıkça mekânın dışına da çıkamazsınız. Zamanın dışına çıkıp da mekânın dışına çıkmamak mümkün müdür? Hayır. Mekân olduğu müddetçe zaman da vardır. Bunun tam tersi olarak, mekânın dışına çıkmak fakat zamanda kalmaya devam etmek mümkün müdür? Hayır. Mekân olduğu müddetçe zaman, zaman olduğu müddetçe de mekân olacaktır. Zaman ve mekânın dışına çıkabilmek için hangi hızla gitmek gerekir? Hiçbir hızla gitmenize gerek yok. Bunun tek yolu, hikmet merdiveniyle basamak basamak yükselmektir. Kâmil bir hakîm olduğunuzda – öncelikle Mutlak Hakîm, Allah’tır; diğer hakîmlerin hakîmliği ise nisbîdir; Hakîm olan Yüce Allah, zaman ve mekânın kaydında mıdır? O, zamanda ve mekânda mıdır? Asla. Bilakis, zaman ve mekânı kuşatmıştır (zaman ve mekânın muhîtidir) – tıpkı Fârâbî’nin ettiği bu duada olduğu gibi, zaman ve mekânın kaydından hikmetle kurtulabilirsiniz. Burada Fârâbî, çok güzel bir konuyu gündeme getirmiştir. İzin verirseniz onun söylediklerine açıklık getirmek istiyorum: Bakınız, zaman ve mekân diye bir gerçeklik mevcut. Zaman ve mekân, bu âlemdeki her varlık için geçerlidir. Sinekten file, filden de insana kadar tüm varlıklar zamanda ve mekândadırlar. Bizim şu an zamanda ve mekânda olmamız cisim olmamız hasebiyle midir, yoksa insan olmamız hasebiyle mi? Cisim olmamız hasebiyle… Eğer cisim olmasaydık, zaman ve mekânda olmamamıza imkân var mıydı? Cismi olmayan bir insanın, zorunlu olarak bir mekânda olmasına gerek yoktur ki… Cisim olduğumuz için zamanda ve mekândayız. Müteharrik (hareketli) olduğumuz için mi zamandayız, yoksa insan olduğumuz için mi? Müteharrik olduğumuz için… Cisim olduğumuz için mekânda, müteharrik olduğumuz için de zamandayız. Eğer cisimlik ve hareket gibi özelliklerimiz olmasaydı, zamanda ve mekânda olabilir miydik? Hayır. Örneğin akıl âlemindeki aklî bir insan, zamanda ve mekânda değildir. Cismî ve müteharrik bir mevcut zaman ve mekândadır? Peki, ya vücûd öyle midir? Hayır. Vücûd zaman ve mekânda değildir. Zaman ve mekânın kendisi mevcuttur. Vücûd mu zaman ve mekândadır, yoksa cismî bir mevcut mu (varlık mı)? Cismî bir mevcut (varlık)… Müteharrik bir cismî mevcut, müteharrik olması hasebiyle zamanda, cisim olması hasebiyle de mekândadır. Ancak vücûda geldiğimizde… Allah hem vücûd hem de mevcuttur… Peki, O, zaman ve mekânda mıdır? Hayır. O halde vücûdun zamanda ve mekânda olmasına gerek yoktur. Âlemdeki tüm varlıklar hem cismîdirler hem de müteharrik… Dolayısıyla hem zamanda hem de mekândadırlar.

Burada başka bir parantez daha açmak istiyorum: Bu âlemde yaşayan her varlık – ve buna siz ve ben de dahiliz – iki kategoride yer alır ve yaşar. Bunlardan biri doğa, diğeri ise tarihtir. Müsaade ederseniz, bu konuları biraz açmak istiyorum. Çünkü Fârâbî bunları açıklamamış, sadece dua etmiştir. Ancak birazdan söyleyeceklerim, muhakkak ki onun da zihninde mevcut idi. Doğa ile tarih arasındaki fark nedir? Bizler tarihin dışında değiliz; aynı şekilde doğanın da… Hem doğada hem de tarihteyiz. Peki, doğa ile tarih arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu konuların felsefî olduğu doğrudur. Ancak müsaade edin, izleyicilerimiz de bu konular hakkında bilgi sahibi olabilsinler… Bizler doğada ve tarihte tutsağız. Eğer bu ikisini birbiriyle kıyaslayacak olursak, aralarında nasıl bir ilişki mevcuttur? Acaba doğa mı tarihtedir, yoksa tarih mi doğadadır? Soruyu bu şekilde sormam daha uygun olacaktır. Kesin olarak ne tarihin doğanın içinde olduğu söylenebilir ne de doğanın tarih içinde olduğu… Fakat her ikisi de bir aradadır. Nerede doğa varsa orada tarih de vardır ve nerede tarih varsa orada doğa da vardır. Bu konuya daha fazla devam etmek niyetinde değilim; sadece buradan bir sonuca ulaşmak istiyorum: Doğada yaşayan bizler, bizzat doğanın kendisiyle mi meşgulüz, yoksa doğaya ait şeylerle (tabiîyât) mi? Sanırım daha çok doğaya ait şeylerle… Çünkü doğanın rengini kime sorarsanız sorun, size onun içindekilerin renklerini söyler. Bu durumda doğanın kendisi nerededir? Aynı şekilde tarihe gelelim… Tarih kesin olarak zamanın belirlenimleri (taayyün) ve akışıdır (ilerlemesidir). Burada da tarihteki olayları mı görürsünüz, yoksa tarihin kendisini mi? Olayları… Tarihteki olayların zamanla olan ilişkisi, tıpkı doğanın doğadaki şeylerle olan ilişkisi gibidir. Bizler doğa hakkında, doğadaki şeylerle; tarih hakkında da tarihteki vakalarla ilgiliyiz. Dolayısıyla doğadaki şeyler, tıpkı tarihteki hadiseler gibidir. Tam da bu noktada, meseleye pozitivist, materyalist ve ateist perspektiften bakanları bir kenara bırakalım… Dünyadaki muvahhid ve inançlı  - Allah’ın varlığına inanan – kimseleri esas alalım: Bu kimseler Allah’ın doğa ve tarihle olan ilişkisini ne şekilde yorumluyorlar? Doğadaki faaliyetler – örneğin bir çiçeğin açması, ağacın meyve vermesi, yağmurun ve karın yağması, neredeyse gökleri delecek yükseklikteki dağlar, denizlerdeki dalgalar vd. – Allah’ın kudreti ve emri ile vuku bulmuyor mu? Evet.  O halde doğa üzerinde Allah’ın hükmü ve fermanı câridir, deriz. Allah’ın emri ve izni olmaksızın, ağaçtan bir yaprak dahi düşmez.[1] Nasıl ki doğada ve bu evrenin süregelen yasalarında Allah’ın hükmü câri ise –ki tüm tabiî hadiseler, tabiî olmakla birlikte, aynı zamanda Allah’ın hükmüne boyun eğmiştir– aynı şey tarih için de geçerlidir. Tarih, geçmişin kendisidir. Bizler, geçmişe dönüp baktığımızda –tarihin, olayları kaydettiği yerden itibaren– tarihte meydana gelen hadiseleri görmüş ve tanımış oluruz. Savaşlar, barışlar, fetihler ve envai çeşit hadise… Ne yazık ki tarihçilerimiz daha çok tarihteki fetihleri ve fâtihleri (fethedenler) araştırmaktadır. Oysa diğer tarihsel vakalar, fetihlerden fazladır. Tarihte, bir tarihçinin incelemesi gereken çok sayıda hadise meydana gelmiştir. O, ilâhî bir inayettir; yani tarihsel vakalar Allah’ın izniyle tahakkuk etmiştir. Allah’ın inayeti olmaksızın, tarih olabilir miydi? Kesinlikle olmazdı. Bakınız Fârâbî ne söylüyor? “Allah’ım beni zaman ve mekânın –turâbî ve kevnî– kaydından hikmet ile kurtar. Bana, zamanın ve mekânın ötesinden bakabilecek bir hikmet ve nazar (bakış) nasip eyle. Böylelikle zaman ve mekânının içinde yaşamakla birlikte bunların zindanında hapsolmayayım. Bunlarla arama bir mesafe koy ve zaman ve mekâna da işte bu mesafeden bakabilmek tevfikini bahşet.” Bir insan zamana esir ise, zamanı ve tarihsel hadiseleri [olması gerektiği şekilde] inceleyebilir mi? Hayır. Bir anlığına da olsa zamanla arasına mesafe koymalı ve onu bundan sonra incelemeye başlamalıdır. Bizler zamanda mı yoksa zamanla mı olmalıyız?

Lârîcânî: Zamanla olmalıyız.

Dînânî: Bazen “zaman ile” bazen de “zamanda”yız. Bazen “mekânda” bazen de “mekân ile”yiz. Bizim hem zamanda hem de mekânda olduğumuza şüphe yoktur. Ancak başka bir açıdan da hem zaman hem de mekânla olabiliriz. Eğer zaman ve mekân ile olmaz, sadece “zamanda” ve “mekânda” olursak, tutsak kalır; zaman ve mekânı göremeyiz. Zaman ve mekânda olmakla birlikte, bizim bir yaşam süremiz ve tarihimiz de vardır. Yine, zamanda ve mekânda belli bir yere de sahibiz. Eğer bir an kendimizle aramıza mesafe koyar ve “zamanda” olmaktan “zamanla” olmaya, “mekânda” olmaktan da “mekânla” olmaya doğru yol alırsak, o vakit hem kendi tarihsel konumumuzu tanımış hem de tarihsel vakalardan gereken ibret ve dersleri almış olacağız. Fârâbî’nin duasının özeti işte budur; bunların kıskacından hikmetle kurtulmaktır.

Lârîcânî: Üstad, burada ince bir nokta daha mevcut: Bir hakîm ve filozof olması hasebiyle, onun şu noktayı kesinlikle dikkate aldığını varsayabiliriz. Meselâ Hâfız da “Cismimin/bedenimin tozu, Cân’ın (veya ruhun) çehresinin hicabıdır” diyor. Aslında burada cismimizi ve bedenimizi bir zindan ve ayak bağı olarak görmemize gerek yoktur ki… Bazıları ibadet, riyazet ve oruç ile bedenlerine zulmetmektedirler.

Bu konu hakkında çok soru sorulmuştur. Gerçekte bedenimize eziyet çektirmemiz, onu aç susuz bırakmamız, hatta tedip etmek amacıyla oruca zorlamamız gibi şeyler murâd edilmemiştir. Çünkü riyazet cismî değildir. Bir filozofun sizin belirttiğiniz şekilde düşünmesi çok önemlidir. Keza sizin de açıklamış olduğunuz tarih ile doğa arasındaki bu ilişkiyi beden ile ruh (can) arasındaki ilişkiye genellemek de mümkündür.

Dînânî: Ben de aynı şeyi söylemeye çalışıyorum. Fârâbî’nin bu duadaki sözlerinin tüm letâfeti işte buradadır. Bedenden, doğadan ve tarihten özgürleşmemiz gerektiğini söylediğimizde, burada bunları yok saymayı kastetmiyoruz. Söylemek istediğimiz, taallukların (bağlılıkların) kaydından kurtulmaktır. Esasen bedene eziyet çektirmek bir hatadır. Cisme eziyet çektirmek, ruha da eziyet çektirmektir. Siz bedeninize işkence çektirdiğinizde, ruhunuzu da işkenceye mahkûm edersiniz. Bunlar birbirinden ayrı değildir ki… Her bedensel işkence, aynı zamanda ruhsal bir eziyet ve işkencedir. Keza ruhsal eziyetin de beden üzerinde tesirleri vardır. Hiç şüpheniz olmasın, bu bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Bedene işkence çektirmek oldukça yerilmiş bir tutumdur. Kemâle ulaşmanın yolunun bedene eziyet çektirmekten geçtiğini düşünen herkes cahildir. Bedeninizin ve dahi ruhunuzun sizin üzerinizde hakları vardır ve bu haklara riayet etmeniz, tamamını gözetmeniz gerekir.

Lârîcânî: Risâletu’l-Hukûk’ta bunların hepsi zikredilmiştir.

Dînânî: Bedenin hakları, gözlerin ve kulakların hakları, elin hakları… Kısacası bedeninizin tüm organlarının, sizin üzerinizde hakları vardır. Burada istenen, hikmetle özgürleşmektir; bedenimize eziyet ve işkence çektirmek, kendimizi aç bırakmak, bir odaya kapatıp bir ömür bu şekilde yaşamakla değil… Kemâl bu değildir ki! Fârâbî bu kurtuluşa başka bir yoldan, yani hikmetten erişmek istemektedir. Hakîm bir kimse bedenine ve ruhuna eziyet çektirmez, aksine bedenin haklarına riayet eder. O, varlığının bedenden ibaret olmadığını hikmet ve fenle öğrenmek istiyor. Yine aynı şekilde, her şeyimizin zaman ve mekândan ibaret olmadığını da bilmemiz gerekiyor. Ben zamanda ve mekândayım; ancak bununla birlikte “zaman” ve mekân”la da olabilirim. “-da olmak” ve “ile olmak” ifadelerine bu nedenle değindim. Zamanda ve mekânda olduğumuza ve bunların dışına çıkamayacağımıza şüphe yoktur. Fakat hikmet sayesinde “zaman ve mekân ile” olabilir, hatta zaman ve mekânın ötesine geçebiliriz. Bizler, nefsi ve idrâkleri mücerred (soyut) kabul eden kimseleriz. Hakîmlerimiz idraki dahi mücerred bilmişlerdir. İdrak mücerred bir olgudur. Mücerred, zaman ve mekânın ötesinde olan şeydir. Siz tarihteki olaylara geri döndüğünüzde, zamana geri dönmüş olmuyorsunuz. Tarihe geri dönen, sadece akıldır. Eğer bir insan âkil olmazsa, zamanın geçmiş olduğunu kavrayabilir mi? Geçmişi anlayabilen tek şey, düşüncedir. O, mücerred olduğundan ve zamanın kaydında olmadığından, zamanın gerisine dönebilir. Aksi takdirde anda mahkûm ve mahsur olan zamansal bir varlık nasıl geriye dönebilirdi ki? Her şeyden önce şuna cevap verelim: İnsanın, içinde bulunduğu anın bir an bile gerisine gidebilecek gücü var mıdır? O, anın ne gerisine ne de ilerisine gidebilir, zira esirdir. Fikir ise özgür ve mücerred olduğundan geçmişe sonsuzca geri dönebilir, tüm hadiseleri anlayabilir ve analiz edebilir; bunların önemini/anlamını ve konumunu kavrar. Bu kimsenin aynı zamanda bir öngörü kabiliyeti de vardır. Hikmet olan, işte budur. Hikmet hem geçmişe geri dönebilmek hem de tarihi doğru bir şekilde anlayabilmektir. Tarihi anlamak oldukça önemlidir. Bizim problemlerimizden birisi de, tarihi ihata edemememizdir. O, ibret vericidir. Tarihi tanımaya çalışan ben, onu günümüze taşımış (günümüzde hâzır kılmış) olurum, yoksa ben tarihe geri dönüyor değilim ki! Tarihin her zaman analize de ihtiyacı vardır. Fârâbî de aynısını söylüyor.

Lârîcânî: Söyledikleriniz oldukça ilgi çekiciydi. O halde insanın önüne başka eşikler ve ufuklar açan şey, hikmettir. Bu anlamda o, bedeni ve cismi semavî kılmakta, yani doğadan tarihe ulaştırmaktadır. Bu, zamanda ve mekânda olmaktan zamanla ve mekânla olmaya, oradan da melekûtî olmaya doğru uzanan bir yolculuktur.

Hakîm Fârâbî’nin sözlerinde, sizin de çok güzel bir şekilde yorumladığınız bir başka latif ve güzel nokta daha mevcut. Naçizane görüşüm bu noktanın, üzerinde durulacak daha birçok inceliğinin bulunduğu yönündedir. O inceliklerden biri şudur: Riyazet, nefsimizi hakikate aşina kılmak ve ona hikmeti tattırmaktır. Yani bizim başka bir hazmı ve gıdayı talep etmemiz mümkündür ki, o da hikmettir.

Dünyevî hikmet, zann ve şekki artırır,

Dinî hikmet ise feleklerin ötesine ulaştırır

Bu, onun işaret ettiği hususlardan biridir. Eğer siz de uygun görürseniz bu hikmetin üzerinde biraz daha duralım. Nitekim Fârâbî de, “Hikmeti, ilâhî âlemler ve yüce ruhlarla birlikte olmama vesile kıl” diye yakarıyor. Yani o burada akıl ile makûlün birlikteliğinin daha ötesine işaret ediyor.

Dînânî: Evet o, burada bir birliktelikten söz ediyor. Yani benim ruhum ve nefs-i nâtıkam, taalluklardan kurtulmalıdır. Bu da, kendime eziyet ve işkence çektirmem anlamına kesinlikle gelmiyor. Ancak icmalî bir bağlılığa ihtiyaç duyduğumuz da bir gerçek… Biz cismimize, zamana ve mekâna bağlı olmazsak yaşayamayız ki… Oysa yaşamamız gerekir. Daha önce de belirttiğim gibi, yaşamak için de bedenin haklarına riayet edilmelidir. Yine, belli bir ölçüye kadar riyazet de gereklidir. Bunun ölçüsünü de Şâri‘-i Mukaddes tayin etmiştir. Kendilerine gereksiz yere riyazet çektirenlerin yeri akıl hastanesidir. Riyazet çekmenin bazı sınırları vardır. Bu hududu da tayin eden nedir? Şeriat… Nefsi ve bedeni tedip edip eğitmek için Allah’ın tayin ettiği alıştırma ve egzersizleri yapmak gerekir. Bunlar da oruç, namaz ve abdest gibi şeylerdir. Saydığımız şeyler aynı zamanda şeriatın düsturlarıdır. Şeriat da aslında riyazetin kendisidir. Örneğin siz kışın soğuğunda sabah namazı için kalkar ve belki de buz gibi bir suyla abdest almak zorunda kalırsınız. Bunda insan için bir zorluk yok mudur? Elbette ki vardır. Ancak zorunludur. Vaktinde kıldığınız namaz ve zamanı geldiğinde tutulan oruç vd… Bunların tamamı bizzat Şâri‘-i Mukaddes, yani Allah tarafından belirlenmiştir. Kendi zevk ve tercihlerine göre ya da akıllarının estiğince, Allah’ın izin verdiğinden ve şeriatın öngördüğünden daha fazla riyazet çekmeye kalkanların, akıllarını kaybetmeleri, olmadık hallere düşmeleri veya kendilerine işkence çektirmeleri işten bile değildir. Bu riyazetlerin gereksiz yere ve şuursuzca çekilmemesi gerekir. Yapılması gereken, Allah’ın, bedenin riyazeti konusundaki düsturlarının ne olduğuna bakmaktır. Zira bu düsturları incelediğimizde, O’nun bizlerden takatimizin üstünde bir şey istemediğini de görüyoruz. Eğer bundan fazlası gerekseydi, mutlaka emrederdi. Gerçekten gerekli olsaydı, bunları bize bildirmez miydi? O, gerekenleri zaten bildirmiştir.

Lârîcânî: “Allah hiçbir nefse, gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.[2]

Dînânî: Bedeni tenbih ve tedip etmenin ölçüsü, şeriatın bize bildirdiği ölçüdür. Kendilerine, şeriatın hükümlerinden daha fazla riyazet çektirenlerin durumu tehlikelidir. Bunların bazen netice verdiğini görebilirsiniz, ancak çoğu kez bu macera bir akıl hastanesinde sonlanabilmektedir. Fârâbî bunun yolunun hikmetten başka bir şey olmadığını söylüyor. Burada ölçü, hikmetin kendisidir. Fârâbî’nin buradaki tüm kaygısı, haddinden fazlasına kapılmaktır. Unutmamak gerekir ki, belli bir ölçüye kadar bunlara kapılmak da yaşamanın bir gereğidir. Örneğin eğer para kazanma hırsına kapılırsanız, bu bir hastalıktır. Ömür boyu çalışsanız bile ne kadar para kazanabilirsiniz ki? Daha fazla paranızın olmamasına ne zaman razı olabilirsiniz? Size güzel bir makam verildi diyelim. Makamın size yettiğini söyleyeceğiniz yer neresidir? Bir ülkeyi fethettiğinizi varsayalım. Bununla kalmayacak, başka ülkeleri de isteyeceksiniz. Dünyanın her yerini de alsanız, bu kez diğer gezegenleri ele geçirmek istersiniz. Bugün bilimin yaptığı şey de bu değil mi? Günümüzde, dünya artık bilim erbâbına yetmemektedir. Bilim adamları Ay’a gitmek istiyordu ve gittiler de… Sonrasında ne yaptılar? Gezegenleri kontrolü altına almak istediler. Tam da sıcağı sıcağına burada size şu soruyu sorayım: Ay’a ve Mars’a gitmek mi daha iyidir, yoksa içinde bulunduğumuz dünyada huzurlu bir şekilde yaşamak mı?

Lârîcânî: Burada huzurlu bir şekilde yaşamak.

Dînânî: Evet. Bu dünyada huzur ve sükûnetle yaşamak mı, yoksa sürekli olarak başka yerleri ve gezegenleri boyunduruğumuz altına almak mı?

Lârîcânî: Eğer insan, kendisini tanırsa, tüm evrenlerin ona zaten boyun eğmiş olduğunu görecektir.

Dînânî: Sorun yalnızca bununla sınırlı değil ki! Bu durum, başka problemleri de beraberinde getirmiştir. Örneğin bilim insanlarının son zamanlarda bu gezegenlere yaptıkları yolculuklarda, yanlarında götürdükleri birtakım eşyaların mikroplu ve virüslü olduğu ortaya çıktı. Neticede bu mikroplar, hayatlarına orada devam edebilir ve canlı kalabilirler; elbette buralarda hayat varsa… Buradan kendileriyle birlikte birtakım mikropları ve virüsleri götürüp, bu konuda bir kamuoyu oluşturarak, (söz konusu mikrop ve virüsleri kanıt göstererek) buralarda hayatın çok önceden beri var olduğu propagandasını yapabilirler. Bu da son zamanlarda Batı dünyası için yeni bir problemi doğurmuştur. Çünkü onlar, bu gezegenlerin hangisinde veya hangilerinde hayatın olduğunu bilmek istiyorlar. Eğer biz buradan oralara mikropları götürür ve bunlar da orada ürerlerse, o vakit bundan çıkarılacak sonuç ne olur? Şu olur: Bazıları çıkıp buna itiraz edebilir. Orada hayatın var olduğunu değil, bunları oraya bilim insanlarının götürdüğünü söyler. Burada bilimsel bir yanlış gündeme gelmektedir.

Kısacası, taalluklardan kurtulmanın yolu, kendimize eziyet çektirmek değildir. Nefsin bağlılıklarının ve isteklerinde aşırı gitmesinin bir sonu yoktur. Nefs, zatı itibariyle aşırı gitmeye eğilimlidir. Daha önce de bu programda bunu birçok kez tekrarladım: Nefsin, sonsuz olana ulaşmak dışında tatmin olacağı hiçbir şey yoktur. Nefs neyi kâfi bulur? O ne zaman “artık yeterli” der? İster mal, servet ve riyasette ister bunun dışındaki şeylerde –dünyevî veya manevî– olsun, nefs hiçbir zaman tatmine erişmez. Firavun gibi her şeye sahip olsa da yetinmez ve kalkıp daha başka şeylere erişmek ister. Günümüzde süper güçlerin neler yaptıklarını görüyoruz. Bunların durdukları bir yer var mıdır? Bunlar dur durak bilmezler, sürekli ilerlemek isterler.

Hikmet ise, bu isteklerin bir sonunun olmadığını ve insana zaman ve mekâna sonsuza dek tutsak olduğunu hatırlatır. Peki, varlık sadece zaman ve mekânda olan bir şey midir, yoksa bu ikisini aşan bir şey mi? Metafiziğin unutulmaya yüz tutan şeyi, işte bu sorduğum sorudur. Bizim hakîmlerimiz, metafizikçidir. Bilim dalları bile ne kadar ilerlerse ilerlesin –ki bilim gerçekten de baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir ve kimsenin de onu durduracak gücü yoktur– yine de zaman ve mekânın kaydından kurtulamaz. Burada benim özellikle vurguladığım ve sormak istediğim şey, varlığın zamanda ve mekânda mı olduğu yoksa zaman ve mekânın mı varlığın şuûnundan olduğudur.

Lârîcânî: Zaman ve mekân, varlığın şuûnundandır.

Dînânî: Evet, bu sorunun cevabı işte bu kadar basittir. Eğer zaman ve mekân varlığın şuûnundan ise, bu durumda varlık zamanın ve mekânın ötesindedir demektir. Onun genişliği sonsuzdur. Ben bu âlemde ne kadar ilerlersem ilerleyeyim, yine de zaman ve mekânın kaydında kalmaya devam ederim. Dolayısıyla, velev ki bir anlığına da olsa zaman ve mekânın kayıtlarından sıyrılmayı ve bu ikisine, zamanı ve mekânın ötesindeki gözlerle bakmayı sağlayacak bir hikmeti bulmam gerekir. Fârâbî’nin hikmeti, işte bu anlayışı kapsamaktadır.

Lârîcânî: Üstad, hakîmler hikmetin tanımı olarak şöyle bir ifade kullanmışlardır: “Gerçekliğe mutabık sahih bir idrak…” Ancak hakîm Fârâbî bu duada “Allah’ım bana nefsimin ilâhî âlemlerle birlik olmasını sağlayacak ve ruhumu semavî kılacak bir hikmet ver” diyor. Sanırım o burada hikmetin sınırının sonsuz olduğunu düşünüyor.

Dînânî: Evet, bunu size açıklayayım: Sizin de ifade ettiğiniz gibi, o, hikmetin sonsuz olduğunu düşünüyor. Ayrıca bu durum, hakîmlerin hikmet hakkındaki tanımlarına ters düşmemektedir. Siz sıdk ve hikmetin gerçeğe mutabık sahih bir algı olduğunu söylediğinizde ve kendinizin de zaman ve mekânın kaydında olduğunuzu kabul ettiğinizde, bu durumda gerçekliğin aslında oldukça sınırlı olduğunu anlamış olursunuz. Bu gerçeklik, varlıkla tartıldığında gerçeklik olacaktır. Gerçeklik tüm varlık mıdır yoksa sadece zaman ve mekân mıdır? Siz sadece zaman ve mekânı mı gerçeklik olarak bilirsiniz, yoksa tüm varlığı mı?

Lârîcânî: Tüm varlığı.

Dînânî: Evet, tüm varlık gerçekliktir. O halde varlığın düzleminde zamansal ve mekânsal gerçeklik de bir gerçekliktir, dünyevî hadiseler de… Bunlar aynı zamanında varlığın şuûnudur. Fârâbî’nin nefsinin, Mebâdi-i Âliye ile birleşmeyi ve zaman ve mekânı zaman ve mekânın ötesinden görmeyi arzu etmesi, gerçekliğe mutabık olmanın kendisidir. Gerçeklik asıl o zaman anlaşılır. Gerçeklik, kendisini varlığın şa’nı olarak kabul ettiğimiz zaman gerçekliktir. Bu, yalnızca zaman ve mekâna indirgenmiş bir gerçeklik değildir. Yine zaman ve mekânı, varlığın dışında görmek de doğru bir bakış açısı değildir. Bunlar, varlığın şuûnundan iki şa’ndır. Ne var ki, maddî bir şa’ndırlar. Varlık, hiç madde âlemiyle sınırlandırılabilir mi? Zaman ve mekân ve bu ikisinde vuku bulan şeyler varlığın yalnızca bir şuûnu mudur, yoksa tamamı mıdır?

Lârîcânî: Varlığın şuûnundandır.

Dînânî: Dolayısıyla, gerçeğe mutabakat ne zaman söz konusudur? “Yukarıdan” ve varlığın gözü ile baktığınızda, hakikatin sesini varlığın kulağıyla duyduğunuzda… Mutabakat işte budur. Dolayısıyla Fârâbî’nin sözleri, hakîmlerin hikmet hakkındaki tanımlarına ters düşmemektedir. Bundan ayrı olarak, Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) de duasına dikkat ediniz: “Allah’ım, bana eşyâyı olduğu gibi göster.” O halde şunu sormak gerekir: Hazret, eşyâyı görecek gözlere ve görme duyusuna sahip değil miydi? Biliyoruz ki, onun bu konuda hiçbir noksanlığı yoktu. Dolayısıyla eşyâyı (şeyleri) görüyordu. O halde, biraz önce sözünü ettiğim duayı niçin etmişti? Çünkü bunlar, zaman ve mekândaki “şey”lerdir. Hazret de bunların hakikatini varlığın düzleminde ve Allah’ın azametinde görmek ve onların, O’nun bir tecellisi olduğunu bilmek istiyor. Önümdeki bu masanın gerçekliği, onun Hakk Teâlâ’nın bir tecellisi olduğunu bilmemle gerçeklik olur. Hakk’ı ve O’nun tecellilerini göz ardı ettiğimde ve şeylerin hakikatinin, Allah’ın kudretinin dışında olduğunu varsaydığımda gerçekliği görmüş olabilir miyim? Bu masanın hakikati, Hakk Teâlâ’nın kudretinin kapsamında mıdır, yoksa diğer her şeyden bağımsız mıdır? Şeylerin hakikatini bilmek, örneğin önümdeki bu masayı varlığın şuûnundan bir şa’n ve Hakk Teâlâ’nın kudretinin mazharlarından bir mazhar olarak bilmektir. Masanın gerçekliği işte budur. Dolayısıyla eşyânın hakikatini olduğu gibi görmek ve bunlara “bir üst perspektiften” değerlendirmek istemek gerçekliği görmek istemek demektir. O Hazret’in duası da bu bağlamdadır. Yani “ben şeyleri, Sen’in yarattığın ve gördüğün gibi görmek istiyorum” diyor. Allah eşyâyı nasıl görüyor? Kendinden bağımsız olarak mı? Hayır. Kendi şa’nından görüyor. İşte hakîm de böyle bir bakış açısına – yani ilâhî bir bakışa – ulaşmak ister. Eşyâyı Hakk’ın gözünden/bakışından görmek… Gerçek görüş, bakış da budur, gerçeğe mutabakat da… Aksi takdirde, şeyleri, onların diğer şeylerle olan bağlarını görmezden gelerek, adeta bağımsızlarmışçasına değerlendirmek, gerçeğe aykırıdır ve hatta bir safsatadır.

Lârîcânî: Aynı hususa Hâfız da çok güzel bir şekilde değinmiş:

Senin rüyetinin nurundan daha aydınlık bir nur yoktur ki yoktur

Senin kapının tozunun/toprağının minnetinden ümidi olmayan tek bir göz yoktur ki yoktur

O, adeta gerçekliklerden şuûna yol bulmuş…

Dînânî: İşte Hakk’ın bakışı… Aslında gözlerimin gördüğü ışık, Hakk’ın nurudur; aksi takdirde ben nasıl görebilirdim ki? Gözüm yalnızca bir et parçasından ibarettir. Göz, ışık olduğu müddetçe görebilir. Eğer Hakk’ın mazharı olmasaydı, gözleriniz hiçbir zaman göremezdi.

Lârîcânî:

Nazar sahipleri senin yüzüne bakmaktadırlar (dönüktürler)

Senin zülfünün/kâkülünün sırrı hiçbir başta yoktur ki yoktur

Dînânî: “Senin zülfünün sırrı…” Ne kadar güzel bir ifade! Biraz da şiirsel konuşalım Sayın Lârîcânî. Zülfün sırrı ne olabilir? Buna bir bakalım. Uzun veya kısa olsun, zülüf sonuçta saçtır. Saçın sırrı nedir? Güzelliğidir. Her saçta güzellik görülebilir mi? Hayır. Peki, o halde bu sır nedir?

Lârîcânî: Onun sırrı, bukleli oluşundadır.

Dînânî: Peki, bukle bukle oluşunun sırrı nedir? Binlerce lüle de yapsanız, bunların kendilerine özgü o güzellikleri olmazsa bir anlamları olmayacaktır. Lüle, lüle olması bakımından güzel olmuş değildir.

Lârîcânî: Lülenin güzelliği, onu meydana getirenden ileri gelir.

Dînânî: Bu güzellik, Hakk’ın güzelliğinin mahzenindendir.

Lârîcânî:

Ey dost şeker mi güzeldir, yoksa şekeri yapan mı?

Ay mı daha güzeldir, yoksa onu yaratan mı?

Dînânî: Güzelliğin nesnede mi yoksa onu gören gözlerde mi olduğu da ayrı bir bahis olup, bunun cevabına kesin olarak ulaşılabilmiş değildir. Acaba ben mi güzel görmekteyim, yoksa gerçekten de dış dünyada görebileceğim bir güzellik mi vardır? Bu çok önemli bir konudur. Leylâ’yı sadece Mecnûn mu güzel görüyordu, yoksa herkes mi? Sadece Mecnûn. Diğerleri Leylâ’yı Mecnûn’un gördüğü gibi görmüyordu. Burada güzelliğin sadece Mecnûn’un gözlerinde, bakış biçiminde olup olmadığı da ayrı bir sorudur. Neticede Leylâ’da bir güzellik vardı; o hepten çirkin değildi ki… Leylâ’yı binlerce insan gördü ama hiç kimse ona âşık olmadı. Peki, Leylâ’nın aşkını Mecnûn’un kalbinden söküp atabilir misiniz? O, Leylâ’da güzellikten başka bir şey görmemişti. Hatta Leylâ’yı bile görmüyordu ki… Gördüğü sadece güzellikti. Buna karşılık diğerlerinin gördüğü neydi? Burada objektif mi düşünürsünüz, sübjektif mi? Her halükârda bunlar önemli konulardır.

Lârîcânî: Kişilerin görüşüne bağlı bir durumdur.

Dînânî: Bakış türü oldukça önemlidir.

Lârîcânî: Hakîm Fârâbî hakiki anlamda hem hikmeti hem de aşkı en zirve noktalarıyla ele almayı, aktarmayı başarabilmiştir. Bu durum, aşk ile akıl arasındaki ittihad (birliktelik) gibi konularda da kendini gösterebilmiştir:

Allah’ım, beni fâni şehvetlere galip gelebilmem için güçlü kıl ve nefsimi baki nefislerin menzillerine ilhak et.

Dînânî: Evet, sizin de belirttiğiniz gibi Fârâbî, tefrikadan çok cem‘ ve fasldan çok vasl ehliydi. Felsefe ile dini birleştirmeye çalışmış, her ne kadar aralarında ihtilâflar bulunsa da Aristoteles ve Platon’u uzlaştırmıştır. Genel olarak doğa ile tarihi ve zaman ile mekânı birbirine yaklaştırmıştır. Biraz önce belirttiğim gibi, Allahu Teâlâ’nın hükmü doğa üzerinde olduğu kadar tarih üzerinde de câridir. O, Hakk Teâlâ’nın tarihteki zuhurunu ne şekilde bilmektedir? Hz. Âdem’den başlayarak sırasıyla Hz. Nûh’un tufanına, Hz. İbrahim’in davetine, Hz. Mûsâ’nın şeriatına, Hz. İsâ Mesih’in zuhuruna ve son olarak Hz. Hatmî Mertebet’in davetine gelmekte ve bunların hepsini tarihteki ilâhî inayetler olarak değerlendirmektedir. Hakk’ın inayetini tarihte görmektedir. Bundan sonrasında ise tarihi, doğayla ilişkilendirmektedir. O aynı zamanda ilerici bir filozoftur.

Lârîcânî: Evet, öyledir. O, insanın en önemli hatasının şehvetperestlik olduğunu düşünmektedir.

Dînânî: Kesinlikle öyle. Şehvetler, şehvetler ve şehvetler… Bakınız, her şehvet, aslında kendi yerinde güzeldir. Nihayetinde bunların hiçbiri, beyhude ve abes değildir. Eğer böyle olsaydı, Allah onları yaratmazdı. Şehvetlerin kötü olması hangi açıdandır? Ölçüyü bilmemek açısındandır. Yani her şey kendi yerinde güzeldir. İşte buna hikmet diyoruz. Bunun bir ölçüsü vardır ve sizin ölçüsüzce davranmamanız gerekir. Daha önce de belirttiğim gibi, insanın isteklerinin de bir ölçüsü olmalıdır, riyazet çekmenin de… Eğer siz hikmetle ve ölçülü bir şekilde hareket ederseniz, tüm işleriniz yoluna girecektir. Evrendeki ve tarihteki tüm bedbahtlıkların sebebi, ölçüyü korumamaktır. İnsanlar ister bireysel ister toplumsal isterse siyasal hayatlarında olsun, ölçüyü koruyamamaktadırlar. İşte tüm bu problemler bunlardan kaynaklanmaktadır. Denge ve adalet, neyden hâsıl olmaktadır? Denge ne demektir? Ölçüyü korumaktır. Keza hikmet de ölçüyü korumak demektir. Fârâbî’nin ettiği dua da işte budur.

Lârîcânî: “Böylece Biz sizi vasat (orta yollu) bir ümmet yaptık.[3]

Çok güzeldi üstad. Yine bilgilerinizden istifade ettik. Dolayısıyla hikmetin, insan varlığındaki cevheri bir keşfedilse, insanda neler meydana gelmez ki! Nice mucizeler vücûda gelmiş olur.

Bir sonraki programımızda görüşünceye dek, saygıdeğer üstadımızla birlikte siz sevgili seyircilerimizi Allah’a emanet ediyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/-uq_bnA3Gmg

 

 



[1] En‘âm Sûresi, 59. âyet

[2] Bakara Sûresi, 286. âyet

[3] Bakara Sûresi, 143. âyet