İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (3): Tûsî’nin Düşüncesinde Felsefî Diyaloğun Bileşenleri

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (3): Tûsî’nin Düşüncesinde Felsefî Diyaloğun Bileşenleri
Elest bezmi, ezel bezmidir. Ezel ne demek? Ezelden önce ne vardır? Ezel bir tarih değildir. Ezelden önce hiçbir şey yoktur. Allah’ın sözünü ilk işiten kimdi? İnsân-ı kâmil, yani Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.)… Bunun da ötesinde, Masum İmamlarımız dahi öyledir. Onlardan ulaşan bir hadiste: “Biz Allah’ın tam kelimeleriyiz” buyrulmuştur.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Kıymetli izleyicilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını her zaman içtenlikle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bir önceki programımızdan da hatırladığınız gibi, üstadımızla Nasîrüddîn Tûsî’nin düşüncelerini konuşuyorduk. Üstadımızın kaleme almış olduğu Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî’yi merkeze alarak başlattığımız programımıza devam etmekteyiz.

Önceki programımızda konuya giriş niteliğinde birtakım bilgiler vermiştik, bugün ise Tûsî’nin diyaloğundaki kurallara değinmek istiyoruz.

Genel itibariyle bir diyalogda diyaloğun taraflarından biri konuşmacı, diğeri ise dinleyicidir. Bir de üçüncü bir unsur olarak “konuşulan konu” vardır. Örneğin Tûsî, El-İşârât’a bir şerh yazan Fahrüddîn Râzî’yi diyaloğun bir tarafı olarak belirliyor ve kendisini de cevap verme makamında görüyor. Burada diyaloğun bir tarafı “Tûsî”, diğer tarafı “Râzî”, diyaloğun konusu ise “Râzî’nin El-İşârât’a yönelttiği tenkitler”dir. Tûsî’nin bu diyaloğunu okuyan kimseler, adeta Fahrüddîn Râzî’nin, Tûsî’nin karşısında kanlı canlı oturmuş olduğunu zanneder.

O halde sorum şu üstad: “Diyalog” dediğimiz şeyde, karşı karşıya olması gereken şey iki dil, iki farklı düşünce, iki vücûdî boyut/alan mı olmalıdır yoksa iki farklı tarihsel kesit mi? Eğer bu tanım doğruysa, bu durumda diyaloğun kapsamını oldukça genişletmemiz gerekecektir.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Çok bilgece bir soru sordunuz. Diyaloğun mahiyeti üç bileşenden oluşur. Biri konuşmacı, diğeri dinleyici ve sonuncusu ise konuşmacı ile dinleyici arasında ele alınan/konuşulan konudur. Yani gerçeklik… Konu ne olursa olsun, konuşmacı ile dinleyici arasındaki gerçeklik… Tam da bu noktada bilginin bir şeye yönelmek ve odaklanmak olduğu rahatlıkla söylenebilir. Söz her zaman bir şeyler hakkındadır [bir şeylerle ilgilidir]. Dinleyici, dinleme eylemini “bir şey hakkında” gerçekleştirir, konuşmacı “bir şey hakkında” konuşur. “Konu” dediğimiz şey işte bu “hakkında”lardır. Bu, gerçeklikten başka bir şey değildir. Bir dinleyici ve konuşmacı olmadıkça bu gerçeklik tezahür etmez. Yani konuşmacılık ve dinleyicilik, gerçeğin bu ikisine, konuşmacı ve dinleyiciye görünür olduğu iki ufuk ve eşiktir. Diyalog olmadıkça gerçeklik ortaya çıkmaz. Gerçekliğin keşfi diyalogda vuku bulur. Bir önceki derste diyaloğun bazen karşı tarafla bazen de kendi kendimizle olabileceğini söylemiştim. Eğer bu tanımı kabul eder ve diyalogda sözünü ettiğim bu üç bileşeni dikkate alırsak, sizin de işaret ettiğiniz pek çok şey netleşmiş olacaktır. Diyalogda muhatabın zorunlu olarak karşımızda olması gerekmez. Diyalog düşüncenin bir özelliği ve ürünüdür. Söz (söz olması bakımından söz) düşüncenin beyanıdır. Eğer bir sözde düşünce ve düşünsel bir içerik yoksa o söz, söz değildir. Düşünceden ari bir söz, sadece sesten ibarettir; hatta gevezeliktir. Söz, bir içeriği olduğu ve bir düşünceyi beyan ettiği zaman sözdür. Aksi takdirde bir hayvanın çıkardığı sesten farkı olmaz. Hatta hayvanın sesi bile, sonuçta bir şeyleri bildirmek ve duyurmak içindir. İnsanın, düşünceden yoksun sözleri bundan bile daha değersizdir.

Eğer söz, anlamı açıklayan/ortaya çıkaran şey – ki söz ve anlam arasındaki ilişki de oldukça geniş bir konudur ve söz her zaman bir anlama delâlet eder; ancak biz burada bu konuya girmeyeceğiz – ve dinleyici de sözün kendisine ulaştığı kanaldan bir anlam devşirmeyi veya bir anlama ulaşmayı hedefleyen kimse ise bu durumda zaman ve mekân ortadan kalkar. Çünkü düşünce, zaman ve mekânın kayıtlarından bağımsızdır. Düşüncenin, tarihin etrafında şekillenip ortaya çıktığı doğrudur. Burada “var olduğu” yerine “ortaya çıktığı” ifadesini kullandım. Çünkü bu iki ifade arasında bir fark vardır. Düşünce olması bakımından düşünce ne zamanın ne de mekânın kayıtlarındadır/sınırlarındadır. Aksine hem zamanı hem de mekânı aşmaktadır.

Diyalog, dinleyici ile konuşmacının iki düşüncesinin birbiriyle kurduğu ilişkisidir. Bazı kadim düşünürlerimiz bunu olabilecek en güzel kelimeyle beyan etmişlerdir. Ne yazık ki bu ifade günümüzde bir nebze unutulmuş gibidir: Sözünü ettiğim, Arapçadaki “ifti‘âl” bâbından türetilmiş olan “ihtilât” sözcüğüdür. Yani karışmak, iç içe geçmek… Zira taraflardan biri konuşuyor, diğeri dinliyor. Günümüzde bu sözcük, kullanımını yitirmiştir. Onların bu sözcüğü tercih etmeleri, bir diyalogda neyin meydana geldiğini çok iyi anladıklarını göstermektedir. Çünkü diyalogun tarafları, düşüncelerini birbirine düğümlemektedir. Konuşmak, düşüncelerin birbiriyle düğümlenmesi demektir. Bu bazen iki tarafın düşüncelerinin birbiriyle düğümlenmesi olabileceği gibi, kişinin düşüncesinin yine kendi düşüncesiyle düğümlenmesi de olabilir.

Düşünce zaman ve mekânı aşan bir olgu olduğundan, muhatapların karşılıklı olarak bir araya gelmelerine lüzum yoktur. Burada tarihi dahi aşmış oluyoruz. Örneğin şu an ben Firdevsî ile bir diyalog kurabilirim. Keza Sokrates ile de… Nitekim kendisi de diyalogcu bir kimse idi zaten. Günümüzde bu imkânlar artık oldukça geniştir. Dünyanın en uzak noktalarındaki kimselerle iletişime geçerek diyalog kurmanız mümkündür. Dolayısıyla zamansal ve mekânsal uzaklık diyaloğun mahiyetine herhangi bir şekilde etki edemez. Çünkü diyalog zaman ve mekân ötesi bir olgudur. Bu durumda bizler geçmişteki âlim ve hakîmlerle rahatlıkla diyalog kurabiliriz. Onlar bugün yanımızda olamasalar da, eserleri aramızdadır ve onlarla kendi eserleri vasıtasıyla diyalog kurarız. Kitapla diyalog kurmak, onun konuşmacı konumunda varsayıldığı/bulunduğu anlamına gelir. “Bizim muhatapla karşı karşıya gelerek mi diyalog kurmamız gerekir yoksa aynı faaliyet bir kitapla da yürütülebilir mi” sorusu üzerine pek çok görüş öne sürülmüştür ki, bunlara değinmemize gerek yok. Çünkü günümüzde diyalog konusu ele alındığı zaman, çoğu kez müellifin vefatı da göz önünde bulundurulur. Böyle bir durumda diyaloğun ne şekilde yürütüleceğine dair birtakım yöntemler sunulmuştur. Ben Sa‘dî’nin Bostân ve Gülistân’ını okuduğumda, onun kitabıyla diyalog kursam da, gerçekte Sa‘dî ile konuşmuş oluyorum. Biraz önce de belirttiğim gibi, bazıları “yazarın ölümü” konusunu gündeme getirmiş ve diyalog kurulanın yazar değil, yazarın metni olduğunu öne sürmüştür. Onlara göre metin, sonuçta yazarın bir ürünüdür ve yazar tarafından söylenmiştir.

Her halükârda burada sorduğunuz soruya cevap vermek adına sözün mahiyetine değinmek istedim. Diyaloğun şartı karşı karşıya oturup konuşmak değildir. Yine o, zamansal ve mekânsal da değildir. Tüm bunlar diyaloğun mahiyeti ve iki düşüncenin birbiriyle olan ilişkisidir. Diyalogda, biraz önce belirttiğim “hakkında”lar, yani kendisi üzerine konuşulan ve “gerçeklik” olarak bilinen şeyler ortaya çıkmakta veya keşfedilmektedir.

Lârîcânî: Üstad, burada bir soru sormak istiyorum. Siz bu açıkladıklarınızla, gerçekte sözün alanının epey geniş olduğunu belirtmiş oldunuz. Bu durumda ilk diyaloğun Elest-Bezmi’nde yani kâlû belâda insan ile Allah arasında gerçekleştiğini de söyleyebiliriz. Yani eğer diyaloğun bir tarihçesini sunmak istesek, herhalde bundan daha öncesine gidemeyiz, öyle değil mi?

Dînânî: Yine çok güzel bir soru sordunuz. Tabii ki de öyle… Meseleyi çok ince bir yerinden yakaladınız.

Lârîcânî: Hatta bir anlamda vücûdun (varlık) dahi diyalog ile başladığı söylenebilir.

Dînânî: Çok güzel bir soru sordunuz gerçekten… İlk diyaloğu Allah kurmuştur ve bu diyaloğun ilk konuşmacısı yine O’dur. Eğer varlıkta, ilk konuşmacının kim olduğunu bilmek istersek buna hangi cevabı veririz? Allah. O’ndan önce kim konuşabilirdi ki? Hiç kimse. Peki, ilk dinleyici kimdir?

Lârîcânî: İnsandır.

Dînânî: Evet, hiç tereddütsüz bu cevabı verebilirsiniz. Cevap, insandır. Peki, ilk dinleyici olmaya öncülük eden melekler mi olmuştur, insan mı? Madem siz böyle bir soru sordunuz, ben de konuya böyle bir soruyla giriş yapmayı uygun buluyorum.

Lârîcânî: İnsan idi.

Dînânî: İlk dinleyici, insandı. Tabii ki oydu… İlk sözü Cebrâîl mi işitmişti, yoksa Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) mi?

Lârîcânî: Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.).

Dînânî: Evet. Allah’ın ilk sözü, [meleğin değil] insanın kulağına ulaşmıştır. Elest bezmi, ezel bezmidir. Ezel ne demek? Ezelden önce ne vardır? Ezel bir tarih değildir. Ezelden önce hiçbir şey yoktur. Allah’ın sözünü ilk işiten kimdi? İnsân-ı kâmil, yani Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.)… Hz. Mûsâ (a.s.) da Kelîm’dir ve o da Allah’ın sözünü işitmiştir. Yine Hz. İsa (a.s.)… Esas itibariyle o bir kelimedir. Hz. Mesîh (a.s.), Allah’ın kelimesidir. Tüm peygamberler Allah’ın kelimeleriydiler. Her şeyden önce söz/kelime vardı… Bunun da ötesinde, Masum İmamlarımız dahi öyledir. Onlardan ulaşan bir hadiste: “Biz Allah’ın tam kelimeleriyiz”[1] buyrulmuştur.

Evet, varlık fecrinin başlangıcı ve varlığın tuluu (doğuşu) ne ile başlar? Söz ile. Önce kelime ve Allah’ın kelimesi vardı. Sözün makamı çok yücedir.

Burada bir hususu hatırlatmak istiyorum: Her peygamberin bir mucizesi vardı: Hz. Mûsâ’nın asâsı ejderhaya dönüşmüştü, Hz. İsâ ölüleri diriltiyor ve hastalara şifa veriyordu. Peki, Hz. Hatmî Mertebet’in mucizesi neydi? Kur’ân-ı Kerîm… Kelime… Bundan daha büyük bir mucize olabilir mi? Ölüleri diriltmek, belli bir zamana özgüydü, geldi ve geçti. Bunu bir velinin de yapması mümkündür. Zaman ve mekânın bir kesitinde asâ ejderhaya dönüştü ve bitti. Ya Hz. Hatmî Mertebet’in kelâmı/mucizesi? Ebedî kelâm… Bunun bir zaman ve mekânı var mıdır? Hayır, o, zaman ve mekânın ötesindedir.

Velhâsıl, sözün sahası hayli geniştir. Benim bu isimde bir kitabım da var: “Felsefe ve Sözün Sahası”… Felsefe bir söz olduğu için onun bir sahası da vardır. Her şey sözden gelmektedir.

Sorunuza tekrar dönecek olursak; evet, sözün sahasını genişlettiğimizde, ilk konuşmacı Allah, ilk dinleyici ise insan olmaktadır. İnsanın duyduğu ilk kelâm, ilâhî kelâmdır. Çünkü bunu Allah’tan işitmiştir.

Lârîcânî: Yine Allah, aklı da kendisine muhatap kılmıştır.

Dînânî: Evet. Akıl insanda zuhur etmektedir. Akl-ı evvel, akl-ı küll ve sâdır-ı evvel nedir? Bazı rivayetler bunların Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) olduğunu bildirmektedir. Akl-ı küllün zuhur mahalli neresidir? İnsân-ı Kâmil’in sözü…

Dinleyici ile konuşmacı arasındaki sözün makamı işte budur. Dinleyicilik ve konuşmacılıkta, yani muhatap olma (tehâtüb) durumunda veya eskilerin deyimiyle ihtilâtta varlığın hakikati zuhur etmektedir. Eğer söz olmasaydı, varlık da zuhur etmezdi. İlk sözü Allah söylemiş, ilk sözü insan işitmiş ve insân-ı kâmilin yani Allah’ın velisinin işittiği bu söz, dünyadaki herkesin kulağına gitmiştir. “Allah, Âdem’e isimlerin hepsini öğretti.[2] Bu isimler de sözdür ve Allah ona birtakım isimleri/sözleri öğretmiştir. Söz her şey ise, diyalog da her şeydir [veya her şeyi kapsamaktadır]. Dolayısıyla diyaloğu ciddiye almamız gerekir. Tabiidir ki bu diyaloğun birçok şartı bulunacaktır. İlk olarak diyalogda, zaman ve mekânı aşmak konusunda son derece özgür olmalısınız. Geçmişle konuşabileceğiniz gibi, dünyanın en uzak noktasındakilerle de konuşabilirsiniz. İster bir muhatapla karşı karşıya ister yalnız kaldığınızda kendinizle… Konuşulmayacak ne vardır ki?! Esasında âlemin her şeyi bir diyalogdur [veya diyalog konusudur]. Varlıkların birbirleriyle etkileşimleri de bir diyalogdur. Her birinin kendi türünden başka bir varlıkla bir diyalog dili vardır. Cemâdât [cansız varlıklar] cemâdî, nebâtât [bitkiler] nebâtî ve hayvanlar da hayvanî bir dille diyalog kurarlar. Her hayvanın sahip olduğu sesin, bir başka hayvan için bir anlamı vardır. Bir güvercinin ötüşü başka bir güvercin için bir anlam taşır. Yani onlar ihtiyaçları ölçüsünde bu dili izhar etmektedirler. Bir köpeğin uluması, onu duyan başka bir köpek için anlamlıdır. Bunların ne anlam taşıdığını [korku, açlık vd.] bizler de bir yere kadar anlayabilir veya tahmin edebiliriz; ancak onlar birbirlerinin dilini bizim onları anlayabileceğimizden daha iyi anlarlar. Yani diyalogun sahası, yalnızca insanların ele alabileceği konular ve meselelerle sınırlı değildir; hayvanî, nebâtî ve cemâdî diyalogları bile buna dahil etmemiz gerekir. Ancak diyalogun en üst derecesi, insanın gerçekleştirdiği diyalogdur.

Lârîcânî: İnsan, kendi kendisiyle konuşmayı başaramadıkça bir başkasıyla konuşabilir mi?

Dînânî: Kesinlikle başaramaz. Bilakis söz, diyalogla başlar. Diyaloğu şekillendiren, sorudur. Burada daha önce büyük bir âlimin bir sözünü aktarmıştım: “Soru, sözün/kelâmın takvasıdır.” Her şey takva iledir ve her şeyin bir takvası vardır. Eğer düşünce muttaki olacaksa, bu takva ne ile olmalıdır? Soru sormakla. Elbette ki burada maksatlı, kötü niyetli, şartlanmışlıktan doğan ve içinde bin bir keşmekeş ve problem barındıran soruları değil, doğru ve gerçek soruları kastediyorum. Bu soru meraktan doğmalı ve anlama odaklı olmalıdır. Kısacası, anlamak istemeyi amaçlamalıdır. Bu, kelimenin tam anlamıyla bir istifhâm olmalı, yani anlama isteğini içine almalıdır.

Lârîcânî: Soru da düşünceden doğmalıdır, cevap da…

Dînânî: Evet. Her ikisinin de kökeni, kaynağı aynıdır. Cevap, sorunun doğduğu yerden gelir. Soru nereden gelir? Akıldan. Peki, cevap? O da akıldan gelir. Bu ikisinin mercii (döndüğü yer) aynı yerdir. Nihayetinde evren bu gidiş gelişlerle [soru-cevaplarla] anlamını bulur.

Lârîcânî: Zaman ve mekânın ortadan kalktığının delillerinden biri de bu olsa gerek.

Dînânî: Evet. Dolayısıyla bizler her konuda diyalog kurabiliriz. Ayrıca şunu da belirtmek isterim: Günümüzde diyalog oldukça fizikseldir. Geçmişte, kitle iletişim araçlarının olmadığı dönemlerde bu imkânlar yoktu. Şimdi görsel, işitsel veya yüz yüze olmak üzere envai çeşit irtibat söz konusudur. Esas itibariyle tüm dünya, artık bir iletişim ve ilişkiler dünyasıdır. Aslında her zaman böyleydi, sadece bizler zamanımızın ilerlemiş imkânları sayesinde, yenilerde bunu daha duyumsal ve fiziksel bir şekilde tecrübe etmeye başladık. Oysaki geçmişten şimdiye dek, gerçekte tüm varlık birbiriyle irtibat halindeydi. Çağımızda kitle iletişim ve medya araçları, durumu daha fark edilir bir noktaya taşımıştır.

Biraz önce saydığım tüm diyalog türlerinde, âlemdeki tüm varlıklar (cemâdî, nebâtî, hayvânî, insânî vd.) arasında bir tür diyalog olduğunu, hatta âlemin bir diyalog ve sözden ibaret olduğunu söylemiştim. İşte böylesine komplike bir ağda, insanın insanla ve Allah’ın insanla olan diyaloglarının ayrı bir derinliği ve katmanlılığı vardır. Her şey, aslında bu diyalogun içindedir. Eğer insan insanla konuşmasaydı ve Allah ile insan arasında bir diyalog olmasaydı ortaya ne çıkabilirdi ki? Bizlerin konuşma ve diyalog kurma âdâbını öğrenmemiz ve birbirimizle konuşmamız gerekir. Bizim birbirimizle ve dünyayla konuşmamız gerekir. Konuşmanın âdâbına uymalıyız. Sokrates ve Tûsî gibi şahsiyetler bizlere bu âdâbı öğretmektedir. Sokrates’ın tüm işi söz söylemek, diyalog kurmaktı. Sokrates hiçbir şey yazmamış, sadece diyalog kurmuş ve sözlerini aktarmıştır. Geride yazılı olarak hiçbir şey bırakmamıştır. Niçin hiç yazmadığı ise ayrı bir konu… Bunun birtakım sebepleri var. Belki ilerleyen programlarda buna değinme fırsatı bulabilirim. Hakikatler konuşmakla âşikâr olur ve âlem doğru bir şekilde zuhur eder.

Konuşmanın bir zahirî bir de bâtınî âdâbı vardır. Birinci şartı; insaf ve adalettir. İkincisi; mutaassıp olmamaktır. Üçüncüsü, herhangi bir menfaat beklememektir. Dördüncüsü; muhatabı aldatmamak ve yanıltmamaktır. Bunlar sözün âfetleridir. Eğer ben bir insanı aldatmak ve kandırmak için konuşuyorsam, bu söz bir âfettir. Bu, söz değil, bir şeytanlıktır. Zahirde söz gibi algılanabilir; ancak gerçekte Şeytan’ın dilinden konuşmanın ta kendisidir. Sözün âdabı; sadakat [doğru sözlülük, hakikati mihver edinmek vd.], temizlik, yersiz ve gereksiz ısrarlarda bulunmamak, ırksal, ulusal vd. aidiyetleri bir kenara bırakmak, kalp safâsına ve zihin sükûnetine sahip olmaktır. İşte hakikat, bu şartlarda âşikâr olur.

Lârîcânî: O halde âlemin temelinin söz/kelâm olduğu neticesine ulaşıyoruz. Yine sizin bu konuyla ilgili çok güzel bir sözünüz var: “Yaratılışın fecri, söz iledir.” Dinin fecri de vahiydir. Vahiy, ibadetler, dualar ve birbirimizle olan ilişkiler bir sözdür ve söze dayalıdır.

Sizin ifadenizle, insanın iç dünyasında bile, “sürekli konuşan” bir düşünce vardır ve bunun keşfedilmesi gerekir.

Bedenimde ve ruhumda bu gizlenen kimdir?

Her şeyi benim dilimden söylemektedir

Dinle! Bu sözün sahibi kim?

Sırları benim dilimden söyleyen kim?

Bu doğrultuda sormak istediğim önemli bir soru var: İçinde bulunduğumuz bu iletişim çağında sizin de belirttiğiniz gibi, birbirimizle daha çok konuşmamız gerekir. Bu iletişim araçlarının içinde tüm imkânlar sunulmuştur. Ancak buna rağmen insanlar birbirleriyle konuşmamaktalar… Bunun sebebi, kişinin kendi kendisiyle diyalog ve iletişim kurmadıkça başkasıyla da kuramayacak olması değil midir? Ayrıca, günümüz insanı fazlasıyla kendi dünyasına gömülmüş bir halde değil mi? Çünkü biz, aralarında belli bir zamansal mesafe olmasına rağmen Tûsî’yi, Râzî ile karşı karşıya oturmuş gibi hissedebiliyoruz. Buna mukabil birbirleriyle yan yana ve karşı karşıya oturan bizler gerçekte birbirimizden o kadar uzağız ki…

Dînânî: Hakikaten de öyle… Bu konuda sorulabilecek en güzel sorulardan birini sordunuz. Bu, insanın kendi kendine küsmesinin bir sonucudur. Peki, insan niçin kendisine küser? Gerçekte bu tür insanlar kendi akıllarına küsmüşlerdir. Yani çıkarcılık, eyyamcılık, şehvetlere gark olmak, ve konformizm gibi etkenler insanın kendi aklına ve akletme yetisine küsmesine sebep olur. Biraz önce de saydığım gibi, diyaloğun şartlarından biri sadakattir.

Sadakat ile ilgili olarak gerek bu programda gerek üniversitedeki derslerimde şu hususa çok vurgu yaptım: İnsan ilkin kendisine karşı sadık olmalıdır. Kendi kendisine sadık olmayan kimse, vallahi billahi başkasına da sadık olmaz. Bir kimsenin, kendisine sadık olmayıp başkalarına sadık olabilmesi mümkün değildir. Kim bunun aksini iddia ediyorsa yalan söylüyordur. Başkasına sadık olmanın ilk şartı, kişinin önce kendisine sadık olmasıdır. Bu diyaloğun ilk ve en önemli şartıdır. Kendi kendine sadık olmak ne demektir? Yani kendi aklınızla anlaşabilmenizdir. Söylediğiniz şeylerin şehvetten, menfaatten, aldatıcılıktan vd. kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmektir. Kişi konuştuğu şeyin, aldatmak vd. için değil hakikati keşfetmek için olduğunu anladığında, o vakit kendisine karşı sadık olmuş olur. Yani insan söylediği sözü, hakikati keşfetmek için söylediğini bilmelidir. Diyaloğun diğer tarafı da bu kuralı prensip edindiği takdirde, ortaya gerçek bir konuşma ve diyalog çıkmış olacaktır. Diyalog gerçeği söylemek ve dinlemek için gerçekleştirilirse, buradan pek çok hakikat zuhur edecektir. Ancak taraflar birbirlerini aldatmayı ya da belli çıkarlar peşinde koşmayı amaçlarsa, bu gerçekte bir söz/diyalog değil, şeytanlık olacaktır.

Lârîcânî: Yeri gelmişken, konuyla ilgili âyeti de okuyalım: “Kendilerinden biri olan ve onların arasından seçtiğimiz Peygambere; ‘Bütün insanlığı uyar, inananlara her bakımdan ihlâslı, samimi ve dürüst olmakla, Rableri katında diğer herkesten ileri geçtiklerini müjdele’ diye vahyetmemiz, insanları hayrete mi düşürdü?”[3]

Dînânî: Âyette geçen “kademe sıdkin” ne anlama geliyor? Kadem “ayak” demektir. O halde doğruluk düşüncede mi olmalıdır, ayakta mı? Düşüncede… Esasında doğru (gerçek) önermeler, düşüncelerin dış dünyadaki doğruluğunu ve gerçekliğini ifade ederler. Eğer düşünce dış dünyadaki gerçekliğe mutabıksa, bunu ifade eden önermenin “doğru” olduğunu söylersiniz. Âyetin buyurduğu “kademe sıdkin” ifadesi, “düşüncenin ayağı” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kişi, düşüncesinde sadık olmalıdır.

Lârîcânî: (Onlar) Her şeye hakkıyla gücü yeten, mülkünün sonu olmayan Allah'ın (Melik) nezdinde, sıdk makamındadırlar.”[4]

Dînânî: “Melik”in makamı neresidir? Bu bir beden/cisim midir, düşünce midir? Kesinlikle düşüncedir. Esasen “doğruluk” dediğimiz şey düşüncededir ve “doğruluk” (sıdk) düşüncenin özelliğidir. Bunu, sizin biraz önce okumuş olduğunuz her iki âyet de doğrulamaktadır. Dolayısıyla kişi, düşüncesinde de kendisine sadık olmalıdır. Eğer kendinize karşı sadıksanız, muhakkak ve zorunlu olarak karşınızdakine de sadık olursunuz. Kendisine karşı sadık olan, tüm dünyaya karşı sadıktır. Kendisine karşı dürüst olmayan, tüm dünyaya küsmüştür. Bu kimse aynı zamanda bir yalancıdır da. Kendisine karşı sadık olmayan, dünyanın en yalancı insanıdır. Bu doğrultuda kendisine karşı sadık olanın, konuşmaları ve sözleri de sadıktır/doğrudur.

Konuşmanın ve diyaloğun şartlarına riayet edildiğinde hakikatler birer birer ortaya çıkacaktır. Bir diyalogda hakikatler zuhur etmiyorsa, bu diyaloğun taraflarının sadık olmadıkları anlaşılır. Karşılıklı olarak birçok yalanın dönüp durduğu bir diyalogdan çıkan netice de yanlış/yalan olacaktır. Yalan hiçbir şeyi keşfedemez. Bu nedenle diyaloğun şartları oldukça ağırdır. Bunun birinci şartı doğruluktur. Amaç, düşüncenin rüşt bulmasıdır. İnsan kendisine karşı ne kadar dürüst olursa, onun düşüncesi de aynı oranda gelişecek ve ilerleyecektir. Bu düşünceler ne kadar gelişir ve ilerlerse, hakikatleri de o nispette ortaya çıkarırlar.

Son olarak hakikatin diyalog olmaksızın ortaya çıkmasının mümkün olmadığını belirtmek istiyorum. Hakikatlerin keşfi diyaloğa bağlıdır (diyalogla ilintilidir). Bu hakikatler ister sosyal ve kozmolojik isterse fiziksel ve kimyasal gerçeklikler olsun, fark etmez. Hatta itikâdî ve siyasî hakikatler de buna dahildir. Âlemin yaratılışı, fiziği… Zira metafiziğe de fizikten ulaşırsınız. Bunların hepsi sıdk (doğruluk) ile ortaya çıkar.

Doğruluğa riayeti Tûsî’den öğrenmek gerekir. O, herkesle sohbet etmişti. Zaten benim kitabım da bunu konu edinmiştir. O, İslâm düşmanlarıyla da konuştu, Müslümanlarla da… Sünnî ile de görüştü, Şiî ile de… Hakîm, mütekellim, matematikçi ve astronom… Kısacası herkesle… Ve bunu da öylesine güzel icra etmiştir ki… Siz onun sözlerinde asla taassuba rastlayamazsınız. Bana Tûsî’ye niçin hayranlık duyduğumu sormuştunuz. Böylesi bir sadakate sahip bir insan ve içinde yaşadığı tarihin o en kötü dönemi… Moğol saldırısından sonrasına rastlayan bu dönemler, hiç kuşkusuz tarihimizin en kötü dönemleriydi. Böylesi bir ortamda bile, dünyanın ileri gelen düşünürleriyle diyalog kurmuş ve bunların birçoğunu etkilemiştir. Bakmayın siz günümüzde bu gerçeklikten ve tarihin o trajik dönemlerinden gaflet ettiğimize! Bu bizim ihmalimizdir. Bizim Tûsî gibi bir şahsiyetin üzerinde dikkat ve özenle durmamız gerekir. Her neyse…

Diyaloğun zamanın ve mekânın kaydında olmadığını söylemiştik. Dolayısıyla bizler her zaman ve mekânda bizimle gönül bağı olan bir muhatapla diyalog kurabiliriz. Bu iki gönlün birlikteliğinden/diyaloğundan neler neler ortaya çıkmaz ki! Bu samimi ve dostane diyaloglarda nice hakikatler ve sırlar gün yüzüne çıkmaktadır. Hele bunun gerçekleştiği bir sahneyi gözünüzün önüne bir getirin… Dünyanın şahit olunabilecek en güzel sahnelerinden biri, insanın kafa dengi bir dostla kurmuş olduğu o samimi diyaloğun ortaya çıkardığı görüntüdür. Dünyada, aralarında gönül bağı olan iki dostun birbiriyle sadık ve samimi bir şekilde sohbet ettiği bu sahneden daha güzel bir manzara olabileceğini sanmıyorum. Hayatınızda bundan daha güzel hangi sahneyi tasavvur edebilirsiniz ki!

Lârîcânî: Üstad bu anlattıklarınızdan, ortaya şöyle güzel bir sonuç çıkmaktadır: Bu diyaloglar nesillerin ve eserlerin birbirleriyle kurmuş oldukları bir irtibat ve iletişim halkasıdır. Yani şöyle bir bakıldığında, Tûsî’nin, icat ettiği bu yenilikle düşünce tarihini ve bu felsefî ve fikrî cereyanı tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbiriyle birleştirdiğini görmekteyiz. Eğer diyalog yoluyla vücûda gelen bu bağ ve zincir oluşmasaydı, aradaki tüm bağlantılar kopmuş olurdu.

Dînânî: Evet, aralarında hiçbir ilişki kalmazdı. Bakınız, örneğin Sokrates gibi doğru konuşan, sadık bir kimse 2500 yıl öncesinden birtakım şeyleri kelimelere dökmüştü – biraz önce de söylediğim gibi, o asla yazmamıştı -. O ne söylediyse doğruluk (sadakat) ve hikmetle söylemiştir. Bugün, iki bin küsur yıl sonrasında bile, onun cana can katan bir sözünü hâlâ yaşatmaktayız: “Ey insan! Kendini tanı.” Bu ne kadar da derin ve gönül okşayıcı bir söz! O, bunu 2500 yıl önce söylemişti. Ben Tûsî’yi İslâm dünyasının Sokrates’ı olarak biliyor ve tanımlıyorum. Sakın abarttığımı söylemeyin. Kesinlikle abartmıyorum. Çünkü Sokrates da diyalog ehli bir kimseydi. Bu sözler tarihin bir köşesinden bir yolla kulağımıza ulaşmakta ve bizler onlarla bir gönül bağı kurmaktayız. Bunları okuduğumuzda kalbimize dokunurlar ve onlardan istifade ederiz. Eğer bir kimse Tûsî’nin eserlerini onunla gönül bağı kurarak okursa, onun, muhataplarıyla nasıl konuştuğunu ve onların gönlüne nasıl hitap ettiğini görecektir. Bugün bizler diyalog âdâbını muhakkak öğrenmeliyiz. Bunu sadece bizler değil, tüm dünya öğrenmelidir. Keşke insanlar bu kurallara aşina olabilseydi… O vakit doğru bir şekilde konuşabileceklerdi... Savaş diye bir şey olmaz; sömürüden, istibdattan ve diktadan hiçbir ize rastlanmazdı… Ancak ne yazık ki bu âdâp ve kurallar gerektiği gibi uygulanmamaktadır.

Lârîcânî: Evet, üstad. Sokrates insanlarla konuşuyordu. Ona göre her insan anlam yüklüydü ve kendisini - tıpkı bir ebe misali - o insanı doğurtmak, yani içindeki tüm anlam ve hakikatleri ortaya koymakla muvazzaf biliyordu. Oysa Tûsî sadece insanlarla diyalog kurmuyor. Hükümetledahi sosyo-siyasal gelişmelerin ve cereyanların ışığında diyalog kurabilmiştir. Gerçekte onun, İslâm dünyasında diyaloğun bayraktarlığını yapan şahsiyet olduğunu söylememiz gerekir.

Diyalogla ilgili okuduğum kitaplarda, onun psikolojik, ruhsal ve sosyal şartlarının da olduğundan söz ediliyordu. Hatta diyaloğun gerçekleştirildiği ortamın güvenliğinin ve diyaloğun muhataplarının kişisel özelliklerinin de bu şartlar arasında yer aldığına tanık oldum. Ancak baktığımızda Tûsî için bu koşulların hiçbiri sağlanmamıştı. Sizin biraz önce vurguladığınız o nitelik, yani sadakat yok mu?! İşte o, tüm bu açıkları ve eksiklikleri telafi etmiş gibidir. Ve bir diyalogda bu niteliğin tek başına ne kadar da önemli bir özellik olduğunu görüyoruz.

Dînânî: Evet. Sizin de söylediğiniz gibi Sokrates, Atina sokaklarında gidip geliyordu. Daha çok gençlerle sohbet ediyor ve karşılaştığı hemen herkesle diyalog kuruyordu. Tarihte ondan geriye nice ölümsüz ifadeler ve aforizmalar kaldı… Sizin, Tûsî’nin daha çok sosyal meseleleri ele aldığı yönündeki tespitiniz çok doğru. Eğer hayatımızda Tûsî gibi bir şahsiyeti örnek almış olsaydık, sahip olduğumuz tüm bu medya araçları vesilesiyle diyaloğun mahiyetini, işlevini ve boyutlarını daha üst noktalara taşırdık. Nitekim biliyorsunuz ki bu araçlar, korkunç bir hızla geliştirilmekte… Onlar ne Sokrates’ın döneminde mevcuttu ne de Tûsî’nin… Oysa günümüzde insanlığın hizmetine sunulan pek çok araç var. Siz dilerseniz bu araçları doğru ve hikmetli sözler konuşmak için kullanabilirsiniz. Bilahare insan ne kadar yozlaşırsa yozlaşsın, onun içindeki ilâhî hâlet hâlâ varlığını korumaya devam eder ve ilâhî fıtrattan nasiplenmeyi sürdürür. İnsanın fıtratı, yozlaşmış da olsa ilâhî hüviyetini korumaya devam eder. Eğer insan tüm samimiyetiyle doğruyu ve hikmetli olanı konuşursa, başkalarının fıtratlarını da uyandırabilecektir. Hele elimizde bu kadar da imkân varken… Bu meyanda birkaç sapkın ve kendini bilmezin bu ortamları sabote etmesi mümkündür, ancak tüm bunlara rağmen sözlerimizin gücü sayesinde birçoklarının fıtratını uyandırabiliriz. Aynı şekilde durum bunun tam tersi de olabilir ve karşı tarafın doğru sözleri bizim fıtratımız üzerinde tesirli olabilir.

Lârîcânî: Hâfız da çok güzel söylemiş:

Aşk sözünden daha hoş bir sadâ işitmedim

Dînânî: Gerçekten de aşkın sadâsından daha hoş bir sadâ yoktur.

Lârîcânî: Hikmet ve doğru söz, zaten aşkın kendisidir.

Dînânî: Evet, hikmet ve doğru söz, aşktır. Âşıkâne bir söz, sadık bir söz demektir. Onda aldatmak gibi bir şey murad edilmemiştir.

Lârîcânî: Çünkü bu kimse halka karşı aşk beslemektedir.

Dînânî: Hakikate de âşık olunmalıdır. Hakikate âşık olduğunuzda halka da âşık olursunuz. Eğer hakikate âşıksanız, sözünüz hem sadıkça hem de âşıkçadır. Gök kubbe altında bundan daha güzel bir söz yoktur. Tûsî de sözlerini bu doğrulukta söylemiştir. Bu büyüklerimizin hangi inceliklere dikkat ettiğine bir bakın! Hâfız’ın biraz önce okuduğumuz şiiri de Tûsî’yi doğrulamaktadır.

Lârîcânî: Evet, kesinlikle. Âşıkça söz, herkesi kucaklar ve herkesin kulağına ulaşır. Kalplere muhabbetin şevkini bağışlar.

Dînânî: Söz doğru ve hikmetli olmalı, dahası bu özelliklerin her ikisi de bir arada bulunmalıdır. Zira sözün doğru olduğu halde bazen hikmetli olmaması da mümkündür. Doğru ve hikmetli bir şekilde konuştuğunuzda bunun hoş kokusu tüm cihana yayılır. İnsanlara bile hoş bir koku katar.

Lârîcânî: Bir diğer husus da Tûsî’nin cesareti, gayreti ve taşıdığı sorumluluk duygusudur. O kendi içinde dinine, zamanının insanına ve Rabbine karşı bir mesuliyet hissediyor ve bunlardan kesinlikle ödün vermiyor. Tüm töhmetleri, eleştirileri ve itirazları göze alıyor. Onu dinsizlikle yaftaladılar, yağmacı Moğol hükümdarı Hülâgü ile işbirliği yapmakla itham ettiler… Ancak meselenin, üzerinden yüzyıllar geçmesinin ardından daha şeffaf ve net bir hal aldığı düşünüldüğünde, Tûsî’nin aslında en iyi kararı verdiğini görmüş oluyoruz. 

Dînânî: Çünkü hakikate âşıktı.

Lârîcânî: Bu aynı zamanda cesaretini de gösteriyor.

Dînânî: Hakikate âşık kimse, aynı zamanda cesurdur da. Hakikate âşık olmayan cesur olamaz. Hakikate âşık olmayanın cesareti neye yarar ki? Bundan bir sonuç da elde edilmez. Tûsî, hakikate âşıktı ve hakikat yolunda sadakatini de göstermmişti. Keza Sokrates da böyleydi. O da korkmamıştı ve cesurdu. Baldıran zehirini rahatça içebilmiş ve bunda bir an bile tereddüt etmemişti. Çünkü sadık ve hakikate âşıktı.

Yine biraz önce belirttiğim gibi, bizim dünyamızın ve kültürümüzün Sokrates’ı da Tûsî’dir. Her düşünce havzasında mutlaka bir Sokrates bulunur. Bizim Sokrates’ımız da Tûsî’dir.

Lârîcânî: Sokrates’ın küçük bir evi vardı. Ona “Sen filozofsun, Sokrates’sin. Şanına yaraşır bir evde otur” demişlerdi. Bilirsiniz, günümüzde bu tarz sözler çok söylenir. Sokrates onların bu dostane tavsiyelerine gülmüş ve “Ey dostlarım, bu tenkitler çok yanlış! Ah, keşke gerçek dostlarımın sayısı bu evin alabileceği kadar olsaydı” demiş. Günümüzde Tûsî’nin dostları sayılabilecek kimselerin onun sesini duyurması gerekirken, ne yazık ki kendisinin hakkında sizin şu an elimde bulunan kitabınızdan başka bir esere rastlamadım. Onun eserleri hakikaten de çok göz ardı edilmiş. Bu kitabınızı kaleme aldığınızda bahsettiğim hakikati siz de fark etmiştiniz, öyle değil mi?

Dînânî: Tabii ki fark ettim. Ne yazık ki, onun eserlerinin hakkıyla okunmadığı doğrudur.

Bundan kısa bir süre önce, ismini vermek istemediğim bir hanımefendi, bir televizyon kanalında bazı şeyler söylemişti. Nedense bu söyledikleri iki üç ay boyunca beni çok düşündürmüştü. Orada güç ve iktidarın fesat doğurduğundan söz ediliyordu. Ben ise tam aksine gücün bir fesat doğurmadığını savunuyorum. Bana göre fesat doğuran şey, korkudur. Fesadı doğuran muktedirler, güçlerini kaybetmekten korktukları için fesada sebep olmaktadırlar. Fesadın menşei, iktidar değil, korkudur. Bu şekilde düşünenler yanlış düşünmekte… Allahu Teâlâ, mutlak kudrettir; peki, O’nda bir fesat var mıdır? Hangi kudret, Allah’ın kudretinden daha üstün olabilir? İnsan korktuğunda çok kötü şeyler yapabiliyor. Pek çok çirkin ve kötü fiili işleyen kimseler, bunu korktukları için yapmaktadırlar. Peki, insan neden korkar? Hakikate âşık olmadığı için… Hakikate âşık kimse, kendisinden her türlü korkuyu uzaklaştırır. Sözünü ettiğim hanımefendinin söyledikleri, benim söylediklerimin tam tersidir. Kudret olması bakımından kudret, bir fesat doğurmaz; kudreti kaybetme korkusu fesat doğurur.

Lârîcânî: Çok güzel bir ölçü ortaya koydunuz. Hakikati aramayan kimseler bir “kudret” sayılabilirler mi? Meselâ Hülâgü’yü veya Cengiz Han’ı kudretli mi saymalıyız?

Dînânî: Onların kudretleri geldi geçti ve tarihin çöp tenekesine atıldı.

Lârîcânî: Ancak Tûsî’nin kudreti asırlar sonrasında bile hâlâ göz alıcı bir parlaklıkla parıldamaya devam etmektedir.

Dînânî: Evet. Bizzat Sokrates da böyle…

Lârîcânî: Kudret iddiasında bulunanlar ne kadar da çok!

Dînânî: Evet, nerede şimdi bu insanlar? Onlardan geriye ne kaldı?

Lârîcânî: Veya büyük bir servete sahip olmak, kudret nişanesi midir?

Dînânî: Hayır, kesinlikle değildir.

Lârîcânî: Bizler gerçekten de ölçülerimizi yitirmişiz, üstad.

Dînânî: Evet, ne yazık ki öyle.

Lârîcânî: Yine çok güzel bir konu işlediniz. Konumuza, Tûsî’nin Fahrüddîn Râzî ile gerçekleştirdiği diyaloğun özelliklerine ve ölçütlerine işaret ederek başladık ve son buralara kadar ulaştık. Bu kitaptan not aldığım 15-16 kadar pasaja ilerleyen programlarımızda değinebilmeyi umuyorum. Gerçekten bunlar, günümüz için de çok işlevsel. Tûsî gibi şahsiyetleri ihya etmeye muhtaç olduğumuzu düşünüyorum. Filozofların kendileri şöyle dursun, bu bizim kendi seçkin düşünce dünyamızın ihyası için dahi gereklidir. Bizim düşünce dünyamızın kandilini ve meş‘alesini asırlar boyunca aydınlık tutan şeyler de bunlardır. Allah bizlere, bu büyük düşünürlerin hakkını eda edebilme tevfikini bahşetsin. Tûsî hiçbir Ehrimen’in eline düşmeyen kıymetli bir yüzük gibidir.[5]

Bir sonraki programımızda görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=WnCA7KRjwT8&list=PLnkv67jnIKP3d9ky6YFcCX76MF1z8M9r0&index=3

 



[1]Nahnu Kelimâtu’l-lâhi’t-tâmmât.

[2] Bakara Sûresi, 31. âyet

[3] Yûnus Sûresi, 2. âyet

[4] Kamer Sûresi, 55. âyet

[5] Hâfız’ın bir beytine atıf (ç.n)