Ahmed el-Kâtib'e reddiye (38): Ahmed el-Kâtib’in İmam Mehdî hakkındaki on dört sorusuna cevap

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (38): Ahmed el-Kâtib’in İmam Mehdî hakkındaki on dört sorusuna cevap
İmam’ın, oğlunun dünyaya geldiğini açık bir şekilde ilan etmesi onu açık bir tehlikeye maruz bırakması demekti. Böylesi koşullar altında oğlunun dünyaya gelişini avam halktan gizlemesinden daha doğal ne olabilir? Öte yandan İmam Hasan Askerî’nin ashabının tamamı bu çocuğun varlığından şüphe duymuyordu, hatta pek çoğu da onu görmüştü. Geriye kalanları ise doğal olarak masum imamlarının çocuğun varlığına dair haberiyle yetinmiştir.

 

 

Seyyid Sâmî el-Bedrî

 

 

Ahmed el-Kâtib İslam21.com sitesinde İmam Mehdî ile ilgili bazı sorular ortaya atmıştır. Biz bu soruları verdiğimiz cevaplar ile arz ediyoruz.

 

Birinci Soru:

 

Hz. Mehdî’nin 1170 yıl önce dünyaya geldiğine, halen sağ olduğuna ve istikbaldeki zuhur zamanına dek yaşayacağına iman etmek Allah’a, Rasullerine ve Kitaplarına iman etmenin zaruriyatından mıdır? Eğer böyleyse Kur’ân-ı Kerim bu inanca neden sarih bir şekilde değinmemiş ve insanlardan buna inanmalarını istememiştir? Bırakalım diğer İslamî fırkaları Zeydiyye ve İsmâîliyye gibi bu inancı benimsemeyen diğer Şiîlerin hükmü nedir? Onları küfürle itham etmek ve camilerde namaz kılmaktan men etmek caiz midir?

 

Cevap:

 

Vadedilen Mehdî’nin İmam Hasan Askerî’nin oğlu olduğuna, hicrî 255’te dünyaya geldiğine iman On İki İmam Şiası’nın zaruriyatındandır. Teorik açıdan, sahih nebevî hadisler gereğince bu inancın zorunluluğuna hükmetmişlerdir.

 

Tarihsel olarak da Şia’nın çoğunluğu,  İmam Hasan Askerî’nin ashabına varacak şekilde nesilden nesile O’nun hayatta olduğunu nakletmiştir. İmam Mehdî’nin doğumu hadisesini, babasından sonraki imam ve Vadedilen Mehdî olduğuna dair nassı, babası Hasan-ı Askerî’den (a.s.) rivayet etmişlerdir. Hatta İmam Askerî’nin ashabından bazıları İmam Mehdî’yi bizzat görmüştür.

 

Ashabının cumhuru Küçük Gaybet döneminde de buna iman ederek yaşadı. Onlar bu süre boyunca Dört Naip aracılığı ile O’nunla irtibatta idiler. Bazı özel durumlarda bu naipler aracılığıyla bazı gaybî olayların haberleri veriliyor ve ashabın talep ettiği bazı dualar da icabet buluyordu. İmam Mehdî tarafından gönderilen, bu duaların icabet edildiğine dair cevaplar alıyorlardı ve bunlar ayniyle tahakkuk ediyordu. Naipler de bu gaybî ihbarları ve kabul olan duaları kendilerine nispet etmiyor, bunların İmam’ın kendilerine bildirmesi ve duasıyla gerçekleştiğini belirtiyorlardı.

 

Kur’ân-ı Kerim’in bu konuya açıkça işaret etmemesine gelince; biz diyoruz ki Kur’ân-ı Kerim diğer bazı İslamî zaruriyata da değinmemiştir. Namaz rekâtlarının sayısı, Hac günlerindeki Şeytan taşlama sayısı bu kabildendir. Kur’ân-ı Kerim’in bunların aslına işaret etmekle yetinmiş, detaylarını açıklama işini Hz. Peygamber’e havale etmiştir. Ehl-i Beyt’in (a.s.) imameti ve Mehdî meselelerinde de aynı durum söz konusudur. Şöyle ki Kur’an-ı Kerim kendine has üslubu ile bu konuya değinmiş, imamete dikkat çekmiştir; fakat bir hikmet gereğince İmamların isimleri anılmamıştır.

 

Gerçi Kur’ân-ı Kerim ahir zamanda (İmam Mehdî’nin (a.f.) eliyle) tahakkuk edecek aydınlık döneme açıkça işaret etmiştir. Fakat bu konunun açıklanmasını Hz. Peygamber’in (s.a.a.) nesline bırakmıştır. Hz. Peygamber (s.a.a.) ise Hz. Mehdî’nin Hz. Fâtıma ve İmam Hüseyin’in neslinden geleceğini belirtmiştir.

 

Vadedilen Mehdî’ye inanmayan kimsenin hükmüne gelince; Şiî ulema arasında şu noktada ihtilaf yoktur: Mehdî inancını inkâr eden, On İki İmam Şiîliği’nin dışına çıkmakla birlikte Müslümandır.

 

İkinci soru:

 

İmam Hasan Askerî’nin (a.s.), çocuğunu halktan gizleyip insanlardan ona iman etmelerini istemesi uygun mudur? Eğer gerçekten de çocuğu gizlice doğmuş ise elbette! Üstelik Şiî tarihçi Nevbahtî’nin de belirttiği gibi o dönemin Şiîleri Mehdî’yi araştırmış, fakat izine rastlamamışlardı! Eğer durum buysa yüzlerce yıl sonra gelen bizler, ortada kesin ve ilmî bir delil yokken buna nasıl inanalım?

 

Cevap:

 

İmam’ın, oğlunun dünyaya geldiğini açık bir şekilde ilan etmesi onu açık bir tehlikeye maruz bırakması demekti. Böylesi koşullar altında oğlunun dünyaya gelişini avam halktan gizlemesinden daha doğal ne olabilir? Öte yandan İmam Hasan Askerî’nin ashabının tamamı bu çocuğun varlığından şüphe duymuyordu, hatta pek çoğu da onu görmüştü. Geriye kalanları ise doğal olarak masum imamlarının çocuğun varlığına dair haberiyle yetinmiştir.

 

Tarihçi Nevbahtî’nin kitabının eldeki nüshasını, bu eserden aktarımda bulunan Şeyh Müfîd’in nakliyle karşılaştırdığımızda Nevbahtî’nin eserinde tahrif yapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim biz bu konuyu önceki bölümlerde etraflıca ele almıştık.

 

Günümüz Şiîleri olarak İmam Mehdî’ye inanmamıza gelince ise bu iman, İmam Hasan Askerî’nin dönemine varacak şekilde Şiî çoğunluğun nesilden nesile naklettiği mütevatir şifahi aktarıma dayanmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in ümmetine yazdırdığı ve bugün elimizde bulunan Kur’ân’a Müslümanların inanması da böyledir.

 

Bu inanç ayrıca, bir bölümü zayıf bir kısmı da sahih senetli olmak üzere yüzlerce tedvin edilmiş rivayete dayanmaktadır.

 

Üçüncü soru:

 

Mehdî’ye iman usûl-i dinden bir asıl ise neden fıkıh ve usûl ilimlerinde olduğu gibi havzalarda ilmî bir şekilde ele alınıp incelenmemektedir?

 

Cevap:

Mehdî’ye iman On İki İmam Şiası’nın zorunlu inançlarındandır. Bu konu çerçevesinde kadim dönemin ve günümüzün ilmî havzalarında seçkin âlimler tarafından ölümsüz eserler kaleme alınmıştır. Ebû Sehl en-Nevbahtî’nin et-Tenbîh fi’l-İmâmet adlı eseri, Şeyh es-Sadûk’un İkmâlü’d-Dîn’i, Numânî’nin Kitâbü’l-Gaybe’si, Şeyh Tûsî’nin el-Gaybet’i, Seyyid Mehdî es-Sadr’ın[1] el-Mehdî’si, Seyyid Muhammed es-Sadr’ın Târîhü’l-Gaybeti’s-Suğrâ, Târihü’l-Gaybeti’l-Kübrâ ve’l-Yevmu’l-Mevûd adlı eseri, Şeyh es-Sâfî’nin[2] Müntehebü’l-Eser adlı kitabı bunlardan bazılarıdır.

 

Bu kitapların müelliflerinin rivayetlerin ve doğuma ilişkin kıssaların isnad zincirlerini araştırmamalarına gelince, bunun cevabı açıktır. Şöyle ki onlar Mehdî’nin varlığına dair imanlarını bu rivayetler üzerine inşa etmemişlerdi. Onlar bu inançlarını ve İmam Mehdî’nin doğum haberini, Şia’nın nesiller boyunca aktardığı mütevatir sözlü-şifahi nakle ve İmam-ı Zaman’ın Küçük Gaybet dönemindeki dört naibi aracılığı ile Şiîlerini yönlendirmesi ve Büyük Gaybet dönemine hazırlaması esası üzerine bina etmişlerdi. Bu durumda bu rivayetlerin isnadlarının araştırılması yararlı olmakla birlikte İmam Mehdî’nin dünyaya geldiğine imanın zorunluluğunu değil, okuyucunun bu sahih senetlere dayanan tarihsel tanıklarla O’nunla fiziksel irtibat kurabileceğini göstermiş olurlar. İnsaflı bir araştırmacı bu rivayetler ile şu pozitif neticeye varacaktır. Bu vakıayı ele alan söz konusu rivayetler şu ortak noktada birleşmektedirler ki bu da İmam Hasan Askerî’nin, kendisinden sonra imamet makamına geçecek bir oğlunun mevcudiyetidir. Rivayetlerin ayrıntılarındaki ihtilaflar, ortak oldukları hususun geçersizliğini göstermezler.

 

Dördüncü Soru:

 

Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’nin (a.s.) mehdeviyeti Şia nezdinde sabit ve açık idiyse, kimi Şiîler niçin İmam Ali’nin veya oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin, Nefsü’z-Zekiyye’nin, İmam Sâdık (a.s.) ve İmam Kâzım’ın (a.s.), Seyyid Muhammed b. Ali el-Hâdî’nin ve İmam Askerî’nin mehdî olduğunu iddia etmişti? Mehdî’nin ahir zamanda zuhur edeceğine dair Hz. Rasûlullah’tan (s.a.a.) aktarılan hadisler O’nun isim ve kimliğini, İmam Hasan Askerî’nin oğlu olduğunu belirtmiyor muydu? Yoksa bu hadisler konuya yüzeysel bir şekilde işaret etmekle mi yetiniyordu?

 

Cevap:

 

İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) oğlunun dışındaki şahısların Mehdî olduğu bazı fırkalar veya şahıslar tarafından iddia edilmiş olup, bu bâtıl iddianın taraftarlarının izleri ve isimleri günümüzde silinmiştir. Kaldı ki günümüzde bâtıla inananların sayısı ne kadar çok olsa da bu hakka zarar vermez. Ve biz de bugün bu gruplar arasında Muhammed b. Hasan Askerî’nin mehdeviyetine inananlardan başkasının izine rastlamıyoruz. O topluluklar bin yıl önceki tarihin tozlu sayfalarında kalmıştır.

 

Çünkü İslam toplumundaki Mehdîlik meselesi, Kur’ân nassı ve sahih nebevî hadisler üzerine kuruludur. Mehdî’nin mensup olduğu ev de böyledir. O; Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ailesinden, Hüseyin’in (a.s.) neslindendir ve On İki İmam’ın on ikincisidir. Ve doğaldır ki Muhammed b. Hasan Askerî’nin mehdiliğine inananların sayısı, Hz. Hüseyin’in imametine inananların azlığı oranınca azalacaktır. Ayrıca Şia’nın temel meselesinin zamanının imamını tanımak olduğunu da eklemek gerekir. Sonraki imamları tanımak ise dönemin şartlarına ve şahsın seviyesine bağlıdır. İmam Mehdî’nin dünyaya gelmesinden onlarca yıl önce bazı sika kişiler, Mehdî’nin İmam Hüseyin’in dokuzuncu, İmam Bâkır’ın yedinci ve İmam Kâzım’ın beşinci neslinden evladı olacağını belirten birtakım rivayetler nakletmişlerdir ki biz bunlardan bir bölümünü yukarıda sunmuştuk.

 

Beşinci soru:

 

İlk üç asırdaki Müslümanlar, Şiîler ve İmâmiyye, İmam Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’yi (a.s.) tanıyor ve O’na inanıyorlar mıydı? Eğer böyleyse niçin bedâ’ gerçekleşsin? Ayrıca İmamların ashabının büyükleri neden onların isimlerini ve sonraki İmamların isimlerini bilmiyorlardı?

 

Cevap:

 

Biz kitabımızın önceki bölümlerinde bu konuyu ele almış ve orada şunu söylemiştik: İmamın kendi çocuklarından birisinin imametine dair vasiyette bulunduğunu, sonra da durumun değiştiğini ifade eden bedâ’ rivayetleri sahih değildir. Çünkü imamet konusunda hiçbir surette bedâ’ söz konusu değildir. Bizler İmamların özel ashabının, sonraki İmamın ismini İmamlarının söylemesi ile bildiklerini, hâkim durum yüzünden avamın bundan haberdar olmadığını belirtmiştik. Biz bu konuyu Bağdâdî’nin eş-Şurâ dergisinde yönelttiği sorularına verdiğimiz cevapta açıklamıştık.

 

Altıncı soru:

 

İmam Mehdî’ye inanmak gaybe imanın cüzü mü sayılmaktadır? Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim meleklere, cinlere ve ahiret gününe değinmiş, ancak Mehdî’den hiç bahsetmemiştir. Ortada herhangi bir delil yokken gaybî bir meseleye inanmak nasıl doğru olsun?

 

Cevap:

 

Kur’ân gayb kavramından bahsetmiş ve bunun bazı mısdaklarını, örneklerini açıklamıştır. Yoksa gayb kavramının kapsamına giren tüm olgu ve mısdakları zikretmiş değildir. Hz. Peygamber (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları ise gaybın diğer mısdakları gibi Mehdî meselesini de açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerim’in, İslam’ın bütün dünyaya hâkim ve salihlerin yeryüzüne varis olacağı bir günden haber vermesi, bunun Hz. Peygamber’in (s.a.a.) neslinden birisinin eliyle tahakkuk edeceğinin müjdelenmesi de gaybî bir vaattir. Ayrıca Ehl-i Beyt İmamları da On İkinci İmam’ın biri kısa, diğeri uzun olmak üzere iki gaybetinin olacağını haber vermişlerdir ki bu da şu an da gerçekleşmiş gaybî bir haberdir. Şeyh Ebû Sehl Nevbahtî’nin, Şeyh Numânî’nin, ve Şeyh Sadûk’un bu konu çerçevesindeki açıklamaları yukarıda geçmişti ve onların İmam-ı Zaman’ın gaybetini İmamların imametinin doğruluğuna kanıt saydıklarını göstermiştik. 

 

Yedinci Soru:

 

İmam Muhammed b. el-Hasan Askerî’nin doğumunun delili nedir? Bu delil bir hakikat midir yoksa felsefî ve vehmî bir nazariye midir? Felsefî bir delile dayanarak bir insanın dünyaya geldiğini, haricî varlığını ispat etmek mümkün müdür?

 

Cevap:

 

Mehdî’nin (a.f.) varlığının delili İmam Hasan Askerî dönemine varacak şekilde Şiî âlimler ve kuşaklar tarafından nesilden nesile aktarılan mütevatir nakildir. Öyle ki İmam Hasan Askerî’nin ashabı, O’nun oğlu olan İmam Mehdî’yi görmüş ve imametine ilişkin nassı babasından işitmişti. İşte Ebû Sehl en-Nevbahtî ve Şeyh Sadûk gibi Şia’nın bazı kadim âlimlerinin istidlalde bulunduğu tarihsel mütevatir nakil budur. Buna ilave olarak Şiî ulemanın asırlar boyunca tedvin ettiği pek çok kitapta geçen oldukça fazla sayıdaki rivayeti de dikkate almamız gerekir.

 

Şiî âlimler, aklen teslim olunması gereken öncüllere dayanarak Mehdî’nin varlığına ilişkin aklî delil de ortaya koymuşlardır. İmam Hasan el-Askerî’nin kendisinden sonra imam olacak bir oğul bırakmadan –onu görüp görmememiz durumu değiştirmez- dünyadan göçmesi mümkün değildir. Bu delil tesamüh ile aklî veya felsefî delil olarak isimlendirilmiştir. Şöyle ki Şia’nın sahih nebevî hadisler ve Ehl-i Beyt İmamlarının sahih rivayetlerinden [Sekaleyn Hadisi, Cahiliye ölümü hadisleri vs.] oluşan kadim kitapları (usûl, asl’ları), İmam Hasan Askerî’nin Mehdî-i Mevûd olan bir oğlu olmaksızın vefat etmesini imkânsız kılmaktadır.

 

Öncüller sahih ve birbiriyle tutarlı ise bu tür bir istidlâlde ne tuhaflık olabilir ki? Ayrıca Müslümanlar ve diğerleri Allahu Teâlâ’nın varlığını ispat etmek için felsefî delili kullanmıyorlar mı? Bu delillendirmedeki asıl mesele öncüllerin sahih oluşu ve mantıksal tutarlılıklarıdır. Ayrıca kadim Şiî ulema burada da durmamakta, daha önce bahsi geçtiği üzere kesin tarihsel delillerle de iddialarını desteklemektedir.

 

Sekizinci Soru:

 

İmam Hasan el-Askerî’nin (a.s.) kendisi bir çocuğunun olduğunu itiraf etmiş midir? Şia, hane halkı ve ashabı onu tanıyor muydu? Yoksa mali ve siyasi çıkar gözeten menfaatperest bir topluluk, bu sırra dair düzmece bir kıssa mı uydurmuştu?

 

Cevabı:

 

İmam el-Hasan Askerî’nin (a.s.) ashabının çoğunluğu, O’nun bir çocuğunun olduğunu İmam’ın kendilerine sözlü şekilde haber verdiğini nakletmiştir. Ashabından güvenilir bir grup ise İmam Mehdî’yi bizzat görmüş, O’nun imam ve Mehdî-i Mevûd olduğuna dair nassı İmam Hasan Askerî’den işitmişti. Bu mütevatir şifahi (sözlü) naklin yanında Şia’nın ileri gelenlerinden, İmam Hâdî ve İmam Hasan el-Askerî’nin (a.s.) ashabından aktarılan sahih rivayetler de vardır. Bu gerçeğin, menfaatperest bir topluluk tarafından uydurulan bir kıssa olduğu iddiası delilden yoksundur, hatta katışıksız bir iftiradır. Esasında önceki bölümlerde de açıkça ortaya konduğu üzere bu konu garazkâr bir yaklaşımla yapılan nakıs bir araştırmanın kurbanı olmuştur. 

 

Dokuzuncu soru:

 

Hadice binti İmam el-Hâdî’ye (a.s.) nispet edilen rivayet, Nercis’in (İmam-ı Zaman’ın annesi), iddia edilen doğum gecesinde hamile olduğunu bilmediğini, üzerinde herhangi bir hamilelik belirtisi olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca rivayette sabahleyin çocuğunu görmediği de belirtilmektedir. Acaba bu doğumu rüyasında mı görmüştü? Bu rivayet sahih midir? Senedi nedir?

 

Cevap:

 

Şeyh Tûsî’nin Kitâbü’l-Gaybet’inde (s. 234) geçen rivayetinin metnini burada sunmamız yararlı ve yerinde olacaktır.

 

عن حكيمة بنت محمد بن علي الرضا قالت بعث إلي أبومحمد (عليه السلام) سنة خمس وخمسين ومائتين في النصف من شعبان وقال يا عمة اجعلي الليلة إفطارك عندي فإن الله عزوجل سيسرك بوليه وحجته على خلقه خليفتي من بعدي . قالت حكيمة فتداخلني لذلك سرور شديد وأخذت ثيابي علي وخرجت من ساعتي حتى انتهيت إلى أبي محمد (عليه السلام) ، وهو جالس في صحن داره ، وجواريه حوله فقلت جعلت فداك يا سيدي ! الخلف ممن هو ؟ قال من سوسن فأدرت طرفي فيهن فلم أر جارية عليها أثر غير سوسن .

قالت حكيمة فلما أن صليت المغرب والعشاء الآخرة أتيت بالمائدة ، فأفطرت أنا وسوسن وبايتها في بيت واحد ، فغفوت غفوة ثم استيقظت ، فلم أزل مفكرة فيما وعدني أبومحمد (عليه السلام) من أمر ولي الله (عليه السلام) فقمت قبل الوقت الذي كنت أقوم في كل ليلة للصلاة ، فصليت صلاة الليل حتى بلغت إلى الوتر ، فوثبت سوسن فزعة وخرجت فزعة وخرجت وأسبغت الوضوء ثم عادت فصلت صلاة الليل وبلغت إلى الوتر ، فوقع في قلبي أن الفجر قد قرب فقمت لانظر فإذا بالفجر الاول قد طلع ، فتداخل قلبي الشك من وعد أبي محمد (عليه السلام) ، فناداني من حجرته لا تشكي وكأنك بالامر الساعة قد رأيته إن شاء الله تعالى .

قالت حكيمة فاستحييت من أبي محمد (عليه السلام) ومما وقع في قلبي ، ورجعت إلى البيت وأنا خجلة فإذا هي قد قطعت الصلاة وخرجت فزعة فلقيتها على باب البيت فقلت بأبي أنت وأمي هل تحسين شيئا ؟ قالت نعم يا عمة ! إني لاجد أمرا شديدا قلت لا خوف عليك إن شاء الله تعالىوأخذت وسادة فألقيتها في وسط البيت ، وأجلستها عليها وجلست منها حيث تقعد المرأة من المرأة للولادة ، فقبضت على كفي وغمزت غمزة شديدة ثم أنت أنة وتشهدت ونظرت تحتها ، فإذا أنا بولي الله صلوات الله عليه متلقيا الارض بمساجده . فأخذت بكتفيه فأجلسته في حجري ، فإذا هو نظيف مفروغ منه ، فناداني أبو محمد (عليه السلام) يا عمة هلمي فأتيني بابني فأتيته به ، فتناوله وأخرج لسانه فمسحه على عينيه ففتحها ثم أدخله في فيه فحنكه ثم أدخله في أذنيه وأجلسه في راحته اليسرى ، فاستوى ولي الله جالسا ، فمسح يده على رأسه وقال له يا بني انطق بقدرة الله فاستعاذ ولي الله (عليه السلام) من الشيطان الرجيم واستفتح (بسم الله الرحمن الرحيم ونريد أن نمن على الذين استضعفوا في الارض ونجعلهم أئمة ونجعلهم الوارثين ونمكن لهم في الارض ونري فرعون وهامان وجنودهما منهم ما كانوا يحذرون وصلى على رسول الله (صلى الله عليه وآله) وسلم وعلى أمير المؤمنين والائمة (عليهم السلام) واحدا واحدا حتى انتهى إلى أبيه ، فناولنيه أبومحمد (عليه السلام) وقال يا عمة رديه إلى أمه (حتى تقر عينها ولا تحزن ولتعلم أن وعد الله حق ولكن أكثر الناس لا يعلمون) فرددته إلى أمه وقد انفجر الفجر الثاني ، فصليت الفريضة وعقبت إلى أن طلعت الشمس . ثم ودعت أبا محمد (عليه السلام) وانصرفت إلى منزلي . فلما كان بعد ثلاث اشتقت إلى ولي الله ، فصرت إليهم فبدأت بالحجرة التي كانت سوسن فيها ، فلم أر أثرا ولا سمعت ذكرا فكرهت أن أسأل ، فدخلت على أبي محمد (عليه السلام) فاستحييت أن أبدأه بالسؤال ، فبدأني فقال يا عمة في كنف الله وحرزه وستره وغيبه حتى يأذن الله له ، فإذا غيب الله شخصي وتوفاني ورأيت شيعتي قد اختلفوا فأخبري الثقات منهم ، وليكن عندك وعندهم مكتوما ، فإن ولي الله يغيبه الله عن خلقه ويحجبه عن عباده فلا يراه أحد حتى يقدم له جبرئيل (عليه السلام) فرسه (ليقضي الله أمرا كان مفعولا

 

Bana İbn Ebû Cîd, Muhammed b. el-Hasan b. el-Velîd’den; o, es-Saffâr Muhammed b. el-Hasan el-Kummî’den; o, Ebû Abdullah el-Mutahharî’den; o, el-Hekîme b. Muhammed b. Ali er-Rızâ’dan (a.s.) şöyle haber verdi: Hicrî 255 yılının Şaban ayının ortasında Ebû Muhammed (İmam Hasan Askerî) (a.s.) bana bir elçi göndererek şöyle buyurdu: Ey halacığım! Bu gece iftarını benim yanımda aç. Zira Yüce Allah kendi velisi, mahlûkatına karşı hücceti ve benden sonraki halifem ile seni sevindirecektir.

 

Hekîme devamında şöyle der: Bu söz üzerine çok şiddetli bir sevinç kalbimi kapladı. Elbisemi üzerime alıp hemen yola çıktım ve Ebû Muhammed’in (a.s.) evine vardım. Ebû Muhammed o esnada evinin salonunda oturmaktaydı ve cariyeleri de etrafını sarmıştı. ‘Fedanız olayım ey efendim! Halefiniz kimdendir?’ diye sordum. ‘Sûsen’dendir.’ dedi. Ben de bunun üzerine bakışlarımı onların arasında gezdirdim. Sûsen dışında üzerinde hamilelik belirtisi olan başka bir cariye de görmedim.

 

Hekîme der ki: Akşam ve yatsı namazlarını eda ettikten sonra sofraya geldim.  Ben ve Sûsen aynı evde iftar ettik. Bir ara hafif bir şekilde dalar gibi oldum, sonra uyandım. Sürekli Ebû Muhammed’in (a.s.) bana görmeyi vadettiği Allah’ın velisi hakkında düşünüyordum. Her gece namaz için uyandığım vakitten önce kalktım. Gece namazını kıldım ve vitir namazına durdum. Sûsen aniden irkildi ve ayağa fırladı, korkarak çıktı. Ben de korkuyla dışarı çıktım. Abdest aldı, sonra dönüp gece namazını kıldı. Vitir namazına başlayınca şafak vakti yaklaşmıştır diye düşündüm ve ufka bakmak için kalktım. İlk fecrin doğduğunu gördüm. Ebû Muhammed’in (a.s.) bana vadettiği şey hakkında kalbime şüphe düştü. O ise odasından bana: ‘Kuşkuya kapılma! Şu an tam vakti gibi ve inşallah sen onu göreceksin!’ diye buyurdu.

 

Hekîme der ki: Kalbimden geçen kuşku yüzünden Ebû Muhammed’den (a.s.) utandım ve utanç içinde odaya döndüm. Sûsen’in namazını bırakıp korkuyla odasından çıktığını gördüm. Kapının girişinde onunla karşılaştım. Ona: ‘Babam ve annem sana feda olsun! Bir şey mi hissettin?’ dedim. O: ‘Evet ey hala! Çok zorlu bir şeye tanık oluyorum!’ dedi. Ben: ‘Allah’ın izniyle sana hiç korku yok!’ dedim. Bir yastık alıp evin ortasına attım ve onu yastığın üzerine oturttum. Doğum yapan bir kadına yardım edecek şekilde ben de onun yanında oturdum. Avucumu tuttu ve sertçe göz kırptı. Ardından çok şiddetli bir şekilde inledi ve şehadet getirdi! Bir de ne göreyim! Allah’ın velisi secde ederek yere kapanmış! Onu omuzlarından tutup kucağıma oturttum. Tertemiz haldeydi. Ebû Muhammed bana: ‘Ey halacığım! Oğlumu bana getir.’ diye seslendi, ben de çocuğu O’na götürdüm… Allah’ın velisi düzgün bir şekilde oturdu. Ebû Muhammed, eliyle onun başını meshetti ve: ‘Ey oğlum! Allah’ın kudreti ile konuş!’ buyurdu. Bunun üzerine Allah’ın velisi euzubesmele çektikten sonra: “وَنُرِيدُ أَنْ نَمُنَّ عَلَى الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا فِي الْأَرْضِ وَنَجْعَلَهُمْ أَئِمَّةً وَنَجْعَلَهُمُ الْوَارِثِينَ (5) وَنُمَكِّنَ لَهُمْ فِي الْأَرْضِ وَنُرِيَ فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَجُنُودَهُمَا مِنْهُمْ مَا كَانُوا يَحْذَرُونَ (6)” (Biz ise, yeryüzünde ezilenlere iyilik yapmak ve onları önderler kılmak ve varisler yapmak istiyoruz. Ve onları yeryüzünde iktidar yapalım, Firavun'a, Hâmân'a ve ikisinin ordusuna, onlardan çekindikleri şeyleri gösterelim.) (Kasas/5-6) ayetlerini tilavet etti. Allah’ın Rasûlü’ne ve Müminlerin Emiri’ne varıncaya kadar sırayla tüm imamlara birer birer salat ve selam getirdi. Ebû Muhammed, onu bana vererek: ‘Ey halacığım! Onu annesine ver ki gönlü rahatlasın, gam çekmesin ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin; ancak insanların çoğu bunu bilmezler.’ buyurdu. Ben de fecrü’s-sânî (ikinci tan) ağardığı esnada çocuğu alıp annesine verdim. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar namazın takibatlarını eda ettim. Sonra da Ebû Muhammed’e veda ettim ve evime gittim. Üç gün sonra bende Allah’ın velisini görme arzusu uyandı. Onların yanına vardığımda önce Sûsen’in bulunduğu hücreye vardım. Ancak Allah’ın velisinden ne bir iz gördüm, ne de bir ses işittim! Konu hakkında soru sormayı da uygun bulmadım. Ebû Muhammed benim yanıma gelince de Allah’ın velisi ile ilgili soru sormaktan hayâ ettim. O (a.s.) kendisi söze başlayarak şöyle buyurdu: ‘Ey halacığım! O, Allah kendisine izin verinceye kadar Allah’ın gözetimi, koruması ve gayb perdesi altındadır. Allah’ın benim ruhumu aldığını ve Şiîlerimin ihtilafa düştüğünü görecek olursan onlardan güvendiklerine bu durumu haber ver. Ancak bu durum hem senin hem de onların nezdinde gizli tutulsun. Çünkü Allah, velisini, mahlûkatından gizleyecek, gaybete çekecektir…”

 

Şeyh Sadûk ise Hekîme’den iki rivayet aktarmaktadır. İlk rivayette şöyle geçmektedir: “ان حكيمة سألت نرجس ما انتبهت فزعة وقت الولادة فسألتها حكيمة اتحسين شيئا قالت نعم ياعمة فقالت لها حكيمة أجمعي عليك نفسك واجمعي قلبك ... ثم أخذتهما افترة وإذا بحس المولود فأخذته حكيمة الى الإمام ثم ارجعته الى امه ثم ارجعته الى ابيه

Hekîme, Nercis’e, doğum vaktinde ürkerek uyanmasını sordu. Hekîme der ki: ‘Bir şey mi hissettin?’ Nercis: ‘Evet ey halacığım!’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hekîme ona: ‘Kendini ve kalbini topla!’ der… Sonra o ikisini tutunca aniden çocuğun dünyaya geldiğini görür.  Hekîme onu alıp İmam’a götürür. Sonra da annesine getirir. Ardından tekrar babasına götürür.

 

İkinci rivayette ise Nercis, Hekîme’nin gözüyle göremeyeceği bir yere çekilir, sonra da çocuğu ile birlikte Hekîme’nin karşısına çıkar. Hekîme çocuğu alıp babasına verir…

 

Şeyh Sadûk’un doğum hadisesini anlatan her iki rivayetinde bazı harikulade olaylar anlatılır. Bu iki rivayetin isnad zincirlerinde meçhul kişilerin bulunmasının yanı sıra gulatlıkla itham edilen kimseler de vardır. Dolayısıyla her iki Sadûk rivayeti de zayıftır.

 

Notlar:

 

Böylece Ahmed el-Kâtib’in ilmî seviyesi ve okuyucu için güvenilirlik derecesi ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki bu konu hakkındaki bu türden pek çok rivayeti okuyucudan gizleyerek Şeyh Sadûk’un rivayetleri arasından Hekîme’nin, Nercis Hatun’da hiçbir hamilelik belirtisini görmediğini ifade eden tek bir cümleyi cımbızla seçip gösteriyor. Bu birinci noktadır.

 

İkinci nokta da şudur; İmam Mehdî’nin dünyaya geliş keyfiyetini bize açıklayan, sahih isnad zincirine sahip bir rivayet bulamadığımızı varsayalım. İmam Hasan Askerî’nin ashabının cumhuru tarafından mütevatir bir şekilde dilden dile aktarılan ve yakîn sağlayan bu bilgiden sonra, tek bir rivayetin İmam Mehdî’nin dünyaya geldiğine inanmada ne etkisi olabilir ki! Ayrıca el-Kâfî ve diğer eserlerde yer alan sahih senetli rivayetler İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) bir çocuğunun olduğunu ve ona ilişkin nassın mevcudiyetini haber vermektedir. Ayrıca rivayetler pek çok güvenilir kimsenin de O’nu gördüğünü ve bu kişilerin 69 yıl boyunca İmam Mehdî ile Şiîleri arasında vasıta olduklarını göstermektedir.

 

 

Onuncu Soru:

 

Tevatür ve icmâ ile ne kastediliyor? On İkinci İmam’ın veladetinin gizli gerçekleştiği ve İmam Hasan Askerî’nin Şiîlerinin bu konu çerçevesinde on dört fırkaya bölündüğü ortadayken, üstelik sayısı yetmişi aşan diğer Şiî grupları ile diğer İslami mezhepler hicrî üçüncü asırda buna inanmıyorken bu hadise üzerinde icmâ olduğundan nasıl söz edilebilir?

 

Cevap:

 

Tevatür, yalan üzere birleşmeleri olanaksız çok sayıda insandan müteşekkil bir grubun haber vermesidir.

 

İmam Mehdî’nin doğumunun gizliliği, buna ilişkin mütevatir haberin oluşmasına engel değildir. Çünkü tevatürde aranan şart, İmam Hasan Askerî’nin Mehdî’nin varlığına ilişkin verdiği haberin naklidir. Onu bizzat görmek şart değildir. Bununla birlikte İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) ashabından hiç de az sayılamayacak kişi İmam Mehdî’yi (a.f.) zaten görmüştü.

 

Şia’nın İmam Hasan Askerî’nin vefatından sonraki ihtilafı bu tevatüre zarar vermez. Zira İmam Hasan Askerî’nin ashabının çoğunluğu, imamlarının, uzun bir gaybetten sonra ahir zamanda zuhur ederek Allah’ın peygamberlerine vadettiği şeyi elleriyle tahakkuk ettirecek bir oğlunun (Mehdî-i Mevud) olduğunu İmam Askerî’den nakletmişti.

 

Önceki bölümlerde de ele aldığımız üzere muteber kaynaklar İmam Askerî’nin ashabının çoğunluğunun, İmam’ın, kendisinin halifesi olacak bir çocuğunun varlığından söz ettiğini aktarmaktadır. Nitekim Şiî hadis kaynaklarında, Mehdî-i Mevud’un yedinci imamın beşinci kuşaktan torunu olduğu önceki İmamlardan aktarılmıştır.

 

Zeydiyye ve Sünnî fırkaların İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) çocuğunun varlığını inkârlarına gelince, bu da tevatüre zarar vermez. Çünkü tevatürde arzulanan şey, İmam Hasan Askerî’nin Şiası’nın çoğunluğunun, Şiîlerin dışındaki insanlardan gizlenen bir çocuğunun mevcudiyetini İmam Askerî’den nakletmesidir.

 

On birinci soru:

 

Şia’nın, İran’da İslam Cumhuriyeti kurulana dek asırlar boyunca, İmam Mehdî’nin gaybeti döneminde İslam Şeriatını tatbik etmenin ve devlet kurmanın haram olduğuna inandığı ve hâlâ da kimi Şiî âlimlerin İmam’ın zuhurundan önce Cuma namazı kılmanın caiz olmadığını söyledikleri doğru mudur?

 

Cevap:

 

Şia, hükümet konusunda yönetim hakkının yalnızca Hz. Peygamber’e (s.a.a.) ve On İki İmam’a ait olduğuna inanmaktadır. Bundan başka bir görüşü benimseyen de Şia’dan çıkmış demektir.

 

Bununla birlikte Gaybet-i Kübra dönemindeki Şiî ulema bu konuda ikiye ayrılır. Bir grup, hadleri uygulamanın tatil edilmesi gerektiğini, bunların ikamesinin Masumlara özgü olduğunu söylemiştir. İkinci akım ise hadlerin, muktedir olmaları halinde fakihlerce tatbikinin cevazına inanır. Bu ilmî bir mesele olup bunun İmam Mehdî’ye ve gaybetine inanmak konusuyla ilgisi yoktur. Zira her iki topluluk da İmam Mehdî’ye, gaybetine ve zuhurunu beklemeye inanmaktadır.

 

On ikinci soru:

 

Gaip olan İmam Mehdî (a.s.) mevcut ise niçin ortaya çıkmıyor? Dünya zulüm ve haksızlık ile dolmuş, Müslümanlar ekini ve nesli yok eden azgın ve despot yöneticilerin ellerinde paramparça olmuştur. İmam Mehdî sağ ise ise niçin çağdaş teknolojiden, uydu televizyonları ve internet ağlarından yararlanarak müminlerle iletişime geçmiyor? Niçin onların sorularına cevap vermiyor ve onları zuhur gününe hazırlayarak önderlikte bulunmuyor?

 

Cevap:

 

İmam Mehdî’nin gaybetinden maksat, zaten soruda geçen faaliyetlerin imkânının devre dışı kalmasıdır. İmam Mehdî, Allah’ın emriyle bunu tatil etmiştir, yoksa kişisel takdir ve tasarrufu ile böyle bir işe girişmiş değildir. Allah’ın O’na vereceği zuhur izni ile de düşünsel ve siyasî faaliyetlerine tekrar başlayacaktır ve zuhuru için en uygun zamanı da hiç şüphesiz ki en iyi Allahu Teâlâ bilmektedir.

 

وَمَا كَانَ لِرَسُول أَنْ يَأْتِىَ بآيَة إِلاَّ بِإِذْنِ الله فَإِذَا جَاءَ أَمْرُ الله قُضِىَ بِالْحَقِّ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْمُبْطِلُونَ)”

 

“Hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın bir mucize getiremez. Allah'ın emri gelince de hak yerine getirilir. Batıl bir dava peşinde koşanlar, işte bu noktada hüsrana uğrarlar.” (Mümin/78). Allahu Teâlâ, O’nu (af.), On İki İmam Şiası’nın bütün insanlığa kanıt sunma hedefini gerçekleştirdiği bir zaman ve koşulda izhar edecektir. Tabii bu zuhur hak ehlinin zayıf olduğu bir dönemde gerçekleşecektir, zira O’nun zuhurundaki amaç hakkın ve ehlinin içinde bulunduğu zayıflığı sonlandırmak ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamlarının evrensel devletini tesis etmektir.

 

On üçüncü soru:

 

İmam Mehdî’nin doğumu konusunu incelemek ve Ahmed el-Kâtib’in çağrısını irdelemek için bir kurul oluşturmanın, bu tartışmayı kamuoyuna açık bir şekilde yapmanın, televizyonlardan ve iletişim kanallarından yayınlamanın ne zararı olabilir? Özellikle de o, İmam Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’nin doğumuna dair bilimsel bir tarihî delilin ortaya konulması halinde görüşünü değiştirmeye hazır olduğunu söylerken!

 

Cevap:

 

Asıl sorulması gereken soru şudur: Acaba Ahmed el-Katîb ile bir araya gelip böyle bir sempozyum düzenlemeyi gerektirecek bir zorunluluk söz konusu mudur? Ve bizim buna yanıtımız ise olumsuzdur. Çünkü İmam Mehdî’nin doğumunu inkâr eden ilk kişi Ahmed el-Kâtib olmadığı gibi son kişi de o olmayacaktır. Gadir Hadisi’nin İmam Ali’nin (a.s.) imametine delaletini, İmamların masumiyetini inkâr ederek İmamların on iki kişi olmasıyla ilgili şüpheler yaymaya çalışan ilk şahıs da o değildir. Aksine o bu türün binlerce belki de milyonlarca örneğinden birisidir. Bunların hepsi için bir sempozyum, bir kurul oluşturmaya ihtiyaç duyulacak olursa başka herhangi bir işi yapmak için vakit kalmaz! Elbette yeni şüpheleri gidermek, bu veya başka bir konuda sorulacak yeni sorulara cevap vermek için diyalog kapısının açık kalması gerekiyor. Öte yandan Şia’nın İmam Mehdî’nin varlığına veya imametine dair delillerinin sunulması ve bu konu çerçevesindeki soruların yanıtlanması için sempozyum düzenlenmesinde de herhangi bir sorun yoktur.[3]

 

Ayrıca bizler ne Ahmed el-Kâtib’in ne de başkalarının düşüncelerini değiştirmenin heveslisiyiz. Bu iş kişinin kendisine kalmış bir meseledir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ (21) لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُسَيْطِرٍ (22)”

 “Artık sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir uyarıcısın. Onlara egemen bir zorba değilsin.” (Ğâşiye/21-2) 

لَيْسَ عَلَيْكَ هُدَاهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ

“Onları doğru yola iletmek senin üzerine borç değildir, fakat Allah dilediğini doğru yola iletir.” (Bakara/272)

 

Gerçi biz onun ve başkalarının şüphelerinin, soru ve eleştirilerinin cevapsız kalmamasına önem vermekteyiz ama yeri gelmişken şuna da değinelim ki bu şüphelerin hiçbiri yeni değildir. Bin yıl önce Şeyh Sadûk (h. 381) tarafından kaleme alınan İkmâlü’d-Dîn adlı eserin önsözüne bakıldığında el-Kâtib’in sorularının çoğunun o dönemde ortaya atıldığını ve âlimlerimiz tarafından cevaplarının verildiği görülebilir. Öte yandan Ahmed el-Kâtib bunları okuduğu halde ikna olmamışsa bu durum söz konusu yanıtların yanlışlığını göstermez, zira peygamberlerin delilleriyle bile ikna olmayan pek çok insan vardı. Hatta Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların varlığında ittifak ettikleri Allah’ın mevcudiyetine inanmayan birçok kişi vardır. Ahmed el-Kâtib’in bir zamanlar On İki İmam Şiîsi olduğu halde sonraları bu inancı terk ederek Sünnî olduğu doğrudur. Kendisi de ulaştığı neticeyi yazmış, yayımlamış ve düşüncesine davet etmeye başlamıştır. Bunun mukabilinde de pek çok Sünnî Siîliğe geçmiş, elde ettikleri sonuçları yazmış ve insanları Şia’ya davet etmiştir. Bu durum ortada olan bir gerçektir ve böyle de sürecektir. Bizim bunun karşısında durmaya gücümüz yetmez, zira Allahu Teâlâ insanları düşüncelerinde özgür yaratmıştır ve her insan kendi eylem ve konumlanışından sorumludur.

 

On dördüncü soru:

 

Mehdî’ye inanmanın Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki ilişkilere ne gibi bir etkisi vardır? Bu inanç Müslümanları birleştirecek mi yoksa aralarında ayrılık mı doğuracak?

 

Cevap:

 

Şia’ya göre Mehdî’nin imametine iman; nass, masumiyet ve on iki kişi ile sınırlı olan Ehl-i Beyt’in özel ilahî imametine inanmanın bir alt dalıdır. Bu meselede Şia’nın delilleri Kitap ve Sünnet’tir ve Şiîler hakikate ulaşmayı hedefleyen tüm diyaloglara açıktır. Bununla birlikte onlar Ehl-i Kıble’den hiç kimseyi tekfir etmez, kelime-i şehadet getiren herkesi Müslüman sayar, mallarını ve kanlarını saygın görürler. Yani tüm Müslümanlar Şia’nın emanındadır ve tek bir ümmettirler. Geçmişten günümüze dek de zulme maruz kalan hep Şiîler olmuş, inançları Kitap ve Sünnet’e dayanmasına rağmen tekfire maruz kalmışlardır. Bilemiyorum artık, Müslümanlar arasında ayrılığa yol açanlar onları tekfir ederek öldürülmelerini mubah sayanlar mıdır yoksa kelime-i şehadet getiren herkesi Müslüman sayan, onların mal ve kanlarının hürmetini gözetenler mi?

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[1] Mukaddes Kum şehrindeki taklit mercilerinden olan Seyyid Musâ es-Sadr’ın babası.

[2] Kum şehrinde yaşayan Şia taklit mercilerinden biridir ve doksan küsur yaşındadır. Allah hayır ve afiyetle ömrünü uzatsın.

[3] Hecer es-Sakafiyye adlı internet sitesi bir diyalog ağı oluşturarak Ahmed el-Kâtib’den bu diyalog programına katılmasını istedi. Ahmed el-Kâtib ile bir tur ciddî bir diyalog yürütüldükten ve onun konu hakkındaki sözlerinin çoğuna cevap verildikten sonra kendisi boş vaktinin olmadığı bahanesiyle diyaloğu sürdüremeyeceğine dair özür beyan etti ve programdan ayrıldı. Kendisinin bu konuda kitap yazdığını ve dileyenin ona reddiye yazabileceğini söyledi.