İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (1): Diyalog Filozofu Tûsî

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (1): Diyalog Filozofu Tûsî
Nasîrüddîn Tûsî olmasaydı, Mollâ Sadrâ'lar var olamazdı. Bunu kesin olarak biliniz. Aynı şekilde o eğer Şerhu’l-İşârât’ı yazmasaydı ve Râzî’nin asılsız ve mesnetsiz iddialarını çürütmeseydi, bizler de şimdi Eş‘arîliğin girdabına ve karanlığına hapsolmuş olurduk. Ne yazık ki, şimdi bile az veya çok buna hapsolmuş bir vaziyetteyiz.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sevgili seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını her zaman samimi bir şekilde takip eden kıymetli izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Daha önce söz verdiğimiz gibi, Allah’ın izni ve lütfu ile bu programımızdan itibaren Hâce Nasîrüddîn Tûsî’nin özgün ve duru düşüncelerini ele alacağız. O oldukça ilginç ve mucizevî bir şahsiyet olmakla birlikte, bir yandan ne yazık ki tarih boyunca hak ettiği ilgiyi de görememiştir.

Nasîrüddîn Tûsî, Tûs şehrinde dünyaya gelmiş ve hicrî 672 yılında, yetmiş beş yaşında iken Kâzımeyn’de (Bağdat) vefat etmiştir. Kabri, iki İmam’ın (İmâm Mûsâ Kâzım ve İmâm Muhammed Cevâd Takî hazretleri) sırlandığı yere oldukça yakın bir mevkidedir. Bu durum dahi, onun İmamlara olan muhabbet ve iştiyâkını ziyadesiyle ortaya koymaktadır.

Bu büyük şahsiyetin, birbirinden farklı alanlarda çok sayıda eseri mevcuttur. O, felsefe, kelâm, mantık, ahlâk, irfân [tasavvuf], matematik, astronomi ve tıp gibi alanlarda nazar sahibi bir kimse idi. Tecrîdu’l-İ‘tikâd adlı eseri, sekiz yüz yıldan uzun bir süredir, hepimizin önemli bir temel başvuru kaynağı olarak kelâm ilmindeki önemini korumakta ve hakkında, Sünnî ve Şiî âlimler tarafından geçmişte olduğu şimdi de çok sayıda şerhler yazılmaya devam etmektedir. Bu eseri inceleyen veya kritik eden herkes, bir şekilde onun liyakatini itiraf etmiş ve övmüştür. Onun hakkında son olarak, saygıdeğer üstadımız Dr. Gulâmhüseyin İbrahimî Dînânî tarafından da Diyalog Filozofu Hâce Nasîrüddîn Tûsî adlı nefis ve güzel bir kitap kaleme alınmıştır. Üstadımız bu eserinde, Nasîrüddîn Tûsî’ye başka bir pencereden bakmıştır ki, bana göre bu, oldukça güzel ve etkileyici bir bakış açısıdır. Diyaloğun filozofu… Bir filozofa, diyaloğun penceresinden ve hakikatinden bakmak… Üstadımız burada diyaloğun araçlarından oldukça güzel bir şekilde faydalanmış, diyaloğun işlevlerinin ve sözün (konuşmanın) i‘câzının bu büyük düşünürün düşüncelerindeki yerini ispata kavuşturmuştur.

Üstadımıza bu kıymetli eseri için teşekkür ederken, bir taraftan da şu acı gerçeğe işaret etmeden geçemiyorum: Sanırım ne Nasîrüddîn Tûsî’nin eserlerinin değeri ne de üstadımızın kaleme almış olduğu elimdeki bu nefis eser bizler tarafından gereğince anlaşılmıştır – bizler derken, üniversite çevrelerini, akademisyenleri ve ilim, edep ve hikmet alanında uzmanlaşmış herkesi kastediyorum - . Sanırım bu kitap, 2009 yılında “yılın kitabı” ödülünü almıştı, öyle değil mi üstad?

Dînânî: Evet.

Lârîcânî: Ve bizler de inşallah, ilerleyen programlarda bu kitap hakkında daha fazla konuşacak ve üstadımızın kıymetli bilgilerinden olabildiğince faydalanmya çalışacağız. Böylelikle Tûsî’nin düşüncelerine yeni bir perspektiften bakmış olacağız.

Üstad müsaadeniz olursa, konumuza giriş bâbında size birkaç soru sormak istiyorum. Bu sayede izleyicilerimiz de ele alacağımız konuların içeriği hakkında bir fikir sahibi olmuş olacaklardır. Sonrasında ise bu büyük düşünürün fikirlerini ayrıntılı bir şekilde inceleyemeye çalışacağız.

Öncelikle, Nasîruddîn Tûsî için kullanmış olduğunuz “diyalog filozofu” ifadesi, oldukça güzel ve isabetli bir ifade… Bendeniz bu kitabı üç kez okumuş biri olarak sizin, bu eserde yeni bir felsefeyi [felsefenin varlığını] ispatlamayı amaçladığınızı hissettim. Tûsî, bu felsefenin kurallarını her ne kadar belirgin ve ayırıcı bir şekilde ortaya koymadıysa da, siz sanki bu yitiğin izini sürmüş gibisiniz. Eğer bir kimse bu kitabı, dikkatli bir şekilde ve birkaç kez okumazsa, bu kuralların farkına varamayacaktır. Benim kitabınız hakkındaki bu çıkarımlarım doğru mudur acaba?

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Evet. Sezinledikleriniz çok doğru. Gerçekten de ben bu kitapta Tûsî’nin, dünyanın en büyük filozoflarından biri olduğunu ispatlamak istedim. Ancak ne yazık ki o, genel olarak sadece bir mütekellim olarak tanınmaktadır. Bildiğiniz gibi filozof ile mütekellim arasında büyük farklar mevcuttur. Onun aynı zamanda bir mütekellim de olduğu doğru. Sizin de biraz önce söylediğiniz gibi, o fakih, edip, matematikçi ve gökbilimcidir. Bunun yanında tıp bilimine de vâkıftır. Kısacası, zamanının tüm ilimlerini bilmektedir. Merağa Rasathanesi, ondan yadigârdır. O bu rasathanenin yapımına, astronomi bilimine hizmet etmek amacıyla katkıda bulunmuştur. Nihayetinde, konumuz bu değil. Burada altını kalın çizgilerle çizmemiz gereken şey, onun öncelikle büyük bir filozof olduğu gerçeğidir. Tûsî’nin felsefî yönü pek az dikkate alınmıştır. Sizin de işaret ettiğiniz Tecrîdu’l-İ‘tikâd’a şu ana dek pek çok şerh yazılmıştır. Ancak bu şârihlerin büyük bir kısmı, onun kelâmî yönünü nazara almıştır. Oysa hakkında bunca şerh yazılan Tecrîdu’l-İ‘tikâd, kelâmî meseleleri, konuları içermesinin yanında, bana kalırsa daha çok felsefî bir eserdir. Felsefenin en önemli konuları burada ele alınmıştır. Yine onun mantıkta yetkinleştiğine de işaret etmiştiniz. Evet, onun mantıktaki yetkinliği de – tıpkı diğer alanlardaki yetkinliği gibi – eşsizdir. Daha sonra bu konulara ayrıntılı bir şekilde değiniriz, inşallah.

Bu büyük düşünüre Sünnî dünyada da gereken ilgi gösterilmiş değildir. Hatta ilgi gösterilmediği gibi, daha çok düşmanlık beslenmiştir. Bunun nedeni de, Tûsî’nin, Abbâsîlerin çöküntüye uğramasında önemli bir rolünün olduğu iddiasıdır… (bu iddianın reddi için bkz. https://medyasafak.net/haber/856/bagdat-in-dusmesinde-nasiruddin-tus%C3%AE-nin-ve-siilerin-rolu-efsanesi veya https://www.kitapyurdu.com/kitap/siilik-arastirmalari-1/476355.html ) Şiîlere gelince, onlar da Tûsî’ye yeterli ilgi göstermemiştir. Onun matematiği ve astronomisi bir yana, mantığına dahi gereken ilgi ve özen gösterilmemiştir. Son dönemlerde elbette ki bazı kimseler bu alanda zahmet çekerek birtakım eserler yayınladılar, bunu inkâr edemeyiz. Fakat onun mantık ve felsefedeki yenilikleri/keşifleri, gerektiği kadar ilgiyle karşılanmamıştır. Bu bağlamda, bu büyük mütefekkir gerçekten de bir mazlumdur. Diğer hakîmlerimizin zaman zaman Şiî olduklarına dair birtakım şeyler söylenip deliller öne sürülse de, Tûsî hakkında bu durum, bir söylem ve zan olmanın çok ötesindedir. Onun Şiîliğinden hiç kimse tereddüt edemez. Bu, güneşten daha açık ve gündüzden daha aydınlık bir hakikattir. Tûsî, büyük bir Şiî âlimi ve filozofudur. Ve yine birtakım cenahlar ve çevreler, gerçekte ona çok şey borçludurlar. Bu açıdan onun hakkının eda edilmemesine bir anlam veremiyorum, doğrusu. Eğer Tûsî olmasaydı, belki de İslâm dünyasında felsefe bir devam bulamayacaktı. Mesela Mollâ Sadrâ’nın kendisi bile, Tûsî’ye çok şey borçludur. Tûsî olmasaydı, belki de Mollâ Sadrâ gibi bir şahsiyet de olmayacaktı. Gerçekte, felsefeyi, yani “derinlemesine düşünmek” şeklinde tanımladığımız eylemi ihyâ eden şahsiyet, Tûsî’dir. Çünkü İslâm dünyasında felsefe neredeyse yok olmak üzereydi. Gazâlî’nin Tehâfutu’l-Felâsife’si –ki önceki programlarımızda bu kitabın içeriğinden bahsetmiştik– İslâm dünyasında, bilhassa Ehl-i Sünnet çevrelerinde felsefeye en ağır darbeyi vurmuş, hatta onun kökünü tamamen kazımıştır. Bugün İran dışındaki İslâm ülkelerinde verilen felsefe eğitimi, Batı felsefesinin temellerine dayalıdır ve buralar, meselelere daha çok Batı’nın perspektifinden bakmaktadırlar. Siz İran dışında, felsefî meselelere bir Tûsî’nin, bir Mollâ Sadrâ’nın ya da bir Allâme Tabâtabâî’nin yaptığı tarzdan bir İslâm felsefesiyle yaklaşan başka bir ülke bulamazsınız. İran dışında hiçbir İslâm ülkesinde Mollâ Sadrâ gibi bir şahsiyete rastlayamazsınız. Bunlar, Gazâlî’nin Tehâfutu’l-Felâsife’sinin – bazıları bu kitabı muhteva olarak çok güçlü bulsa da ben kesinlikle öyle bulmuyorum; ancak gösterdiği etki açısından bakacak olursak (ki bu kimilerine göre müspet de olabilir menfi de… Ancak ben menfi buluyorum) eşsizdir – felsefeye vurduğu darbelerin bir mahsulüdür. Gazâlî’nin felsefenin kökünü kurutamadığı tek yer İran olmuştur. Felsefenin kökleri, İran’da hiçbir zaman kurumamıştır. Niçin? Nasîrüddîn Tûsî’nin olağanüstü çabaları sebebiyle. Çünkü İran’da, felsefeyi sonuna kadar müdafaa eden Tûsî gibi bir şahsiyet mevcuttu. Ne var ki Batı’da ve diğer bazı ülkelerde, felsefeyi asıl savunanın İbn Rüşd olduğundan söz edilir. Onun, Gazâlî’nin eserini reddetmek amacıyla Tehâfütü Tehâfüti’l-Felâsife’yi kaleme aldığı doğrudur. Ancak mezkûr eser, Gazalî’den ziyade İbn Sînâ’ya bir reddiyedir. Bazıları bu kitabın Gazâli’ye bir reddiye olduğunu sanmaktadır. Bu, bir yerde doğrudur; ancak İbn Rüşd, eserin pek çok yerinde Gazâlî ile İbn Sînâ’yı aynı kefeye koymuştur.

Ben İslâm dünyasında felsefenin en büyük savunucusunu İbn Rüşd değil, Tûsî olarak bilirim. Ancak ne hikmetse dünyanın birçok yerinde felsefenin savunucusunun İbn Rüşd olduğu kanısı yaygındır. Elbette İbn Rüşd de bu konuda pek çok çalışmalar yapmıştır. Bendenizin onun hakkında da kaleme aldığı bir kitabı mevcuttur.

Lârîcânî: O, daha çok Aristotelesçi bir yaklaşımı benimsemiştir.

Dînânî: Evet. Onun tüm çabası, Aristoteles’i insanlık ve düşünce tarihinin en büyük düşünürü olarak tanıtmaya yöneliktir. Aristoteles’in kalıplarının dışına çıkamıyor kesinlikle. Onun bir adım ötesine dahi geçmeyi düşünmemiş, hatta onu geçmenin mümkün olmadığına inanmıştır. Ona göre Aristoteles’i geçmemek, geçmeye çalışmamak gerekir ve neredeyse her şey Aristoteles’ten ibarettir.

Ancak Tûsî, felsefeyi savunduğunda, İbn Rüşd gibi Aristoteles’e saplanıp kalmamış, kendisi de İbn Sînâ’yı müdafaa etmesine rağmen, meseleleri kesinlikle onunla sınırlandırmamıştır. Yani o felsefe, tefekkür ve akılcılık dediğimiz şeyi, hakkıyla savunmuş ve bunun İslâm dünyasında hak ettiği yeri bulmasını istemiştir. Dolayısıyla kendisini kimseye karşı borçlu hissetmemiştir.

Bu giriş bâbındaki/niteliğindeki bilgilere, Tûsî’nin İslâm dünyasında, bilhassa Şiî dünyada nasıl bir öneme sahip olduğunun bilinmesi için değindim. Biraz önce de belirttiğim gibi, bunun çok haklı sebepleri mevcuttur.

Bazıları onun Tecrîdu’l-İ‘tikâd adlı eserini, Tahrîru’l-İtikâd olarak okumuşlardır. Bu vesileyle şu hususa da bir değinmek isterim: Yani yapılmak istenen; inançları (itikad) hem fazlalıklardan ve hurafelerden arındırmak (tecrid) hem de başka şeylerin baskı ve boyunduruğundan özgürleştirmektir (tahrir). Bazıları bu eserin ismini bu şekilde telaffuz etmişlerdir. Eserin bu şekilde de yorumlanmasının nedeni, ona yazılan şerhlerin çok fazla olmasıdır. Bu durum sadece İran için geçerli olup, bu söylediklerimle de yalnızca sözünü ettiğim şerhleri yapan İranlıları kastediyorum. Ancak buna rağmen, bana göre onun hakkı hâlâ teslim edilmemiştir. Onun hayatında, daha fazla dikkate alınmayı hak eden pek çok zaviye mevcuttur. Bendenizin kaleme aldığı bu kitapta, bu zaviyelerin tamamına işaret edilmiş ve Tûsî’yi önemli kılan şeyin ne olduğuna dikkat çekilmiştir. Evet, tüm bunlara onun ne kadar yüce bir konuma sahip olduğunu belirtmek için değindim.

Sizin temel sorunuz ise, kitabımın isminin niçin “diyalog filozofu” olduğu yönündeydi. Bu, onun kelimenin tam anlamıyla bir diyalog filozofu olmasından ileri gelmektedir. Yani o, cedel ve münazara ehli ve insafsız [yargılamalarında ve serdettiği görüşlerde adaletsiz] bir kimse değildir. Ve dünyanın tüm mütefekkirleriyle diyalog kurar. Onun hangi eserine baksanız bu diyaloğu görürsünüz. Örneğin onun İbn Sînâ’nın El-İşârâtu ve’t-Tenbîhât’ına bir şerh yazdığını biliyoruz. Ancak ben size bunun sadece bir şerh olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, şerhten de fazlasıdır. Çünkü İbn Sînâ’nın önemli eserlerinden biri olan El-İşârâtu ve’t-Tenbîhât’ına – örneğin – Fahrüddîn Râzî de bir şerh yazmıştır. Ancak onunki, bazı büyüklerin görüşüne göre şerh değil, bir cerhtir (yaralama, deşme). Fahrüddîn Râzî burada, adeta eserin besmelesinin “”sından “temmet: bitti, tamamlandı/ bitiş, tamamlanma” kısmına kadar İbn Sînâ’yı olabilecek her şekilde eleştirmek ister gibidir. İşte bu, gerçekte bir şerh değil, cerhtir. O, sanki İbn Sînâ’ya savaş açmış gibidir. Ben, Fahrüddîn Râzî’nin sahip olduğu makama bir şey söylemeye çalışmıyorum. Sünnî ya da başka bir şey olsun, önemli değil. Bizim konu edindiğimiz şey, bunlar değildir. O, derin düşünceli, kabiliyetli ve şüphecilik yönü baskın bir şahsiyet idi. Hatta bedihîyâtta bile, okurunu şüphelere düşürebilme gücüne sahip bir şahsiyet… Ondaki bu münazara ve şüpheye düşürme kudreti – öyle ki bazıları ona “İmâmu’l-Müşekkikîn: Şüphecilerin önderi” lakabını vermiştir – öyle bir derecedeydi ki, bir şüphe veya gedik icat etmede adeta eşsizdi. İşte bu şerhi, yaklaşımı bu şekilde olan Râzî gibi bir kimse kaleme almıştır. Birçok yerde temelsiz şeyler yazmıştır. Bu bile İbn Sînâ’nın sözlerini doğru bir şekilde anlayamadığını ortaya koymaktadır. Tûsî ise Râzî’nin bu yersiz ve temelsiz şüphelerini bertaraf etmeyi amaçlamış, bunu yaparken de Râzî ile münazaraya tutuşmamıştır. Tûsî’nin, İbn Sînâ’yı müdafaa ettiği doğrudur; ancak onu o kadar da ateşli bir şekilde savunmamış; onunla sadece insaflı/adaletli bir şekilde diyalog kurmaya çalışmıştır. Münazara ile diyalog arasında bir fark vardır. Münazaranın bir yönüyle diyalog olduğu doğrudur ve keza cedelin içinde de bir tür münazara ve diyalog mevcuttur. Bunların tamamının bir tür diyalog olduğu, gerçektir. Ancak bu diyalog tefelsüf, tefekkür ve insafa/adalete dayalı olursa, taassuba dayanan bir cedelden ve kendi görüşünü ne pahasına olursa olsun ispatlama çabasından – ki cedel yapan kimse, önceden kararını bu doğrultuda vermiştir ve bunun için her kapıyı çalar; bazen hitabete, bazen de insafsızlığa yönelir – farklı olacaktır. Tûsî ise bildiğimiz anlamda bir cedel ve münazara yapmamış; sadece diyalog kurmuştur. Hem İbn Sînâ hem de Râzî ile… Tûsî’nin El-İşârât’a yazdığı şerh, gerçekte bir diyalogdur.

Tam da bu noktada Şehristânî de felsefenin reddi bağlamında Musâra‘atu’l-Felâsife adlı bir eser kaleme almıştır. Gazâlî, Tehâfutu’l-Felâsife’yi kaleme alırken, Şehristânî ise Musâra‘atu’l-Felâsife’yi yazmıştır. “Tehâfut” sözcüğü, “çelişki” ve hatta bunun da ötesinde bir tür “hezeyan” anlamı taşımaktadır. Yani Gazalî, filozofların hezeyanda bulunduğunu, tutarsız ve garip şeyler söylediklerini iddia etmiştir. Tehâfutu’l-Felâsife, yani “filozofların tutarsızlıkları ve hezeyanları…” Düşünün, o, eserine bu ismi veriyor. Eş‘arî bir mütekellim olan Şehristânî ise, Musâra‘atu’l-Felâsife’yi yazmış, yani adeta “ben felsefe ve filozoflar ile ölesiye kapışmak ve mücadele etmek istiyorum” demiştir. Kendisine güreşeceği bir pehlivan aramış, hem Fârâbî’ye hem de İbn Sînâ’ya – kısacası tüm filozoflara – meydan okumuştur. Şehristânî gibi bir Eş‘arî mütekellim Fârâbî ve İbn Sînâ gibi şahsiyetlere saldırıyorsa, burada amaç bellidir. O burada filozofların hepsini mezara göndereceğine ant içmiş gibidir. Bilahare bu kitabında filozofların görüşleri ve felsefenin kendisi hakkında pek çok asılsız iddialarda bulunmuştur. Neyse ki süregelen asırlar boyunca bu kitap pek bir ilgi görmemiştir. Tûsî burada da Şehristânî ile diyaloğa oturmuş ve “Ben seninle savaşmıyor, konuşuyorum; eğer beni dinlemek istiyorsan, dinleyebilirsin” demiştir. Ne kadar güzel bir yaklaşım! Eserinin ismini de Musâra‘atu’l-Musâra‘a koymuş ve adeta “Sen savaşmak mı istedin, o halde biz de sana karşı küçük bir savaş yürütelim” demiştir. Ancak bu savaşta Tûsî, recez okumamıştır! Onun bu eseri okunmaya değerdir. Ne yazık ki bu da – diğer eserleri gibi – fazla ilgi görmemiştir. Buradaki fesâhati, belâgati, derinliği ve yüceliği öylesine göz doldurmaktadır ki… O işte tüm bu özellikleriyle, daha felsefenin ne olduğunu bile bilmeyen ve cedel yapmayı marifet sayan Eş‘arî bir düşünüre bir şeyleri anlatmaya ve onunla diyaloğa oturmaya çalışıyor. Tûsî gerek Musâra‘atu’l-Musâra‘a’sında gerekse de İbn Sînâ’nın El-İşârât’ına yazdığı şerhte olsun, sırasıyla Şehristânî ve Fahrüddîn Râzî ile diyalog kurmaya çalışmıştır. Kısacası bu eserlerin niteliği, diyalogdur. Ancak hikmetli bir diyalog… Onun bu yaklaşımı diğer büyükler için de geçerlidir. Örneğin Şam’da Hüsrevşâhî adlı İranlı bir hakîm yaşamaktaydı ve Tûsî’nin onunla da yazışmaları/mektuplaşmaları (mukâtebe) vardı. Hüsrevşâhî ile o kadar güzel bir iletişim kurmuştur ki… Yine büyük ârif Sadreddîn Konevî… O, İbn Arabî’nin gerçek anlamda halefi, öğrencisi ve dostuydu ve İbn Arabî’ den daha az değerli bir şahsiyet değildi. Tûsî’nin onunla olan yazışmaları da öylesine güzel ve okunmaya değerdir ki! Ve onun bir ârife yazdığı cümleler ve bir ârif karşısında aldığı pozisyonlar… Aslında bunlara da ayrıca değinmemiz gerekir… Yani o bir ârif karşısında nasıl konuşmuştur, Hüsrevşâhî ile ne şekilde diyalog kurmuştur, Râzî, Şehristânî karşısında nasıl tavır almıştır? Bunların hepsi incelenmelidir. O kendi zamanında hayatta olan her düşünürle bir şekilde bir irtibat ve diyalog kurmuş ya da yazışmıştır. Gerçekte Tûsî’nin tüm eserleri bir tür diyalogdur.

Peki, Tûsî neden böyle bir yöntemi benimsemiştir? Hakikatte felsefenin tamamı bir diyalogdan ibaret olduğu için… Bu, benim felsefe hakkında yapmak istediğim yeni bir tanımdır. Diyalog olmaksızın felsefe, felsefe değildir. Çünkü felsefe tek taraflı değildir. Diğer bir ifadeyle, bu yöntem aslında Sokrates ile başlamıştır. O, felsefesinde diyalog yöntemini esas almış bir filozoftu. Peki, felsefe, niçin bir diyalog olarak telâkki edilmiştir? İnsan bazen bir başkasıyla diyalog kurar; hatta bir filozof bile kendiyle baş başa kaldığında – ki o ân orada artık kendisinden başka hiç kimse yoktur ve bu sırada kendi “sırr-ı süveydâ”sıyla düşünmektedir – bile yine konuşmaya ve diyalog kurmaya devam etmektedir. Sayın Lârîcânî, aslında şu anda size, düşünmenin bile bir tür diyalog olduğunu söylemek istiyorum. İnsan bazen kendisiyle, bazen de başkasıyla konuşmaktadır. Dolayısıyla bu bazen monolog, bazen de diyalogdur. Ben monoloğu dahi bir tür diyalog olarak kabul etmekteyim. Diyalog başkasıyla, monolog da kendimizle konuşmamızdır. “Kendi”yle konuşmak anlamındaki “monolog”un da bir tür diyalog olduğu düşüncesindeyim. Bazen muhatap, kişinin karşısındadır bazen de kişi kendi kendisini muhatap almıştır. Peki, kendimle nasıl diyalog kuruyorum? Soru sorarak… Soru olmadığı sürece, söyleyecek bir sözüm de yok demektir. Burada günlük ihtiyaçlardan doğan konuşmaları hariç tutuyorum. Çünkü bunlar felsefe değildir, düşünce de değildir. Kişinin, kendi başına düşündüğü sırada eğer aklında bir soru yok ise, herhangi bir düşüncesi de yok demektir. Soru soran, bir başkası olabileceği gibi – ki bu durumda muhatabının sorusuna cevap vermektedir – bazen kişinin kendisi de olabilmektedir. Yani sırlar insanın iç dünyasından/derûnundan bir soru kalıbında zahir olmakta ve kişi kendi sorularına cevap vermektedir. Tûsî’nin hangi eserine bakarsanız bakın, durumun tam da bu anlattığım şekilde olduğunu göreceksiniz: O ya kendisiyle konuşmaktadır -  ve bu bir monologdur; gerçi biraz önce de belirttiğim gibi, ben bunun da bir tür diyalog olduğuna inanıyorum – ya da başkasıyla diyalog kurmaktadır. Bu diyaloglar her zaman hikmetlidir. Tûsî’de taassup ve cedele kesinlikle rastlanmaz. Benim kitabım da işte bu konuya parmak basmıştır.

Lârîcânî: Açıklamalarınız çok güzeldi, üstad. Bu minvalde programın başında sormuş olduğum, kitabınızın isminin niçin “diyalog filozofu” olduğu yönündeki sorum da büyük ölçüde cevabını bulmuş oldu. Belki de Tûsî’nin felsefeyi bir “diyalog” olarak gördüğünü söylemek bu konuda verilmiş en güzel cevap olacaktır. Nitekim sizin açıklamalarınız da bu yöndeydi ve doğru da… Felsefe, eğer düşünce kategorisinden bir olgu olacaksa o hem diyalog hem de monolog olmalıdır.

İkinci sorum ise şu olacak: Sizin bu kitapta yazdıklarınızda Tûsî’ye karşı özel bir muhabbet ve tutkunluk hali sezinlemekteyim. Bu da Tûsî’nin sosyal, siyasal ve ilmî açıdan pek çok problem ve buhranla karşı karşıya kalmış olmasından kaynaklansa gerek… Yani onun biyografisine baktığımızda, envai türden meşakkatle karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Nitekim bunu kendisi de dillendirmiştir. Onun bu darboğazda, bugün sizin kaleminizde ete kemiğe bürünmüş olan bir yöntemi benimsediğini görmekteyiz ki, bu da onun apayrı bir hüneri… Bu bağlamda sorum şu: Bir filozofun, iktiza eden koşullara göre bir yöntem seçmesi, onun bir hüneri sayılabilir mi?

Dînânî: Oldukça ilginç şeyler söylediniz. Her akıllı insanın hüneri, onun doğru bir yolu ve yöntemi seçmesinde yatar. Tûsî de âkil ve hakîm bir filozof olarak yolunu doğru bir şekilde seçmiştir. Tıpkı sizin de belirttiğiniz gibi, onun yaşadığı dönem, İran’ın en talihsiz ve en kötü dönemlerinden biri olup, aynı zamanda Moğol saldırılarının sonrasındaki bir zaman dilimine tekâbül eder. Moğol saldırılarının ardından bu istilâların kötü etkileri İran toplumunda öylesine dramatik bir şekilde tezahür etmiştir ki… Cengiz Han’ın yaptığı katliamlar ve yağmalar – bu herhangi bir toplumun değil, Moğol gibi barbar ve cani bir topluluğun saldırısıydı – toplumda çok kötü izler bırakmıştı. Tûsî de Cengiz Han’ın ardılı, torunu olan Hülâgü Han’ın çağdaşı idi. Bu, belânın her yerden adeta yağmur gibi yağdığı bir dönemdi. Ekonomik ve sosyal kargaşalar, siyasal krizler… Kısacası musibetlerle dolu bir ortam mevcuttu. Aynı şekilde âlimlerin vaziyetleri de oldukça yerilesiydi. O, bu dönemin kötülüğünü bir şiirle anlatmaya çalışmıştır. Bu vesileyle onun aynı zamanda bir şair olduğunu da söylemek gerekir:

Etrafıma ne kadar baksam belâ âdeta bir yüzük ben ise onun taşı olmuşum

Şu ifadelere bir bakın… Yani belâdan bir halka onun etrafını sarmıştır. Zira belâyı bir yüzüğe benzetiyor ve kendisini ise tıpkı o yüzüğün taşı gibi, bu halkanın ortasında, ateş çemberinde kalmış bir kimse olarak görüyor. Ancak Tûsî, kendisini çepeçevre kuşatan bu belâ çemberinde/halkasında, o yüzüğün taşı oluyor. Durumu ne kadar da güzel bir şekilde betimlediğine bir bakın! Yani belâdan korkmamak gerekir. Evet, belânın ateş çemberi misali bir halka olduğu doğrudur. Nitekim o da bu belâların bağrında bir tutsak gibiydi. Peki, o bu durum karşısında ne yaptı? Tıpkı sizin de söylediğiniz gibi, doğru yolu seçerek, o belâların, yüzüğün taşı oldu. Yani bu muhasaradan kurtulup, o yüzüğün taşı olabilmiştir. Onun dilinden dökülen bu ifadeler, genel itibariyle o dönemin ne kadar zor olduğunu tasavvur etmemize yardımcı olmaktadır. O bu zor dönemde düşünmeye, felsefeye yönelmenin doğru bir seçim olacağı kanaatine varmış ve tefekkür yolunu seçmiştir. Zaten insanlığın kurtuluş yolu da tefekkürden başka bir şey değildir. İnsan akılcılık olmadan hiçbir yere ulaşamaz. İnsanın kudreti gökleri delip felekü’l-eflâka (feleklerin feleği) kadar ulaşsa bile, eğer bu kudret akılcılıktan nasibini almamışsa insanı hiçbir yere ulaştırmaz. Dünya tarihini bir düşünün, kimler geldi kimler geçti… Cengiz'ler, Firavun'lar bu dünyada belli bir kudrete kavuştular. Ancak bu kimselerin hesap eden bir akılları yoktu. Cengiz Han’ın büyük bir kudreti vardı; vurdu, öldürdü, kesti, doğradı, kısacası her şeyi yaptı. Ancak akıbeti ne oldu? Sonunda mahvolup gitti. Dahhâk gitti… Hepsi gitti. Aslında İran kültüründe Cengiz Han’ın varisleri bir şekilde sindirildi. Bunlar daha sonra Müslüman ve hatta Şiî bile oldular. Şu an Zencân’daki Sultâniye adlı mıntıkaya gittiğinizde İlhanlı hükümdarı Olcayto’nun türbesini görürsünüz. Kendisi sonradan Şiî olmuştur. Bakınız, eğer bir kültür güçlü olursa, Dahhâk gibi kan dökücü zalim bir hükümdarı bile yerinde sindirip bırakır. Ancak bu zamanla ve tedricî olarak gerçekleşir. Hülâgü Han bile Tûsî’nin eliyle Şiî olmuştur. Her halükârda Tûsî bu kötü dönemde akılcılığı yayması gerektiğini teşhis etmiştir. Bundan dolayıdır ki, hem kendisi tefekkürle meşgul olup nitelikli öğrenciler yetiştirmiş hem de yazmış, yazışmış ve diyaloglar kurmuştur. Ve şükürler olsun ki eserleri günümüze kadar da ulaşmıştır. Tûsî, düşüncenin yolunu açmıştır. Günümüzde Tûsî gibi düşünürler o kadar az ki! Sizin de dediğiniz gibi ben bu yüce şahsiyete işte bu yüzden büyük bir sevgi ve hayranlık duyuyorum. Çünkü o gerçekten de büyük hizmetlerde bulunmuştur. Siz bugün onun hayatının farklı zaviyelerine baktığınızda mantıkta, kelâmda ve felsefede ne kadar kıymetli eserler bıraktığını görürsünüz. Yine o, siyasette de inanılmaz ufuklara sahipti. Böylesi bir fitne ve kaos ortamında bile birçok bilime -örneğin matematik ve astronomiye- muazzam katkılarda bulunmuştur. Etrafındaki matematikçi ve gökbilimcilerle sürekli toplantılar yapmış ve ilmî teatilerde bulunmuştur. Onun bu hizmetleri Hülâgü Han’ın da dikkatini çekmişti. O, Tûsî’nin mütefekkir bir şahsiyet olduğunu fark etmiş ve kendisinden ilmî olarak faydalanmak istemişti. Tûsî, bu hizmetine karşılık ondan hiçbir ücret istememiş, yalnızca kendisine devletin vakıf ve hayır işleriyle ilgili biriminin tevdi edilmesini talep etmiştir. Peki, bunu niçin istemiştir? Çünkü o birimin gelirlerinden bir rasathane kurmak ve bu vesileyle bilimsel faaliyetlerde bulunmak istemişti. Nerede bir astronom, matematikçi ve düşünür varsa onları Merağa’da toplayıp bir araya getirmiş ve burada onlarla birlikte bir rasathane kurmuştur. Onun Merağa’daki bu rasathanede neler bıraktığını görmek isteyen, buradan geriye kalan eserleri bugün dahi gidip ziyaret edebilir.

Lârîcânî: Geriye dört yüz bin kitap bırakmıştır.

Dînânî: Evet, dile kolay… Dört yüz bin kitap… Hem de Moğol saldırılarından sonraki o keşmekeşli ortamda… O bu eserleri orada toplamıştır. Bu oldukça büyük bir kültürel faaliyetti. Tûsî, kültürel faaliyetlerde bulunması gerektiğini teşhis etmişti. O, Hülâgü Han ile arasında bir sulh gerçekleştirdiyse, bu Dahhâkça ve zalimce bir faaliyette bulunmak için değil, bilimsel faaliyetlerde bulunmak içindi. Kısacası o, Hülâgü Han’ın kılıcını, kaleme dönüştürmeyi amaçlamıştı. Hülâgü neticede bir Moğol hükümdarıydı ve elinde kılıcı vardı. Tûsî ise kılıcın bir işlevinin olduğunu kabul etmekle birlikte, ona “kalem” diye bir şeyin varlığını da hatırlatmak istiyordu. Ve o, kılıcın bağrından kalemin zuhur etmesini sağlamış, dört yüz bin adet kitabın telif edilmesinin önünü açmıştır. Yine o, Merâğa’da bir kütüphanenin kurulmasında da öncülük etmiştir. Rasathanenin kurulması, usturlabın kullanımı… Şu çekilen zahmetlere ve sergilenen dirayete bir bakın! Bu, Batılıların bugün bile kendisinden hayrete düştüğü şeydir. Bugün Batılılar arasında astronomik gözlemlerle uğraşan kimselere Merâğa Rasathanesi’ni bilip bilmediklerini bir sorun. Merağa rasathanesini hepsi bilir. Bu faaliyetlerle yakından ilgilenen ve aynı zamanda Batı bilim camiasında da adından sıkça söz ettiren İranlı bir dostum, Batılıların, Tûsî’nin kim olduğunu bildiklerinden bahsetmişti. Evet, Batılılar onu gayet iyi biliyorlar; ne yazık ki bir şeyleri bilmeyen, bizleriz. İşte böylesi bir şahsiyet, kültürel bir ilerlemenin yolunu tutmuş/seçmiştir: Ve ni‘met’t-tarîk: O ne güzel bir yoldur! Bu doğrultuda o, İslâmî-İrânî kültürü, Şiîliği ve sahih Alevî yolu ihyâ etmiş ve bu yol, meyvelerini onun vefatından sonra da vermeye devam etmiştir. Bunu belki de defalarca söylemişimdir: Eğer Nasîrüddîn Tûsî olmasaydı, Mollâ Sadrâ'lar var olamazdı. Bunu kesin olarak biliniz. Aynı şekilde o eğer Şerhu’l-İşârât’ı yazmasaydı ve Râzî’nin asılsız ve mesnetsiz iddialarını çürütmeseydi, bizler de şimdi Eş‘arîliğin girdabına ve karanlığına hapsolmuş olurduk. Ne yazık ki, şimdi bile az veya çok buna hapsolmuş bir vaziyetteyiz. Bakınız, tarihte bunların hiçbiri küçümsenecek hizmetler değildir.

Lârîcânî: Şiî tefekkürünün temellerini kuran, Tûsî’dir.

Dînânî: Ve aynı zamanda Şiî akılcılığının temellerini…

Lârîcânî: Safevî hükümdarları ise bunu zuhur ettirmişler, ortaya çıkarmışlardır.

Dînânî: Evet, onların siyasî teorilerinin temeli de Tûsî’ye dayanmaktaydı. Nihayetinde Safevîler İran’da bir medeniyet kurmuşlardır. Siz bugün Safevîlerin eserlerini ve uygarlığını başta İsfahan olmak üzere pek çok eyalet ve şehirde müşahede edebilirsiniz. Örneğin, Şeyh Lütfullah Camii, bunlardan biridir. Evet, kabul etmek gerekir ki, eğer Tûsî olmasaydı, onlar geride böyle bir medeniyet bırakamazlardı. Bunlar Nasîrüddîn Tûsî’nin İslâmî ve Şiî İran’da gerçekleştirdiği faaliyetlerin hafife alınamayacak küçük bir kısmıdır sadece. Tüm bunların yanı sıra o, aynı zamanda akılcılığın da revaç bulmasını sağlamıştır. Ben diğer büyük düşünürlerimizin payını kesinlikle göz ardı etmiyorum. Bu medeniyete katkıda bulunan muhaddislerimiz, fakîhlerimiz vd. de vardır. Örneğin Şeyh Sadûk gibi… Bunların her biri kendi alanlarında vazifelerini yerine getirmiştir. Ancak Tûsî, akılcılığın gelişmesini ve ilerlemesini sağlamıştır. Bu mesele, oldukça önemlidir. Ve bendeniz de, şu an içinde bulunduğumuz bu çağda da aynı şeyi düşünüyor ve akılcılığı esas almayan bir toplumun, nereye ulaşırsa ulaşsın gerçekte hiçbir yere ulaşmamış olacağına inanıyorum. Eğer bir toplumda akılcılık olmazsa, onun yeri neresi olur, siz söyleyin. İstediği kadar müreffeh bir toplum olsun, fark eder mi? İsim vermek istemiyorum ama zengin olup da akılcılığın yolundan gitmeyen pek çok ülke, toplum var. Bunların gerçekte bir noktaya ulaşmış oldukları farz edilebilir mi? Dünya kültürel coğrafyasında bunların yeri neresidir?

Lârîcânî: “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir; hatta yolca daha sapıktır.”[1]

Dînânî: Her halükârda Tûsî, tarihte böylesine önemli bir rol oynamıştır.

Lârîcânî: Açıklamalarınız gayet yerli yerindeydi, üstad. Önümüzdeki birkaç programda daha Nasîrüddîn Tûsî’ye değinelim istiyorum. Hem bilge izleyicilerimiz hem de kendimiz için onun meçhul kalmış birçok yönünü su yüzüne çıkaralım ve onu bu bilinmezliğin, hakkının eda edilmeyişinin mazlumiyetinden kurtaralım. Elbette ki bunun için iki şeyi yapmamız gerekiyor:

Birincisi; sizin önceki derslerimizde tarih hakkında yaptığınız açıklamalara ve böylece, bir anlamda hem Nasîrüddîn Tûsî’nin dönemine dönebilmemiz hem de izlediği yol ve yöntemler itibariyle onun diliyle konuşmamızdır. Nitekim siz bunlara kitabınızın farklı yerlerinde işaret ettiniz. Ben bunların her birini bir araya getirdim ve bunlardan bir “diyalog yöntemi” olarak söz etmemizin yerinde olacağına inanıyorum.

Yine Tûsî, Konevî’nin, kendisine yazdığı mektuba verdiği cevaba şu âyetle başlıyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.[2] Bu âyet bizlere Tûsî’nin düşüncesinde diyaloğun sahasının ne kadar geniş olduğunu göstermektedir. Yani o, bir anlamda Kur’ân’ın öğretilerinden faydalanmıştır.

Dînânî: Evet, öyle.

Lârîcânî: Dolayısıyla burada, Tûsî’nin diyaloğunun ilk özelliğinin, “Kur’ân’ın öğretilerinden faydalanmak” olduğunu rahatlıkla söyleyebilir miyiz?

Dînânî: Hiç tereddütsüz, söyleyebiliriz tabii ki. Hâlis Alevîliğinden ve Şiîliğinden kuşku duyulmayacak tek şahsiyet Tûsî’dir. Biz burada kesinlikle mezhepçilik yapmak istemiyoruz. Nihayetinde o, Kur’ân’ın öğretilerinden ve Ehlibeyt’in (a.s.) rivayetlerinden istifade etmiş ve sizin de belirttiğiniz gibi, bunu Konevî’nin mektubuna verdiği cevapta yazmış olduğu bu âyetle de ortaya koymuştur. Mezkûr âyet ne kadar da derin ve yol gösterici! Bu durumda âyette geçen, “hikmetle davet et” ifadesine bazılarının, birileri hakkında “filan kimse hikmet ehli (veya hakîm) değil mi?” şeklinde itirazlar yöneltmesi mümkündür. Oysa bu ifadenin yanında bir de “güzel öğüt” tabiri kullanılmıştır. Peki, “güzel öğüt” ne demektir? Yani öfkeli, huysuz ve kaba bir şekilde konuşmamaktır. Burada Kur’ân’ın “güzel öğüt” ile neyi kastettiğine ve “hangi öğüdün güzel olduğuna” da bir bakmamız gerekir. Kur’ân’ın terminolojisinde “güzel” olarak nitelendirilen şeyler nelerdir? Yine âyette geçen “onlarla en güzel şekilde mücadele et” ifadesinde de, “en güzel” olan nedir? Bu, hangi cedel ve mücadele türüdür? Bununla mutaassıpça gerçekleştirilen cedel ve münazaraların kastedilmediği açıktır. Zira bu âyetin bizzat kendisi, bir yol göstericidir. Tûsî’nin Kur’ân’dan istifade ettiği gayet açıktır. Bundan asla şüphe duymamak gerekir. O tamamen Kur’ân’ın tesiriyle hareket etmiştir. Aynı zamanda bağımsız bir düşünürdür. Yani özgürdür ve taassuplara saplanıp kalmamıştır. Dar görüşlü değildir. Varsayımlar üzerinde önceden düşünmüştür. Bunlar üzerinde düşünmeden meydana atılmamıştır. Hikmetten başka çağrılacak yol var mıdır? Hikmet nedir? Sözün gücü ve sağlamlığıdır; akılcı ve burhanî sözdür. Hitabet değildir. Muhkem bir şekilde söz söylemektir. Sözün muhkem olması ne demek peki? Güçlü bir mantığa sahip olmak ve bir şeyin tüm açılarını, yönlerini kuşatmış olmaktır. Ne söylediğini bilmek ve sağlam temellere dayanmaktır. Hikmetin anlamı bunlardır. Hikmet, muhkemlikten gelir. Her muhkem hikmetlidir ve her hikmetli şey de muhkemdir. Muhkem olmaksızın hikmet olmaz. Muhkem olmak ne anlama gelir? Demir veya çelikten olmak mı? Hayır. Yani düşüncenin derin ve katmanlı olması ve aklî açıdan sağlam olması anlamındadır. Demir bile bu kadar sağlam değildir ki! Sonuçta demirciler, ne kadar sağlam olsa da demiri bir tavda kızdırıp döverek eritmiyorlar mı? Peki, hikmetli ve akılcı bir sözü ya da düşünceyi dövüp eritebilecek bir şey var mıdır?

Lârîcânî: Ancak ondan daha akılcı bir söz olabilirse olur…

Dînânî: Bunun kendisi de yine akıldır. Aklı ve makulü eritecek olan nedir? Sadece demir ve çelik kızdırılıp dövülerek eritilebilir. Bu, demirin veya çeliğin sağlamlığı gibi bir şey değil, aklî bir sağlamlık ve kuvvet demektir. İşte Tûsî böyle bir insandır ve sözünü hikmetle söylemiştir.

Lârîcânî: O, mektubunun devamında Konevî’ye, “Her birimiz kendi yolunda hikmeti arayan kimseleriz” demiştir. “Hakîm, arayanlara en iyi ve en kolay yolu gösteren kimsedir. Ne kadar da güzel söylemiş!

Pekâlâ üstad. Biraz önce de belirttiğim gibi, ben bu yöntemleri madde madde işaretledim ve programımızın son çeyreğinde bunların her birine değinmemizin uygun olacağına inandım.

Bunlardan biri, gerçekten sizin de belirttiğiniz gibi, bağnaz olmamaktır. Zira Tûsî de böyledir. Yine belâgata (retorik) riayet etmek de hikmetin gerekliliklerindendir. Bu büyük düşünür, sözün inceliklerine ne kadar da dikkat etmiş! Ahlâka riayet etmek… Onun tahammül eşiği o kadar yüksekti ki… Kelâmî ve irfânî ölçülere uygunluk… Yani herhangi bir alana dahil olduğumuzda o alanın/disiplinin/ilmin tüm ilkelerine riayet etmek… Günümüzde bazı kimseler her ilkeyi temelden sarsmayı veya yok saymayı bir tür bilimsel beceri ve kudret (!) olarak görüyorlar.

Dînânî: Sayın Lârîcânî, şu an öyle bir noktaya işaret ettiniz ki, eğer buna değinmezsem bir şeyler eksik kalacak gibi hissediyorum.

Sizin de belirttiğiniz gibi, farklı ilimlere vâkıf olan ve zamanının allâmesi sayılan Tûsî, içine daldığı hiçbir ilmin kaidelerini başka bir ilimle karıştırmamıştır. Kelâmda bir mütekellim, felsefede bir filozof, matematikte bir matematikçi, astronomide bir astronomdur ve bunların hiçbirini birbirine karıştırmamaktadır. Yani o ilmin/disiplinin esaslarına bağlı kalmıştır. Ancak günümüzde sizin de belirttiğiniz gibi bu alanlarda tam bir karmaşa söz konusudur ve şu anda da kritiğine hiç girmek istemediğim bir ifade, epey revaçtadır: “Disiplinlerarasılık”… Bu ifadeyi mutlaka duymuşsunuzdur, bugünlerde sıkça dile getirilmektedir. Açıkçası bunun ne olduğuna ve neyi amaçladığına da bir türlü anlam veremiyorum. “Disiplinlerarası” dediğimiz şey ne yapmak istiyor? Birkaç bilimi, herhangi bir yetkinlik ve uzmanlık olmaksızın bir araya getirmek ve birbirine karıştırmak istiyor. Hadi, buraya kadar da bir şey demeyelim. Ancak bunu yapacaklarsa da en azından, yalnızca bu alanları ihata eden ve bunlara belli bir mesafeden bakmayı bilen kimselere yaptırmaları gerekmez mi? Bu işler bir oradan bir buradan alarak olmaz. Onlar deyim yerindeyse burada her şeyi birbirine karıştırarak, “aşure” yapmakta ve buna “disiplinlerarası” adını vermektedirler. Bunun kültür dünyamızda ne gibi sakıncalar doğuracağını düşünmek dahi istemiyorum. İşte Tûsî bunları yapmıyor. O hiçbir şeyi birbirine karıştırmamıştır. Felsefeden söz ettiğinde muradı yalnızca felsefedir; astronomi dediğinde sadece astronomiden bahsetmekte, mantığı konu edindiğinde ise, onu en az Aristoteles kadar ve hatta ondan daha titiz bir şekilde ele almaktadır.

Lârîcânî: Ne yazık ki bir kitapta, Mollâ Sadrâ’nın felsefesinin de Meşşâîlik ile İşrâkîlik arasında yer alan “disiplinlerarası” bir felsefe olarak nitelendirildiğini gördüm.

Dînânî: O, disiplinlerarası bir felsefe değil, tamamen yeni bir metottur. Mollâ Sadrâ, Meşşâîliği ve İşrâkîliği de aşmış; özgün ve yeni bir yöntem meydana getirmiştir. Onun felsefesinin eklektik olduğunu düşünenler, meselenin özünü anlayabilmiş kimseler değillerdir. Onun eserlerinde birçok ekolün görüşlerine rastlanabilmektedir ve kendisinin, alanındaki tüm eserleri okuduğu doğrudur. Problem, okumak ise bu eserleri okumakta kesinlikle bir beis yoktur; tam tersine karıştırmakta beis vardır. O tüm bu eserleri okuduysa da, neticede bunların hepsini aşabilmiş ve hatta bunlara yeni bir renk, hüviyet kazandırabilmiştir. Meselenin bu kısmını nedense anlayamıyorlar. Asıl biraz önce bahsettiğim “disiplinlerarasılık” meselesi gerçekte bir eklektikliktir.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Konumuz bugün de yine oldukça güzeldi. Ele aldığımız bu konuların Tûsî’nin fikirlerine ve izlediği yönteme güzel bir giriş olduğu düşüncesindeyim. Kitabınıza isim olarak niçin böyle bir ifadeyi seçtiğinize ve Tûsî’nin de niçin böyle bir yöntemi benimsediğine dair açıklamalarınız oldukça aydınlatıcıydı. Bizler bu konuların izini, mısdaklarını dikkate alarak ilerleyen programlarımızda da sürmeye devam edeceğiz. Bize göre bu yöntemin işlevselliği günümüzde de geçerliliğini korumakta ve zamanımıza bir mesaj vermektedir. Aynı zamanda bunların günümüz bilim ve kültür dünyasındaki karmaşanın ortadan kaldırılmasında da oldukça etkili olacağı kanaatindeyiz. Yeter ki bizler Tûsî’nin bu metodunu, üstadımızın kıymetli eserinin eşliğinde yeniden hayata geçirmeyi ve ihyâ etmeyi bilelim ve bu büyük düşünürün düşünce dünyasına kattığı yenilikleri hakkıyla tanıyalım.

Bu yüce şahsiyeti tanıtmaya devam edeceğimiz sonraki programlarımızda da saygıdeğer izleyicilerimizin bizlere eşlik etmesini bekliyor olacağız.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, muhterem üstadımızla birlikte, siz tüm kıymetli seyircilerimize veda ediyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

Medya Şafak

 

 

www.youtube.com/watch?v=pDhIYBTK7oQ

 

 



[1] Furkân Sûresi, 44. âyet

[2] Nahl Sûresi, 125. âyet