İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (2): Tûsî’nin Düşüncesinde Soru ve Diyalog

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (2): Tûsî’nin Düşüncesinde Soru ve Diyalog
İşte Tûsî böyle bir ortamda kelâm ilmini zirveye taşımış ve ona felsefî bir hüviyet kazandırmıştır. Tûsî’nin yaptığı, işte buydu. Fahrüddîn Râzî ise tam tersine felsefeyi çökertmeye ve kelâm ilmini Eş‘arî bir renge büründürmeye çalışmıştır. Râzî de felsefe okumuştu, hatta Gazâlî de bir dönem felsefe üzerinde yoğunlaşmıştı. Ancak onlar bu okumalarını, çalışmalarını felsefeyi Eş‘arî bir kelâma döndürmek için yapmışlardı

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını samimiyetle takip eden sevgili seyircilerimizi arz-ı edep izhar ederek selâmlıyoruz.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Nasîrüddîn Tûsî ilim ve hikmet vadisinde oldukça ulvî düşüncelere sahip ilginç bir şahsiyettir. Saygıdeğer üstadımız Dr. Gulâmhüseyin İbrâhîmî Dînânî, bu büyük şahsiyetle ilgili olarak “Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî” isimli bir kitap kaleme almış ve mezkûr kitap 2009 yılında “yılın kitabı” seçilmiştir. Bizler de bu münasebetle üstadımızdan Tûsî’nin düşünce okyanusundaki dalgıçlığından elde ettiği neticeleri siz kıymetli izleyicilerimizin huzurunda bizlere takdim etmesini istiyoruz.

Üstad, bu kitabın konusuna giriş yapmadan önce, sizin bu kitabı telif etme amacınızın ne olduğunu sormak istiyorum.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

İslâm dünyasının, hiç kuşkusuz, en büyük filozoflarından biri olan Nasîrüddîn Tûsî’nin düşünceleri hakkında ne yazık ki pek az şey söylenmiştir. Elbette onun yazdığı kitaplardan biri olan Tecrîdu’l-İ‘tikâd’a çok sayıda şerh yazılmıştır. Hatta bazıları bu eserin adını Tahrîru’l-İ‘tikâd olarak da okumuştur. Ancak eserin meşhur ismi, Tecrîdu’l-İ‘tikâd’dır. Yani inançlara yeniden bir bakış… İnsanların inançlarının ne durumda olduğunu görmek ve bunları bir değerlendirmeye – hangi inançlar sahihtir, hangileri değildir – tabi tutmaktır (rasyonel ilkelere dayanıp dayanmadığını incelemektir). Tecrîdu’l-İ‘tikâd’ın bir ders kitabı olduğu doğrudur; ancak Nasîrüddîn Tûsî’yi onun yalnızca bu eseriyle sınırlayıp, tanımak mümkün değildir. Bu yetenekli zat matematik, geometri ve astronomi gibi bilimlerin her birinde adeta bir teorisyendi. Bunların yanında tıp, fıkıh, edebiyat, şiir (aruz ölçüsü gibi konular) ve mantıkta da oldukça yetkindi. Keza felsefe ve kelâmda da… Burada önemli olan, onun bilimlerde sergilediği liyakattir. Tûsî, yaşadığı dönemde Merağa Rasathanesi’ni kurmuştur. Bu rasathanenin izleri bugün dahi Merağa şehrinde mevcuttur. Yine o dönemde pek çok kimse, henüz rasathane, hey’et (astronomi) ve yıldızların (gök cisimleri) ne olduğunu dahi bilmiyordu. Onun matematik ve astronomi gibi birçok bilimde gösterdiği bu dirayet ve azim, yüzbinlerce kitabı muhafaza ettiği bir kütüphanenin yapımında da kendisini göstermiştir. Bu, hicrî VII. yüzyıl için kesinlikle basit bir faaliyet sayılmazdı. O, dünyanın birçok yerindeki kitapları burada kurduğu kütüphanede bir araya getirip, korumaya almıştır. Tûsî’nin bu tedbir ve kudrete nasıl ulaştığına daha sonra işaret edeceğim. Yıllarca kalelerdeki sığınaklarda yaşayan bu büyük düşünür, sahip olduğu tedbir ve başına getirildiği vakıflar başkanlığı göreviyle birtakım olanaklara kavuşmuş ve böylesi bir kütüphaneyi inşa etmiştir. Dünyanın neresinde bir kitap varsa, bunları sözünü ettiğim kütüphanede bir araya getirmiştir. Yine dünyadaki tüm gökbilimcileri bu büyük rasathaneye davet etmiş ve onların bilimsel çalışmalar yapmalarına yardımcı olmuştur. Tûsî’nin ismi, bu alanda çalışmalar yapan diğer kimselerle birlikte, NASA tarafından Ay’ın yüzeyine kaydedilmiştir.[1]

Lârîcânî: Bu isimler arasında İbn Sînâ da vardır.

Dînânî: Evet, onun da ismi var. Yine, Hayyâm’ı büyük bir matematikçi olarak biliriz; fakat Tûsî de bu alanda ondan aşağı değildir. Neticede, konumuz bu değil ve Tûsî’nin matematikteki yetkinliğini şimdilik bir kenara bırakıyoruz.

Siz, yazdığım kitap hakkında bir soru sormuştunuz. Evet, bu kitabın ismini “diyalog filozofu” koymam, özel bir gerekçeye binaendir. Bunun nedenini açıklayacak olursam; ilk olarak o, hakiki anlamda bir filozoftur. Daha özel anlamda ise bir diyalog filozofudur. Bu birkaç anlama gelmektedir: İlkin Tûsî, kendi döneminde yaşamış tüm filozof ve düşünürlerle – gerek bire bir görüşerek gerekse de mektuplaşarak – diyalog kurmuştur. Bu diyaloglarda çoğu kez mektuplaşmayı başlatan karşı taraf oluyor, Tûsî ise yazılanlara cevap veriyordu. Bu mektupların sayısı o kadar fazladır ki, bunların tamamını bir araya getirsek, yaklaşık yirmi ciltlik bir külliyâta tekabül edebilir. Onun bu diyalog ve etkileşimleri kendi zamanının düşünürleriyle sınırlı değildi. Mesela geçmişteki filozofların eserlerine de – örneğin İbn Sînâ – şerhler yazmış, yine Fahrüddîn Râzî’nin iddialarına cevap vermiştir. Fahrüddîn Râzî, Tûsî’nin muasırı değildi. Ancak Tûsî, Râzî’ye verdiği cevaplarda meseleleri öyle bir şekilde ele almıştır ki, adeta Râzî kanlı canlı onun karşısında oturmuş ve Tûsî de onunla diyalog kurmuş gibidir. Yani o, Râzî’yi reddetmeyi kendine vazife edinir gibi hareket etmemiş, “kulte: dedin ve kultü: dedim” (“Sen şunu dedin, ben de buna mukabil bunları söylüyorum”) şeklinde bir diyalog yöntemi uygulayarak, onun iddialarına cevap vermiştir. Kısacası Tûsî’nin metodu diyalog idi.

Tam da bu noktada ben, aslında biraz önce söylediklerimin de ötesine geçip, tefekkürün de bir diyalog demek olduğunu belirtmek istiyorum. Esas itibariyle, felsefenin kendisi bir diyalogdur. Eğer bir kimse felsefe tahsil ettiğini söyler de, bunun yalnızca filozofların düşüncelerini ezberlemekten ya da onların bu düşüncelerinden birtakım zihinsel formlar üretmekten ibaret olduğunu zannederse, yanlış bir yola sapmış demektir. Felsefe, ezberlenesi bir şey olmadığı gibi, şekilsel ve kalıpsal da değildir. Yalnızca bilmek ve düşünmek değil, düşüncelerin de tekrar düşünülmesi demektir. Üstelik bu, diyalog yöntemiyle olmalıdır. Bu diyaloğun bir muhatapla olması da mümkündür – çünkü felsefe, soruları hazırlamak demektir ve soru’nun olmadığı yerde felsefe, hatta daha ilerisini söyleyecek olursam düşünce de yoktur. Soru’nun olduğu yerde düşünce vardır. Eğer bir gün kişinin zihnindeki sorular son bulursa, düşünce de son bulacaktır. Soruları olmayan insanlar ölüdürler. Sorunun sorulduğu yerde cevaplar da vardır ve bunlar, sorunun sorulduğu yerden vücûda gelirler. Sorunun geldiği yerden cevap da gelmektedir. Kişi bu soruyu bazen başkalarına sorup cevabını onlardan almakta, bazen de kendi kendine sormaktadır. Kendiyle baş başa kalıp düşünmeye başladığı sırada, aslında kendi kendine sorular da sormaktadır. Bu nedenle bazı büyükler monoloğun da bir açıdan diyalog olduğunu söylemişlerdir. Kişi bu esnada kendisini “başkası” olarak varsaymakta ve soruları da kendine sormaktadır. Soru oluştuğu anda, bu diyalog da başlamış demektir. Nasîrüddîn Tûsî soru ve diyalog ehliydi. İşte bu sebeple ben de kitabımın adını bu şekilde koydum. Hiç kuşkusuz o gerçekten de bir diyalogcuydu.

O halde Tûsî’nin bu yöntemle (diyalog) neleri gerçekleştirdiğine bir bakalım: Elbette bunun öncesinde birkaç noktayı açıklamak yerinde olacaktır. Çünkü bu konuda aslında söylenecek çok şey olmakla birlikte, nihayetinde bu açıklamaların, Şiî dünyanın büyük mütefekkiri Tûsî’yi tanımanın ilk adımları olmasını umuyorum:

Biraz önce de belirttiğim gibi diyalog, soru sormak ve verilen cevabı dinlemektir.

Lârîcânî: Bu yöntem, tarihsel açıdan Sokrates’a nispet ediliyor, öyle değil mi?

Dînânî: Evet. O, gerçekten de filozofların babasıydı. Biz onu filozofların babası olarak kabul ediyoruz. Sokrates’in gittiği yol ve benimsediği yöntem, diyalog idi.

Lârîcânî: Yani aynı zamanda diyaloğun da babası…

Dînânî: Evet, öyle. Bu bağlamda diyalektik metodu başlatan da odur. Gerçek filozoflar bu yolu takip ederler ve Tûsî de bu yolu izleyenlerdendir.

Diyaloğun birinci şartı –tam da burada konuyu Kur’ân ile de ilişkilendirmek istiyorum– dinlemektir. Dinleyemeyen veya dinlemeyi bilmeyen insan diyalog kuramaz. Ondan, diyalog kurabilecek bir insan da olmaz. Peki, dinlemek nedir? Bunu biraz açalım: Dinlemenin anlamı çok açık ve net olsa gerek… Kimileri kulak kabartıp bir şeyleri duymayı dinlemek zanneder. Oysa bu, dinlemek değildir. Çünkü bunun çok incelikli şartları, kuralları vardır. Eğer bu şartları haiz değilseniz, duyduklarınız ya da kulağınıza çalınan şeyler, onları dinlediğiniz anlamını taşımaz. Muhatabınızın konuşmalarını dikkatli bir şekilde işittiğinizi ve bunları kafanızda tahlil ettiğinizi varsayalım. Bu durumda dinlediğiniz şeyleri aslında dinlemiyor, sadece kendi zihninizde yorumluyorsunuzdur. Çünkü sizin önceden düşünsel anlamda aldığınız bir cephe ve durduğunuz bir pozisyon vardır ve duyduklarınızı işte bunların temelinde, ışığında yorumlamaya başlarsınız. Bu şekilde yaptığınız takdirde, gerçekte bu kimsenin sözlerini dinlemiş sayılmazsınız. Evet, söylenenleri baş kulağıyla dinliyor olabilirsiniz, ancak bunlara kendi zihninizdekileri kattığınızdan dolayı, gerçekte bu kimseyi dinlemiş sayılmamaktasınız. Kur’ân’ın, “Kulakları vardır, onlarla işitmezler[2] buyruğu, tam da bu durum için söylenmiştir. Siz, karşınızdaki kimsenin sözlerine kendi zihniyetinizden hiçbir şey katmadığınız zaman dinleyen kulaklara sahip olmuş olursunuz. Ben burada zihninizin bir tabula rasa gibi bomboş olmasını ve önceden hiçbir şey bilmemeniz gerektiğini kastetmiyorum. Sadece zihninizdekileri bir anlığına bir kenara koyabilecek, askıya alabilecek kudrette olmanız gerektiğini söylüyorum. Yoksa, hiçbir şey bilmeyen bir kimse, soru da soramaz, kulak da veremez. Hayır, kastettiğim bunlar değil. Sonuçta herkesin bir zihniyeti ve ön kabulleri vardır. Sizden istenen, bir süreliğine bu kabullerinizin olmadığını varsaymaktır. Eğer kendi kabullerinizi aşar ve bunlara bir an için sahip olmadığınızı varsayarsanız, karşınızdakinin sözlerini gerçekten dinlemiş olduğunuzu görürsünüz. Sadece böyle bir durumda sizin iyi bir dinleyici olduğunuz ve bir dinleyici kulağına sahip olduğunuz söylenebilir. Öte yandan, yalnızca sizin böyle olmanız yetmez; diyaloğun ikinci tarafının da bu şekilde olması gerekir. O da sizi dinlediği sırada, duyduklarına kendi zihnindekileri katarsa, sizi gerektiği gibi dinlemiş sayılmayacaktır. Yine onun da sizin söylediklerinizi anlayabilmesi için, zihnindekileri – kısa bir müddet de olsa – bir kenara koyması gerekmektedir. İster siyaset ve toplum ister felsefe ve bilim sahnesinde olsun – kurulabilecek her türlü diyalogda – bir diyaloğun tarafları zihinlerini kendi kabullerinden arındırdıkları, bunları askıya aldıkları ve birbirlerini gerçekten dinledikleri takdirde karşılıklı anlayış oluşmuş olacaktır. Karşılıklı anlayış oluştuğunda tüm ihtilaflar ve anlaşmazlıklar ortadan kalkar; anlayış düzeyleri yükselmeye başlar. Siz karşı tarafın sözlerini kendi zihninizdekilerle yorumladığınız müddetçe, kendi zihninizin ötesine geçemezsiniz. Bunu karşı tarafın da size yaptığını bir düşünün... Bu durumda her ikiniz de yerinizde saymış olursunuz. Ve bu geri dönüşümsüz bir diyalog halini alır. Konuyla ilgili olarak tam da bu noktada hatırlatmak istediğim bir âyet var: Kur’ân’ın en acı şekilde yerdiği insanlar da bunlardır: Hem dinlemeyenler hem de dinledikleri sırada karşısındakinin söylediklerine kendi zihnindekileri katanlar… “Onlar işitmekten kesin olarak uzak tutulmuş olanlardır.[3] Ayrıca “Sağırdırlar, dilsizdiler ve kördürler.[4] Bundan daha ilginç ve can alıcı olan bir başka ifade de – gerçi bunların hepsi Kur’ân’ın bir mucizesidir – Enfâl Sûresi’nin 23. âyetidir: “Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, muhakkak onlara işittirirdi.” Bunun aks-i nakîzi (ters döndürme) ise şudur: Eğer bir kimsenin dinleyen bir kulağı yoksa onda hayır da yok demektir. Onun ilâhî bir bereketi de yoktur.

Lârîcânî: En az söylediğiniz âyet kadar ilginç olan bir başka âyet de, “Eğer işitseydik ve akıl etseydik yakıp kavuran cehennem ehli olmazdık”[5] âyetidir.

Dînânî: Bu doğrultuda, Kur’ân’ın pek çok âyetinin dinlemek hakkında olduğunu görüyoruz. Oysa bizlerin hiçbir şeyi dinlemeye takat ve tahammülü yok. Ya dinlemiyoruz ya da dinlediğimizde ona kendi yorumlarımızı boca ediyoruz. Peygamberimiz de (s.a.a.), ilâhî kelâmın, (Kur’ân’ın) herkesi etkisi ve nüfuzu altına aldığını söylerdi. Buna rağmen insanlar onu ne kadar dinlediler? “Biz onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne kılıflar, kulaklarına da ağırlık koyduk.”[6] Bunlardan bazıları gerçekten de elleriyle fiziksel olarak kulaklarını kapatmaktaydı. Bunlar cahillerdi. Bir grup ise dinlemelerine rağmen, bunları kendi zihinlerindeki şeylerle yorumlamaya kalkıyorlardı. Bunların her ikisi de yanlıştadır. Tûsî ise bizlere şu tavsiyede bulunmakta: Mütefekkir olsun veya olmasın tüm insanlarla diyalog kurmak…

Lârîcânî: Ne güzel bir ölçü koymuş!

Dînânî: Evet, diyalog kurmak gerekir. Eğer bizler diyalog insanı, ehli olursak ilerlemiş olacağız. İnsanlığın ilerleyişi ve yücelişi, diyalogdadır. Diyaloğun olmadığı yerde düşüncenin ilerleyişi ve gelişimi de durmuştur. Düşüncenin durakladığı yerde de artık ne olur, orasını siz söyleyin; ben bir şey söylemek istemiyorum. Bu, benim Tûsî hakkında söylemek istediğim şeydi. Yani ben, kitabımın ismini bu münasebetle “Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî” koydum. Nitekim o hakikaten de böyleydi.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Bu, bizler tarafından uygulanabilir bir ölçü olmanın yanında, aynı zamanda günümüzün bir ihtiyacıdır da. Evet, o kadar haklısınız ki… İnsan bazen karşısındakini dinliyor gibi görünebilir, oysa gerçekte kendi sözlerini dinliyor.

Dînânî: Evet, öyle. Gerçekte kendi sözlerini karşısındakinin ağzından duymak istemekte…

Lârîcânî: Bu gerçeklikler irfânda da “baş kulağı” ve “sırr kulağı” şeklinde tabir ediliyor. Sizin de belirttiğiniz gibi, insan kendi zihnindekileri bir kenara bırakıp hak sözü işitmelidir. “Hakkın sözünü işitebilmek için hissiz, kulaksız ve fikirsiz olun.” Bu da sizin bir cümleniz idi. Konumuz çok güzel bir yere vardı gerçekten…

Benim diğer sorum ise şu: Evet, Nasîrüddîn Tûsî’nin bir diyalog filozofu olduğunu öğrenmiş olduk. Ancak en az bunun kadar önemli olan bir başka şey de kiminle diyalog kurulacağı değil midir üstad? Neyi sormalı ve neyi dinlemeli? Bunlar da o ilk sorumuzdan doğan diğer sorulardır. Öyle anlaşılıyor ki Tûsî, o dönemde diyalog kurmak için İbn Sînâ’nın El-İşârâtu ve’t-Tenbîhât’ını seçiyor, şerh ediyor ve bu kanal vasıtasıyla hem İbn Sînâ ile hem de El-İşârât’ın bir diğer şârihi olan Fahrüddîn Râzî ile diyalog kurmuş oluyor. Herhalde etrafında diyalog kuracak bir kimse bulamadığından, El-İşârât adlı eserini şerh etmeyi seçmiş olsa gerek. Ve o gerçekten de hem İbn Sînâ’ya hem de Fahrüddîn Râzî’ye karşı diyaloğun hakkını olabilecek en güzel şekilde eda etmiştir.

Aklıma takılan bir diğer soru ise, bu büyük düşünürün kelimenin tam anlamıyla ve gerçekten büyük bir filozof olmanın yanında – ki gerçekten çok faal bir zihni vardı – niçin kendisinden (kendisine dair) yeni bir şey ortaya koymayıp, (bunun yerine) İbn Sînâ’nın El-İşârât’ını şerh etmeye yöneldiğidir.

Bizim, onun Râzî’ye verdiği cevaplara bakarak, diyaloğun birçok kıstasını keşfetmemiz mümkündür. Onun edebi, istidlâl gücü, asla konunun dışına çıkmama ciddiyeti ve azmi, irtibat kurma biçimi vd. insanda adeta Fahrüddîn Râzî’nin karşısına oturmuş da onunla sohbet ettiği intibaını uyandırıyor. Bunların tamamı, onun geliştirmiş olduğu diyalog kültürünün inceliklerindendir. Siz de kitabınızda bu inceliklere dair bir farkındalık yarattınız gerçekten.

O halde bizler günümüzde bu ölçütleri nasıl keşfedebilir ve bunlardan nasıl faydalanabiliriz üstad?

Dînânî: Her zaman vurguladığım gibi, Tûsî’yi örnek almamız gerekir. Çünkü o tüm zamanlar için güzel bir örnektir. Kendisinin bu ilkelerinden, yöntemlerinden niçin faydalanmadığımızı anlamış değilim. Tabii ki Tûsî, bu alanda üzerine düşenleri yerine getirmiştir. Bunu kitabımda da yazmıştım: Eğer Tûsî olmasaydı, Sadrulmüteellihîn’ler ve Mîr Dâmâd’lar da olmayacaktı. Bizim düşünce alanında açtığımız tüm çığırlar Nasîrüddîn Tûsî’nin güzelliklerindendir.

Tûsî, Eş‘arî düşüncelerin etkisiyle yıkıma uğrayan kelâm ilmini – hem Fahrüddîn Râzî’nin hem de Gazâlî’nin Eş‘arî düşüncelerini kastediyorum; günümüzde ne yazık ki bizim düşünürlerimiz arasında da bu düşüncenin izlerine rastlanabilmektedir  - yeniden ihyâ etmiştir. O, Eş‘arîliğin yarattığı tehlikeyi sezmiş ve bu nedenle diyalog yolunu tercih etmişti, üstelik bunu da çok güzel bir şekilde başarmıştır. Birazdan sizin sorunuza da cevap vereceğim. Tûsî, kendinden hiçbir yenilik ve icadı olmayan biri değildir. Onun da sunduğu yenilikler var elbette ki… Şerhu’l-İşârât’ın başlangıç kısmında İbn Sînâ’yı hiç eleştirmeyeceğine dair söz vermiş, sadece Râzî ile diyalog kurmayı amaçlamıştır. Râzî her ne kadar El-İşârât’a bir şerh yazmışsa da, bazı büyüklerin ifadesiyle bu gerçekte bir şerh değil, cerhtir. Râzî’nin, El-İşârât’ı şerh etmek gibi bir amacı yoktu. Tam aksine o, eserin başlangıcındaki besmelenin ’sından eserin tamamlandığı temmet kısmına kadar, her ne pahasına olursa olsun İbn Sînâ’yı kendi Eş‘arî fikirleri esasınca eleştirmeyi amaç edinmiş gibidir. Tûsî, onunla insaflı, adil bir şekilde diyalog kurmuş, söz ustalığı ve bilgeliği neyi gerektiriyorsa onu söylemiş, bundan fazlasına tenezzül etmemiştir.

İnşallah fırsat olursa, bu programımızda Tûsî’nin düşünce dünyasına kattığı yeniliklerden de söz etmek isterim. Sandığınızın aksine, onun getirmiş olduğu pek çok yenilik vardır.

İlk olarak kelâm ilmini Eş‘arîliğin yaratmış olduğu yıkımdan kurtarmıştır. Hatta ne yazık ki pek çok Şiî âlim, neredeyse büsbütün onun etkisi altında kalmak üzereydi! Onlar elbette ki Eş‘arî olmadılar; ancak mezkûr zihniyet gitgide nüfuzunu artırmaktaydı. İşte Tûsî böyle bir ortamda kelâm ilmini zirveye taşımış ve ona felsefî bir hüviyet kazandırmıştır. Tûsî’nin yaptığı, işte buydu. Fahrüddîn Râzî ise tam tersine felsefeyi çökertmeye ve kelâm ilmini Eş‘arî bir renge büründürmeye çalışmıştır. Râzî de felsefe okumuştu, hatta Gazâlî de bir dönem felsefe üzerinde yoğunlaşmıştı. Ancak onlar bu okumalarını, çalışmalarını felsefeyi Eş‘arî bir kelâma döndürmek için yapmışlardı. Yani bu ikisi, felsefe ve düşünce dünyasında bir tür çöküş meydana getirmek için var güçleriyle çabaladılar. Tûsî bu zayıf noktayı doğru bir şekilde sezinlemişti. Yani Gazâlî’nin Mekâsıdu’l-Felâsife’de ve Fahrüddîn Râzî’nin de El-Mebahisu’l-Maşrıkıyye’de yaptığı şey, felsefeyi Eş‘arî fikirlerle bulandırmak ve kirletmekti; nitekim kirlettiler de! Tûsî bu tehlikenin farkına vararak özgür felsefî düşünceyi bu kayıtlar ve zincirlerden kurtarmış ve gerçek anlamda bir diyalog kurmuştur. Dolayısıyla onun, diyalog yöntemini seçmesi oldukça manidardı.

Lârîcânî: Tûsî, Eş‘arî düşünceyi benimsemiş olan Râzî ile gerçekleştirdiği bu diyalogda hem diyalog hem de eleştiri (kritik) ahlâkına oldukça güzel bir şekilde riayet etmiştir. Gerçekte o bununla cedelî kelâmı burhânî bir felsefeye dönüştürmeyi istiyordu.

Dînânî: Evet, durum tam da söylediğiniz gibidir. Bakınız, cedelî bir kelâmdan hiçbir şey elde edilemez.

Lârîcânî: Bu tutum sadece tahrip eder ve meseleleri daha da çıkmaza sürükler.

Dînânî: Evet, kesinlikle. Cedel tahrip etmeye yöneliktir ve aynı zamanda da kocaman bir zaman kaybıdır. Çünkü cedelden bir netice elde edebilmek olanaksızdır. Tûsî bu tutumun hem İslâm hem de düşünce dünyası için ne gibi tehlikeler doğuracağının farkındaydı. O, düşünceyi kurtarıp özgürleştirmek ve burhanî kılmak istiyordu. İnsaflıca söylemek gerekirse, bunu başarmıştır da… El-İşârât’a şerh yazması ve Râzî ile diyalog kurması hep bu amaç doğrultusundaydı. Eğer bir gün fırsat bulabilirsek, bu diyaloğun göze çarpan hassas noktalarının nereler olduğuna değinmek isterim.

Yine sizin, onun kimlerle diyalog kurduğu şeklindeki sorunuza gelince; o kendi zamanının tüm düşünürleriyle bir araya gelmiş veya yazışmıştır. Hatta biraz önce de söylediğim gibi, eğer bu mektupları bir araya getirecek olsak, bunlardan ciltlerce kitap çıkacaktır. Meselâ Şam’daki İranlı hakîm Şemsüddîn Hüsrevşâhî ile öyle bir diyaloğu vardır ki, hayli okunası ve dinlenesidir. Birbirlerine sorular sormuşlar ve bunları yanıtlamışlardır. Keza Sadrüddîn Konevî ile de – ki o da İbn Arabî’nin halefi olan büyük bir âriftir – diyalog kurmuş ve ona sorular sormuştur. Tûsî hakkında yazmış olduğum kitapta bunların hepsine yer verdim. Her ikisinin de soru ve cevapları öylesine derindir ki… Eğer bu soru ve cevapları tek tek yorumlayacak olsak, her biri başlı başına bir kitap edecektir. Yine o, Şehristânî ile Musâra‘atu’l-Felâsife adlı eseri üzerine bir diyalog kurmuştur. Şehristânî, Eş‘arî yolu takip eden bir mütekellimdi.  Filozoflarla savaşmayı ve  -kendi ifadesiyle- İbn Sînâ’nın burnunu sürtmeyi amaçlamıştı. Bu minvalde İbn Sînâ’nın ifadelerine birbiriyle o kadar alâkasız açıklamalar yapmıştır ki… Nihayetinde Tûsî de, bu açıklamalara cevaben Musâra‘atu’l-Musâra‘a adlı bir kitap kaleme almıştır. Onun buradaki üslûbu, Râzî karşısında takındığı üslûptan biraz farklıdır. Yani adeta “Eğer sen savaşmak istiyorsan, gel savaşalım” demiştir. Burada Tûsî, onun “güreşmesiyle” [Musâra‘a’nın kelime anlamı] mücadele etmiş ve ona, eğer güreşmek istiyorsa, bunun ne demek ve nasıl olduğunu göstermek istemiştir. Şehristânî bu eserinde yedi probleme işaret etmiştir. Felsefenin en önemli problemi olarak gördüğü bir konuda Tûsî ona çok güzel haddini bildirmiştir ki… Bunların okunması ve üzerlerinde düşünülmesi gerekir.

Eğer müsaadeniz olursa, programın geri kalan kısmında Tûsî’nin diğer özelliklerine değinmek istiyorum: Tûsî, nitelikli ve çok yönlü bir kimsedir. Felsefesi, irfânı… O, irfânda dahi nazar sahibi bir kimsedir. Bu alanda çok ince bir kitap yazmıştır; ancak bana kalırsa bu eser en az İbn Arabî’nin El-Fütûhâtu’l-Mekkiyye’si kadar değerlidir. Onun Evsâfu’l-Eşrâf adlı bu veciz kitabının, bu alanda yazılmış diğer pek çok kitaptan daha etkili olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Eserin isminde geçen “eşrâf” sözcüğüyle, dünyevî anlamıyla ve dünyadaki “eşrâf” kastedilmiyor.

Lârîcânî: Allah’ın velileri…

Dînânî: Allah’ın adamları kastedilmekte… Tûsî bu eserinde birkaç şeyi birden yapmıştır: Hem irfân kavramını olabilecek en güzel şekilde açıklamış hem de ahlâk ilmine dair o kadar farklı bir tasvir sunmuştur ki, bu yolla bizleri Aristoteles’in etiğinden kurtarmayı amaçlamıştır. Tûsî’nin yaptıkları kesinlikle hafife alınacak şeyler değildir. Bilakis, yaptığı faaliyetlerin her biri, üzerinde saatlerce konuşulacak ehemmiyettedir.

İzniniz olursa, onun içinde bulunduğu mazlumiyete de işaret etmek istiyorum: Tûsî, tarihin en kötü dönemlerinden birinde yaşadı. Bu hangi dönemdi? Moğolların saldırılarından sonrasıydı. Bu saldırılarda yalnızca insanlar değil, tüm canlılar can verdi. Nîşâbûr’un kedileri ve fareleri bile öldürüldü. O dönemin âlimleri bu katliamları “semavî bir fitne” olarak adlandırıyorlardı. Onlara göre bu fitne yalnızca dünyevî değil, aynı zamanda semâvî idi. Çünkü Şamanist Cengiz Han elinde bir asâ ile meydana çıkmış ve kendi iddiasınca yanında bir de semâvî bir kitap getirmişti. O, Nîşâbûr gibi pek çok büyük şehri yakıp yıkmış, âlimlerin büyük bir kısmını öldürmüştü. İşte böyle bir ortamda Tûsî yıllarca Horâsân’ın Kûhistan bölgesindeki kalelere sığınarak yaşamını sürdürmüş, daha sonra buradan ayrılarak Alamut kalesine yerleşmek zorunda kalmıştır. Bilenler bilir, burası son derece sarp ve çetin bir coğrafyadır. O, burada Moğol saldırılarına karşı yıllarca direnmiştir. İsmâilî hükümdar Alâaddîn Muhammed de burada yaşamaktaydı. Tûsî de buraya sığınmıştı. Onun bundan başka bir çaresi de yoktu. Bu süre zarfında içinde bulunduğu imkânları en iyi şekilde değerlendirmiş ve birçok kitap telif etmiştir. O daha sonra bulunduğu konumu [benimsediği siyasî tutumu] değiştirmiştir. Bakınız, gerektiğinde içinde bulunduğunuz konumu değiştirebilmeniz siyasî açıdan oldukça önemlidir. Biz Tûsî’den siyaseti de öğrenmeliyiz. Tûsî’nin muasırı olan Hülâgü Han, Cengiz Han’ın torunu idi. O da tıpkı dedesi gibi, zalim, kan dökücü ve aynı zamanda okuma yazması olmayan, cahil ve kültürsüz biriydi. Öldürmekten başka bir bildiği yoktu. Tûsî, sahip olduğu o ilmî makam, öngörü ile kaledeki sığınağından ayrılıp, Hülâgü Han ile dahi diyalog kurma kararı alıyor. Hülâgü’den vakıf işlerinin idareciliğini talep ediyor ve bundan ayrı olarak bazı işlerinde kendisine danışmasını istiyor. Hülâgü bunu niçin istediğini sorduğunda Tûsî de bir rasathane kurmak istediğini söylüyor. Bir anlamda o, Tûsî’ye rasathanenin ne işe yaradığını soruyor. Velhasıl, Hülâgü bunları anlayabilecek biri değildi ki… Tûsî şimdi böyle bir câhile ne anlatsın? Ona rasathanenin ne olduğunu açıklamaya çalışıyor. Bunun, gök cisimlerini gözlemlemeye yaradığını ve bu sayede geleceği - hatta fetihleri ve mağlubiyetleri – öngörmenin amaçlandığını izah etmeye çalışıyor. Bu durum da Hülâgü’nün işine geliyor.

Lârîcânî: Hülâgü de kehanetlere inanan bir kimseydi.

Dînânî: Tûsî onunla, onun dünyasından ve dilinden konuşuyor. Anlayabileceği şekilde… İşte bu da onun diyaloglarından biridir. Sonuçta Hülâgü, rasathanenin kurulmasına onay veriyor ve Tûsî’den bu kez de kendisinin başarılı ve muzaffer bir hükümdar olup olmayacağını önceden bildirmesini istiyor. Zavallı Tûsî, bunlara ne cevap versin? Diyalogun filozofu olmak işte böyle bir şeydir. O, anlayış düzeyi Hülâgü’nünki kadar olan kimselerle arasında ne de güzel bir iletişim dili meydana getiriyor! Daha sonra Hülâgü ona, bu öngörülerin ne gibi bir tesirinin olacağını soruyor. Tûsî ise ona şu cevabı veriyor: “Meselâ, sizin birine yüksek bir yere çıkıp oradan büyük bir toprak kabı aşağı atmasını ve bunu kimseye söylememesini emrettiğinizi varsayalım. Bu hâdise vuku bulduğunda çok büyük bir gürültü çıkacak ve haberi olmayanları korkutacak ve bazıları da bayılacaklardır. Ancak bu olaydan etkilenmeyen, kabı atan şahıs ile siz olacaksınız. Çünkü siz ve o, meselenin iç yüzünü bilmektesiniz. İşte astronominin faydası budur. Ondan anlayanlar meydana gelen olayları açıklayabilecek imkâna sahip olurken, anlamayanlar olaylardan korkacak ve bunun sonucunda yanlış kararlar alabileceklerdir.” Neticede Hülâgü duruma rıza gösteriyor. Tûsî, birtakım imkânları kendisine sunması (rasathanenin ve bir kütüphanenin kurulması vd.) için Hülâgü’yü bu şekilde ikna ediyor.

Tûsî’nin bundan sonra yaptığı neydi? Şiî düşüncenin yayılmasını sağlamak… Birçok İlhanlı hükümdarı bu sayede Şiî olmuşlardır. Buraları istilâ etmeye gelen birçok Moğol daha sonra Şiîliği seçmiştir. Tûsî olmasaydı, bunlar Şiî olamazdı. Bunların hepsi, akıllı ve ferasetli bir kimsenin tedbirleridir. Hülâgü tüm o cehaletine rağmen bir şeyi çok iyi bilmekteydi: Tûsî’nin ferasetini… O, “bilmediğini bildiği için” Tûsî’nin düşüncelerinden faydalanabilmiştir. Onunla istişare etmiş ve bu meşveretlerin sonunda, kendisinin de (Hülâgü) pek çok zaferde nasibi olmuştur. Yine Tûsî, bu zaferleri İslâm’ın ve Şia’nın lehine sevk ettirmiş [onların kazançlı çıkacağı bir sonuca ulaştırmış]… Dolayısıyla bu programda Tûsî’nin siyasî rolünü hatırlatmadan geçmek olmazdı. Çünkü kaleme almış olduğum Diyaloğun Filozofu adlı kitabımda onun daha çok felsefî yönünü gün yüzüne kavuşturmuştum. Fakat bana kalırsa siyasî ve tarihî analizlere hakkıyla vâkıf olan kimselerin Tûsî’nin siyasî konumunu tahlil etmeleri ve onun aynı zamanda siyasette de ne kadar büyük bir şahsiyet olduğunu – ve ne denli yüce fikirlere sahip olduğunu – ortaya koymaları gerekir.

Onun bilimsel alanlara da pek çok katkısı olmuştur: Matematik ve astronomi gibi alanlardaki hizmetleri için de kitaplar kaleme alınmalıdır; ancak ne yazık ki şimdiye kadar onun bu hizmetleriyle ilgili bir kitap yazılmamıştır. Elbette ki bunları muhtasar bir şekilde konu edinen kitaplar mevcuttur; keza bizler de zamanında bunlarla ilgili bir şeyler yazdık. Uzmanlık alanı felsefe olan biri olarak, ben de onun felsefî ve kelâmî yönüyle ilgili kitaplar yazdım. Ancak bunun yanında onun matematik ve astronomideki hizmetlerine de değindim. Bana göre bu büyük şahsiyetin her yönü incelenmeye değerdir. Kendisinden geriye kalan Tecrîdu’l-İ‘tikâd’a, kaleme alındıktan asırlar sonrasında bile hâlâ şerhler yazılmaya devam edilmektedir.

Lârîcânî: Üstad, Nasîrüddîn Tûsî’nin izlediği yöntemlerden – örneğin diyalog – çıkarılması gereken sonuçlara da değinmemizi istiyorum: Onun gibi akılcı ve mantıklı – neticede bunun birtakım kuralları vardır ve herkes bir filozofun diliyle konuşamaz – bir kimse Hülâgü Han gibi her seviyeden kimselerle diyalog kurup, bunun parlak neticelerine ulaşabiliyor. Örneğin felsefe tarihinde şöyle bir gerçekliğe de şahidiz: Fârâbî, Platon’a uyarak siyasî hikmetin izini sürmüş ve Es-Siyâsetu’l-Medeniyye ve Tahsîlu’s-Sa‘âde gibi kitapları kaleme almıştır. Aslında bu siyasî kültürün zeminini bu büyük düşünürlerimiz meydana getirmişlerdir. Acaba tüm bu gerçeklikler, bizlere bir filozofun siyasî bir misyonunun da olması gerektiği yönünde bir mesaj vermiyor mu? Bizler bunlara niçin diğer filozoflarımızın hayatında rastlayamıyoruz? Örneğin yine Fârâbî, içindeki yalnızlığı ve boşluğu doldurabilmek adına Kıssatu’l-Gurbeti’l-Garbiyye’yi kaleme alıyor ya da İbn Bâcce Tedbîru’l-Mütevahhid’i yazıyor. Burada bilhassa Fârâbî, tüm kalıpları aşıyor. Onun ezberleri bozan bu tutumu yalnızca felsefe için geçerli olmayıp, siyasal ve sosyal konularda da kendini göstermektedir. Sahi, bizler günlük yaşantımızda bu kayıp halkayı bulabilmek için neler yapmalıyız? Yine Tûsî’ye dönecek olursak, onun bu yönlerini nasıl ortaya çıkarmalıyız?

Dînânî: Çok güzel bir soru sordunuz. Müsaadeniz olursa, Platon’un bir sözünü aktarmak istiyorum; zira bu çok önemli bir söz ve ben bunun tek örneğini Tûsî’de görüyorum. Kim bilir, belki de sorunuzun cevabı bu sözdedir: “Bu dünyada hiç kimse bilinçli bir şekilde ve bile isteye kötü bir şey yapmaz.” Bu söz belki bazıları için kafa karıştırıcı olabilir. Çünkü tam da bu noktada birileri, insanın bazı kötülükleri bilerek yaptığını iddia edebilecektir; örneğin, bizler Şimr’in ve Yezîd’in (aleyhime’l-la‘ne) bilerek kötülük yaptığını biliyoruz. Bunun cevabı şudur: Evet, bu kimseler yaptıkları şeyin kötü olduğunu biliyorlardı. Ancak bununla birlikte kendi eylemlerini süslü görüyor ve bunlara kılıf uyduruyorlardı. Öldürmenin haddizatında kötü bir fiil olduğunu bilmekle birlikte, bunun sonucunda birtakım faydaların, menfaatlerin olduğuna da inanıyorlardı. İyi gördükleri şey, o faydanın kendisi idi. Platon’un sunduğu bu genel kuralın bozulmaması adına şunu söylemek mümkündür: Bu kimseler, yaptıkları şeylerin, yani kötülüklerin iyi olduğunu zannetmekteydiler. Niçin iyi gördükleri hususu ise, onların cehaletlerine dönmektedir. Dolayısıyla, dünyada vuku bulan tüm kötülüklerin bilinçle değil, cehaletle yapıldığını söylemek durumundayız. Tarihteki tüm kötülükler, cehaletin bir sonucudur. Platon’un sözünün açıklaması işte budur. Bunun aks-i nakîzi (ters döndürmesi) şu olacaktır: Evrende insan eliyle yapılan tüm kötülüklerin kaynağı cehalettir. Bu minvalde şu sonuca ulaşmamız gerekir: Eğer akıl hâkim olursa ve insan kendisinden cehaleti uzaklaştırıp hakkı ölçü kabul ederse, asla kötülük yapmaz ve evrende de şer meydana gelmez. Savaşlar, anlaşmazlıklar ve haksızlıklar vuku bulmaz. Ancak ne yazık ki, insanlar aklın nuranî kandilinin değerini bilmemektedirler. İşte, filozofun misyonu burada başlamaktadır. Elbette ki, bu söylediklerim, kendilerine akılcılığı şiar edinmiş filozoflar için geçerlidir. Yoksa bu iddiada bulunup da büyük hatalara gark olan filozoflar da vardır. Bu kimseler nefislerine ve benliklerine yenilmekte; birtakım önyargılarının ve yanlış kabullerinin kurbanı olmaktadırlar. Kendilerini, dar ve sınırlı zihinlerine hapsedip, bunun içinde debelenmekte ve ömürlerinin sonuna dek burada öylece kalakalmaktadırlar. Oysa aklın sınırları yoktur. Onun bir anlamda sınırlı olduğu doğrudur; fakat başka bir açıdan da o bu sınırları aşabilecek kapasitededir. Sonsuz değildir; fakat bu ilk sınırları aşabilir ve kendine yeni ufuklar belirleyebilir. Akıllı bir kimse, başkasına açıktır. Biz buna “infitah” diyoruz. Eğer İslâmî literatür ile söyleyecek olursak: “İnşirah”… Göğsün açılması, yarılması… Bu aynı zamanda Kur’ânî bir ifadedir. Yine bununla ilgili bir dua da vardır: “Allah’ım göğsümü aç, kolaylaştır, zorlaştırma. Dilimdeki bağları çöz ve böylece sözlerimi anlasınlar.” Eğer karşımızdakinin sözlerini dinleyecek açıklığa ve genişliğe sahip olursak – bu bağlamda konumuzun başında değindiğim şeye geri dönmüş oluyoruz – ve bize karşı olanların sözlerini dahi dinleyen kulaklara sahip olmuşsak, o vakit bizim göğsümüz açılmış (şerh-i sadr) demektir. Bunun sonucu olarak da sözlerimiz bilinçten doğup, anlaşılır olacak (yefkahû kavlî), kapalı olan yollar bizlere açılacak ve işlerimiz de kolaylaşacaktır (yessir li emrî). Bunların hepsi, dinlemenin bereketleridir. Ve hiç kuşkunuz olmasın ki, dinlemek de aklın bir mahsulüdür.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Çok güzel bir netice çıkardınız gerçekten. “Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, artık o, Rabbinden bir nur üzeredir.[7]

Sevgili seyircilerimiz, şu hususu kesinlikle gözden kaçırmasınlar: Bugün değindiğimiz konular, Nasîrüddîn Tûsî’nin düşünce okyanusuna sadece bir giriş mesabesindeydi. Ne mutlu ki, bu yolculukta Dr. Gulamhüseyin İbrâhîmî Dînânî gibi bir marifet ve hikmet dalgıcı da bizlere eşlik etmekte. Kendisinin bizlere sunduğu bu yepyeni armağanları inşallah ilerleyen programlarımızda da siz kıymetli izleyicilerimize takdim etmeyi sürdürmeyi umuyoruz.

Programımız burada sona eriyor. Rabbimiz bizlere bu büyük şahsiyetin üzerindeki mazlumiyet perdesini bir kenara çekmek ve onu günümüze taşımak tevfikini bağışlasın. Çok teşekkür ediyoruz üstad.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, sevgili üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a ısmarlıyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=VgyqyzT1Ikk&list=PLnkv67jnIKP3d9ky6YFcCX76MF1z8M9r0&index=1

 

 

 



[1] [Tûsî’nin ismi, Ay’ın güney yarım küresindeki dev bir krater üzerine yazılmıştır (41° Güney enlemi - 12° Doğu boylamı)]. – ç.n -

[2] A‘râf Sûresi, 179. âyet

[3] Şuârâ Sûresi, 212. âyet

[4] Bakara Sûresi, 18. âyet

[5] Mülk Sûresi, 10. âyet

[6] En‘âm Sûresi, 25. âyet

[7] Zümer Sûresi, 22. âyet