İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (4): Tüm yaratılış gerçekte bir soruya verilmiş yanıttır

İbrahimî Dinânî: Nasîrüddîn Tûsî Söyleşileri (4): Tüm yaratılış gerçekte bir soruya verilmiş yanıttır
“Verilen şeyler, kabiliyetler kadardır.” Peki, hikemî dille söyleyecek olursak, “kabiliyet” nedir? İstemektir. İstemek de sorunun kendisidir ve bu, tekvinî bir sorudur. Yani hakikatte, yaratılışın varlığı kabiliyetlerin sorusuna/talebine bir cevaptır.

 

 

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, saygıdeğer dostlarımızı ve Marifet programını her zaman samimiyetle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız üzere, Nasîrüddîn Tûsî’nin derinlikli ve kapsamlı düşüncelerini ele alıyorduk. O, felsefe, hikmet, irfân, ahlâk, astronomi, matematik, tıp ve hatta edebiyat gibi birçok alanda yetkinleşmiş çok yönlü bir şahsiyetti. Gerçekten de çok hayret uyandırıcı bir kişilik!

Önceki programlarımızda onun diyalog âdâbının nasıl olduğundan söz etmiştik. Bugünkü programımızda bu konuyu biraz daha detaylandırmak istiyoruz. Örneğin o, kurmuş olduğu diyaloglarda hangi unsurlardan faydalandı? Bu yöntemin, düşüncelerin yayılmasında ne gibi bir işlevi vardı? Zira buna bugün bizler de ihtiyaç duymaktayız.

Kitabınızda işaret ettiğim birkaç yer vardı. Dilerseniz bu maddeleri sırasıyla işleyelim ve sonrasında bunlara örnek olarak onun El-İşârât’a yazmış olduğu şerhten bazı pasajlar aktaralım. Böylece Tûsî’nin, bu kuralları nasıl uyguladığını yerinde görmüş oluruz.

İlk olarak o bir metni ele aldığında, bunu tüm yönleriyle açıklamaya çalışmaktadır. Yani onun tüm açılarını ve boyutlarını gözler önüne sermektedir. Tabiri caizse o, bir soruya cevap vermeden önce, ilkin soruyu şerh etmekte… Sonrasında ise o konunun/meselenin muhatabın zihninde somutlaşması ve anlaşılır bir hale gelmesi için aklî ve şer‘î (âyetler, rivayetler vd.) tüm kaidelerden, kısacası şerh ettiği konunun anlaşılmasını sağlayacak her şeyden, kuralına uygun olarak istifade etmeye çalışıyor. Bu yöntemin ne ölçüde doğru olduğunu siz daha iyi takdir edersiniz.

Bir diğer husus ise, kendisini cevap makamında görmesidir. Yani sadece diyalog ile yetinmiyor, açık, kapsamlı ve tam bir cevaba ulaşmanın yollarını arıyor. Bunu yaptığı zamanlarda, kendi ilmî birikimlerinden de sonuna kadar faydalanıyor ki, bu oldukça güzel bir şey… Aynı zamanda o, bu şerhlerde, kendisinin gizli bir meşrebinin olduğunu da okuyucusuna adeta hissettiriyor gibi…

Bir diğer nokta, ele aldığı konuda sergilemiş olduğu tutarlılıktır. İncelediği konuların kapsamlılığına rağmen o, konunun düzen ve insicamını muhafaza etmeyi hiçbir zaman elden bırakmıyor. Onun bu özelliklerini ben de yeni keşfettim ve doğrusunu söylemek gerekirse bu saydığım hususlara pek az filozof ve muhakkik riayet etmiştir.

Bunların dışında başka hususlar da daha var; ancak bunlara konunun akışına göre ilerleyen dakikalarda işaret etmek istiyorum.

Sormak istediğim soru şu üstad: -Güzel, nefis ve aynı zamanda içinde bulunduğumuz zaman dilimi için nadir sayılabilecek nitelikteki bu eserinizin (Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî) ekseninde değerlendirecek olursak-  sizce onun söylemi, sözünü ettiğimiz hususlar dışında başka hangi hakikatleri içine alıyor?

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Tûsî’nin, diyaloglarında ve metin okumalarında riayet ettiği kurallara –ki bunlara riayet etmek son derece önemlidir– doğru bir şekilde değindiniz. Bir önceki dersimizde sizin de belirttiğiniz gibi, diyalogun mahiyeti hakkında konuşmuştuk. Zaten yazmış olduğum bu kitapta onun bir diyalog filozofu olmasını konu edinmiştim. Dönüşümlü diyalog ve dönüşümsüz diyalog (konuşmacının konuştuğu ve dinleyicinin de sadece dinlediği bir diyalog türü) olmak üzere iki tür diyalog vardır. Bunlardan sonuncusu sadece peygamberler ile Allah arasında vuku bulur. Allah ile O’nun peygamberleri arasında dönüşümsüz diyalog vardır. Yani Allah söylüyor ve onlar da dinliyor. Vahiy gerçekte Allah’ın bir konuşması ve peygamberlerin de bunları dinlemesidir. İşte bu makamda sadece dinlemek gerekir. Ancak felsefede dönüşümsüz diyalog diye bir şey yoktur; iki taraflılık vardır ve iki filozof arasındaki şey, dönüşümlü diyalogdur. Allah peygamberlerle konuştuğunda, burada taraflar arasındaki roller (konuşmacı-dinleyici) karşılıklı olarak değişmez; yani sabit bir dinleyici ve konuşmacı vardır. Elbette ki Allah, bir anlamda tüm varlıklarla konuşmaktadır. Ancak ilâhî mesajın (vahyin) alındığı yerde mevcut olan diyalog türü, dönüşümsüz diyalogdur. Yani Allah’ın kelâmı ve peygamberin kulağı… Bir filozof olarak Tûsî’nin yaptığı, dünyadaki tüm mütefekkirlerle diyalog kurmaktır. Her düşünceden ve her gruptan… Daha önce de belirttiğimiz gibi, o ayırt etmeksizin herkesle görüşmüştür. Hallerin ve koşulların iktizasınca ve muhatabın durumlarını dikkate alarak/gözeterek…

Sizin sorularınızı yanıtlamadan önce değinmek istediğim birkaç nokta daha var: Gerçekte diyalog bir tür müsabaka ve mücadeledir. Ancak bizler bir diyaloğun mücadelesini ve iki konuşmacının birbiriyle karşılıklı etkileşimini bir spor müsabakasıyla karıştırmamalıyız. Bu müsabakaların nasıl olduğunu biliyorsunuz; iki kişi birbiriyle güreşmekte ya da hangi dalda olursa olsun (futbol, güreş vd.), rakip bir şekilde alt edilmeye çalışılmaktadır. Diyalog bir spor müsabakası değildir. Bir spor müsabakasında taraflardan hangisinin galip hangisinin mağlup olacağı çoğu kez önceden bellidir ya da en azından tahmin edilebilirdir. Oysa diyalogda kimin kazanacağı kesinlikle belli değildir. Eğer belli olsaydı, bu bir spor müsabakası olurdu. Burada taraflardan her biri, kendisi için her iki sonucu da muhtemel görür ve diyaloğu bu varsayım üzerine gerçekleştirir. Nihayetinde diyalog bunlardan birinin galip, diğerinin ise mağlup olmasıyla sonuçlanır.

Önceki programlarda da Şehristânî’nin Musâra‘atu’l-Felâsife’sine değindiğimizde, buradaki “güreş” sözcüğüne dikkat çekmiştik. O filozoflarla güreşmeyi, kapışmayı amaçlıyor ve diyaloğun bir tür güreş, bir tür müsabaka olduğunu sanıyordu. Hatta karşı tarafı öldürmeyi bile düşünüyordu. Diyaloğun, kendisinin veya karşı tarafın alt edilmesinden ibaret olduğunu sanıyor. Bizler sakın ola ki ilmî - felsefî diyalogların bu şekilde olmaları gerektiğini düşünmeyelim! Bir diyalogda taraflar önceden beri birbirlerini alt etmeyi amaçlıyorsa bu artık bir diyalog değildir ve kaçınılmaz bir şekilde cedelle sonuçlanır. Bir kimseyi öteden beri mahkûm etmeyi amaçlıyor ya da karşı taraf sizin için bunu hedefliyorsa bu artık ilmî ve felsefî bir diyalog değil, cedeldir; ya da bir spor müsabakası… Bizim bu hususa çok dikkat etmemiz gerekir. Diyaloğu benimseyen kimseler şunu çok iyi bilmelidirler ki, diyalog birinin galibiyeti, diğerinin ise mağlubiyeti üzerine kurulmuş bir iletişim biçimi değildir. Diyalog, iki ufkun ve perspektifin birbiriyle karışması ve harmanlanmasıdır. Bu tarafların her biri dünyaya başka bir ufuktan bakmaktadır. Ortada her şeyden önce iki ufuk vardır ve bunların birbirlerine yaklaşmaları gerekir. Siz ona kendi ufkunuzdan bakarken o da size kendi ufkundan bakmaktadır. Bu iki ufkun kavuşmasıyla birlikte ortamın atmosferi de uçsuz bucaksız bir enginliğe evrilecek ve hakikatler ortaya çıkacaktır. Bunları daha önce açıklamıştık, o nedenle tekrarlamak istemiyorum.

Lârîcânî: O halde diyaloğun taraflarının, kendi zamanlarının kabul görmüş  sonuçlarının peşinde olmadıklarını söyleyebiliriz, öyle değil mi?

Dînânî: Niye olsunlar ki? Onlar sadece hakikati ortaya çıkarmayı amaçlıyorlar. Felsefî diyalog, kesinlikle hakikati ortaya çıkarmak amacı üzerine bina edilmelidir. Bu hakikat çoğu kez tarafların her ikisinin de tekelinde değildir. Esasen hakikat, kimsenin tekelinde değildir. Hakikate kim maliktir ki? Dünyada kim böyle bir iddiada bulunabilir? Hakikat sahip olunabilecek bir şey midir? Benim tüm çabalarım hakikate yaklaşmaya yönelik olmalıdır. O, sonsuzdur ve ona yaklaşmak gerekir, onu tekele almak değil… Bir diyaloğun taraflarından kim hakikatin maliki olduğunu söyleyebilir? Tam aksine, onların her biri hakikati ortaya çıkarmak için çabalamalıdır. Hakikat de zaten bu diyaloğun akışında görünür olacaktır. Bizim bunu bilmemiz ve uygulamamız hayli önemlidir.

Size burada şunu da belirtmek isterim: İbadetlerde, fıkıhta ve şeriatın beş hükmünde (ahkâm-ı hamse: müstahaplar, vacipler, haramlar, mekruhlar,…) fakihlerin tamamı her bir ibadetin yakınlık niyeti (kasd-ı kurbet) ile yerine getirilmesinin şart olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Yakınlık niyeti nedir? Allah’a, Hakk Teâlâ’ya ve hakikate yakınlaşmayı amaçlamaktır (tekarrüb ila’l-lah). İbadetle hakikat tekele mi tekele alınır yoksa Hakk ve hakikate yaklaşmak mı amaçlanır? Hakikate yaklaşmayı amaçlamanın önemli olduğunu bilhassa vurgulamak istiyorum. Dolayısıyla iki âkil ve hakîm arasındaki diyaloğun birbirine galip gelmek gibi bir amacı yoktur. Onlar birbirleriyle konuşmayı, ufuklarını birbirlerine yaklaştırmayı ve bu iki ufku birleştirerek hakikatleri ortaya çıkarmayı hedeflerler. Tûsî’nin hayat felsefesi de bu idi. Çünkü o gerçek anlamda bir hakîm ve filozoftu. Kiminle konuştuysa bu doğrultuda konuşmuştu. Kimseyi yenmek ve alt etmek gibi bir amaç taşımadı. Hakikatleri ortaya çıkarmak için diyalog kurdu.

Lârîcânî: O bir fikrî ve felsefî akım oluşturmayı ve bu diyalogların bir sürece dönüşmesini amaçlıyordu.

Dînânî: Zaten bunu daha önce de söylemiştik: Felsefenin kendisi bir diyalogdur. Felsefe diyalog olmaksızın vücûda gelmez. O, soru ve cevaba dayalıdır. Soru’nun olmadığı yerde felsefe yoktur. Sorunun sorulduğu yerde bir cevap bekleniyor demektir. Soru ve cevabın olduğu yerde de diyalog başlar. Diyalog soru ve cevap demektir. İster bir muhatapla ister kendi kendinizle; fark etmez… Eğer bu bir monolog olursa, burada kendinizi muhatap konumuna alır ve kendi kendinize sorular sorup cevaplar verirsiniz. Felsefenin ve tefekkürün esası budur. Tûsî, bu konuda bilinçliydi. Onun gerçekleştirdiği diyaloglara baktığınızda muhataplarıyla son derece saygılı, edepli bir şekilde konuştuğunu ya da yazıştığını okursunuz. Bu muhatap bazen bir âriftir bazen de bir mütekellim ya da filozof… Bazen yüz yüzedir bazen yazışma iledir. Birazdan söyleyeceğim cümleye bir “hatta” eklememek istiyorum: O, “hatta” metinle bile diyalog kurmuştur.

Biliyorsunuz günümüzde hermenötikten söz edilmekte… Bunu da 800-900 yıl önce en iyi şekilde Tûsî icra etmiştir. Burada belki metinle diyaloğun ne demek olduğunu soracaksınız? Bazıları metnin sadece okunacak bir şey olduğunu düşünür ve metinle de diyalog kurulabileceği gerçeğini tuhaflıkla karşılar. Evet, metni okuyorsunuz; ancak sizin bu okumanızda bile bir diyalog boyutu vardır. Yani metni nasıl okuyorsunuz? Bir şeyin peşinde misiniz yoksa okumalarınızı öylesine, amaçsız mı yapıyorsunuz? Bir kitap satın alırken, onunla ilgili bir hedefiniz mi vardı? Muhakkak bir şey hedeflemişsinizdir. O halde bu hedef varsa, aklınızda bir soru da var demektir… Peki, bu sorunun cevabını nerede bulalım?

Lârîcânî: Okuyacağımız metinden.

Dînânî: O halde aklınızda bir soru var… Eğer siz aklınızda bir soru olmadan metni okursanız, o metin size hiçbir şey vermeyecektir. Dolayısıyla ondan bir şey anlamanız da mümkün değildir. Bir sorunuz, motivasyonunuz ve gayeniz olmadıkça –ki soru zaten bunların kendisidir– o kitaptan bir şey anlayamazsınız. Gerçekte bu da sizin için sadece bir zaman kaybı olacaktır. Ancak bir kitabı belli bir motivasyonla okuduğunuzda, o sorunuzun cevabını [veya motivasyonunuzun karşılığını] bulabileceksiniz ve emin olun ki, o kitap size sorunuzun cevabını verecektir.

Bir cevap bir kitaptan nasıl talep edilir? Kitap zahirde sessizdir (sâmit). Onun dili yoktur; ancak sonuçta harflerden ve kelimelerden müteşekkildir. Siz bir kitaptan sorunuzun cevabını ancak bu kitaba “Sen hangi soruya bir cevap olarak yazıldın?” sorusunu sorduğunuzda alabilirsiniz. Bu soruyu dile getirmenize de lüzum yoktur. Kitap da kendi dilsizliğinin diliyle size hangi sorunun cevabı olduğunu söyleyecektir. Yani size cevap verecektir. Bu sorunuzun cevabını aldığınızda bu kez de metnin cevap olduğu soruların peşinden gitmeye başlarsınız.

Lârîcânî: Hermenötikte metin merkezliliği savunan Hans-Georg Gadamer –ki Friedrich Schleiermacher da onun bu görüşünü teyit etmektedir– hermenötiğin [gerçekte “metnin”] görevinin bizde bir soru meydana getirmek olduğunu söylüyor. Yani ona göre bizim, cevabının peşinden gitmek için bir sorumuzun olmasına gerek yoktur. Peki, o halde bizler, zihnimizde bu soruların oluşması için neler yapmalıyız?

Dînânî: Sizde soruyu oluşturacak olan kimdir ve nedir? Bir sorunuz olmadıkça metne yönelmezsiniz ki?

Lârîcânî: Yani bir sorumuzun olmadığını düşünürsek…

Dînânî: O zaman kitaba da yönelmezsiniz. Siz niçin bir kitapçıya gider ya da kütüphaneleri arşınlarsınız?

Lârîcânî: Bir sorum olduğu için…

Dînânî: Bazen aceleniz olduğu halde bile niçin kitap okursunuz? Cevabını aradığınız bir sorunuz olduğu için. İnsan sorusuz olamaz ki… Sorusu olmayan biri, kitap da almaz. Evi kitaplarla dolu da olsa, sorusu olmadıkça bunların kapağını bile açmaz. İlkokulda ya da lisede sizi bir kitabı okumaya mecbur kıldıkları durumlar müstesna… Gerçi burada bile sizin kafanızda mutlaka bir soru vardır; ya da bir sertifika ve diploma almak gibi bir hedefiniz… Mücbir durumlar bir yana –ki gerçekte siz bu durumda kitap okumuş bile sayılmazsınız; sadece vakit öldürürmüş olursunuz– kendi seçiminiz ve isteğinizle bir kitaba yönelmek istediğinizde, önce gider onu satın alırsınız, aldıktan sonra da her bir sayfasını şevkle işaretler ya da üzerine notlar yazarsınız… Kısacası, bir sorunuz vardır. Onun “içindekiler” kısmına bir sorunuz olduğu için bakarsınız… Evet, bazen birilerinin herhangi bir sorusu yoktur. Böyle birinin üzerinde durmaya gerek dahi yok… Bu şahıs, bir sorusu olmadığı için kitap da okumayacaktır. Bu kadar basit…

Aklınızda bir soruyla metnin karşısına geçtiğinizde bilin ki o kitabın da size soracağı sorular olacaktır. Kitabın da soruları vardır… Yok mudur? Siz ona hangi sorunun cevabı olarak yazıldığını sorduğunuzda ve o da size bunun cevabını verdiğinde aranızdaki diyalog da başlamış olur. Böylece son sayfasına kadar onunla gayet güzel bir diyalog icra edersiniz. Bu diyalogun sonunda da nice hakikatler ortaya çıkacaktır!

Lârîcânî: Bu durum Kur’ân’da da mevcut. Örneğin, “Sana ruhu, enfâli,… soruyorlar” şeklindeki âyetlere baktığımızda, bu gibi soruların felsefî bir kökeni mi vardır yoksa fıtrî bir kökeni mi? Bunların kaynağının ne olduğunu sormak istiyorum.

Dînânî: Burada “felsefî” ya da “fıtrî” gibi bir ifade kullanmak yerine, bunların her ikisini de kapsayan “insanî” ifadesini kullanmayı tercih ediyorum. Kur’ân’daki bu sorular semboliktir. Haklarında sorular sorulan bu şeyler olmasaydı bile, “soru sormak” denen şey, yine insanın zatî bir hasleti olmaya devam ederdi. En önemli, en gerçekçi ve en nihaî soru, insanın gizliliklerinde ve derûnunda vücûda gelen sorudur. Eğer bu sorulara peygamberler ve semâvî kitaplar cevap vermemiş olsaydı, insanın o en temel ve özgün sorusunun cevabını hiçbir yerde bulmak mümkün olmayacaktı. Burada belki de “yes’elûneke: sana soruyorlar” ifadeleriyle murad edilen, bizlerin soru sormayı öğrenmesi olsa gerek… Bu soruları soranlar bazen Yahudilerdi, bazen de başka birileri… Bunları kimlerin sorduğu önemli değil. Şa’n-ı nüzûlünü dikkate almasak bile –yani tarihsel olarak birileri gelip bazı soruları sormamış olsaydı bile ki, bu âyetlerin bir kısmı sorulan sorular üzerine nâzil olmuştur– bu gizli sorular yine sorulmuş sayılırdı. Allah’ın kelâmı, insan fıtratının gizli sorularının bir cevabıdır. İnsan, doğası itibariyle merak duyan ve soru soran bir varlıktır.

Lârîcânî: İsterse bu yönünü hiç ortaya çıkarmamış olsun, yine de fark etmez…

Dînânî: Onun kalbinin ve zihninin derinliklerinde hep bir soru vardır. Bunlar mukadder veya fıtrî sorulardır. Allah’ın kelâmında “öylesine”lik yoktur. Eğer bir soru olmasaydı, cevap olur muydu? Peki, ya cevabın kendisine duyulan ihtiyaç? İşte o ihtiyaç, sorunun kendisidir. Yani bu cevaplar, bir şeylerin nasıl olduğunu bilmemiz içindir. Allah’ı ve hakikate ulaşmanın yolunu bilmemiz için…

Konuyu daha da geniş bir düzlemde ele alacak olursak, yalnızca insanın değil, tüm varlıkların bir sorusu vardı. Yani âlemdeki mahiyetlerin, kabiliyetlerin ve Hakk Teâlâ’nın ilmindeki a‘yân-ı sâbitenin mevcut olmaları gerekiyordu. Dilsizliğin ve kabiliyetin diliyle… Kabiliyet nedir? Sorudur, talep etmektir. Allah, kabiliyeti olan şeyleri mi yarattı, yoksa kabiliyeti olmayanları mı? Kabiliyeti olanları…

Lârîcânî: Yaratılmak da kabiliyet esasıncadır.

Dînânî: “Verilen şeyler, kabiliyetler kadardır.” Peki, hikemî dille söyleyecek olursak, “kabiliyet” nedir? İstemektir. İstemek de sorunun kendisidir ve bu, tekvinî bir sorudur. Yani hakikatte, yaratılışın varlığı kabiliyetlerin sorusuna/talebine bir cevaptır.

Lârîcânî: Sorunun sahası ne kadar da geniş! Bu, Tûsî’nin de dikkate aldığı bir noktaydı. O, El-İşârât’ın dokuzuncu namatında yer alan “Makâmâtu’l-Ârifîn”i şerh ederken bu hususun üzerinde durmuş. Tûsî burada felsefî bir kaideyi açıklıyor: “Bir şey bir şeyi, içinde o şeyden bir şey olmaksızın tanıyamaz.” Yani eğer ben Allah’a bir soru soruyorsam –sizin de dediğiniz gibi bu soru benim vicdanımın derinliklerinde hep bulunmaktaydı– bu benim için bir tür kabiliyet sayılmaktadır. Sorabildiğim her soru için geçerlidir bu. Tûsî sizin belirttiğiniz yerden meselelere giriş yapmış. Yani insan eğer bir şeyi talep ediyorsa bu onun derinliklerinde mevcuttur. Bu minvalde soru ile cevap arasındaki bağı, yani bu soruyu meydana getiren şeyleri, Allah bizim derinliklerimize yerleştirmiş… Bu durumda biz dünyaya zaten bir “filozof” olarak gelmişiz. Bundan bu sonuç çıkıyor.

Dînânî: Kesinlikle öyle. Evet, kabiliyetin dili soru’nun dilidir. Cevap da o soruya uygun şekildedir.

Lârîcânî: Sizin söylediklerinizi teyit amaçlı şunu bildirmek istiyorum ben de: Peygamberler bu dilin alanını ve yolunu bizlere ardına kadar açmıştır.

Dînânî: Evet. Onlar insanlığın en temel sorularına cevap verdiler.

Lârîcânî: Biraz önce sözünü ettiğim kaideden ve uygunluk ve sinhiyyet (lafzî anlamı türdeşlik; bağlılık, benzerlik) ilkesinden yola çıkarak biz ile Allah arasındaki ilişki için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Dînânî: Durum tam da böyle zaten. Eğer sinhiyyet olmasaydı, yaratılış da olmazdı ki… Sinhiyyet, talep… bunların hepsi var. Sizin biraz önce okuduğunuz kaide, benim anlattıklarımı içermekle birlikte, bundan daha derindir. Tûsî’nin bu ifadesinde bir başka incelik daha gizlidir.

Lârîcânî: İsterseniz metne bütüncül bir şekilde bakmak adına İbn Sînâ’nın söylediklerini de aktarayım:

Allahu Teâlâ, şeriatına herkesin girmesinden ve ondan muttali olmasından münezzehtir.” Tûsî, bahsettiğim kaideyi, İbn Sînâ’nın sözleri bittikten sonra aktarıyor ve adeta bu kaide olmadan Hakk’ın şeriatına girmenin mümkün olmadığını belirtiyor.

Dînânî: Burada bir derya kadar mefhum ve içerik var. Bu da bizim biraz önce sözünü ettiğimiz soru ve cevap konusuyla ilintili; ancak ondan daha ince bir mevzuya değiniyor. Tûsî’nin bu sözü/kaidesi içerisinde tüm âlemler gizli… Yani bilen [süje] ile bilinen [obje] arasında bir tür sinhiyyet bulunmalıdır. Ben,  kendisiyle bir türdeşliğimin olduğu şeyi tanıyabilirim. Eğer tanımak istediğim şey, mutlak anlamda bana yabancı ise ve onunla hiçbir türsel ilişkim yoksa o şey benim tarafımdan asla bilinemeyecektir. O halde bu kaideden çıkan sonuç nedir? Siz maddî ve manevî şeylerden neyi tanırsınız tanıyın, bilin ki bu bilme ve tanıma onunla bir tür sinhiyyetiniz olduğu için gerçekleşmiştir. Aksi takdirde gerçekleşemezdi. Bilimlerde de neyi keşfeder ve tanırsanız, onun da sizinle bir bağlantısı var demektir. İsterse maddî olsun, fark etmez… Neticede sizin de maddî bir boyutunuz var. Siz atomu yardığınızı ve elektronlara kadar ulaştığınızı söylüyorsunuz. Ulaşın, çünkü siz de maddîsiniz. Çünkü onunla bir türdeşliğiniz var. Ruhâniyâta gelince… Eğer mülkü, melekûtu, ceberûtu ve dahi bunların ötesini biliyorsam, bunlarla da bir sinhiyyetim var demektir. Eğer melekût ile bir benzerliğiniz olmasaydı, ona ulaşamazdınız. Hatta onun hakkında tek bir kelime dahi edemezdiniz. Diğer taraftan, maddeyle bir türdeşliğiniz olmasaydı, elektrona ve o küçücük zerrelere de ulaşamazdınız. Maddenin tüm derinliklerine kadar yol alın… Neticede fizik biliminin daha nerelere kadar gidebileceğini henüz bilmiyoruz. Her halükârda gidebileceğiniz kadar gidin. Maneviyâtta da dilediğiniz kadar ilerleyin; melekûta, ceberuta, lâhûta… Bunların hepsiyle sinhiyyetiniz var. İnsan kendini küçük bir şey sanmakta; oysa onda âlemler gizli… Bu anlamda o bir câm-ı Cem’dir. İnsan tüm hakikatlerin kendisinde toplandığı câm-ı Cem’dir. O, kendisinde her şeyi görmektedir. Belki bu söylediğime – örneğin – “Ben her şeyi nasıl kendimde görebilirim. Eğer görebilseydim, atomun içini görebilmek için onu parçalamak zorunda kalmazdım” şeklinde bir itiraz yöneltilebilir. Peki, atomu “kendiniz” olmadan mı parçaladınız? Hayır. Çünkü onunla türdeştiniz. Onu kendinizde mi görürsünüz, yoksa başkasında mı? Aynı sorum melekût için de geçerli… Bunların hepsini kendinizde görürsünüz.

Lârîcânî:

Mülkünden melekûtuna kadar kalkmaktadır perdeler

Onların her biri câm-ı Cem’in görünmesine hizmet eder

Dînânî: Câm-ı Cem kendinizsiniz. Yani gerçekte kendi sırlarınızın perdesini bir kenara çekmektesiniz. Çünkü zerrenin esrarına eriştiğinizde, zihninizdeki perdeleri kaldırmış olursunuz. Keza melekûta gittiğinizde de… Gerçekte her şey size yansımaktadır. Bu söyleyeceğim söz belki bir abartı olarak telâkki edilebilir ama kişi hangi kitabı okursa okusun, gerçekte yine kendisini okumuş olur. Okuduğunuz her şey, aslında kendinizsiniz. Deneysel bilimler için belirtecek olursak, deneye tabi tuttuğunuz şey, yine kendinizden başka bir şey değildir. Çünkü okuduklarınızın da sizinle bir türdeşliği vardır, deneye tabi tuttuklarınız da… İşte Tûsî’nin söylediği de budur.

Lârîcânî: Mevlânâ da her milletin kalbinde Hak’tan bir zevk olduğunu söylüyor.

Dînânî: Mesela İblis, asla Rahmâniyete ulaşamaz. O, ateştendir. Ezelî ve ebedî mel‘ûndur. Rahmanî dili anlayamaz. Yani sinhiyyet, sanıldığından çok daha önemli bir mevzu.

Burada hem İbn Sînâ hem de Tûsî, çok önemli bir hususa işaret etmişlerdir. Onlar bu ifadelerle ne söylemek istediler? Bu söylenenlerden çıkan neticelere bir bakalım: İlkin bilen ile bilinen arasında her zaman bir türdeşlik mevcuttur. Bunun olmamasının bir anlamı yoktur. Hatta bizim hakîmlerimiz, bu ikisinin bir olduğunu dahi söyleyebilmişlerdir. Âkil (akleden) ile ma‘kûlu (akledilen) değil, âlim (bilen) ile ma‘lûmu (bilinen) kastediyorum. Bir ve birlikte olmak, sinhiyyetin de ötesinde bir şeydir.

Burada temel soru, Allah’ı tanımak isteyen bir kimsenin (peygamber, filozof, âlim vd.), kendisiyle Allah arasında bir sinhiyyet olup olmadığıdır. Bu çok önemli bir soru.

Lârîcânî: İsterseniz bu konuyu bir sonraki programımızda ele alalım. Çok da ilginç bir konu gerçekten…

Burada üzerinde durmamızı istediğim bir başka husus daha var: Tûsî’nin belirttiği bir nokta, Seyyidlerin Efendisi İmam Hüseyin (a.s.) ile de oldukça bağlantılıdır. Allah ile sinhiyyeti tam ve kâmil olan kimse, sadece Masum İmamdır. Tûsî’nin aynı zamanda nasıl da güçlü bir Şiî…

Dînânî: Rabb ile merbûb arasındaki ilişki gerçekte ismetin kendisidir. Yani her masum, Rabbin ismeti ile masumdur. Evliyâ ve enbiyanın ismeti, Allah’ın ismeti iledir. Örneğin “mu‘tasım bi’llah” ifadesi…

Lârîcânî:

Sen kimsin ki böyle her kalbi vatan edindin

Her gül ve çemende tecelliler izhar ettin…

Tûsî, aynı zamanda şairdir de… İnşallah bir programımızı da onun şairlik boyutuna tahsis edelim.

Bazıları onun biraz önce okuduğum bu beytinin, “Hz. Hüseyin’in (a.s.) muhabbeti, tüm mü’minlerin kalbinde gizlenmiştir” hadisine bir atıf olduğunu söylüyor.

Dînânî: Evet, doğal olarak bunu murad etmiş olması mümkün… Ancak neticede bir şairdi ve her şeyi kastetmiş olabilir.

Lârîcânî: Sizin deminki ifadeniz de çok ilginçti i‘tisâm [günahlardan sakınmak, Allah’a sarılmak], Rabb vesilesiyledir. Bir de bunun tekvinî ismetle olan ilgisi var…

Dînânî: O da Rabb [vesilesi] iledir. Peygamberler Rabbleri vesilesiyle masumdurlar. Rabbanî bir i‘tisâmı ve Hakk’a ittisâli olmayan bir kimse masum olamaz.

Lârîcânî: Ve bu sinhiyyeti tam olması da gerekir.

Dînânî: Evet, Hakk ile böylesi bir ilişkisi olmayan kimse masum olamaz.

Lârîcânî: Bu yol diğer insanlara da açık, öyle değil mi?

Dînânî: Tabii ki açıktır, yeter ki Rabbanî bir i‘tisâma sahip olsunlar…

Lârîcânî: Böylece evliyaullah (Allah’ın velileri) olurlar.

İşaret etmek istediğim bir diğer nokta, Tûsî’nin, irfânî öğretileri açıklamada da (irfânın) zirvede yer aldığıdır. Yine felsefe ve kelâmın da hakkını vermiş ve bu alanların zirvesine yerleşmiştir. Gerçekten de onun fevkalade biri olduğunu anlıyoruz. O, insân-ı kâmil veya Masum İmam konusunda da, herkesin kendi ismetinin ekmeğini yediğinden söz ediyor. İnsan ne kadar pak olursa, bir o kadar parıldar; isterlerse onun bu ışığını söndürmek için ona eziyet etsinler veya zindanlarda hapsetsinler… Kanımca bu bakış açısı, insanın felsefeye ve tarihe karşı bakış açısını bile değiştirmekte... Bu bağlamda Tûsî’nin tarih felsefesinde de yetkinleştiğini söyleyebilir miyiz?

Dînânî: Neden olmasın? Tabii ki söyleyebiliriz. Tûsî, kendi zamanının tüm ilimlerinde eşsiz bir kimseydi. Bunlarla icmâlî olarak ilgilenmiş ve hepsinin kapsamını genişletmiştir. Ancak bununla birlikte o muhtasar ve veciz eserler kaleme almıştır. Örneğin sizin, onun irfânî yönüne işaret ettiğiniz Evsâfu’l-Eşrâf adlı eserinde irfânın tüm remizlerini görebilirsiniz. Ben onun bu eserini hiçbir irfânî eserin gerisinde görmüyorum. İrfânî konuların özünü ve çekirdeğini burada tüm güzelliğiyle gözler önüne sermiştir. Nihayetinde veciz de olsa onun yazmış olduğu tüm eserler bir şekilde günümüze kadar ulaştı. Ben onun eserlerinin göz ardı edilmesini ve yeterli ilgiyi görmemesini şahsen esefle karşılıyorum.

Lârîcânî: Bu konuda bir azim, istek ve bilinç olmalı… Bana göre onun eserleri gayet aydınlatıcı, yol gösterici ve işlevsel… Dahası deneyimlenmiş… Aristoteles felsefesini aşarak İslâm felsefesine katkıda bulunması ya da Aristoteles etiğine saplanıp kalmadan İslâmî ahlâkı öncelemesi ve gündemde tutması… Ne kadar da güzel işler başarmış! Tüm alanların ve bilimlerin sınırlarını korumuş…

Dînânî: Evet, hiçbir alanı birbirine karıştırmıyor; incelediği her alanda o alanın sınırları içinde kalmaya özen gösteriyor.

Lârîcânî: Ona aynı zamanda bir “reformist” (muslih) demek mümkün mü?

Dînânî: Evet, kesinlikle… Hatta bilimsel, ahlâkî ve siyasî bir reformist…

Lârîcânî: Tûsî’nin işaret ettiği şeylerden biri de, insanın kendi câm-ı Cem’ini, yani vücûdî kapasitesini keşfedebildiği takdirde, gördüğü her şeyi varlığının bu denizinde hazmedebileceği hakikatidir. Yani hiçbir şey hakkında, sadece zâhirinden yola çıkarak hüküm verilmemeli… Yaklaşık yirmi kadar kitapta, onun Moğol hükümdar Hülâgü ile ilişkisinin o kadar yerildiğine şahit oldum ki… Oysa gerçekçi bir şekilde baksak, bu büyük düşünürün o uçsuz bucaksız düşünce dünyasında bunların hepsinin hazmedildiğini görürüz.

Dînânî: Ya o Moğol hükümdardan elde ettiği neticeler? O hikmetli bir tedbirle Merağa Rasathanesi’ni kurmuş, başına getirildiği evkâf yöneticiliği sayesinde rasathaneyi inşa edecek bir imkân elde etmiştir. Eğer köşesine çekilip o hükümdarı kendi haline bıraksaydı, bu zalim idareciden fesattan başka bir şey sadır olmazdı ki…

Lârîcânî: Merhum Muhammed Takî Müderris Rezevî’nin bir kitabında, Merağa Rasathanesi’nde İmam Hüseyin’in (a.s.) mateminin tutulması emrini veren ilk kişinin Tûsî olduğu yazılıydı. Bu konuya ne kadar önem verdiğinin bir başka göstergesi…

Dînânî: O tam bir Şiî idi. Her kim onun Şiîliğinden kuşku duyuyorsa bilsin ki Tûsî, hâlis muhlis bir Şiî’dir.

Lârîcânî: Sizin, bu kitabınızda onun hakkında gerçekten de muazzam neticelere ulaştığınızı söylemek istiyorum.

İşlediğimiz konular, her zamanki gibi çok güzeldi, üstad.

Tûsî’nin yapmış olduğu şerhten aktardığımız bugünkü pasaj, halk ile Hâlık arasındaki ilişkiyi öne çıkarmıştı. Dileriz ki bu ince farkındalık, bizlerin günlük yaşantısındaki nice problemi aşmamıza yardımcı olsun. İnşallah bu konunun ayrıntılarına gelecek programda değinme fırsatımız olur. Eğer insan bu yüce şahsiyetleri araştırıp onların izinden gidebilse… Ben sizin bu konudaki açlığınızı sadece burada değil, tüm kitaplarınızda müşahede ediyor ve bu yönünüze gıpta ediyorum doğrusu.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle aziz üstadımızla birlikte tüm güzel dostlarımızı Allah’a emanet ediyoruz.

Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

https://www.youtube.com/watch?v=GJAOMJQUGD0&list=PLnkv67jnIKP3d9ky6YFcCX76MF1z8M9r0&index=4&t=373s