İbrahimi Dinani: Fârâbi Dersleri (13) (SON) : Fârâbî’ye Göre Ontoloji (Varlık Felsefesi)

İbrahimi Dinani: Fârâbi Dersleri (13) (SON) : Fârâbî’ye Göre Ontoloji (Varlık Felsefesi)
Bu âlemde gördüğümüz kötülükler (insanların hoşnutsuzluğuna sebep olan her şey), buranın noksanlıklar âlemi olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla Allah’ın pak olduğunu söylediğimizde, O’nun her türlü imkânî noksanlıktan ve mümkinât âleminde mevcut olan tüm kötülüklerden münezzeh olduğunu imlemiş oluruz.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sevgili seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını her zaman içtenlikle takip eden aziz izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bildiğiniz gibi, Fârâbî’nin fikirlerinin gül bahçesindeki gezintimizi sürdürüyoruz. Bu büyük hakîmin en güzel eserlerini ve dualarını konu ediyor ve üstâdımızın sırları çözen açıklamalarından faydalanıyorduk.

Üstâd, eğer müsaadeniz olursa bir pasajı daha okumak istiyorum:

Kendi hâl ve kâl dilleriyle konuşan varlıklardan önce gelen (sâbık olan) Allah’ım, Sen’i her şeyden tenzih ederim!” Ne kadar bir güzel ifade!

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Son birkaç programdır, Fârâbî’nin diğer eserlerinden ziyade duasına değiniyor olmanızdan büyük bir mutluluk duyuyorum. Gerçekte, onun felsefesi de bu duasında gizlenmiştir. O pek çok görüş serdetmiştir. Fakat bu duanın pasajlarında zikredilen  - ki o felsefenin diliyle de dua etmiştir – ifadeler, gerçekte kendi içinde onun aşkın düşüncelerinin özünü saklamaktadır.

Okuduğunuz cümlede geçen “sübhâneke: seni tenzih ederim” ifadesini bir anlamlandıralım: “Sübhan”, “tesbih” ve “subbûh” kelimeleri aynı kökten gelirler. Anlamı ise “temizlik” ve “paklık”tır: Allah, pak ve münezzehtir. Burada hemen O’nun nelerden pak/münezzeh olduğu sorusu sorulabilir. Örneğin siz elbisenizin temiz olduğunu söylediğinizde, onun envai çeşit necasetten pak olduğunu söylemiş olursunuz. Bedeninizin pak olduğunu söylediğinizde, abdest veya gusül aldığınızı söylersiniz. Peki, Allah nelerden pak ve münezzehtir? İmkânî noksanlıklardan… İmkân âleminde “noksanlık” sayılan ve imkânı gerektiren her şey buna dahildir. Bir şeyin mümkün bir varlık olup da noksanlık taşımamasına imkân yoktur. Niçin? Çünkü mümkinü’l-vücûd için hem varlık (vücûd) hem de yokluk (adem) olasıdır. Bu da güçsüzlüğün kendisidir. Bu, güçsüzlüğün minimum düzeyidir ve mümkinâtın başka eksiklikleri de (zaman, mekân, boyut, ayrı ve dağınık olma, hüzün vd.) vardır. Bu âlemde gördüğümüz kötülükler (insanların hoşnutsuzluğuna sebep olan her şey), buranın noksanlıklar âlemi olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla Allah’ın pak olduğunu söylediğimizde, O’nun her türlü imkânî noksanlıktan ve mümkinât âleminde mevcut olan tüm kötülüklerden münezzeh olduğunu imlemiş oluruz. İmkân âlemi de içinde bulunduğumuz bu yerküreden ibaret değildir. Galaksiler ve felekler de vardır. Allahu Teâlâ galaksilerden feleklere kadar bu âleme (imkân ve noksanlık âlemi) dair tasavvur edilebilecek her türlü noksanlıktan beridir. O, imkânî noksanlıklardan başka her şeye sahiptir. Saf varlık, mutlak kemâl ve salt kudrettir.

Fârâbî’nin felsefesi de öteden beri bu ilkelere dayanmaktadır. Duanın devamını tekrar istirham ediyorum:

Lârîcânî: “Sübhâneke’llâhümme sâbıku’l-mevcûdat…

Dînânî: O halde “sâbık” sözcüğünün de anlamını açalım: “Sâbık” sözcüğünün anlamı gayet açıktır: “Kabl: önce”… Yani her türlü varlıktan önce olan… O, her varlıktan önce gelir. Peki, bu öncelik, neyin önceliğidir (tekaddüm)? Felsefede pek çok tekaddüm türü vardır: Zamansal, mekânsal, nedensel (illî), rütbî, şerefî (tekaddüm bi’ş-şeref), babanın çocuğa önceliği… Sonuncusu, rütbî ve vücûdî bir önceliktir. Vâcibu’l-Vücûd’un, mümkinu’l-vücûda önceliği vardır. Eğer Vâcibu’l-Vücûd olmasaydı, mümkinu’l-vücûd hiçbir zaman varlıkla bezenemezdi. Vâcibu’l-Vücûd olmasaydı, varlığa ve yokluğa eşit nispette (yakınlıkta) olan mümkinu’l-vücûd, varlık süsüyle süslenemezdi. Âlemde tesadüf yoktur ki, sözünü ettiğim durumlar tesadüfî olabilsin! Bu durum bir müreccihi (mümkin varlığın varlığını yokluğuna üstün getirecek bir varlığı) gerektirmektedir ki, O da Hakk Teâlâ’dır. Yani her şey, Hakk’ın varlığından, iradesinden ve ilmindendir.

Lârîcânî: Yani, bu zamansal bir öncelik değildir.

Dînânî: Hayır, değildir. Zamansal öncelik aslında tasavvuru müşkül bir öncelik türü olup, bi-lâ keyftir (keyfiyeti bilinmeyen). Mekânî, rütbî ve şerefî bir öncelik gibi değildir. O, gerçek bir önceliktir.

Lârîcânî: Keyfiyeti bilinmeyen ve başka bir şeyle karşılaştırılamayan bir öncelik…

Dînânî: Evet. Hem ilişkisi keyfiyetsiz ve kıyas kabul etmezdir hem de önceliği… Fârâbî, felsefî tefekkürünün özünü bu küçük risalesinde, dua formunda açıklamıştır.

Lârîcânî: Her şeyden önce bu durum Fârâbî’nin tamamen vücûdun asıl olduğuna inandığını göstermiyor mu?

Dînânî: Evet, bütünüyle öyle. Elbette ki vücûdun asıl oluşu ilkesi/düşüncesi, Sadrulmüteellihîn’in adıyla bilinmiş ve meşhur olmuştur. Çünkü o bunu sağlam delillerle ispatlamıştır. Hakikatte, bu düşüncenin kökenleri hem Fârâbî’de hem de İbn Sînâ’da mevcuttu. Sözünü ettiğimiz bu bahiste de Allah’ın vücûdda öncelikli olduğu malumunuzdur. Fârâbî, bu duaların devamında, Allah’ın mahiyet ve kabiliyetlere vücûd verdiğinden (varlık bahşettiğinden) söz etmektedir. Yani mec‘ûl [var olmuş, meydana gelmiş] olan vücûddur. Mec‘ûl olduğu için de asıldır. Ca‘lde [var oluşta] asıl olan her şeyin tahakkukta da asaleti (asıl oluşu) vardır/söz konusudur ve yine tahakkukta asıl olan her şey ca‘lde de asıldır. Her biri ayrıntılı açıklamaları gerektiren bu konulara girmememiz daha uygun olacaktır. Çünkü bunlar derin felsefî mevzulardır. Biz biraz daha genel, herkesin anlayabileceği şeylerden konuşalım. Her halükârda Hakk Teâlâ, mümkinât âlemi olan varlık âlemine önceliklidir ve bu, keyfiyeti bilinmeyen bir önceliktir. Hakk Teâlâ’nın ademinin varsayımı, varlık âleminin de ademinin varsayılması demektir. Eğer Hakk Teâlâ olmazsa, âlem de yoktur. Âlem, O’nun varlığının, iradesinin ve ilminin ışığında mevcuttur.

Ancak burada kendisinden gaflet etmememiz gereken bir husus vardır: Varlık âleminin aynı zamanda “mahlûk” ve “Hakk Teâlâ’nın eseri” olup O’ndan sonra vücûd bulan (müteahhir) tüm varlıkları içinde yalnızca insan özeldir. Burada sadece yerküredeki varlıkları değil, tüm âlemlerdeki varlıkları kastediyorum. İmkân âlemindeki tüm varlıklar içinde - hatta melekler, galaksiler, felekler vd. – yalnızca insanın kendine has bir özelliği mevcuttur. Bu özellik nedir? Onun tıpkı diğer her türlü mümkün varlık gibi sınırlı olmasıdır. Bu âlemde bulunan her varlık, Hakk Teâlâ’nın sınırsızlığı karşısında sınırlıdır. İnsanın kendisi, bedensel boyutu, yaşam süresi (ömrü), gücü vd. kısacası her şeyi sınırlıdır. Bilahare herkesin muayyen (belirlenmiş) bir yaşam süresi vardır. Bu ömür, kısa veya uzun olsun, bir gün sona ermektedir. İnsana bağlı (veya onunla ilintili olan her şey) sınırlıdır. Buna rağmen insanda, başka hiçbir varlıkta olmayan bir özellik mevcuttur. İnsan sınırlı olmakla birlikte, mutlak olana da ulaşabilecek bir özelliktedir. Burada mutlak, mukayyedin zıddıdır. İnsan sınırlı olsa da, onun sınırlı olmayana açılan bir kapısı mevcuttur. Diğer varlıklar için böyle bir şey söz konusu değildir. Cemâdât, nebâtât ve hayvanât mahdut (sınırlı) olup, bu mahdutiyetinde de bakidir (kalıcıdır). Onların sonsuzluğa açılan kapıları yoktur. Bu kapının olmaması ne demektir? Onların bir bilinçlerinin olmamasıdır. Eğer hayvanlar dile gelseydi ve onlara mutlaktan söz etseydik, onun ne olduğunu anlamadıklarını söylerlerdi. Onlar, ihtiyaç duydukları şeyleri çok iyi teşhis ederler; ancak mutlağı anlayamazlar. Bir ıtlak ve sonsuzluk dilleri yoktur. Mutlağı ve sonsuzu anlayan tek varlık insandır. Bu anlayışın kendisi de, sonsuzluk yolunun insana açık oluşunun başlı başına bir nedenidir. Bu yolun açık olduğunu söylerken, kastettiğim budur. Aslında bu yol, bilincin kendisidir. Burada “yol” dediğim zaman, bir caddenin yolunu vd. değil, bilincin bir yol olmasını kastediyorum. İnsanın mutlak ve sonsuz olana dair bir bilgisi ve bilinci vardır. Yani o, mutlak ve sonsuz bir şeyin var olduğunu bilir. İşte bu bilmenin ve bilincin kendisi bir yoldur. Bu bakımdan insan bu özelliği hasebiyle – mutlak ve sonsuz olanı bilme – bir şahıstır. Yer küreden galaksilere kadar pek çok varlık mevcuttur; ama bunlar şahıs mıdır? Örneğin bu duvar, önümüzdeki masa, yerküre ve Mars bir şahıs mıdır? Hayır. Şahıs ne demektir? Her insan bir şahıstır. Onun bir teşahhüsü (şahıslanma, belirlenme) vardır. Mevcut olan pek çok şey vardır. Peki, mevcut olmakla şahıs olmak arasındaki fark nedir? İnsan da diğer tüm varlıklar gibi mevcuttur. Ancak aynı zamanda şahıstır da. Onun dışındaki her şeyin (gökyüzü, yeryüzü vd.), sadece mevcudiyeti (varlığı, mevcut olması) vardır. İnsan bireylerinin her biri bir şahıstır. “Şahıs” kelimesini sürekli kullanıp dururuz, peki bu sözcüğün anlamını biliyor muyuz? Örneğin masa bir ferttir, ancak şahıs değildir. Teşahhüs, mutlağı bilen ve sonsuz olana ulaşabilen varlığındır. Teşahhüs de varlığın özelliğidir. Bu, söylediğim bir hayli önemli. Teşahhüs varlıkla ilgili bir şeydir. Belki de etrafımızdaki birçok şeyin mevcut olduğu söylenecektir. Bunlar vücûd değildir; sadece vücûdları (varlıkları) vardır. Vücûd(un kendisi) ile vücûda sahip olmak (mevcut olmak) arasında bir fark söz konusudur. Örneğin bu masa mevcut mudur yoksa vücûdun kendisi midir? O, vücûdun kendisi değildir; sadece bir vücûda sahiptir (mevcuttur). Vücûdun kendisi ise şahıstır. Peki, insanda durum nasıldır? İnsanın da vücûdu (varlığı) vardır. Bir anlamıyla o, mevcuttur. Var olması bakımından, tıpkı diğer varlıklar gibi bir kevn ve mevcûddur. Ancak bir açıdan da vücûddur. O, bilgi ve bilincini öyle bir seviyeye ulaştırır ki, kendi mahiyetinin bile ötesine geçer. Her şeyin ötesine geçmek ve dur durak bilmemek gibi özellikler insana vücûdî bir halet bahşeder ve bu hâlet olduğu müddetçe de o, şahıs olur. İnsan da şahıstır, Allah da. Allah’ın var olduğuna hiç kuşku yoktur. Ancak O sadece “var olmak”tan ibaret midir yoksa aynı zamanda şahıs mıdır? Aynı zamanda şahıstır. İmkân âleminin varlıkları arasındaki insan da şahıstır. İnsan ve Allah dışındaki hiçbir varlığın şahsı yoktur; onlar sadece mevcutturlar. Asla zeval bulmayacak olan Hakk Teâlâ’nın mazharı olduğundan, insan da şahıstır.

Lârîcânî: Üstâd, böylece teşahhüs burhanını açıklamış ve konuya yeni bir açı ve perspektif kazandırmış oldunuz. Hakîm Fârâbî’nin de bu duada belirttiği gibi, Allah tüm varlıklardan önce (sâbık) olduğundan, aynı zamanda onlardan sonra da (lâhık) gelir. Yani hem ezeliyet hem de ebediyet… Bana göre bu anlattıklarınız, şu an birçok izleyicimizin kafasında beliren “Ben niçin var oldum?” sorusuna da cevap verebilecek niteliktedir. Bu açıdan gerçekten çok güzel bir burhan. Bu da bizlere, insanın, mevcut olması – yani vücûda sahip olması – hasebiyle, velev ki sonsuz âleme ulaşabilecek bir yolu olmamış olsaydı bile – ki vardır – bir öncesinin (sâbık) ve sonrasının (lâhık) olduğunu gösterir, öyle değil mi?

Dînânî: İnsanın sâbık (önce) ve lâhık (sonra) olma durumuna gelince… Evet, onun lâhık olma durumu vardır. Ancak Hakk Teâlâ’nın sâbık olduğu yerde, hiçbir varlığın sıbkati (önceliği) diye bir durum söz konusu olamaz. O’nun sıbkati, hiçbir varlıkla kıyaslanamaz.

Lârîcânî: Yani Fârâbî’nin belirttiği gibi “hâdis” ve “ezelî” gibi ifadeler kullanılamaz mı?

Dînânî: Evet, bunları söylemekte bir sakınca yoktur. Yani insanın a‘yân-ı sâbitesi, Hakk Teâlâ’nın ilminde  - ki tüm varlıkların a‘yân-ı sâbiteleri Hakk Teâlâ’nın ezelî ilminde hâzır ve nâzır idi – aynî (somut) ve maddî olarak değil, ilmî olarak (vücûd-i ilmî) mevcut idi. Tüm mevcûdâtın hâzır ve nâzır olduğu Hakk Teâlâ’nın bu ilminde, insan, diğer varlıkların tamamını kuşatırken, Hakk Teâlâ’nın ilmi de insanı kuşatmıştı. 

Lârîcânî: Bu çok güzel bir ayrıntı…

Dînânî: Gerçekte Hakk Teâlâ şahıs  – ki aslında vücûd şahıstır; şahıs olmak (teşahhüs) külliyât (tümeller) ve mahiyetlerle değil, vücûd iledir; siz sonsuz sayıda mahiyeti bir araya getirseniz, bu size asla bir “şahıs olma” sonucunu vermeyecektir; vücûd sahaya çıkmadıkça, teşahhüs diye bir şey de söz konusu olmaz – ve saf varlık olduğundan ve kendisinde hiçbir imkânî noksanlık bulunmadığından – Fârâbî’nin dediği gibi pak ve münezzeh olduğundan – aynı zamanda saf teşahhüstür de. İnsan bu şahsî vücûdun mazharı olduğundan, o da şahıstır. Teşahhüs, imkân âleminde yalnızca insanın özelliğidir. İnsanın şahıs olmasının ne anlam taşıdığı üzerinde duran pek az kimse var. Hakikatte, insanın değeri, onun şahıs olmasında yatar.

Lârîcânî: Evet. Bunu oldukça akıcı bir şekilde beyan ettiniz. Mahiyetlerin böyle bir özelliği yok.

Dînânî: Mahiyetler ilk olarak küllîdir; ikinci olarak da, var olmak ile olmamak arasında kayıtsızdırlar/nötrdürler (her ikisine de eşit nispettedirler). Ancak insan, kendi mahiyetini dahi aşabilecek merhalelere ulaşabilir ve yücelebilir. Mahiyeti aşabilmek ne demektir? Her mahiyetin (özün) bir taayyünü (belirlenimi) vardır. Örneğin masa, sadece masa, sandalye sadece sandalyedir. Yine “taş” dediğinizde, örneğin o şeyin ağaç olmadığını söylemiş olursunuz. Yani hiçbir şey, “kendisinin dışında başka bir şey” değildir. Ancak burada insanın ne olduğu gibi bir soru sorulamıyor. Onun insan olduğu doğrudur, ancak her mertebede, bir başka şey oluverir. Akıbeti nedir? Bunu Allah’tan başka hiç kimse bilemez. İnsan da sonunda ne olacağını bilememektedir. Yani yol o kadar uzundur ki, sonunu görmek mümkün değildir. İşte biraz önce insanın yolunun sonsuzluğa açılan bir kapı olduğunu söylediğimde, kastettiğim buydu. Bu âlemde her insan sınırlıdır. Ancak sonsuzluğa ulaşabilir ve bu da teşahhüsün kendisidir. Bakınız, teşahhüs de bilgi, bilinç ve ahlâktadır. Varlıklardan hiçbirinin “ahlâk” diye bir mehfumu yoktur. Ahlâk dünyada hangi varlık için söz konusudur, Sayın Lârîcânî? Ağacın, dağın ve denizin ahlâkî olması gerekir mi? Hayvanlara ahlâk öğretilebilir mi? Hayır. Evet, onları eğitmek ve koşullandırmak mümkündür. Birçok hayvan eğitilebilir ve koşullandırılabilir. Bu da belli bir ölçüye kadardır. Fakat ne olursa olsun, onlara ahlâk dersi verebilmek mümkün değildir. Bu sadece insana özgüdür. Ahlâk ile bilinç birbiriyle irtibatlıdır. Ahlâkın, bilincin olduğu yerde bir anlamı olur. Ahlâk, bilinç olmaksızın, bir hiçtir. Ahlâkın olmadığı bir bilinç de bir tür körlüğü ifade eder. Biz ise ne hiçliği ne de körlüğü istiyoruz. Biz, bilincin eşlik ettiği bir ahlâka talibiz. Bu, bilincin semeresi olan bir ahlâktır. İnsanın teşahhüsü işte bu iki unsura bağlıdır ve her ikisi de yalnızca insanın özelliğidir. Diğer varlıklarda ahlâkı aramayın. Biraz önce de söylediğim gibi, onlar bir dereceye kadar eğitilip, koşullandırılabilir ve belli bir şeyin hizmetine sokulabilir. Ancak insanın ahlâkı, onun belli bir şeye boyun eğdirilmesinde değil, ilâhî ahlâkla ahlaklanmasındadır. Bu, ahlâkın en yüce derecesidir ve bilinci gerektiren ahlâk işte bu ahlâktır. Ahlâk ve bilinç, insanın, kendisiyle uçtuğu iki kanattır.

Lârîcânî: Açıklamalarınız çok güzeldi, üstâd.

Hakîm Fârâbî bu duasında bir başka konuya daha değinmiştir ki, bu aynı zamanda filozofların, hakîmlerin ve âriflerin de, üzerinde görüş belirttiği ve hâlâ tüm canlılığıyla ele almaya devam ettikleri bir mevzudur: Bu, varlıkların nutku (konuşması) konusudur: “Allah’ım, sen hâl ve kâl diliyle konuşan varlıklardan öncesin.” Mollâ Sadrâ gibi bazı filozoflar, tesbihin tekvînî olduğuna inanmakta, bazıları ise tekvînî değil, sözlü (dil ile beyan edilen) olduğunu söylemektedirler. Fârâbî bu tesbihin hem hâl hem de kâl diliyle olduğunu beyan etmektedir. Bunu da “her şeyin O’nu hamd ile tesbih ettiği” âyetine[1] dayandırmaktadır.

Dînânî: Evet. Fârâbî, duanın bu pasajında, tüm varlıkların iki dilde Hakk Teâlâ’nın müsebbihi (tesbih edeni) olduğunu söylemektedir: Hâl ve kâl dili… Hâl dili, küçük bir kum taneciğinden galaksilere kadar tüm varlıkların dilidir. Aynı zamanda imkânın ve fakrın da (yoksunluğun) dilidir ve tüm varlıklar hâl diliyle tesbih etmektedirler. Peki, bu hâl dili nedir? Mevcudun vücûdî boyutunun Mutlak Vücûd olan Allah’a bağlılığıdır. Her varlığın vücûdî boyutu feyzi temenni etmektedir. Bu feyz de daimîdir ve mevcuda her zaman ulaşmaya devam etmektedir. O her varlığın hâl dilidir ve gerçekte bir tür tesbihtir. Ancak kâl diline her varlık sahip değildir. Hâl diline tüm varlıklar sahiptir ve tesbihlerini de bu dilde yaparlar. Bundan tek bir ân bile gaflet etmezler. Hâl dilinde hiçbir zaman gaflet söz konusu değildir. Yani bir varlığın bir ân dahi Hakk’ı tesbih etmemesi mümkün değildir. Buna karşılık kâl dili yalnızca insana özgüdür ve hâl dilinin aksine, çoğu kez kendisinden gaflet edilebilirdir. İnsanlar her zaman mı kâl diliyle tesbih ederler yoksa bazı zamanlar mı?

Lârîcânî: Bazı zamanlar.

Dînânî: Bizim hâl dilimiz de vücûdî ve tekvînî açıdan tıpkı diğer varlıklar gibi (taş, ağaç vd.) sürekli tesbih halindedir. Her varlık bunu kendi kendine yapar. Tesbih, Hakk Teâlâ’ya bağlılığın kendisi demektir. Yani varlıklar, kendi fakrını ve bağlılığını bu şekilde ibraz etmektedirler. Tüm âlem, Hakk Teâlâ’ya bağlıdır. Bu, hâl diliydi. Oysa kâl dili, özel bir dildir. Bizim bazı zamanlar Hakk Teâlâ’yı tesbih etmekten gaflet etmemiz mümkündür. İnsan namaz kıldığında ve sair ibadetleri yerine getirdiğinde de Hakk’ı zikretmektedir. Bu zikir ve tesbih, her ibadet vasıtasıyla olabilmektedir. O halde hâl dili mi daha yücedir, kâl dili mi? İnsan hâl dilinde, diğer varlıklardan geride değildir ve onlardan hiçbir eksiği de yoktur. Taş, ağaç vd. nasıl tesbih ediyorsa, insan da bedeninin tüm hücreleriyle tesbih etmektedir. İnsanın kimi zaman kendisinden gaflet ettiği bu kâl dili, hâl dilinden daha yücedir. Kâl’de, hâl’de olmayan bir şey söylenmektedir. Çünkü kâl dili, ilâhî bir anlayışla irtibatlıdır. İlginç olan işte budur. Burada dil ve anlayış birbiriyle ilişkilidir. Hâl dili, tekdüze iken, kâl dili böyle değildir. Siz kâl diliyle dua ettiğinizde sürekli aynı şeyleri mi söylersiniz, yoksa her ân yeni bir cümle mi? Sürekli yeni cümleler söylersiniz. Burada sonsuz sayıda cümleler kurabilirsiniz. Dolayısıyla hâl dili çeşitlidir. Bu sırada kurduğunuz her bir cümlenin, söylediğiniz her bir kelimenin, kısacası ortaya koyduğunuz her bir çeşitliliğin Hakk Teâlâ’nın sonsuz tecellileriyle bir irtibatı vardır. Yani siz, Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın sonsuz tecellileri iktizasınca cümle kurarsınız ve size birtakım manâlar ilham edilir. İşte kâl dili budur. Gerçekte bizler bir şeyleri kâl diliyle tefsir ederiz/yorumlarız. Hâl dili, yorumlayıcı değildir; çünkü bu bir kevn ve (kevnî) bir gerçekliktir. Hâl dili, var olmanın dilidir. Kâl dili, hâl dilini yorumlamaktadır. Bunun tersi, yani hâl dilinin kâl dilini yorumlaması mümkün değildir. Biz yalnızca Kur’ân’ı tefsir etmeyiz. Siz hangi kitabı okursanız okuyun, gerçekte onu yorumlamış/tefsir etmiş olursunuz. Örneğin, yazıldıktan asırlar sonrasında Sa‘dî’nin şiirlerini okumanız, gerçekte bunları tefsir etmenizdir. Nitekim okuyan herkes de aynı şeyleri aynı düzeyde anlamaz. Herkes Bostan ve Gülistan’ı aynı şekilde mi anlar? Hayır. Herkesin kendince bir anlayışı (anlayış düzeyi) vardır. İşte bunun (beşerî metinlerin) bir üst düzeyi, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasıdır. Gerçekte Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğunuzda da onu tefsir etmiş olmaktasınız. Kâl dili, bir kitabı tefsirin yanında, (aynı zamanda) varlığın da bir tefsiridir. Yalnızca tedvînî olan Kur’ân’ı değil, tüm âlemi anladığınızda, yaptığınız şey gerçekte bunları tefsir etmektir. Yine bir filozof tüm varlık âlemini ya da bu âlemdeki varlıkların bir kısmını konu edindiğinde, gerçekte bunları yorumlamış olmaktadır. Peki, tefsir ne demektir? Perdeleri aralamaktır. İzin verirseniz burada, “tefsir” sözcüğü münasebetiyle, bir hususa değinmek istiyorum:

Kur’ân-ı Kerîm tıpkı diğer kutsal kitaplar gibi tefsir edilebilir bir kitaptır ve tefsir edilmiştir de. Geçmişte edildiği gibi şimdiki zamanda ve gelecekte de tefsir edilmeye devam edecektir. Ancak tefsir ederken birtakım hususlara dikkat etmek gerekir. Yani bu birkaç maddeyi dikkate almadıkça o tefsir, esaslı bir tefsir olmayacaktır. Siz bazen insan ürünü olan kitapları – örneğin Sa‘dî’nin Bostan ve Gülistan’ını ya da herhangi bir tarih kitabını – okuduğunuzda gerçekte onu yorumlamış oluyorsunuz. Ancak Kur’ân da dahil olmak üzere, kutsal kitapları yorumlamak istediğinizde şu dört hususa dikkat etmeniz gerekir:

Birincisi, ezelî hakikatlerdir.

İkincisi, rivayet edilmiş hadiselerdir. Zira Kur’ân başta kıssalar vd. olmak üzere pek çok şeyi rivayet etmiştir. Örneğin Hz. Nûh’un, Hz. Yûsuf’un ve Hz. Eyyûb’un (a.s.) kıssaları gibi…

Üçüncüsü, gelecekte vuku bulacak hadiselerdir. Çünkü Kur’ân geçmişten ve şimdiden söz etmenin yanında, gelecekten de söz etmiştir.

Dördüncüsü ise, ahlâkî ve davranışsal düsturlardır.

Eğer bu dört hususu dikkate almazsanız, tefsiriniz eksik olacaktır.

Hangi kutsal kitabı okuyacak olursanız olun, birtakım davranışsal ilkelerle karşılaşır, bunları öğrenir ve davranışlarınızı da bunlara mutabık kılarsınız. Gelecekte vuku bulan hadiselere gelince, kutsal kitabın, size içinde birtakım öngörüler bulunan şeyleri söylemesi mümkündür. Geçmişten haber verilen hadiseler yoluyla da, geçmişte olup bitenleri öğrenmiş olursunuz. Buraya kadar tüm kutsal kitaplardaki muhtevalar ortaktır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de, diğer kitaplarda olmayan bir şey vardır: Kur’ân’ı okuduğunuzda, onun (diğer kutsal kitaplardan farklı olarak) ezelî hakikatleri haber verdiğini görürsünüz. Kur’ân ne ile geldi? Vahiy ile. Vahiy nereden geldi? Gayb-i meknûn (gizlenmiş, sırlanmış gayp) makamından… Yani o, ezelî hakikatlerden gelmiştir. Hatta bizzat kendisi ezelî bir hakikattir. “O, elbette şerefli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona mutahhar (temiz) olandan başkası dokunmaz.[2] Neyden pak (mutahhar) olmak gerekir? Meselâ dokunmayı zahir itibariyle ve fıkhî açıdan ele aldığımızda abdestsiz bir şekilde Kur’ân’a dokunamazsınız. Bu, dokunmanın zahirî boyutudur. Abdestsizseniz, elinizle (zâhiren) Kur’ân’ın hattına dokunamazsınız. Ancak bu âyetin gaybî bir anlamı da vardır. O da ezelî hakikatlerdir. Yani eğer pak olmayan fikirleriniz varsa, Kur’ân’ın hakikatlerine erişemezsiniz. Siz Kur’ân’ı kirli ve temizlenmemiş/arınmamış düşüncelerle anlayabilir misiniz? Pozitivist, ateist ve materyalist bir kimse Kur’ân’ı okuduğunda onu anlayabilir mi? Hayır. Çünkü bu kimselerin düşünceleri tâhir değildir. Nasıl ki Kur’ân’ın metnine vd. dokunabilmeniz için, bedeninizin pak olması gerekiyorsa, onun ezelî hakikatlerine ulaşmanız için de fikrinizin pak olması gerekir. Kur’ân ve diğer kutsal kitaplar, bu dünyaya ait biraz önce saydığımız hakikatlerin yanında, ezelî hakikatleri de haber vermişlerdir. Eğer bir kimse ilâhî bir düşünceye sahip olmaz ve ezelî hakikatlere ulaşmazsa, Kur’ân’ı tefsir edemez. Kur’ân’ı tefsir edemedikçe bu âlemi de tefsir edemez. Çünkü bu âlem de Allah’ın kitabıdır.

Lârîcânî: Belki de varlıkların nutku (konuşması) da bu ezelî hakikatlerden biridir.

Dînânî: Aynen öyledir. Varlıkların konuşmasını/dilini, ezelî hakikatlere ulaşmış bir kimse anlayabilecektir. Biraz önce de söylediğim gibi, hâl dilini ancak kâl diliyle tefsir edebiliriz. Bu ne yazık ki zaman zaman unuttuğumuz bir dildir.

Lârîcânî: Mevlânâ da Mesnevî’de, ağaçların dahi namaz, secde ve rükû halinde olduklarının görülebileceği bir makamdan bahsediyor.

Bir ağaç tıpkı imam gibi önde dururken,

Diğerleri arkada kıyâm halindedir.

Ağaçların rükûuna, kunûtuna ve secdesine şaşırıp kalmıştı

Yani dimdik duran bir ağacın eğilip secde etmesine şaşırılıyor.

O an Rahmân’ın sözü aklına geliyor,

Ki O, yıldızın ve ağacın secde ettiklerini söylemişti

Keza İmamlarımızdan (a.s.) biri de bir rivayette, “Eğer bir ağaçtan, taştan ya da duvardan bir nağme işitirseniz, sakın şaşırmayın. Çünkü onların da dilleri vardır” buyuruyor.

Dînânî: Elbette ki, hâl dilleri vardır.

Lârîcânî: Fârâbî’nin ifadesiyle, “hal ve kâl dili”…

Dînânî: Kâl dili, insana aittir. Diğer varlıkların ise sadece hâl dili vardır. Burada tüm âlemi kastediyorum. Bunların içinde kâl dili sadece insana özgüdür. Eğer siz bazen bir ağaçtan da kâl dili işitebiliyorsanız, bu gerçekte kendi kâl dilinizin yine size yansıması demektir. Hâl dili diğer tüm varlıklara aittir ve onlar bundan bir ân bile gaflet etmezler.

Lârîcânî: Hz. Süleyman (a.s.), karıncanın sesini işittiğinde karıncanın o söyledikleri, onun kâl dili sayılmaz mı?

Dînânî: Tabii ki. Ancak buna daha çok mucize demek uygun düşer. Zira karıncanın bu dile gelişi, hiçbir zaman insanın kâl diliyle aynı olamaz. Bunun yerine, ‘Hz. Süleyman’ın (a.s) o hâl dilini kâl diliyle anladığını’ söyleyebiliriz. Kâl dili, Hz. Süleyman’a (a.s) aittir. Kâl diline sahip olduğu sanılan bir varlığın, gerçekte insanın kâl dilinin bir yansıması olması mümkündür. Aksi takdirde mevcûdâtın dili, daima hâl dilidir.

Lârîcânî: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih eder. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız.”[3]

Dînânî: Mevcûdât daima tesbih halindedir, ancak biz onların dilini bilmeyiz. İzin verirseniz bu âyeti yeni bir bakış açısıyla tefsir etmek istiyorum. Tüm müfessirler, “bizim” bu tesbihi anlamadığımızı (lâ-tefkahûn) söylerler. Bazı kıraat biçimlerinde ise bunu “anlamazlar: lâ yefkahûn” olarak tefsir etmişlerdir ki, yedi kıraatten birinde bu şekilde geçer. Eğer buradaki fiili, II. çoğul şahıs olarak alırsak, “bizim” o varlıkların tesbihini anlamadığımız anlamı çıkar. Ancak III. çoğul şahıs olarak aldığımızda, “o varlıkların, kendi kendilerinin tesbihlerinin bilincinde olmadıkları” anlaşılır. Yani onlar kendi kendilerine dair bir bilinçten yoksundurlar. Evet, tüm varlıklar tesbih halindedirler ve onların Hakk Teâlâ’ya dair bir bilinçleri vardır. Ancak bu bilinçlerinden haberdar değildirler. Buraya dikkat ediniz. Varlıkların bir bilinci vardır. Her hayvan içgüdüsel bir şekilde kendi içinde bir farkındalığa sahiptir, hatta bu konuda yanılmaz da. Hiçbir hayvan yanılmaz. Ancak bu konudaki bilincinin farkında mıdır, değil midir? Bir karınca, ne yapması gerektiğine dair bir bilince sahiptir. Örneğin, yiyecek depolar vd. Ancak bu bilincine dair bir bilinci var mıdır? Yoktur. Bilinç sahibi olan ve bilincinin de bilincinde olan tek varlık insandır (ilm-i mürekkeb). Bu, insanın özelliklerindendir. O, bir şeyleri bilir ve bunun yanında bir şeyleri bildiğini de bilir. Diğer varlıklar Hakk Teâlâ’yı tesbih etseler de bu tesbihin bilincinde değillerdir. Programın başında sözünü ettiğim teşahhüs konusu da bununla bağlantılıdır. İnsan şahıstır. Çünkü hem bilir hem de bildiğini bilir. Şahıs olmayan diğer varlıklar ise, tesbih ettiklerini bilmekte, ancak bildiklerini bilmemektedirler.

Burada bana bunları nereden bildiğimi, yoksa bir gayp bilgimin mi olduğunu sorabilirsiniz. Hayır, benim gayba dair bir bilgim yoktur. Diğer varlıkların, ne yaptıklarına dair bilinçsizliklerinin delili, bu bilgiyi kullanmamalarıdır. Beşer, bilgilerinde günbegün ilerlerken (felsefe ve bilimlerde), diğer varlıkların, kendi bilgileri konusunda böyle bir ilmî keşifleri var mıdır? Örneğin, Demâvend dağı, şimdiye dek böylesi bir ilmî keşif ve ilerleme gösterebilmiş midir? Göstermemiştir ve gösteremeyecektir de. Yalnızca “bildiğini bilen” insanoğlu, bu ilmî gelişmeleri kat edebilir. Diğer varlıklar gibi “sadece bilseydi”, bir yol kat edemezdi. Bildiğini bildiği için, diğer şeyleri bilmediğini fark etmiştir. Böylece, bilmediği şeyin peşinden gitmiş ve o konudaki bilgisizliğini gidermiştir. İnsan bilmediği bir şeyin peşinden niçin gider? Bir şeyleri bildiğini gördüğünde, bunun dışındaki diğer şeyleri bilmediğini fark ettiği için… İşte bundan sonrasında da, o bilmediklerini bilmek ister. Bunlar, insanın özelliğidir.

Lârîcânî: Eğer bir insan kalp ehli olursa, kendilerini bilmeyen bu varlıkların nutkunu da bilecektir.

Dînânî. Kesinlikle. Bu söylediğiniz, aynı zamanda bir burhândır ve Kur’ân-ı Kerîm de yıldızların ve ağaçların secde ettiklerini[4] söylemektedir. Bizler onların tesbih ettiklerini kesin olarak biliyoruz. Mevcûdâtın, varlıklarının iliklerine kadar Hakk Teâlâ’ya bağlı olduklarını bildiğimizde, onların secdelerini de bilmiş oluruz. Hâl diliyle yaptıkları bu tesbihler, onların Hakk Teâlâ’ya bağlılıklarının bir izharıdır.

Lârîcânî:

Taş, Ahmed’i selâmlar

Dağ, Yahyâ’ya haber yollar

Bizler işitiriz, görürüz ve iyiyiz/hoşuz

Ancak siz nâ-mahremlere sessiziz/dilsiziz

Dînânî: Nâ-mahremler kimlerdir? Bilinç sahibi olmayanlar ve ezelî hakikatlerden habersiz olanlar… İlâhî ilmi olmayanlar, materyalistler, pozitivistler ve ilâhî âlemlere ulaşamayanlar…

Lârîcânî: Gerçekten de zâtî tahareti olmayanlar ne çok şeyden mahrumlar!

Dînânî: Pek çok şeyden... Her şeyden önce hakikatlerden mahrumlar. Yani bir ömür boyunca yüzeysel ve bayağı şeylerle meşgul olurlar ve bu dünyadaki sürelerini böylece tamamlayıp giderler. Bunlar hiçbir zaman ezelî hakikatlere ulaşamazlar ki…

Lârîcânî: Şiî ve müteellih filozofların ve hakîmlerin en büyük misyonu, bu birlikteliği meydana getirmektir.

Dînânî: Keza peygamberlerin de en büyük risaleti, insanlara gaybın yollarını açmak ve onları ezelî hakikatlerle tanıştırmaktır.

Lârîcânî: Bunlardan gafil kalanlar, hangi nimetlerden mahrum kaldıklarını bir bilseler! Çok güzeldi, üstâd. Yine kıymetli bilgilerinizden istifade ettik. Ancak ne yazık ki, yine işlediğimiz pasajı tamamlayamadık. Fârâbî’den ayrılabilmek, kesinlikle kolay değil…

Başka bir programda tekrar görüşmek dileğiyle, saygıdeğer üstadımızla birlikte tüm güzel dostlarımıza veda ediyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

Medya Şafak

 

 

www.youtube.com/watch?v=fAcpM_cbhJU



[1] İsrâ Sûresi, 44. âyet

[2] Vâkı‘a Sûresi, 77-79. âyetler.

[3] İsrâ Sûresi, 44. âyet

[4] Rahmân Sûresi, 6. âyet